Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden. Ferrûh Şah Kâbilî neslinden, Celâleddîn Süleymân’ın oğludur. Baba ve annesi şerefli asîl ailelerden olup, nesebi Hazreti Ömer’e ulaşır. 569 (m. 1174) yılında Hindistan’da Delhi’de dünyâya geldi. 664 (m. 1265) senesi Muharrem’in 5. günü 95 yaşında Mültan’da vefât etti. Türbesi, günümüze kadar ziyâretgâh olup, onu sevenler kabrini ziyâret ederek, rûhâniyetinden feyz almaktadır. Türbesi, bilhassa, vefâtının sene-i devriyesi olan Muharrem ayının beşinci gününde, Pakistan’ın ve Hindistan’ın çeşitli şehirlerinden gelen binlerce ziyâretçi ile dolup taşmaktadır.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in dedesi ve babası Afganistan’taki siyâsi durumlar yüzünden Hindistan’ın Mültan yakınındaki bir köye yerleştiler. Genc-i Şeker’in babası burada, Hazreti Abbâs bin Abdülmuttalib’in soyundan, çok bilgili ve mübârek bir zât olan Mevlânâ Vecîhüddîn Hicvandî’nin kızı olan Bibi Gülsüm Hâtun ile evlendi. Babası Celâleddîn Süleymân’in bu evlilikten üç oğlu ve bir kızı oldu. Erkek çocuklarından Ferîdüddîn Genc-i Şeker doğuştan velî idi.
Ferîdüddîn Mes’ûd, daha doğmadan kerâmet gösterdi. Anasının karnında gösterdiği kerâmet şöyle anlatılır. “Annesi Ferîdüddîn Mes’ûd’a hâmile iken, birgün komşusunun ağacından izinsiz erik koparmak istedi. Fakat karnındaki bebek öyle bir karın ağrısına sebeb oldu ki, bu ağrı annesini erik toplamaktan vazgeçirdi. Doğumundan iki sene sonra, annesi ona; “Sevgili oğlum! Seni beklerken asla haram yemedim” dedi. Ferîdüddîn Mes’ûd gülümsiyerek; “Ama anneciğim, komşunun ağacından izinsiz erik toplamak istemiştin de, sana ağrı vererek mâni olmuştum” diyerek, annesinin şaşkın bakışları altında evden dışarı çıktı. O güne kadar oğlunun hâlinden ve o andaki cevâbından, annesi onun birgün büyük bir velî olacağını anladı.”
Doğduğu gün gösterdiği kerâmeti şöyle anlatır: “Ferîdüddîn Mes’ûd, Şa’ban ayının 29’u ile Ramazan ayının birinci günü arasındaki gece doğmuştu. Şa’bân’ın yirmidokuzuncu gecesinin bulutlu olması sebebiyle Ramazan hilâlini görememişler ve ertesi gün oruç tutup tutmamak konusunda tereddütte kalmışlardı. Ferîdüddîn’in babası Cemâleddîn Süleymân’dan fetvâ sormaya geldiler. O da; “Hilâlin görünmesinde bir şüphe varsa, oruca başlamak uygun değildir” dedi. O esnada bir zât ortaya çıktı. Bu mevzûda onun fikrini sorduklarında; “Niye merak edip şüphede kalıyorsunuz? Bu gece Cemâleddîn Süleymân’ın evinde bir çocuk doğdu ki, zamanın kutbu olacaktır: Eğer çocuk bu gece yarısından sonra annesinin sütünü almadıysa, bilesiniz ki, hilâl görünmüştür ve Ramazan ayı bugün başlıyacaktır” dedi. Nitekim seher vakti Cemâleddîn Süleymân’ın evine gidip, bu zâtın sözlerinin doğru olup olmadığı hakkında annesine sorduklarında, öğrendiler ki, yeni doğan bu bebek, gece yarısından sonra annesinin sütünü almamıştı. Bunun üzerine oradakiler oruca başladılar. Daha sonra o gün; Mültan’dan ve diğer yerlerden hilâlin göründüğü ve o günün Ramazan olduğu haberi geldi. Ramazan ayı boyunca bu minik bebek, gündüz annesinin sütünü hiç emmedi. Sâdece iftar zamanı birinden, sahur zamanı da diğer memesinden emiyordu.”
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri kendisini ilim ve tasavvufa verip, evliyâlık yolunda ilerlemek için çok gayret gösterdi. İslâmın ma’rifet bilgilerini Hindlilere öğreten, feyzlerini bu kıt’a müslümanlarına sunarak, onlara çok büyük hizmet eden Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kutbüddîn-i Bahtiyâr’ın bereketli feyzleri ile yetişmişti. Hocası Kutbüddîn-i Bahtiyar ile karşılaşması şöyle anlatılır: Genc-i Şeker’in Mültan’daki tahsili sırasında, Kutbüddîn-i Bahtiyar Mültan’a geldi. Namaz kılmak için Ferîdüddîn-i Mes’ûd’un bulunduğu câmiye girdi. O sırada Ferîdüddîn-i Mes’ûd kitap okuyordu. Kutbüddîn-i Bahtiyar onu görür görmez, onun halinden ve kalb gözüyle fark ettiği istisnai özelliklerinden hayli etkilendi. Kutbüddîn hazretleri ona; “Ey genç ne okuyorsun?” diye sordu. O da; “Nâfi okuyorum” dedi. Kutbüddîn (r.a.); “İnşâallah bu kitap, senin için nâfi (ya’nî fâideli) olur” buyurdu. Bu sözdeki tatlılık ve yapılan duâ çok hoşuna gitti. Görünüşündeki heybet, onun büyük bir zât olduğunu gösteriyordu. Ferîdüddîn, o zâtın ellerini öpüp, talebeliğe kabûlünü istirhâm etti. O da kabûl etti. Bundan sonra ona çok bağlanıp, ondan ayrılmadı. Herşeyden el çekip, büyük bir muhabbetle ona tâbi oldu. Kutbüddîn hazretleri ise ona, dinî ilimleri okumasını, araştırmasını, tahkîk etmesini işâret buyurup, aynı zamanda tasavvuf ile de meşgûl olmasını teşvik etti. Böylece, hem zâhirî ilimlerde ve hem de bâtınî ilimlerde yükselmesini, iki kanatlı olmasını sağlamak istedi. Ferîdüddîn, hocasının nasihatlerini can kulağıyla dinleyip tatbik etti. Nefsinin tezkiyesi ile uğraştı. Bu uğurda çok gayret etti. Her zorluk ve şiddete katlandı. Hocası Mültan’da kaldığı müddetçe, derslerini hiç kaçırmadı. Hocası Kutbüddîn-i Bahtiyar tekrar Delhi’ye döneceği sırada, Ferîdüddîn Genc-i Şeker de beraber gitmek istedi. Hocası ona, tahsilini tamamlaması için çeşitli memleketlere seyahat etmesini söyledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker, Gazne, Bağdad, Sevastan, Bedahşan, Kudüs, Mekke ve Medine’ye ilim öğrenmek için gitti. Aradan beş sene geçtikten sonra, hocası Kutbüddîn ve onun hocası Mu’înüddîn hazretleri ile Delhi’de bir araya geldiler. Feridüddîn, bu iki büyük zâtın yüksek makamlarının âşığı olduğundan, onlara olan muhabbet ve bağlılığı daha çok arttı. Kendisindeki aşk istidâdın yüksekliği, fazlalığı sebebiyle, bu iki büyük zât, yetişmesi için kendisine kucak açtılar. Husûsi ihsânlarla yüksek derecelere kavuştu. Mu’înüddîn hazretleri bir çok defa; “Feridüddîn, yuvası Sidret-ül-müntehâda bulunan bir kartaldır” buyurmuştur.
Hocası, Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî el-Ûşî, kerâmet ve yüksek firâseti ile vefâtının yaklaştığını anlayıp, kendisine vekîl, yerine halife olacak zâtın Feridüddîn olduğunu bildiren haber ve eşyalarla, bir talebesini ona gönderdi. Bu günlerde Feridüddîn hazretleri de hocasını rü’yâda görüp, kendisini Delhi’ye çağırdığını anlayınca hemen yola çıktı. Yolda, kendisine haber getiren talebe ile karşılaştı. Delhi’ye geldiler. Hocasının vefâtını öğrenince, elem, üzüntü ve dert içinde hocasının cenâze namazını kıldı. Sonra kendisine bırakılan hırka, sarık ve nalinleri giyip, hocasının makamına oturdu. Çeştiyye yolunun rehberi oldu. İnsanları irşâda başladı. Bu sırada, Bedreddîn-i Gaznevî isminde birisi, Kutbüddîn hazretlerinin vefâtından sonra vekîl olarak yerine geçecek zâtın kendisi olduğunu bildirerek, bu haksız iddiayı insanlar arasına yaydı. Genc-i Şeker (r.a.), bu hâle çok üzülüp, Acûzân isimli beldeye gitti. Oranın ahâlisi müslüman değildi. Orada küçük bir kulübeye çekilip uzlete devam etti. Konuşup sohbet edecek kimse bulunmadığından, insanlar arasına karışmazdı. Kulübesinde ibâdet ve tâat ile meşgûl oluyordu. Oranın ahâlisi, zamanla Ferîdüddîn hazretlerinin kulübesine yönelir bir hâl aldılar. bu zâta çok muhabbet ettiler. Kendisinde bulunan güzel ahlâka hayran olup, îmân edenler oldu. Zamanla çoğaldılar. Böylece İslâmın girmediği bir yerde, İslâmın emir ve yasaklarına uyan, Ehl-i sünnet i’tikâdını kabûl eden bir İslâm cemiyeti hâsıl oldu. Yirmibeş sene kadar orada ibâdet, tâat ve irşâdla meşgûl olup, yalnız Acûzân halkı değil, artık Pencab kabileleri de irşâd dâiresinin içine girdi. O havası, suyu iyi olmayan yerde, o sert tabiatlı kişileri, sabırla, sıkıntı çekerek yumuşatıp, İslâmın güzel ahlâk sınırları içine çekti. Sözleri kılıçtan te’sîrli oldu. Huzûrunda şehzâde ile dilenci bir tutulurdu. Bir mal verseler almaz, fakirce yaşamayı tercih ederdi. Onun bu hâlini gören binlerce insan müslüman oldu. Sâdece civar kabilelerden onaltısı toptan İslama girdi.
Feridüddîn Genc-i Şeker, bu dünyâya, Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılık içinde geldi. O hâlde de vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, talebelerinden olan Şems Dâbîr, Nizamî’nin meşhûr Farsça mesnevisinden Ferîdüddîn Genc-i Şekere bir beyt okudu. Bu beyt, Genc-i Şeker’i kendinden geçirdi. Kendine gelince gömleğini Şems Dâbir’e verdi. Büyük velî, sonraki günlerde tam bir suskunluğa büründü. Sâdece Kur’ân-ı kerîm okumak ve namaz kılmak için konuşurdu. Talebeleri hastalandı zannettiler. Çağırılan doktoru kabûl etmedi ve o Emîr Hüsrev’in şu beytini tekrarladı: “Ey câhil hekim! Yatağımdan git. Aşk kurbanları için sevgiliye kavuşmaktan başka ilâç yoktur.” Genc-i Şeker’in, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra şuurunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; “Yatsı namazını kıldım mı?” diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp; “Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam” diyerek nafile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi. Yine abdest alıp nafile namaz kılmak için namaza durdu. Secdede iken, duyulacak şekilde; “Yâ Hayyû, yâ kayyûm” dedi ve rûhunu teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: “Dost, dosta kavuştu.” Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in vefât haberi Hindistan’da büyük bir yangın gibi yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu.
Kendi yerine, hocası gibi vefât edeceğini anladığı zaman, kendisine çok bağlı olan talebelerinin en yükseği Alâüddîn Ali Sâbir’i bıraktı. Bu büyük veli, hocası Genc-i Şeker hazretlerinin vefâtından sonra Delhi’ye gelip, Çeştiyye yolunu yaymaya çalıştı.
Genc-i Şeker’in (r.a.) vefâtından sonra geriye kalan beş oğlu ve üç kızının her birisi, saf kalbli, evliyâ yolunda yüksek derece sahibi temiz kimseler idi.
Kızlarından birini, talebelerinden ve “Esrâr-ül-evliyâ” kitabının yazarı olan Bedreddîn İshâk bin Ali bin İshâk Buhârî Dehlevî ile evlendirmişti. 692 (m. 1293) yılında vefât eden Bedreddîn İshâk Buhârî, Şeker Genc hazretlerinin pek kıymetli sözlerini, bahsi geçen “Esrâr-ül-evliyâ” kitabında güzel bir şekilde yazıp, çok kimsenin duâsına mazhar oldu. Genc-i Şeker’in (r.a.) soyundan gelenler, hâlâ mevcûd olup, kıymetlerini bilenler tarafından hürmet edilmekte, hatırları sayılmaktadır.
Genc-i Şeker’in sohbetlerine doyum olmazdı. Konuşmaları ve dersleri, sâdece talebelerini değil, en büyük düşmanlarını bile cezbeden tatlı sözlerle dolu olurdu. Allahü teâlânın kendisine verdiği yüksek makama rağmen hiç kibirlenmez, köylü okun, sultan olsun, herkesi eşitlikle, nezâketle ve güler yüzle karşılardı. Onu dinlemek şerefine kavuşanlar, tatlı sohbetinden hiç bıkmaz ve sıkılmazdı. Lakabı gibi tam bir şeker hazinesi idi.
Feridüddîn Genc-i Şeker, Allahü teâlâdan başka kimseden korkmazdı. Kalbi çok yumuşak olup, Allah korkusu ile doluydu. Allahü teâlânın korkusu, hayâtına hâkim idi. Kim ilâhi gerçeklerden bahsederse veya kendisi bunlardan bahsederken çocuk gibi ağlamaya başlar ve Allah korkusundan saatlerce baygın bir vaziyette kalırdı. Genc-i Şeker, Peygamberimizin (s.a.v.) tam âşığı idi. Mübârek sözlerinden ve hayâtından bahsedildiği zaman, ekseriya ağlamaya başlardı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılır ve bütün müslümanlara da Resûl-i ekremin (s.a.v.) sünnetine uymalarını nasihat ederdi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) vefâtından bahsedilen bir mecliste, Feridüddîn Genc-i Şeker derin bir nefes alarak; “Allahü teâlâ, bütün kâinatı O’nun için yarattığı Sevgili Peygamberini bu dünyâda tutmadığı, hâlde, benim ve sizin değeriniz nedir ki ve neyimize güvenip kendimizle övünürüz? Hayatta iken, kendimizi bizden öncekilerle karşılaştırmalı, gözlerimizden dünyâ hayatının yalancı maskesini sıyırmalı, kendimizi her an ölüme hazır tutmalıyız. Öyle ki, kıyâmet gününde yüzümüz kara çıkmasın” buyurdu.
Feridüddîn Genc-i Şeker canlı bir tevâzu timsâli idi. Kendisinden; fakir, acîz diyerek bahsederdi. Bu ifâdeleri sâdece konuşmaya mahsûs olmayıp, bütün yazışmalarında da kullanırdı. Genc-i Şeker’in talebeleri arasında güçlü sultanlar, tanınmış hâkimler ve zenginler de vardı. Bunlar, devamlı ziyâretine gelirdi. Hepsine karşı en ufak bir büyüklük veya küçüklük hissi vermeden muâmele ederdi. Genc-i Şeker çok misâfirperverdi. Dergâhına birgün bir sûfi geldi. Evde mısırdan başka yiyecek yoktu. Misâfiri çok sevdiğinden, Genc-i Şeker mısırları öğütüp un yaptı ve ekmek pişirdi. Sonra misâfirine ikram etti. O sûfi çok memnûn olarak: “Se’âdetine ve zenginliğine duâcıyım. Hayâtımın en değerli hazinesi olarak sakladığım ma’nevî zenginliğimi sana verdim” dedi.
Feridüddîn Genc-i Şeker’in çok zengin talebeleri olmasına rağmen, kendisi devamlı fakirlik içinde yaşadı, ömrünü basit bir çatı altında geçirdi. Kendisi ve yakınları günlerce aç kalmışlar, o civarın yabani bir ağacın yaprağını yıllarca yemişlerdi. Genc-i Şeker, borç almaktansa aç dolaşmayı tercih ederdi ve; “Bir borçlu, borçlu olduğu hâlde ölürse, kıyâmette alacaklısının önünde mahcûb olur. Borçlu ile kanâat arası, doğu ile batı kadar uzaktır. Sûfînin, ödünç almaktansa ölmesi daha iyidir” derdi. Birgün evde hiç tuz kalmamıştı. Talebesi Nizâmüddîn Evliyâ, hırkasını bakkâla rehin bırakıp, hocasına tuz almıştı. Genc-i Şeker hazretleri çorba kâsesine elini uzatıp bir lokma alır almaz, elinin ağırlaştığını hissedip geri çekti ve; “Bu yemek isrâf kokuyor” dedi. Nizâmüddîn Evliyâ korkudan titremeye başladı ve; “Bu yemeğin tuzu hâriç, hepsini her zamanki gibi ormandan topladık, ama tuzu borçla aldık” diye i’tirâfta bulundu. Bunun üzerine Genc-i Şeker, “O hâlde hiçbirimiz bundan yiyemeyiz. Borçla yemek yapıp yemek sûfilerin âdetine ve prensiblerine aykırıdır” dedi ve o yemeği fakirlere dağıttı. Feridüddîn Genc-i Şeker, yerde yatardı. Kıyafeti çok sâde ve yamalı idi. Bir keresinde gömleği yamanamayacak hâle geldiğinden, talebeleri ona yeni bir gömlek verdiler. Bunu giyince; “Bu yeni gömlekte eskisinin rahatlığı ve zevki yok” dedi. Feridüddîn Genc-i Şeker, kendisine verilen hediyelerin hepsini fakirlere dağıtırdı.
Genc-i Şeker herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen en azılı düşmanlarını bile bağışlar ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz, derhâl yardım elini uzatırdı. Acûzân’da bir me’mûr, birgün Genc-i Şeker’den hükümetin ta’kibâtına karşı yardım istedi. Genc-i Şeker’in yumuşak kalbi anlatılanlara çok üzüldü. Vâliye bir mesaj yazarak; “Ferîd için bir iyilik yapın ve bu fakir arkadaşı cezalandırmayın” ricasında bulundu. Fakat vâli bunu dinlemedi, aksine o kişiyi daha da sıkıntıya soktu. Genc-i Şeker, vâliye kızacak veya kendi talebesi olan ve çok âdil bir insan olan sultâna bildirecek yerde, o kişiye haber göndererek; “Anlaşılıyor ki, sen de emrin altındaki insanların sıkıntılarına kulağını tıkamışsın” dedi. Vâli kabahatini anladı ve; “Evet! Ben katı kalbliyim, fakat bugün tövbe ediyorum. Bundan sonra kimseye sıkıntı vermiyeceğim” dedi. Bir zaman sonra da vâli me’mûrdan memnun oldu ve onu mükâfatlandırdı. Özür dileyerek, kimseye sıkıntı vermeyeceğini ifâde etmek üzere Genc-i Şeker’in dergâhına geldi. Böylece zâlimle mazlûmun davranışını, sâdece sevgi ve ihsân yoluyla düzeltmiş oldu.
Yine birgün dört sûfi gelerek, sebebsiz yere Feridüddîn Genc-i Şeker’e iftira etmeye, saçma sapan iddialarda bulunmaya başladılar. Büyük veli Genc-i Şeker, bunlara aldırış etmeden, onlarla tevâzu ile kibarca konuşmaya, onları memnun etmeye çalıştı. Ayrılmak istediklerinde, onlara belli bir yoldan gitmemelerini, onlar için bu yolun tehlikeli olacağını haber verdi. Onlar gittikten bir müddet sonra, Feridüddîn Genc-i Şeker orada hazır bulunanların merak nazarları altında ağlamaya başladı. Sonradan anlaşıldı ki, o sûfiler, onun ikâzına uymayarak, gittikleri yolda büyük bir fırtına sonunda helak olmuşlar. Genc-i Şeker ise bu talihsiz dervişlere acıdığı için ağlıyormuş.
Kendisine Şeker Genc denilmesi ile ilgili dört ayrı rivâyet vardır. Birinci rivâyet şöyledir: “Ferîdüddîn, Kutbüddîn-i Bahtiyâr’ın ma’nevî eğitimi altında iken, Ferîdüddîn’den yedi gün ard arda oruç tutması istendi. Oruç tuttuğu sırada birgün, hocasının yerleştirdiği Guzinî kapısındaki hücresinden çıkıp, Kutbüddîn-i Bahtiyâr’ın dergâhına giderken, yolda ayağı kaydı ve çamur dolu bir çukura düştü. Buradaki çamurdan bir miktar ağzına kaçtı. Allahü teâlânın lütfu ile, bu çamur, şeker hâline geldi. Hocasının huzûruna gelip bu durumu anlattığında, Hâce Kutbüddîn ona; “Çamur senin ağzında şeker hâline geldiğine göre, Allahü teâlâ seni tatlı bir kimse yapacak, halkın iyiliği için tatlı dilli olacaksın” dedi. Bu hâdiseden sonra, insanlar onu Şeker Genc diye anmaya başladılar. (Fârisîde genc, hazine demektir.)
İkinci rivâyet şöyledir: “Ferîdüddîn Mes’ûd sürekli olarak oruç tutuyor ve iftar zamanında orucunu açmak için yiyecek birşey bulamıyordu. Bir gece açlığı had safhasına ulaşınca, ağzına küçük taş parçaları koydu. Bunlar, bir anda şeker parçaları haline geldi. Bu haber hocasına ulaşınca; “Ferid bir şeker hazinesidir” dedi.”
Üçüncü rivâyet: Hazinet-ül-asfiyâ kitabının yazarı, Tezkiret-ül-âşıkîn’den alarak şöyle rivâyet ediyor “Tüccârın biri, Mültan’dan Delhiye, şeker çuvalları yüklü bir deve kervanı götürüyordu. Şimdiki adı Pak Patan olan Acûzân’dan geçerken, Ferîdüddîn Mes’ûd, develerle ne taşıdığını tüccâra sormuştu. Tacir alay edercesine; “Tuz” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ferîdüddîn; “Evet, tuz olabilir” diyerek tasdik etmişti. Tacir Delhi’ye ulaştığında, bütün çuvallardaki şekerlerin tuz hâline geldiğini görüp şaşkına döndü. Hemen Acûzân’a döndü. Derhâl Ferîdüddîn Mes’ûd’dan, develeri şeker taşıdığı hâlde, tuz taşıdıklarını söylemekle yaptığı edepsizlikten dolayı özür diledi. Ferîdüddîn Mes’ûd’da; “Eğer şeker idi ise, o hâlde şeker olsun” dedi. Tacir Delhi’ye döndü ve tuzların, Allahü teâlânın lütfu ile şekere döndüklerini görüp sevindi. Bundan dolayı ona Şeker Genc (Şeker hazinesi) dendi.”
Dördüncü rivâyet: “Ferîdüddîn Mes’ûd, mücâhede yaparken ve dağlarda gezerken, birgün çok susamıştı. Biraz su içmek için bir kuyunun kenarına gitti. Fakat kuyudan su çekecek ne bir kovası, ne de bir ipi vardı. Şaşkın ve çaresiz bir hâlde dururken, iki ceylanın oraya geldiğini ve suyun, kuyunun en üstüne kadar yükseldiğini gördü. Ceylanlar su için oradan ayrıldılar. Ferîdüddîn Mes’ûd kuyunun yanına varınca, su aşağı çekildi, Bu hâdiseyi görüp şaşırdığında; “Yâ Rabbî! Hayvanlara suyu verdin ama insanları sudan mahrûm etmenin bir sebebi vardır?” dedi. O anda ilâhî bir nidâ işitildi. Şöyle diyordu: “Hayvanlar bana ve benim rahmetime güveniyorlar ve suya, kavuşuyorlar. Ama sen, ipe ve kovaya güvendiğin için, sudan mahrûm kalıyorsun.” Bunu duyunca, Ferîdüddîn Mes’ûd çok üzüldü. Bir damla su içmeden, tövbe için kırk gün orucuna başladı. Bu oruçları bittiğinde, ağzına biraz toz aldı ve toz derhâl şekere döndü. Bu anda, şu ilâhi nidâ işitildi: “Yâ Ferid! Tuttuğun kırk gün orucunu kabûl ettik ve seni sevdiğimiz dostlardan biri olarak seçtik. Seni tatlı dilli, bağlılarımız arasına dâhil eyledik ve seni Genc-i Şeker yaptık.”
Menkıbelerinden ba’zıları şunlardır.
Şeyh Seyfüddîn ile karşılaşmasını kendisi şöyle anlatır: “Uzun seyahatler sırasında Buhârâ’ya da uğradım. Orada zamanın büyük evliyâsı Seyfüddîn Bâherzî ile karşılaştım. Beni dergâhına da’vet etti ve yanına oturttu. Yüzüme defalarca bakarak; “Bu genç zamanın büyük bir velisi olacak” dedi. Daha sonra sırtındaki siyah hırkayı bana verip, giymemi istedi. Ben de o hırkayı giyerek günlerce onların yanında kaldım. Hergün binden fazla insan, Seyfüddîn Bâherzi’nin yiyeceğini paylaşırlardı. Birgün bir kişi Seyfüddîn Bâherzî’nin huzûruna geldi ve; “Zenginim ama, son birkaç senedir ticârette zarara uğruyorum. Ayrıca sağlığım da bozuk” dedi. Seyfüddîn Bâherzî de; “Bir müslüman, malının zekâtını dürüstçe vermez, hasislik ederse, zarara uğrar. Hastalığa gelince, bu insanın îmânının kuvvetlendiğinin işâretidir” buyurdu.
Şeyh Celâleddîn Sühreverdî’nin, Genc-i Şeker’i ziyâret etmesi şöyle anlatılır: Genc-i Şeker Mültan’da ikâmet ederken, Celâleddîn Sühreverdî oraya geldi. Genc-i Şeker’in medhini duyarak, onu ziyâret etmeye gitti. Genc-i Şeker onu lâzım gelen hürmet ile karşıladı. Celâleddîn Sühreverdî de, elinde bulunan bir narı Genc-i Şeker’e verdi. Genc-i Şeker o anda oruçlu olduğu için, narı orada bulunanlara dağıttı. Celâleddîn Sühreverdî, Genc-i Şeker’in üzerindeki elbisesinin tamir edilemez derecede harâb olduğunu gördü. Celâleddîn Sühreverdî, imâ yoluyla yedi sene boyunca bir elbiseye bile sahip olamayan ve avret yerlerini sâdece uzun gömleği ile örten, Buhârâlı bir evliyânın kendisinin hikâyesini anlattı. Gayesi, Genc-i Şeker’in kanâatini övmek idi. Celâleddîn Sühreverdî oradan ayrıldıktan sonra, Genc-i Şeker, bir nar tanesinin yerde durduğunu gördü. Onu aldı ve akşam orucunu açmak için yedi. Bir taneyi yer yemez, ma’nevî âlemin yeni yeni manzaralarını görmeye başladığını fark etti. Narın hepsini kendisinin yemediğine pişman oldu. Hocası Hâce Kutbüddîn Mültan’a geldiğinde, Genc-i Şeker durumu hocasına anlattı. O da; “Bütün nardan sâdece senin yediğin bir tane, ilâhî sırların esrârını hâvi idi” dedi.
Genc-i Şeker’in annesinin vefâtı şöyle anlatılır: “Genc-i Şeker Acûzân’a tamamen yerleşince, annesini Hotval’dan getirtmek için, kardeşi Necibüddîn Mütevekkil’i gönderdi. Kardeşi, annesini ata bindirip, kendisi yaya olarak Acûzân’a doğru yola çıktı. Yolda, vahşî hayvanlarla dolu bir ormandan geçmek zorunda kaldılar. Yaşlı kadın, ormanda iken oğlundan su istedi. Necîbüddîn, annesini bir ağaç gölgesine bırakarak su aramaya gitti. Bir süre sonra, su ile beraber annesini bıraktığı yere geldiğinde annesini bulamadı. Ne kadar aradı ise bulamadı. Çok kötü bir vaziyette Acûzân’a döndü. Olanları abisine anlattı. Bunun üzerine Genc-i Şeker, talebelerini de kardeşiyle birlikte oraya gönderdi. Onlar da aradılar, bulamadılar. Necîbüddîn aramadan dönüşte, bir çantanın içinde bir kaç insan kemiği getirdi. Genc-i Şeker çantayı seccadesinin üzerine koydurdu. Fakat çanta açıldığında hiçbir şey görülmedi. Necîbüddîn Mütevekkil ise, kemikleri dikkatle sardığını ve sâlimen getirdiğini söyledi. Kemiklerin çantadan kaybolmasının ilâhi bir hâdise olduğu kabûl edildi. Bu olay üzerine, Genc-i Şeker, Allahü teâlânın takdîrine sığındı. Annesinin rûhuna Fâtiha okunmasını ve fakirlerin doyurulmasını istedi.”
Nizâmüddîn Evliyâ şöyle anlatır: “Birgün Ferîdüddîn Mes’ûd Genc-i Şeker, talebeleriyle bir mecliste otururken, birçok esrârlı işlerde usta olan bir yogi içeriye girdi. Gayesi uzun süredir şöhretini duyduğu velinin ma’nevî gücünü tesbit etmek idi. Genc-i Şeker’i görür görmez kendini yerde bulan yogi, kalkmak istediyse de kalkamadı. Genc-i Şeker ona başını kaldırmasını söyledi ise de, yogi ne başını kaldırabildi, ne de konuşabildi. Genc-i Şeker şiddetle ısrar edince, yogi büyük bir güçlükle başını kaldırdı ve titrek bir sesle; “Sizin heybetiniz beni o kadar etkiledi ki, konuşamıyorum” dedi. Bunun üzerine Genci Şeker orada bulunanlara hitaben; “Bu, kendi gücünün gurûru ile benim karşımda övünmeye gelmişti. Fakat Allahü teâlâ kibirlenmeyi asla sevmez. Kibrine tövbe etmemiş olsaydı, ölünceye kadar bu durumda kalırdı” buyurdu. Bu durumdan sonra, yogi ve adamları Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in talebelerinden oldu.”
Nizâmüddîn Evliyâ yine şöyle anlatır: “Birgün Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in yanına bir sûfi geldi. Genc-i Şeker ona birşey verdi ve gitmesini söyledi. Fakat o sûfi, Genc-i Şeker’in yanından uzun zaman ayrılmadı ve kullanmakta olduğu tarağı almak istedi. Bunun için Genc-i Şeker’i çok rahatsız etti. Sonunda dayanamıyan Genc-i Şeker ona; “Gidin beni rahatsız etmeyin. Allahü teâlâ seni cezalandırsın” dedi. O sûfî oradan ayrıldı ve yıkanmak için bir dereye girdi. Suya daldı ve bir daha çıkmadı.”
Yine birgün, Genc-i Şeker namaz kıldığı sırada, bir sûfî dergaha girdi Çok edebsizce ve ta’ciz edici bir şekilde Genc-i Şeker’e hitaben, yüksek sesle; “Nedir burada yaptığın sahte gösteri? Kendini bir ilah ilân ediyor ve insanları kendine ibadet ettiriyorsun” dedi. “Genc-i Şeker bu sûfîye çok kibar ve mütevâzi bir sesle; “Kardeşim, kendimi asla ilah ilan etmedim ve insanlara bana tapın demedim. Ben, Allahü teâlânın önemsiz ve mütevâzi bir kuluyum. Dilediğine şeref ve şöhret veren yalnız O’dur. Bu âcizin bütün şöhreti, Allahü teâlânın ihsânı sebebi iledir” dedi. Sûfî bu tatlı ve yumuşak sözler karşısında saygısızlığına pişman oldu, tövbe etti ve özür diledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker onu affetti.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in birçok kerâmetleri görüldü. Ba’zı kerâmetleri şöyle anlatılır: “Bir zaman Genc-i Şeker, Bağdad’da Şihâbüddîn Sühreverdî ile kalıyordu. Şihâbüddîn Sühreverdî, çok şiddetli bir diş ağrısına tutuldu. Feridüddîn Şeker’den, bu ağrının geçmesi için duâ etmesini istedi. O da; “Yâ Rabbî! Şihâbüddîn’in ağrısını tamamen geçir ve onun ağrısını bana ver!” diye duâ etti. Duâsı kabûl oldu ve diş ağrısı kendisine geçti. O zaman Şihâbüddîn Sühreverdî; “Yâ Rabbî! Ferîd benim hakikî dostum ve arkadaşımdır Onu diş ağrısından kurtar!” diye duâ etti. Bu duâ da kabûl edildi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de iyileşti.”
“Birgün Muhammed Şah adında bir talebesi, Genc-i Şeker’in yanına geldi. Çok üzüntülü bir hali vardı. Genc-i Şeker sebebini sorunca kardeşinin komada olduğunu söyledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker; “Ama kardeşin şimdi çok iyi, boşuna endişeleniyorsun” dedi. Muhammed Şah eve döndüğünde, kardeşini, hiç hasta olmamış gibi yer-içer, oturur ve konuşur bir hâlde buldu.”
Genc-i Şeker’i görmek için, birgün Arabistan’dan birkaç fakir geldi. Buraların yabancısı olduklarını, bütün paralarının bittiğini Genc-i Şeker hazretlerine bildirdiler. O da, bunlara o anda önünde duran kuru hurmalardan biraz verdi ve; “Bunları alın ve gidin, Allahü teâlânın izniyle yolculuğunuzu tamamlarsınız” dedi. Onlar şaşkın ve bu ucuz hediyeyi büyük velîye yakıştıramaz bir hâlde dergâhtan çıktılar. Hurmaları atmak istediler, o anda hurmaların altına döndüğünü hayretle gördüler.
Nizâmüddîn Evliyâ iyileşmez bir hastalık sahibine Genc-i Şeker’e gitmesini tavsiye etti. O kişi Ferîdüddîn Şeker’e gitti. O da bir kâğıda; “Allah Kâfi, Allah Şâfî” yazıp, o kişiye vererek boynuna takmasını söyledi. O kişi bu yazılı kâğıdı takar takmaz, çok uzun zamandır taşıdığı o hastalıktan kurtuldu.
Şeyh Ârif Sevastânî, Genc-i Şeker’in talebelerinden biriydi. Lahor vâlisi, Acûzân’daki Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e verilmek üzere, Ârif Sevastânî’ye yüz dînâr verdi. Şeyh Ârif Acûzân’a varınca, hocasına sâdece elli dînâr verdi. Büyük velî, gülümseyerek; “Ârif, sen çok hoş bir arkadaşsın, bu hediyeyi yarı yarıya bölüştürerek tam kardeş payı yaptın” dedi. Bunun üzerine Ârif Sevastânî çok şaşırdı ve sarardı. Kalan elli dinarı da çıkardı ve hatâsı için özür diledi. Genc-i Şeker; “Sûfî her zaman dürüst olmalıdır. Yoksa mükemmelliğe erişemez” dedi. Bu ikâzdan sonra yüz dinarın hepsini Ârif Sevastânî’ye verdi ve tövbesinden sonra onu yeniden talebeliğe kabûl etti.
Şems Dâbîr, zamanının bilgili şâirlerinden biri idi. Genc-i Şeker’den ders almıştı. Birgün hocası Ferîdüddîn Şeker’in huzûrunda bir kaside okudu. Bu kaside hocasının çok hoşuna gitti ve ona; “Bu fakirden istediğin birşey var mı?” diye sordu. O da; “Efendim, annem çok yaşlıdır ve yardıma, muhtaçtır. Fakat ben, fakirliğim yüzünden ona karşı vazîfemi yapamıyorum” dedi. Genc-i Şeker; “Pekâlâ, biraz Allah rızâsı için sadaka getir” dedi. O da biraz bozuk para getirdi. Genc-i Şeker bu parayı oradakilere dağıttı. Bundan sonra Genc-i Şeker, Şems Dâbîr’in zengin olması için duâ etti. Birkaç ay sonra Şems Dâbîr Delhi’deki Sultan Nâsıruddîn Mahmûd tarafından iyi bir vazîfeye ta’yin edildi. Daha sonra Sultânın hazinedarı mevkiine yükseldi. Şems Dâbîr, Sultan Nâsıruddîn’in yerine geçen Sultan Balban zamanında bile bu makamda kaldı ve kalan ömrünü Genc-i Şeker’in bereketiyle refah içinde geçirdi.
Delhili bir genç, talebe olmak üzere Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in aşkıyla Acûzân’a gidiyordu. Yolda kötü bir kadın, gencin güzelliğine âşık oldu ve onu kendine meylettirmeye çalıştı. Başlangıçta genç, kadından sakınmak için elinden geleni yapmasına rağmen, kadın onu kendisine meylettirmeye muvaffak oldu. Delikanlı tam elini kadına uzatacağı sırada, bir adam aniden gelip gencin suratına tokat atarak; “Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e tövbeni arz etmeye giderken, burada bu günahı işlemeye hazırlanmaktan hiç utanmıyor musun?” dedi ve kayboldu. Delikanlı çok utandı ve kadından uzaklaştı. Yoluna devam ederek Acûzân’a vardı ve Genc-i Şeker’in huzûruna çıktı. O zaman Ferîdüddîn hazretleri; “Sevgili oğlum, kötü bir kadının ağına düştün. Ama Allahü teâlâ seni günahtan korudu” deyince, delikanlı hayrete düştü. Cân-ı gönülden tövbe ederek, Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in talebelerinden oldu.
Birgün Feridüddîn Genc-i Şeker’e ihtiyâr bir kadın geldi. Ne istediği sorulduğunda, kadın ağlıyarak; “Ey mübârek velî, biricik oğlum yirmi senedir eve uğramadı. Onun sağ olup olmadığını bile bilmiyorum. Fakat ayrılık acısı beni yarı ölü yaptı” dedi. Kadının bu acıklı durumu, Ferîdüddîn Genc-i Şeker’i çok üzdü. Bir müddet murâkabeye daldı. Daha sonra kadına; “Git, oğlun geldi” dedi. İhtiyâr kadın hemen eve gitmek için yola çıktı. Yolda oğluyla karşılaştı. Sevinçle evlerine gittiler. Kadın oğluna nerelerde olduğunu sordu. Oğlu; “Anneciğim! Buradan 2500 km. uzaktaydım. Bugün hiç arzum olmadığı, hâlde, aniden şiddetli bir şekilde seni görme isteği içime uyandı. Nehrin kenarına dikilip düşünürken, çok güzel ve muhterem bir sima önümde göründü ve çaresizliğimin sebebini sordu. Sıkıntımı anlatınca; “Eve döndüğünü düşün” dedi. Ona inanmadım. Ama o, gözlerimi kapayıp elimi eline vermemi istedi. İsteksizce denilenleri yaptım. Bir süre sonra gözlerimi açtığımda, kendimi burada buldum” diye anlattı. İhtiyâr kadın, oğlunun başından geçenlerle Feridüddîn hazretleri arasındaki bağı anlayıp, göz yaşları içinde ona teşekkür etti.
Fârisî 68 sahifelik Râhat-ül-kulûb kitabı ve başka eserleri vardır. Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerine; “Hangi kitapları yazdınız?” diye suâl edildiğinde, talebelerini gösterip; “Benim mürîdlerim (talebelerim) benim kitaplarımdır” buyurdu. İşte Feridüddîn-i Genc-i Şeker de öyle idi.
Herbirisi çok kıymetli ve yüksek birçok talebe yetiştirdi. İfâde ve ma’nâ bakımından çok güzel şiirler yazardı. Şu kıt’a onun şiirlerindendir:
Hiçbir gece yoktur ki, kalbim kan
ağlamasın,
Hiçbir gündüz yoktur ki, yüzden namus akmasın.
Ömrümde hiçbir tatlı şerbet içmedim ki, o,
Gözlerimden yaş diye akıp da damlamasın.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri buyurdu ki:
“İnsanların en akıllısı, dünyaya gönlünü kaptırmayanlardır. En zengini de; kanaat edenlerdir.”
“Başkalarının almak istemediği malın satıcısı sen olma!”
“Herkesin yemeğinden yeme! Fakat herkese yemek yedir!”
“Günâh olan bir şeyde kendine karşı sert ol!”
“Kalbini şeytanın oyuncağı yapma!”
“İçine, dışından çok i’tinâ göster!”
“Aile ve yol büyüklerine hürmetkar ol!”
“Sana saygı gösterene saygılı davran!”
“Sıhhatinin kıymetini bil!”
“Senden korkandan kork!”
“Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hatırından çıkarma!”
“Hiçbir şey, kaybedilmiş vakti telâfi edemez.”
“Makam için, ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin!”
“Riyâzet, nefs-i emmâreyi yenmektir. Uzlet ise onu hapsetmektir.”
“Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, ya’nî bir kimse kendisini irşâd edecek (kendisine doğru yolu gösterecek) bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!”
“Hergün bir fazilete daha kavuşmaya çalışınız!”
“Başkalarına iyilik yaptığın zaman bil ki, kendine iyilik yapmışsın!”
“Kalbin safâsını gideren şeyi terk et’“
“Düşman ne kadar emîn ve incitmesiz görünse de, ısırmasından kendini emîn tutma!”
“Maddî arzuları tatmin peşinde olma! Yoksa, arzu ateşi daha çok alevlenir.”
“Kibirlilere karşı kibirli olmak liyâkatini elden kaçırma!”
“Misâfir ağırlamada dahi isrâf helâl değildir.”
“Bir sûfide şu vasıflar bulunmalıdır: 1. Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve dünyâyı unutmalıdır. 2. Ne kadar ciddi olursa olsun, başkalarının kusûrlarını görmezden gelmelidir. 3. Harama gözlerini kapamalıdır. 4. Bütün istenmeyen şeyleri duymamalı, kötü şeylere karşı sağır olmalıdır. 5. Dilsiz olmalı, söylenmeyecek sözleri söylememelidir. 6. Seni, her an arzulanmayan yerlere sürüklemeye çalışan alçak nefsinin peşinden koşmamalısın. Eğer bu sıfatlar bir sûfîde yoksa, o düpedüz bir yalancı sahtekârdır. Dünyâ malına ve şerefine sâhib olmayı arzulayan bir sûfi, sûfî değildir. O, sûfilere kötülük getiren bir aldatıcıdır.”
“Altı çeşit tövbe vardır 1. Kalb ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder. 2. Dil ile tövbe: Kötü sözler söylemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur’ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalb ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler, eller ve nefs kalbin kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3. Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusurlarını görmemektir. 4. Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey duymamalıdır. 5. Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6. Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mazi ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl:Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemîn etmektir. Tövbe-i mazi: Geçmişte yapmış olduğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır.”
“Sûfîlerde bulunması gereken husûsiyetlerden ba’zıları şunlardır: 1. Sûfî’nin, kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. 2. Tasavvuf, Allahü teâlâ ile yakın dostluk demektir. 3. Sûfîler, mutlak suskunluk içindedirler ve ilâhi nûrun etkisi altında şaşkın bir vaziyettedirler.”
“Tasavvuf, bir insanın ma’nevî ve dînî hayâtının ve işlerinin bir nizâma bağlanmasıdır. Allahü teâlânın velî kulu, dünyâ ile ilgisi kesik olmasına karşılık, dünyâ işlerine tepeden bakmaz ve bu işler hakkında kötü konuşmaz. Ya’nî dünyâ için ne sevgisi ne de nefreti vardır.”
“Sûfî ne kadar çok üzüntü, acı ve yalnızlık çekerse, Allahü teâlâya o kadar yaklaşır. Hâce Mu’inüddîn Çeştî, îmânının kuvvetlenmesi için, Allahü teâlânın kendisine daha fazla sıkıntı, acı ve üzüntü vermesi için sürekli duâ ederdi.”
“İnsana her ne gelirse, Allahü teâlâdan gelir.”
“Nefsi firenlemek, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir.”
“İnsana sıkıntı ve üzüntü gelirse, günahlarından temizlendiğini düşünmelidir. Bütün muhabbet ve sıkıntıların Allahü teâlâdan geldiğini düşünmelidir.”
“Dünyânın aldatıcı güzelliklerinin ve süslerinin peşinde koşmayın. Bunlar, size sonunda acı getirir.”
“Allahü teâlâdan zenginlik istiyorsanız, kendinizi hırs ve kıskançlıktan koruyun.”
“Allahü teâlâ ile konuşmak isteyen, Kur’ân-ı kerîm okumalıdır.”
“Kanaatkar olan, ansızın Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşur.”
“Allahü teâlâyı hatırlamayanlar, ölüler gibidirler.”
“Dünyâda üç çeşit insan vardır 1. Her zaman dünyâyı sevip ona tapanlar. 2. Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terkedenler. 3. Dünyâyı ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar, diğer iki sınıftan daha iyidirler.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ul-a’lâm cild-5, sh. 3404
2) Siyer-ül-evliyâ
3) Râhat-ül-kulûb
4) Fevaid-üs-sâlihîn
5) Delîl-ül-Ârifîn
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1072
7) Siyer-ül-aktâb sh. 161
8) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 58, 73
9) Hediyyet-ül-ârifîn cild-1, sh. 201