Şafiî âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Yahyâ bin Şeref, lakabı Muhyiddîn, künyesi Ebû Zekeriyyâ’dır. 631 (m. 1233)’de, Muharrem ayında, Şam’ın güneyindeki Neva kasabasında doğdu. Doğduğu yere nisbetle “Nevevî” denmiştir. 676 (m. 1277) yılının Receb ayında vefât etti.
Babası anlattı: “Oğlum yedi yaşına basmıştı. Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesi yatağında uyuyordu. Biz bu geceyi ihyâ etmek için Kur’ân-ı kerîm okuyorduk. Oğlum gece yarısına doğru uyandı ve; “Babacığım! Evimizi dolduran bu nûr nedir?” diye sordu. Biz hiçbir şey göremiyorduk. O zaman anladım ki, bu gece Kadir gecesidir, oğlum ileride Allahü teâlânın sevdiği kullarından olacaktır.”
Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ’yı, babası küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
Büyük âlimlerden Muhammed Zerkeşî anlatır: “Nevevî’ye Kur’ân-ı kerîm öğreten zâta gittim. Ona tavsiyelerde bulundum ve; “Bu çocuğun, ileride zamanın en büyük âlimi ve dünyâya hiç gönül bağlanmayan bir zâhid olacağını, bunun sebebiyle pekçok kimselerin hidâyete, doğru yola kavuşacağını ümîd ediyorum” dedim. Bunun üzerine hocası bana; “Nereden biliyorsun, sen müneccim misin?” diye sordu. Ben de; “Hayır. Ancak Allahü teâlâ beni böyle konuşturuyor. Konuşana değil, konuşturana ve söylenilene bak” dedim. Bunu babasına da söyledim ki, iyi yetiştirsin.”
Tasavvuf yolundaki hocası Yasin bin Yûsuf anlatır: “Yahyâ bin Şerefi, on yaşında iken Nevâ’da gördüm. Çocuklar onu, kendileriyle beraber oyun oynamaya zorluyordu. O ise çocuklardan kaçıyor ve ağlıyordu. Bu hâlde Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediyordu. Onun bu hâlini görünce, kalbime sevgisi düştü, onu çok sevdim. Babasının bir dükkânı vardı. Nevevî de dükkânda dururdu. Alış-veriş onu Kur’ân-ı kerîm okumaktan hiçbir zaman alıkoymazdı.”
Nevevî on dokuz yaşına gelince, babası onu Şam’daki Revâhiyye Medresesi’ne tahsile götürdü. Önce tıb dersleri gördü, sonra tamâmiyle din dersleri üzerinde çalıştı. Şafiî mezhebinin temel kitaplarından olan “Et-Tenbîh”i ve “Mühezzeb”in dörttebirini dörtbuçuk ayda ezberledi. Kemâleddîn Sellâr Erbilî İzzeddîn Ömer Erbilî, Kemâleddîn İshâk bin Ahmed hazretlerinin derslerine devam etti. Onlardan fıkıh ilmini öğrendi. İzzeddîn Ömer Erbilî’ye çok hizmet etti. Onun abdest ibriğinin suyunu doldururdu.. Hergün hocalarından oniki ayrı ilim okurdu.
Usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vâkıf oldu. Hadîs ilmini; Hâfız Zeyn Hâlid Nablûsî, Radî bin Bürkan, İbn-i Abdüddâim, Ebî Muhammed İsmâil bin Ebi Yusr ve birçok âlimden öğrendi. Kısa zamanda, ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu. Kısa süren ömründe, insanlığın saadeti için pekçok kitap yazdı. Şafiî mezhebini kayda geçirdi. Kendisinden; Şeyh el-Mizzî, Ebü’l-Hasen Attâr ve pekçok âlim ilim tahsil ettiler.
İmâm-ı Nevevî hazretleri, geçinmede kanâat üzere olup, nefsi ve dünyevî arzu ve isteklerden geçmiş idi. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, geceleri ibâdet ve tâat ile geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli olup, sâlih ameller yapmakta sabrı çok idi. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helâl olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanâat ederdi. Yirmidört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekâr idi. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibâdet eder ve kitap yazardı. Devlet reîslerine, vâlilere ve diğerlerine emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ederdi. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lâzım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdâhene etmez, gevşeklik göstermezdi. İki kerre hacca gitti. 665 (m. 1266) senesinde, Dâr-i hadîs-i Eşrefiyye’de ders verdi. Vefâtına kadar, bu vazîfesinin karşılığında oradan hiç para almadı. Mübârek sakalında birkaç tane beyaz vardı. Üzerinde sekine ve vekar hâli herkes tarafından görünürdü.
Aynı zamanda evliyâ-i Kirâmın büyüklerindendir. Çok kerâmetleri görülmüştür.
Şam vâlisi, Câmi-i Emevî Kütüphânesi’ndeki kitapları, İran’a nakletmek istediği zaman, ona mâni oldu. Vâli, onu ikna etmek istedi. Vâlinin evinde halı olarak kullanılan kaplan ve yırtıcı hayvan derileri vardı. Nevevî onlara işâret etti. Allahın kudreti ile dirilip, vâliye dişlerini gösterdiler. Vâli ve yanındakiler oradan kaçtılar. Sonra vâli, İmâm-ı Nevevî hazretlerinden özür diledi ve elini öptü.
Ba’zı keşf sahipleri, İmâm-ı Nevevî için, “Kutb olmayınca, ölmedi” demişlerdir. Gâibden ses işitmek, kilitli kapıyı açmak ve benzeri çok kerâmetleri görülmüştür. Bir defasında duvar yarılmış, çok güzel bir şahıs içeri girmiş, dünyâ ve âhıret işleri, evliyâ ile birlikte bulunması hakkında ona çok şeyler söylemiştir.
Birgün İbn-i Nakîb, Nevevî’ye geldi. İmâm-ı Nevevî; “Ey Kâdı’l-kudât, otur” dedi. Biraz sonra İbn-i Nakîb’i Kâdı’l-kudât ta’yin ettiler.
Barizî, Nevevî’yi rü’yâda görüp; “Dâimî oruç için ne dersiniz?” diye sordu, İmâm-ı Nevevî; “Âlimlerin bunda oniki kavli vardır” buyurdu. Uyanınca, bir sene bu mes’eleyi inceledi. Nevevî’nin dediği gibi buldu.
Ebü’l-Hasen Şam’da Nekris hastalığından yatıyordu. Nevevî ziyâretine gitti. Yanına oturup, sabırdan konuşmağa başladı. Konuştukça hastanın ağrıları azar azar geçti. Yanından kalkınca hiçbir şeyi kalmadı.
Ömrünün sonlarına doğru, üzerinde olan emânetleri sahiplerine verdi. borçlarını ödedi kitaplarını kütüphâneye verdi. Nevâ’da, doğduğu evde günlerce hasta yattı. 676 (m. 1277) yılının Receb ayında vefât etti. Türbesi ziyâret edilmekte, âşıkları mübârek rûhundan feyz almaktadır.
Pekçok âlim, İmâm-ı Nevevî hakkında; “Asrının kutblarından idi. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk eder, dünyâya hiç meyletmezdi. İlimde her sözü birer vesîka, senet idi. Eshâb-ı kirâmın yoluna tam olarak uyan, Ehl-i sünnet i’tikâdını yaymak için hayâtı boyunca çalışan mübârek bir zât idi” dediler. İmâm-ı Sübkî anlatır: “Babam 742 (m. 1341) yılında Dâr-i Hadîs-i Eşrefiyye’de ders okutuyordu. Geceleri salona çıkar, teheccüd namazı kılardı. Zaman zaman yüzünü halılara sürer; “Buraya İmâm-ı Nevevî hazretlerinin mübârek ayakları değmiştir. Bu halılara âşık olmamın, hayran kalmamın ve yüzümün en şerefli yerlerini bu yaygılara sürmemin sebebi budur” derdi.
Yazdığı eserlerin sayısı çoktur. Okuyanlar pek istifâde etmektedirler. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: “Ravda”, fıkıh ile ilgilidir. “Riyâz-üs-sâlihin” hadîs üzerinedir. Hadîs-i şerîflerin şerhi hakkında, “Şerh-i Sahîh-i Müslim”i vardır. Hadîs ricalinin isimlerini harf sırası ile bildiren “Tehzîb-ül-esmâ” adlı büyük bir kitabı vardır. “Lügât-üt-tenbîh”, “Tıbyan”, “Minhâc” gibi eserleri de vardır.
İmâm-ı Nevevî (r.a.), “Yırtık ve eski olup, kullanılmıyan Mushafı yakmanın mekrûh olduğunu” buyurdu.
Müslim Şerhi adlı eserinde buyuruyor ki “Mübârek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Ayakkabı, don, gömlek giyerken, baş traş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el ve ayak yıkarken, mescide ve odasına girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, meselâ; ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, câmiden ve evinden ve odasından çıkarken, helaya girerken, sümkürürken, taharetlenirken, soldan başlamak müstehabdır. Bunların tersini yapmak tenzîhen mekrûh olur. Çünkü, hey’etde şekilde olan sünneti terk etmek olur.”
İmâm-ı Nevevî, “Ezkâr” kitabında diyor ki: “Gecenin oniki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir.”
Buyurdu ki: “Sihr yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa, küfrdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.”
Hilyet-ül-ebrâr ismindeki kitabında diyor ki: “Abdullah İbni Zübeyr (r.a.) halîfe iken, tâ’ûn hastalığı oldu. Bu tâ’unda, Enes bin Mâlik’in (r.a.) seksen üç çocuğu öldü. Kendisi, Peygamber efendimizin (s.a.v.) hizmetçisi idi ve bereket, bolluk için duâsını almıştı. Bu tâ’unda, Abdürrahmân bin Ebî Bekr Sıddîk’in (r.a.) kırk çocuğu ölmüştü.”
İmâm-ı Nevevî hazretlerinin “Riyâz-üs-sâlihîn” isimli eserinden alınan hadîs-i şerîflerden ba’zıları:
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir insan öldüğünde, amelinin sevâbı kesilir. Amel defteri kapanır. Yalnız; sadaka-i câriyesi (çeşme, câmi yapmak, ağaç dikmek gibi), ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimsenin amel defteri kapanmaz.”
Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet etti: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İlim öğrenmek için sefere çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allahü teâlânın yolundadır.”
Abdullah bin Amr İbni As (r.anhümâ) rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ilmi, kullarının hafızasından silmek sûretiyle değil, ilim adamlarının ölmesiyle alır. Öyle ki, ortada âlim kalmayınca, halk, kendilerine bir takım câhilleri baş edinirler. Onlara dînî bir mes’ele sorulur da, bilmedikleri hâlde fetvâ vererek hem kendileri dalalete düşer, hem de fetvâ, istiyenleri dalâlete sevk ederler.”
İbn-i Mes’ûd (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Benim sözümü işitip muhafaza ettikten sonra, işittiği gibi başkalarına nakleden kimsenin, Allahü teâlâ yüzünü ağartsın. Kendisine bildirilen nice kimseler vardır ki, dinleyenlerden daha iyi anlayıp öğrenmiş olurlar.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâya hamd-ü sena ile başlanmayan her mühim işin feyzi ve bereketi olmaz.”
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kulun çocuğu öldüğü zaman, cenâb-ı Hak meleklerine şöyle buyurur: “Siz kulumun çocuğunu (ruhunu) kabzettiniz değil mi?” Melekler de; “Evet” derler. Cenâb-ı Hak; “Siz onun kalbinin meyvesini kabzettiniz?” buyurunca, melekler; “Evet” derler. Allahü teâlâ; “Kulum ne dedi. biliyor musunuz?” buyurur. Melekler de; “Sana hamdetti. Ve “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” dedi” cevâbını verirler. Cenâb-ı Hak; “Öyle ise kulum için Cennette bir ev inşâ edin. Ona Beyt-ül-hamd adını veriniz buyurur.”
Evs bin Evs (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Günlerin en faziletlisi Cum’a günüdür. O günde benim üzerime çok salevât getirin. Zirâ sizin salât ve selâmlarınız (melekler vasıtasıyla) bana arz olunur.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim günde yüz defa “Allahtan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsûstur. O, her şeye kadirdir” meâlindeki “La ilahe illallahü vahdehû lâ şerike leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli-şey’in kadîr” duâsını tekrar ederse, bu duâ o kimse için on köle azâd etmenin sevâbına muâdil olur. Ve ona yüz sevâb yazılır. Ondan yüz günah silinir ve o kimse için o gün akşama kadar şeytanın şerrine karşı bir sığınak olur. Ve hiçbir kimse onun bu duâyı okumasından daha faziletli bir duâ getiremez. Meğer ki, o kimse, bu duâ ve tehlili daha çok okumuş olsun” Ve yine buyurdu ki: “Her kim günde yüz defa “Sübhânallahi ve bihamdihi” derse, günahları denizin köpükleri kadar çok olsa bile affolunur.”
Hazreti Aişe vâlidemiz rivâyet etti: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) en çok ettiği duâ; “İlâhî! Bize dünyâda ve âhırette iyilik, güzellik ver, ateş azâbından bizi muhafaza buyur” meâlindeki “Allahümme âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kına azâb-en-nâr” idi.”
Ebü’d-derdâ (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlardı: “Müslüman bir kişinin, din kardeşi için gıyabında ettiği duâ kabûl olunur. Onun başucunda me’mûr bir melek vardır ki, o müslüman, ne zaman bir din kardeşi için hayır ile duâ, ederse, o melek ona; “Duân kabûl olsun, istediğinin bir misli de senin için olsun” diye duâ eder.”
Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Ben mi’râca çıkarıldığımda, bir kavmin yanından geçtim. Bunlar bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. Bunun üzerine; “Yâ, Cibril! Bunlar kimlerdir” dedim. “Bunlar, insanların etini yiyenler (gıybet edenler) onların şeref ve namuslarına dokunanlardır” cevâbını verdi.”
Semûre bin Cündüb (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Hiçbiriniz diğerine, Allahü teâlâ sana la’net etsin, Allahü teâlânın gazâbına uğra, Cehennemde yan gibi bedduâlarla la’net etmesin.”
İbn-i Mes’ûd (r.a.) rivâyet etti: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Olgun müslüman, kimseyi zemmetmez, la’netlemez, haddi aşmaz, hayâsızlık etmez.”
Ebü’d-derdâ (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kul herhangi birşeye la’net ederse, o la’net semâya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fenâ söze karşı kapanır, yere iner, onun da kapıları kapanır, Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, la’nete müstehak olana gider. Eğer la’nete lâyık değilse, bu defâ la’net edene rûcû eder.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Sû-i zandan sakınınız! Çünkü sû-i zan, sözlerin en yalanıdır. Müslümanların ayıplarını, kusurlarını araştırmayın. Nefsânî ve dünyevî bir haz peşinde birbirinize karşı öğünmeğe kalkışmayın, birbirinize hased etmeyin. Birbirinize buğz ve düşmanlık edip dargın durmayın. Birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allahü teâlânın kulları! Allahü teâlânın emrettiği gibi kardeş olunuz. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Ona hakaret etmez. (Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) mübârek göğüslerine işâretle); Takvâ işte buradadır. Bir kimsenin şerli olması için, müslüman kardeşini hor görmesi kâfidir. Müslümanın müslüman üzerine; kanı, ırzı, malı haramdır. Muhakkak Allahü teâlâ, sizin bedenlerinize, sûretlerinize ve hâlis olmayan amellerinize bakmaz. Ancak kalblerinize bakar.”
İbn-i Mes’ûd (r.a.) rivâyet etti: Nebiy-yi muhterem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) biri; “Yâ Resûlallah! Bir erkek, elbisesinin ve nalınının, güzel olmasını sever. Bu da kibir sayılır mı?” dedi. Resûl-i ekrem; “Şüphe yok ki, Allahü teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kasdedilen kibir, hakkı tanımamak ve insanları hakîr görmektir.” buyurdu.
Abdullah bin Amr İbn-il-As (r.anhümâ) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Dört huy vardır ki, bunlar her kimde bulunursa, o kimse hâlis münâfık olur. Herhangi bir kimsede bu huylardan biri mevcûd olursa, o huyu bırakıncaya kadar kendisinde nifakdan bir huy bulunur. 1. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder. 2. Konuşurken yalan söyler. 3. Ahdettiğinde ahdini bozar. 4. Husûmet ederek (yalan yere yemîn ve bâtıl sözlerle) haktan ayrılır.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Siz helake sebep olan yedi günahtan sakınınız.” Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm); “Yâ Resûlallah! Bunlar hangileridir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlâya şirk koşmak, büyü yapmak, Allahü teâlânın katlini haram kıldığı kimseyi öldürmek, tefecilik etmek, yetim malı yemek, düşman ile muharebe yapılırken kaçmak, evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu bir kadına zinâ isnad ve iftira etmektir” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde halktan ilk sorgulanacak üç kişiden biri, şehid olmuş bir kimsedir ki, huzûra getirilir. Cenâb-ı Hak ona ihsân ettiği ni’metleri sayar, o da mazhar olduğu ni’metleri ikrâr eder. Allahü teâlâ; “Bu ni’metlere mukabil ne yaptın?” buyurur. O da; “Yâ Rab! Senin uğrunda savaştım da şehid düştüm” deyince, cenâb-ı Hak; “Hayır, yalan söylüyorsun, sana cesur desinler diye savaştın. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur. Sonra verilen emir üzerine yüzü koyun sürüklene sürüklene Cehenneme atılır. İkincisi de, ilim öğrenip öğretmiş, Kur’ân-ı kerîm okumuş bir kimsedir ki, bu da huzûra getirilir. Cenâb-ı Hak ona lütuf ve ihsân buyurduğu ni’metleri sayar. O da ni’metleri ikrâr ve i’tirâf eder. Hak teâlâ; “Bu ni’metlere, mukabil ne yaptın?” buyurur. O da; “Yâ Rab! İlim öğrendim ve öğrettim, Kur’ân-ı kerîm okudum” cevâbını verince, Allahü teâlâ; “Hayır, yalan söylüyorsun, ilmi, sana âlim desinler diye öğrendin, Kur’ân-ı kerîmi sana Kâri (Kur’ân-ı kerîmi ezberliyen) desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur. Verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır. Üçüncüsü de, Allahü teâlânın kendisine imkân verdiği ve her türlü servetten ihsân buyurduğu kimsedir ki, huzûra getirilir. Cenâb-ı Hak ona ihsân buyurduğu ni’metleri sayar. O da onları i’tirâf eder. Cenâb-ı Hak; “Bunlara mukabil ne yaptın?” buyurur. O da; “Yâ Rab! Servetimi sırf senin uğrunda, sevdiğin yollarda harcadım” deyince, “Hayır, yalan söylüyorsun. Riyakârsın, bunları sana cömert desinler diye yaptın. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur. Sonra emrolunup, o da sürüklene sürüklene ateşe atılır.”
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) rivâyet ediyor Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Yollar üzerinde oturmaktan sakınınız.” Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Yol üzerinde oturmak bizim için zarurîdir. Lüzumlu olan şeyleri orada konuşuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Yol üzerinde oturmaktan vazgeçmiyorsanız, bu yolun hakkını veriniz” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm da; “Yâ Resûlallah! Yolun hakkı nedir?” dediler. Efendimiz de (s.a.v.); “Haram olan şeylere bakmamak, gelip geçeni rahatsız etmemek, selâm almak, yapılması lâzım olan şeyleri emr, yasaklanmış olan şeylerden de sakındırmaktır” buyurdu.
İbn-i Ömer (r.anhümâ) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizden biriniz asla sol eliyle yemesin ve içmesin. Çünkü şeytan sol eli ile yer ve sol eli ile içer.”
Sâib bin Yezîd (r.a.) rivâyet etti: Birgün mescidde bulunuyordum. Ömer İbn-il-Hattâb (r.a.) mescidde imiş. Beni yanına çağırıp; “Git şu iki kimseyi bana getir” buyurdu. Ben de gidip onları hazret-i Ömer’in yanına getirdim. Hazret-i Ömer; “Siz nerelisiniz?” diye sordu. “Tâif halkındanız” dediler. Bunun üzerine; “Eğer siz Medîneli olsaydınız, muhakkak her ikinizi de incitecektim” buyurdu. Onlar sebebini sorduklarında; “Her ikiniz de Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde seslerinizi yükseltiyorsunuz (mescidin âdabına henüz yabancı olduğunuz için sizi ma’zur gördüm)” buyurdu.
İbn-i Ömer (r.anhümâ) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Herkim, Allahü teâlâ için size sığınırsa, onu koruyun, himâye edin. Allahü teâlâ için birşey isteyene veriniz. Da’vet edenin da’vetine icabet eyleyiniz. Her kimin size bir iyiliği geçmişse ona mukâbelede bulunun. Eğer misli ile mukâbelede bulunmağa gücünüz yetmezse, o kimseye çok duâ ediniz ki, bu sûretle kendisine duâ ile mukâbele etmek istediğinizi anlasın.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizden biriniz imamdan önce başını (secdeden veya rükû’dan) kaldırdığında, Allahü teâlâ, onun başını merkep başına yahut sûretine çevirmesinden korkmaz mı?”
Ebû Bekr (r.a.) rivâyet etti: “Birgün Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda bir kimsenin ismi anılmış ve orada bulunanlardan biri, onu mübalağalı bir sûrette medhü sena etmişti. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Yazık sana! Dostunun boynunu kopardın, onu ma’nen mahvettin” buyurdu. Sonra; “Şayet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa, “Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir...” desin ve bu sözüde medh ettiği adamda bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. Onun iç yüzünü Allahü teâlâ bilir, ona göre hesaba çeker. Sizden biriniz, Allahü teâlâyı şahid tutarak hiçbir kimseye kesin olarak iyidir demesin. Allahü teâlâ onun hâlini sizden iyi bilir” buyurdu.
Huzefye (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Hâlis ipek ve atlas elbise giymeyiniz. Altın ve gümüş kapdan su vesaire içmeyiniz. Altın ve gümüş tabaklardan da yemek yemeyiniz.”
Nevvâs bin Sem’ân (r.a.) rivâyet etti: “Bir sabah “Resûl-i ekrem (s.a.v.) Deccâl’den bahsederken, onu zem ve tahkir etti ve büyük bir belâ olduğunu belirtti. Öyle ki, biz onu Nahl civarında zannettik. Nihâyet O’nun yanına gidince, bizdeki hüzün ve teessürü anladı da; “Size ne oluyor?” buyurdular. Biz de; “Yâ Resûlallah! Sabahleyin Deccâl’den bahis açarak onu çok kötülediniz ve onun büyük bir belâ ve fitne olduğunu belirttiniz. Hattâ biz, onun Nahl denilen mevkide bulunduğunu zannetmiştik” dedik. Bunun üzerine; “Sizin için ençok korktuğum Deccâl’den başkalarıdır. Sizin için Deccâl’den daha çok, başka şerlilerden korkarım. Şayet Deccâl, ben sizin aranızda iken zuhur ederse, yalnız başına onu sustururum ve da’vasını iptal edebilirim. Eğer ben aranızda değil iken çıkarsa, artık herkes kendisini müdâfaa edip onun şerrinden korunmalıdır. Zâten Allahü teâlâ her müslümanı onun şerrinden himâye buyuracaktır. Deccâl, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışına fırlamış bir gençtir. Ben onu sanki Katan oğlu Abdül-Uzzâ’ya benzetiyorum. Her kim, Deccâl’a yetişirse, ona karşı Kehf sûresinin evvelinden (ve sonundan on âyet) okusun. Deccâl, Şam ile Irak arasındaki yoldan çıkıp, sağa ve sola fesad salacaktır. Ey Allahü teâlânın kulları (îmânda) sebat ediniz” buyurdu. Biz; “Yâ Resûlallah! Deccâl yeryüzünde ne kadar kalacaktır?” dedik. “Kırk gün kalacak. Bir günü bir sene ve bir günü bir ay ve bir günü de bir Cum’a (bir hafta) kadardır. Diğer günleri de sizin günleriniz” gibi olacaktır” buyurdu. Bunun üzerine biz de, “Yâ Resûlallah! O bir sene gibi (uzun) olan günde, bir günün (beş vakit) namazı bize kâfi gelir mi?” dedik. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Hayır. Kâfi gelmez. Siz ona göre namaz vakitlerini tahmin ve takdîr ediniz (Her yirmidört saati, normal günlerdeki gibi hesâb ederek, zamanında namazlarınızı kılınız)” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Deccâl’in yeryüzündeki sür’ati ne kadardır?” dedik. Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.); “Şiddetli rüzgâr önündeki bulut sür’ati gibi mesafe kateder. Bir kavmin yanından geçer. Onları kendisinin ilâhları olduğuna inanmaya da’vet eder. Onlar da ona îmân ve icabet ederler. O da bulutlara emreder, yağmur yağar. Yere emreder (istidrâc olarak) otlar, çayırlar biter. Hayvanlar da mer’adan fevkalâde besili ve sütlü olarak dönerler. Sonra Deccâl başka bir kavme gelir, onları da kendisinin ilâh olduğuna inanmaya da’vet eder. Lâkin onlar bu da’veti kabûl etmeyip, reddederler ve İslâm dîninde sebat ederler. Deccâl onların yanından döner. (Bu defa) o kavimden yağmur kesilir, otlar kurur. (Mer’a olmadığı için, hayvanlar da ölür.) Mal nâmına ellerinde hiçbir şey kalmaz. Deccâl harâb bir yere uğrar oraya; “Definelerini, ma’denlerini çıkar!” diye emredince, bal arılarının beylerini ta’kib ettikleri gibi, defineler de sür’atle Deccâl’i ta’kib ederler. Sonra Deccâl, tam ma’nâsıyla kuvvetli bir genci (ulûhiyyetine îmân etmeğe) da’vet eder. (Kabûl etmediğinden dolayı öfkelenerek) o delikanlıya bir kılıç havale eder ki hedefe atılmış ok gibi sür’atle delikanlının vücûdunu birbirinden uzak iki parçaya böler. (Onu tekrar hayâta kavuşturup) yine ulûhiyyetine îmâna da’vet eder. Delikanlı parıldayan bir çehre ile gülerek; “Bu kimse nasıl ilâh olabilir?” der. Delikanlı bu vaziyette iken, Allahü teâlâ, Meryem’in oğlu Mesih’i gönderir, Îsâ, boyanmış iki hulleye bürünmüş, ellerini de iki meleğin kanatları üzerine koyarak, Dımeşk’da (Şam’da) Umeyye Câmii’nin minaresine iner. Başını eğince, hamamdan çıkmış gibi tertemiz bir hâlde terler, başını kaldırdığı zaman da, saçından inci taneleri gibi nûrânî damlalar iner. Onun nefesinin kokusunu koklayan bir kâfir muhakkak ölür. O nefes, göz alabildiği yere kadar uzanır. Îsâ, Deccâl’i aramağa koyulur. Nihâyet ona “Bâb-ı Lûd’da (Beyt-i Makdis’e yakın bir beldede) yetişir ve onu öldürür. Sonra Îsâ’nın yanına Deccâl’in şerrinden Allahü teâlânın muhafaza buyurduğu bir kavim gelir. Îsâ, (teberrüken onların) yüzlerini mesheder. (Onların korkularını giderir). Cennetteki derecelerini haber verir. Bu sırada Allahü teâlâ, Îsâ’ya şöyle vahyeder: “Ben, sana itaat eden bir cemâat meydana getirdim. Hiçbir kimsenin onları öldürmeğe gücü yetmez. O kullarımı Tûr dağında muhafaza et” buyurur.
Cenâb-ı Hak, Ye’cûc ve Me’cûc’ü gönderir. Bunlar, yüksek yerlerden akın edecekler, ilk kâfile Taberiyye gölüne uğrayıp oradan geçecek ve “Vaktiyle burada çok su varmış” diyecekler. Sonra Beyt-i Makdis dağına yürüyecekler ve “Yeryüzündekileri öldürdük (Şimdi sıra göklere geldi), geliniz de gök yüzündekileri de öldürelim” diyecekler ve oklarını göklere doğru atacaklar. Allahü teâlâ onların attıkları okları (İstidrâc olmak üzere veya gökteki kuşlara isâbet ettiğinden) kana boyanmış olduğu hâlde onlara iade edecek Îsâ ve Eshâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki, muhasaranın şiddetinden bir öküz başı, onlardan her biri için, bu günkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak. Bunun üzerine Nebiyyullah Îsâ ve Eshâbı, onların belâsından halâs için Allahü teâlâya yalvaracaklar. Allahü teâlâ onların duâsını kabûl edip, Ye’cûc ve Me’cûc kabilesinin enselerine, nugaf denilen küçük kurtları musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allahü teâlânın kudretiyle tek bir nefes gibi, bir anda helak olurlar. Sonra Îsâ ve Eshâbı Tûr dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş leşlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar.
Îsâ ve Eshâbı, yine Allahü teâlâya yalvarırlar da, cenâb-ı Hak, deve boynu gibi kuşlar gönderir. Onlar leşleri alıp Allahü teâlânın istediği yere atarlar. Sonra cenâb-ı Hak, pekçok yağmur indirir ki, hiçbir ev ve çadır, yağmurun inmesine engel olamaz. O yağmur, bütün yeryüzünü ayna gibi tertemiz, yemyeşil bir hâle getirir. Sonra yeryüzüne; “Meyvelerini bitir, evvelki gibi feyz ve bereket ver!” diye emrolunur. İşte o gün bir cemâat, tek nardan yiyip doydukları gibi, onun kabuğu ile de gölgelenirler. Mer’aya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin de sütleri bereketli olur. Öyle ki, sağmal devenin sütü, kalabalık bir cemâati, sığırınki bir kabileyi, koyunun sütü de yakın akrabadan bir cemâati doyurur, işte bunlar böylece bolluk içinde huzûrlu bir hayat geçirirken, Allahü teâlâ hoş bir rüzgâr gönderir. Bu latif rüzgâr onları koltuk altlarından tuttuğu hâlde, her mü’min ve müslümanın rûhları kabzolunur. Ortada en şerli insanlar kalır. O zaman da birbirleriyle boğuşurlar. Merkepler gibi halkın huzurunda alenen zinâ ederler, işte bu fenâ adamlar üzerine de kıyâmet kopar.”
Abdullah bin Amr’ın (r.a.) rivâyet ettiği başka bir hadîs-i şerîfte de, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “.... İşte bunlar, ahlâksızlıklar içinde yüzerler ve putlara taparlarken rızıkları çoğalır, maişetleri iyileşir, sonra ansızın ölüm borusu (Sûr üflenir) çalınır. Bunu duyan herkes, onun dehşetinden boynunun bir tarafını kaldırıncaya kadar ölür. Bu ölüm borusunu ilk duyan kimse, devesinin havuzunu çamurla ta’mir ederken derhal can verir. Etrâfındakiler de ölürler. Sonra Allahü teâlâ, çisinti hâlinde hafif bir yağmur gönderir. O yağmurdan, insanların çürümüş cesetleri, kuyruk sokumundaki hurda kemikten yaratılır. Sonra ikinci defa sûra üflenir, insanlar kabirlerinden kalkıp, Allahü teâlânın emrine hazır bir hâlde beklerler. Sonra bunlara; “Ey insanlar! Haydin Rabbinize geliniz!” denir. Meleklere de; “Bunları Arasat’da hapsediniz! Çünkü bunlar sorumludurlar” buyurulur. Sonra yine meleklere; “Cehennemlikleri ayırınız!” emri verilir. Kaç tanesinin içinden kaç tane ayrılacağı sorulunca; “Her binden dokuzyüzdoksandokuzunu ayırınız denir. İşte bu hüküm, çocukları derhâl saçları ağarmış ihtiyârlara çevireceği, her hakîkatin apaçık meydana çıkacağı, hesap ve cezanın bütün dehşetiyle hüküm süreceği bir gündür.”
Ebû Sa’îd (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Dünyânın son günlerinde servet o kadar çoğalır ki, halifelerinizden bir halife, parayı iki el ile avuçlarda, verirken saymaz bile.”
Rifâa bin Râfi’ ez-Zükkî (r.a.) rivâyet etti: Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah efendimize (s.a.v.) geldi de; “Yâ Resûlallah! içinizde Bedr kahramanlarını ne derece sayarsınız?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v); Müslümanların en faziletli simaları sayarız” buyurdu. Yahut bunun benzeri olan bir söz söyledi. Cebrâil de (a.s.); “İşte biz de, meleklerden Bedr’de hazır bulunanları, böylece meleklerin hayırlısı kabûl ederiz” dedi.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti. Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphe yoktur ki, Allahü teâlâ paktır (zâtında ve sıfatlarında ayıp ve kusuru yoktur). Ancak pak olanları kabûl eder. Cenâb-ı Hak, Peygamberlerine neyi emrettiyse, mü’minlere de onu emretmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberlere; “Ey Resûller! Pak ve helâl taamlardan yiyiniz, iyi ve hayırlı işler yapınız”, mü’minlere de; “Ey mü’minler! Verdiğimiz pak ve helâl şeylerden yiyiniz!” buyurmuştur.” Sonra Resûl-i ekrem (s.a.v.) bununla ilgili olarak; “Allahü teâlânın yolunda sefer yapmış, üstü başı tozlanmış bir kimse, ellerini gökyüzüne uzatarak; “Yâ Rab! Yâ Rab!” diye yalvarıyor. Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Böylesinin duâsı nasıl makbûl olur?” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kıyâmet günü üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır. Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükümet reîsi ve kibirli olan fakir.”
Şeddâd bin Evs (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İstiğfar duâlarının en üstünü, kulun, şu yolda af ve mağfiret dilemesidir: “Allahım! Sen benim Rabbimsin, ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın, beni sen yarattın, şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, ezelde sana verdiğim ahd-ü mîsâk ve va’din üzerinde duruyorum. Yâ Rabbi! işlediğim günahların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun ni’metleri ikrâr ve i’tirâf ederim, günahımı da i’tirâf eylerim. Sen beni affet Allahım. Zira senden başka günahları kimse affedemez.”
İşte her kim bu seyyid-ül-istigfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb ve faziletine inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennetlik olur. Herkim de sevâb ve faziletine inanarak gece okur da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet ehlindendir.”
Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet ediyor Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Âdemoğlu! Sen benden ümitli bulundukça, senden meydana gelen günahları mağfiret ederim. Ey Âdemoğlu! Senin günahların gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilesen, seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerik (ortak) koşmayarak huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım.”
İbn-i Abbâs (r.a.) rivâyet ediyor: “İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil’in anası Hâcer ve emzirmekte olduğu oğlu İsmâil ile beraber Mekke’ye geldi. Hâcer ile İsmâil’i Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem Kuyusu’nun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Hâlbuki o târihte Mekke’de hiçbir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu, işte İbrâhim aleyhisselâm, Hâcer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi bıraktı. Sonra İbrâhim Şam’a gitmek üzere oradan döndü. İsmâil’in anası Hâcer de İbrâhim’in arkasını ta’kib etti ve; “Ey İbrâhim! Görüp görüşecek bir ferd, yiyip içecek birşey bulunmayan bir vadide bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi. Hâcer, bu sözleri tekrarlamışsa da İbrâhim ona iltifât etmeyip yoluna devam etti. Nihâyet Hâcer ona, “Bizi burada bırakmağı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu, İbrâhim aleyhisselâm; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hâcer; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zayi etmez, korur” dedi. Sonra oğlunun yanına döndü. İbrâhim aleyhisselâm da ayrılıp gitti. Mekke’nin üst tarafında ve Hâcer ile İsmâil’in gözlerinden kaybolduğu “Seniyye” mevkiine vardığında, yüzünü Kâ’be’ye çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak şöyle duâ etti: “Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını (İsmâil ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib olan mukaddes evinin yanına, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara yönelt. Kâ’be’yi ziyârete gelsinler. Onları dışarıdan gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler.” (İbrâhim-37)
Artık İsmâil’in anası, oğlu İsmâil’i emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Nihâyet testideki su tükenince, hem Hâcer hem de çocuğu susadı. Hâcer çocuğunu, susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü, Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kâ’be’ye en yakın dağ olan Safâ tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vadiye karşı durup, “Bir kimse görebilirmiyim diye bakıyor, fakat hiç bir kimseyi göremiyordu. Bu defa Safâ tepesinden indi. Vadiye varınca, ayağını çelmesin diye gömleğinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vadiyi geçip Merve mevkiine geldi. Orada da biraz durdu ve “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı, fakat hiçbir kimse göremedi. Hâcer bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defa gidip geldi.”
İbn-i Abbâs rivâyet ediyor ki: Nebiy-yi muhterem (s.a.v.); “İşte bunun için halk, Safâ ile Merve arasında sa’y ederler” buyurdu.
İbn-i Abbâs rivâyetine şöyle devam etti: “Hâcer, son defa Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendi kendine hitâb ederek; “Sus, iyice dinle!” dedi. Sonra dikkatle dinleyince bu sesi evvelki gibi bir defa daha işitti. Bunun üzerine Hâcer, sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses sahibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdâdımıza yetiş, bize yardım et dedi ve böyle der demez (şimdiki) Zemzen Kuyusu’nun bulunduğu yerde bir melek, Cibril aleyhisselâm göründü. Topuğu ile (Veya kanadıyle ) toprağı kazıp suyu (Zemzem’i) meydana çıkardı. Hâcer de taşıp zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz haline getiriyor bir taraftan da testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıktan sonra, yeniden fışkırıyordu.”
İbn-i Abbâs (r.a.) bildirdi ki: Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlâ İsmâil’in anasına rahmet etsin! O Zemzem’i kendi hâline bırakmış olsaydı, yahut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu” buyurdu.
İbn-i Abbâs rivâyetine şöyle devam ediyor “Hâcer, bu sudan içti, Çocuğa süt olup emzirdi. Cibril aleyhisselâm Hâcer’e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! işte şurası Beytullahın yeridir. O beyti şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allahü teâlâ, o beytin ehlini zayi etmez” dedi. Beytullahın mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Uzun zaman) seller, sağını solunu kazıp aşındırmıştı.
Hâcer bu sûretle yaşarken, günün birinde Cürhüm kabilesinden veya onların ehl-i beytinden bir cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke’nin alt tarafına indiler. Cürhümîler, Zemzem Kuyusu’nun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolandığını görünce; “Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Hâlbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk; anlayalım” diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem Kuyusu’nu bulunca, dönüp gelmişler, suyun mevcûd olduğunu haber vermişler. Bunun üzerine Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleşmişler.”
İbn-i Abbâs rivâyetine devamla, demiştir ki: “Cürhümîler geldiğinde, İsmâil’in anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsâade eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve bu sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz” dedi. Onlar da râzı oldular.”
İbn-i Abbâs (r.a.) rivâyet ediyor ki: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) sözüne şöyle devam etti: “İsmâil’in anası, kadınlarla muhabbetle sohbet etmeye muhtaç olduğu bir sırada, Cürhümîlerin gelişi onun arzusuna muvafık oldu. Cürhümîler Mekke civarına yerleştiler. Sonra diğer Cürhümîlere de haber gönderdiler, onlarda gelip Mekke’de ikâmet ettiler. Ev bark sahibi oldular.
Hâcer’in oğlu İsmâil büyüyüp, Cürhümilerden Arabca öğrenmiş, iyi halleriyle Cürhümîler arasında en sevimli bir sima olmuş, takdîrlerini celbetmişti. Sonra bülûğ çağına erişince, Cürhümîler onu kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Günün birinde İsmâil’in anası da vefât etti. İsmâil evlendikten sonra, İbrâhim aleyhisselâm, bıraktığı Hâcer’i ve oğlunu görmeğe geldi. İsmâil o sırada evde yoktu, İsmâil’in hanımına; “Nereye gitti?” diye sordu. O da; “Rızkımızı (bir rivâyetde av eti) tedârik etmek üzere gitti” diye cevap verdi. Sonra İbrâhim ona, maişetlerinden ve durumlarından sordu.
İsmâil’in zevcesi; “Gayet fenâ bir hâldeyiz, şiddetli darlık ve sıkıntı içindeyiz” diye şikâyet etti. İbrâhim; “Kocan geldiğinde benden selâm söyle ve ona de ki, kapısının eşiğini değiştirsin.” İsmâil avdan geldiğinde, hanımına; “Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. O da; “Evet, şu şekilde yaşlı bir adam geldi, seni sordu. Ben de ava çıktığınızı haber verdim. İdare ve maişetimizden sordu. Çok sıkıntılı bir durumda bulunduğumuzu söyledim” dedi. Bunun üzerine İsmâil; “Sana birşey tavsiye etti mi?” diye sordu. Ailesi de; “Evet sana selâm söylememi ve kapının eşiğini değiştirsin, dememi tenbîh etti” dedi. İsmâil hanımına; “O gelen ihtiyâr, babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen ailenizin evine gidebilirsin” dedi ve onu boşayıp Cürhümîlerden diğer bir kadınla evlendi, İbrâhim, Allahü teâlânın dilediği bir müddet uzaklaştı da sonra yine geldi. Bu defa da İsmâil’i evde bulamadı. Bunun üzerine İbrâhim, İsmâil’in hanımının yanına geldi. Ona da, İsmâil’in nereye gittiğini sordu. O da, maişetimizi tedârik etmeğe çıktı” dedi. “Ne hâldesiniz, idâreniz, maişetiniz nasıldır?” diye sordu. “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun, hayır ve bolluk içinde mes’ûd yaşıyoruz” diye cevap verdi. Bunun üzerine İbrâhim: “Ne yiyor, ne içiyorsun?” diye tekrar sordu. Kadın; “Av eti yiyoruz, Zemzem içiyoruz” dedi. İbrâhim; “Allahım! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bereket ihsân buyur” diye duâ etti.”
Râvî İbn-i Abbâs diyor ki Nebiy-yi muhterem (s.a.v.); “Hazret-i İbrâhim zamanında, Mekke’de hububat nâmına birşey yoktu. Eğer olsaydı, hazret-i İbrâhim hububat için de duâ ederdi” buyurdu.
İbn-i Abbâs rivâyet ediyor ki: “İbrâhim’in bu duâsı bereketiyledir ki, et ile su, Mekke’den başka muhitlerde, Mekke’deki kadar, hiçbir kimsenin sıhhatine muvafık düşmezdi.”
Buhârî’nin bir rivâyetinde: “İbrâhim Mekke’ye geldi de; “İsmâil nerededir?” diye sordu, İsmâil’in hanımı; “Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz” dedi. İbrâhim; “Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?” dedi. İsmâil’in hanımı; “Taamımız av eti, meşrûbatımız da Zemzem suyudur” dedi. İbrâhim de “İlâhî! Bunların yiyip içeceklerini mübârek kıl!” diye duâ etti” buyurulmuştur.
İbn-i Abbâs rivâyetine şöyle devam ediyor, “İbrâhim, İsmâil’in hanımına hitaben, eşiğini iyice tutsun” diye emretti ve yine Şam’a gitti, İsmâil avdan geldiğinde, haremine; “Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. O da; “Evet, güzel yüzlü bir ihtiyâr geldi” dedi ve İbrâhim’i medh-ü sena etti. Sonra hanımı sözüne devamla; “Seni sordu. Ben de haber verdim. Geçiminiz nasıl?” dedi. Ben de; “Hayır ve saadet içindeyiz” dedim. Sonra İsmâil; “Sana bir şey tavsiye etti mi?” diye sordu. O da; “Evet, sana selâm söyledi ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi” dedi. Bunun üzerine İsmâil, hanımına; “İşte o zât, babam İbrâhim, aleyhisselâmdır. Sen de evimizin eşiğisin. Babam bana, seni hoş tutup iyi geçinmemi emreylemiş” dedi.
Sonra İbrâhim, Allahü teâlânın dilediği bir müddet daha İsmâil ve ailesinden uzakta yaşadı. Ondan sonra Mekke’ye geldi. O sırada İsmâil Zemzem kuyusunun civarında büyük bir ağacın altında okunu düzeltmekte idi. İsmâil babasını görünce, hemen kalkıp karşıladı. Her ikisi de çoktan beri hasret çeken bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına karşı ne yapmaları lâyıksa, o sûretle sevgi ve saygıda bulundular. Sonra İbrâhim oğluna; “Yâ İsmâil! Allahü teâlâ bana şerefli bir iş emretti” dedi. İsmâil de; “Rabbin ne emretti ise o emri yerine getir” diye cevap verdi. İbrâhim; “Oğlum, bu işde sen de bana yardım edeceksin” deyince, İsmâil; “Babacığım! Ben de sana her bakımdan yardım ederim” dedi. Bunun üzerine hazret-i İbrâhim, etrâfında bulunan yüksekçe bir tepeye işâret ederek; “Allahü teâlâ burada bir beyt yapmamı emir buyurdu” dedi.
İbn-i Abbâs rivâyetine şöyle devam ediyor “Orada baba oğul, Kâ’be’nin esâsını kurup duvarlarını yükselttiler, İsmâil taş getirir, İbrâhim de bina ederdi. Nihâyet Beyt-i şerîfin binası ilerleyip duvarları epeyce yükselince, İsmâil, (Şimdi Makâm-ı İbrâhim nâmıyle ziyâretgâh olan) taşı getirdi. Hazret-i İbrâhim de onu ayağının altına (iskele olarak) koydu, üzerinde inşaata devam eyledi. İbrâhim yapar, İsmâil de taş uzatırdı. Binanın yapımı bitirildikten sonra, her ikisi de Allahü teâlâya şu meâlde duâ ve niyaz ettiler; “Ey Rabbimiz! Bizden (bu hizmeti) kabûl buyur. Şüphe yok ki, duâmızı duyan, niyetimizi bilen sensin.”
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennetlikler Cennette (ihtiyâçları olduğu için değil de, sırf dâimî bir zevk için) yerler ve içerler. Lâkin bunlar abdest bozmazlar, aksırıp sümkürmezler. Onların yedikleri, vücûdlarından ter hâlinde çıkar. Terleri de misk gibidir. Onlar, külfetsizce, nefes aldıkları gibi, sabah-akşam Allahü teâlâyı noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlarıyla tavsif etmekten zevk alırlar.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, “Sâlih kullarım için Cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin gönlünden geçirmediği bir takım ni’metler hazırladım” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennete ilk giren bir cemâatin yüzleri, Ay’ın ondördüncü gecesindeki gibi parlaktır. Onların peşi sıra girenler de, en kuvvetli ziya neşreden yıldızlar gibidir. Onların tarakları safi altındandır. Buhurdanlıklarındaki ud, Cennetin ud ağacıdır. Zevceleri de Hûrîlerdir. Onlar, babaları hazret-i Âdem sûretinde yaratılmış bir kimse gibidir. Boyları altmış zrâ’dır (otuz metre kadardır).”
Buhârî ve Müslim’in bir rivâyetine göre: “Onların Cennetteki kapları hep altın ve gümüştür. Onların teri misktir. Ehl-i Cennetten her birinin iki hanımı vardır ki, vücutlarının güzellik ve letâfettinden dolayı, her birinin baldırındaki kemiğin iliği, etinin üstünden görünür. Onların aralarında ne anlaşmazlık ne de düşmanlık vardır.”
Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet ediyor Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennette bir pazar yeri vardır ki, Cennet sâkinleri oraya gelirler. Kuzey rüzgârı esip onların yüzlerine ve elbiselerine Cennet kokuları saçar. Bu sûretle onların yüzleri daha da güzelleşir. Onlar, güzellikleri artmış oldukları hâlde çarşıdan evlerine döndüklerinde, aileleri; “Yemîn ederim ki, siz bizden ayrıldıktan sonra hüsn-i cemâlinizi artırmış oldunuz” derler.”
Sehl bin Sa’d (r.a.) rivâyet etti: Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Şüphesiz Cennet ehli, sizin (dünyâda) semâdaki yıldızları gördüğünüz gibi, Cennette yüksek köşkleri uzaktan seyrederler.”
Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre (r.anhüm) rivâyet ettiler Resûl-i ekrem efendimiz buyuruyor ki: “Cennet ehli, Cennete girdiklerinde bir münâdî şöyle nidâ eder: “Şüphesiz ki, siz Cennette ebedî yaşayacak ve hiç ölmeyeceksiniz, hastalanmayacak ve dâima sıhhatli bulunacak, ihtiyârlamayacak, ebedî genç kalacaksınız. Sonsuz ni’metlere mazhar olacak ve hiçbir zaman hüzün ve keder görmiyeceksiniz.”
Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Muhakkak sizden biriniz Cennetin en alt tabakasında bulunsa bile, ona; “Gönlünden geçeni temenni et” denir. O da boyuna temenni eder durur. Bunun üzerine ona; “Kalbinden geçenlerin hepsini temenni ettin mi?” diye sorulur. “Evet cevâbını verince, “Muhakkak temenni ettiğin şeyler, bir misli fazlasıyla sana verilecek” denir.”
Ebû Saîd-il-Hudrî (r.a.) rivâyet etti: Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ hazretleri Cennet ehline; “Ey ehl-i Cennet!” diye hitâb eder. Onlar da; “Lebbeyk, ey Rabbimiz!” diye arz-ı ta’zîmât ederler. Allahü teâlâ da; “Mazhar olduğunuz bu ni’metlerden râzı mısınız?” buyurur. Cennetlikler; “Nasıl râzı olmıyalım ki, sen bize mahlûklarının içinden hiçbirine bahşetmediğin ni’metleri verdin” derler. Cenâb-ı Hak; “Size bundan daha iyisini vereyim mi?” buyurur. Onlar da; “Ey Rabbimiz! Bundan daha iyisi ne olabilir?” diye memnuniyetlerini arzederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Size Rıdvânımı inzal edeceğim ve bundan sonra da ebedî olarak size gazâb etmiyeceğim” buyurur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 395
2) El-A’lâm cild-8 sh. 145
3) Tabakât-ül-huffâz sh. 510
4) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1470
5) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 278
6) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 354
7) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 146
8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 202
9) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 524
10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1052