Fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Tasavvufda Kübreviyye (Zehebiyye) diye bilinen yolun mürşididir (rehberidir). İsmi, Ahmed bin Ömer bin Muhammed bin Abdullah el-Hayvekî olup, künyesi Ebü’l-Cennâb’dır. Bu künye kendisine, rü’yâda Peygamber efendimiz tarafından verilmiştir. Lakabları; Necmeddîn, Şeyh-ül-İmâm, Zâhid-ül-kebîr ve Şeyh-i Harezm’dir. Necmeddîn-i Kübrâ diye meşhûr oldu. Yaptığı bütün münâzaralarda galip geldiği için, kendisine et-Tâmmet-ül-kübrâ lakabı da verilmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden ve evliyânın önde gelenlerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 539 (m. 1145) senesinde, Harezm köylerinden Hayvek’te doğdu. Buna nisbetle Hayvekî denilmiştir. 618 (m. 1221) senesi Rebî’ul-evvel ayında, Harezm’de Cengiz askeri tarafından şehîd edildi.
Daha çocuk yaşta ilim tahsiline başlayan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, biraz yetişince ilim öğrenmek aşkıyla çeşitli beldeleri dolaştı. İskenderiyye’de; Ebû Tâhir es-Silefî’den, İsfehan’da; Ebü’l-Mekârim, Ahmed bin Muhammed el-Lebbân, Ebû Sa’îd Halîl bin Bedr, Ebû Ca’fer Muhammed bin Ahmed es-Saydelânî, Ebû Abdullah Muhammed bin Zeyd el-Kerrânî ve Ebü’l-Hasen Mes’ûd bin Ebî Mensûr’dan, Hemedan’da; Hâfız Ebü’l-A’lâ’dan, Nişâbûr’da; Ebü’l-Meâlî el-Fürâvî’den, Mısır’da; Rûz-i Behân-ı Baklî’den (Ebû Muhammed eş-Şîrâzî’den) ve daha başka birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.
İmâm Ebû Nasr Hafza’nın Tebrîz’de “Sünne” okuttuğunu duyup oraya giderek, bu kelâm âliminin derslerine devam etti. “Şeyh-üs-Sünne vel-Mesâlih” adındaki mukaddime mahiyetindeki kelâma dâir eserini bu arada yazdı. Burada Bâbâ Ferrûh Tebrîzî’nin sohbeti bereketiyle ilim tahsilini tamamlayıp, tasavvuf ilmi ile meşgûl olmaya başladı. Tasavvufda, amcası Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden feyz alarak yetişti. İsmâil Kasrî ve Ammâr bin Yâsir’in [582 (m. 1186)]’de sohbetlerinde bulundu. Fahreddîn-i Râzî hazretleri ile görüştü. Böylece birçok ilimde yetişip, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Daha sonra memleketi olan Harezm’e gidip yerleşti. Orada insanları irşâd etmeye (doğru yolu göstermeye) başladı. Kısa zamanda etrâfına yüzlerce talebe toplandı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled ile Feridüddîn-i Attâr’ın hocaları Mecdüddîn-i Bağdadî ve Baba Kemâl Cündî, Abdülazîz bin Hilâl, Nasır bin Mensûr, Seyfüddîn-i Baherzî, Necmüddîn-i Râzî, Radıyyeddîn Ali Lala, talebelerinin büyüklerindendir. Talebelerinin çoğu, zamanlarında insanlara doğru yolu gösteren rehberler oldular.
618 (m. 1221) yılında Harezm’e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; “Memleketinize gidiniz! Şarkdan fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır, İslâmiyette bu kadar fitne görülmemiştir” dedi. “Duâ buyursanız da, bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın” dediler. “Bu, Kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gideremez” buyurdu. Talebeleri Horasan’a gitti. Kâfirler şehre girince, o da cihâda çıktı. Şehîd oldu. Şehîd olduğunda bir kâfirin saçını tutmuş idi. Şehâdetinden sonra, kimse saçı elinden alamadı. Sonunda mecbûr kalıp saçı kestiler.
Tasavvuf yolunun en tanınmışlarından ve büyüklerinden olan Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok derin, İslâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanmış çok yüksek bir zât idi. İlim öğretmek yolunda çok gayretliydi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve O’nun dînine hizmet etmekte kat’iyyen gevşeklik göstermez, bu yolda kınayanların kınamalarına aldırmazdı. İstisnasız bütün insanlara yardım etmeye, fâideli olmaya gayret ederdi. Onun dergâhı, fakirlerin sığınağı idi. Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi. Büyüklüğünü anlatan hâlleri ve kerâmetleri her tarafta anlatılmakta, dilden dile dolaşmaktadır. Kerâmetlerinin en büyüğü; her birisi, gittiği beldelerde insanları doğru yola sevkeden, etrâfına nûr ve feyz saçan çok kıymetli talebeler yetiştirmesidir. Yüzlerce talebe yetiştirdi. Allah yolunda yürümek isteyen nice kimselere rehber oldu. Talebelerinin her birini bir memlekete gönderir, o talebe orada hocasının yolunu yaymaya çalışırdı. Harezm bölgesinde, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinden sonra onun gibi yüksek bir velî yetişmemiştir. O kadar yüksek idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş hâlde iken, bir kimseye teveccüh edince, vilâyet (evliyâlık) derecelerine yükseltirdi. Birgün bir tüccâr, gezmek maksadıyla Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin hânegâhına girdi. Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri buna teveccüh edince, tüccâr, hemen o ânda vilâyet mertebesine ulaştı. Tüccarı yanına çağırıp, talebe yetiştirmesi için izin verdi. Ve memleketine gönderdi.
Birgün Eshâb-ı Kehf hakkında sohbet ediyordu. Necmeddîn hazretlerinin talebelerinden olan Sa’düddîn-i Hamevî (r.a.), “Acaba bu ümmette, sohbeti köpeğe te’sîr eden bir kimse var mıdır?” diye düşündü. Necmeddîn-i Kübrâ, kalb gözü ile bu talebesinin düşüncesini anlayıp kalktı ve dergâhın kapısına doğru yürüdü. Ansızın uzaklardan bir köpek çıkageldi. Bir yerde durup kuyruğunu salladı. Necmeddîn-i Kübrâ’nın bakışı köpeğe isâbet edince, köpek derhâl değişti. Kendinden geçme hâlleri görüldü. Yüzünü şehirden çevirip kabristana gitti. Başını yerlere sürüyordu. Hattâ derler ki, nereye gitse, elli-altmış köpek devamlı onun etrâfında dolaşırdı. Fakat ulumazlar, havlamazlardı. Hiçbir şey yemezler, devamlı bakılan o köpeğe karşı hürmette bulunurlardı. Sonra bu köpek öldü.
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinden ilim öğrenip rivâyetlerde bulunanlardan Abdülazîz bin Hilâl diyor ki: “Necmeddîn-i Kübrâ’nın sohbet halkasında birkaç defa bulundum. Bu birkaç defalık kısa sohbetlerin bereketi ile çok şeylere kavuştum.”
İbn-i Nukta diyor ki: “Necmeddîn-i Kübrâ, Şafiî mezhebi âlimlerinden çok yüksek bir zât idi.”
Necmeddîn-i Kübrâ, bir taraftan çok kıymetli talebeler yetiştirirken, diğer taraftan da, kendisinden sonra gelenlere fâideli olmak üzere çok kıymetli eser ve risaleler yazmıştır. Tefsîr, hadîs, tasavvuf ve diğer ilimlere dâir yazmış olduğu pek mu’teber olan eserlerinden ba’zılarının isimleri şunlardır: Ayn-ül-hayât (Kur’ân-ı kerîmin tefsîri olup 12 cilddir.) Usûl-i aşere (Tasavvufa dâir olup, çeşitli isimlerle pekçok defa intisah edilip çoğaltılmış ve birçok da şerhi yapılmıştır.) Bundan başka, Risale ilel-hâim, Fevâih-ül-Cemâl, Âdâb-üs-sûfiyye, Risâle-i Necmeddîn, Sekînet-üs-sâlihîn, Risâle-i sefîne ve daha başka eserleri ve risaleleri de vardır. Eserlerinin en önemlilerinden olan Usûl-i aşere kitabı, tasavvufa dâir olup, talebelerinin ve daha sonra gelen birçok kimsenin el kitabı olmuştur. Bu kıymetli kitaptan ba’zı kısımlar tercüme edilerek ve özetlenerek aşağıya yazılmıştır.
Allahü teâlâya kavuşmak arzusunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esas üzere kurulmuş olup, diğer şeyler teferruat olup, hepsi on esasa bağlıdır. Maksada ulaşmak için mutlaka lâzım olan bu on temel esas şunlardır: 1) Tövbe: Kulun, kendisi ile Rabbi arasında perde olan bütün günahlara pişman olup, kendi arzu ve isteğiyle Rabbine yönelmesidir. 2) Zühd: Dünyânın geçici ve aldatıcı zevklerinden, mal ve makamlarından, insanların ilgi ve iltifât göstermelerinden hoşlanmaktan yüz çevirmek, bunlara hiç meyletmemek, bunlardan uzak durmak ve bu husûslarda aynen bir ölü misâli olmaktır. Görünen bütün güzellikleriyle, dünyâyı getirip bir ölüye sunsalar, ölmüş olan o kimse, bu güzelliklere gönül vermek, meyletmek şöyle dursun, nasıl ki, göz ucuyla da olsa dönüp bakmazsa, evliyâlık yolunda ilerlemek da’vâsında bulunan bir kimse de böyle zühd sahibi olmalıdır. 3) Allahü teâlâya tevekkül: Her işinde Allahü teâlâya i’timâd etmek. O’na güvenmektir. Nitekim Allahü teâlâ, Talâk sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bir kimse Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir” buyurmaktadır. 4) Kanâat: Hayâtını devam ettirebilmek için zarurî lâzım olan ihtiyâçlardan başka bütün arzu ve isteklerden uzaklaşmak, yemek, içmek ve barınmak (ev) husûsunda elde bulunan ile yetinmek ve fazlasında gönlü ve gözü olmamakta bir ölü misâli olmaktır. 5) Uzlet: Evliyâlık yolunda ilerlemeye mâni olan insanlardan uzak olup, böyle kimselerden yüz çevirmek ve kendi hâlinde yaşamaktır. Kendisini terbiye edip yetiştiren hocasının ve bunun sâdık talebelerinin yanında onlarla birlikte bulunmak da uzletten sayılıp, insanlarla beraber olmak sayılmaz. Uzlette esas olan; bütün bedenini, uygun olmayan her insandan ve onlardan bulaşacak olan günah kirlerinden koruyup, uzak tutmaktır. His organlarını muhafaza etmektir. İnsanın esfel-i sâfilîne (en aşağı derecelere) düşmesine sebep olan nefsânî arzu ve istekler, insana, his organları vasıtasıyla girer. Uzlet sayesinde, bu büyük tehlike yok edilmiş olur. Doktorlar kendilerine gelen hastayı tedâvi etmeye başladıkları zaman, önce hastanın kendisine zararlı olan yiyeceklerden perhiz etmesini emrederler. Hastalığı meydana getiren sebeplere karşı tedbir alıp, zararlı olan herşeyden hastayı uzaklaştırırlar. Bundan sonra, vücutta bulunan zararlı maddelerin atılması için ilâç verirler. Bundan sonra hasta sıhhate kavuşur. Evliyâlık yolunda da, rûh hastalıklarının mütehassısları olan zâtlar, talebelerini bu şekilde yetiştirirler. Talebeyi, kendisine zararlı olan kimselerden uzak tutar, kendileriyle birlikte bulundururlar. Talebenin içinde bulunan zararlı hâllerin çıkıp, kalbin temizlenmesi için de, sohbetlerinde bulundurur ve her ân Allahü teâlâyı zikretmesini, hatırlamasını emreder. 6) Devamlı zikir: Allahü teâlâdan başka herşeyi unutarak, yalnızca O’nu hatırlamak, O’nu düşünmek demektir. Kalbin ve gönlün hasta olmasına, hattâ ölmesine sebeb olan, nefsi harekete, getirip azdıran kötü ahlâkın yok edilmesi, Allahü teâlâyı çok zikretmekle olur. Allahü teâlânın nazargâhı olan kalbin, bu aslî hâlinden saparak doğru yoldan kayması, Allahü teâlâyı çok zikretmekle önlenir. Eğer sen, hakîkaten gönül ehli bir kimse isen ve Allahü teâlânın da seni mağfiret etmesini istiyorsan, Allahü teâlâyı çok zikret. Nitekim Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Siz beni (tâatle) zikredin ki, ben de sizi (sevâbla ve mağfiretle) zikredeyim.” 7) Teveccüh (Tamamen Allahü teâlâya yönelmek): Allahü teâlâdan başka birşeye çağıran, da’vet eden herşeyden yüz çevirmek, O’ndan başka bir isteği, arzusu ve sevgilisi olmamaktır. Biran O’ndan gâfil olmaktan çok korkmalıdır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: “Bir sıddîk, binlerce sene Allahü teâlâya teveccüh hâlinde bulunsa, bundan sonra da bir ân O’ndan gâfil olsa, bu bir ânda kaybettiği, binlerce seneki kazandığından daha fazladır.” 8) Sabır: Nefsin lezzet aldığı şeylerden yüz çevirmek, istediklerini yapmamaya devam etmekte sebat göstermek demektir. 9) Murâkabe: Kuvvet ve hareketi bırakıp nefsi kontrol etmek, nefsin hile ve tuzaklarına karşı her ân uyanık bulunmaktır. Murâkabe makamında bulunan kimse, Allahü teâlânın emirlerine itaat etmek ve sâlih ameller işlemekle, O’nun lütfunu, ilâhî ihsânlarını ümîd eder. O’ndan başka herşeyden yüz çevirerek, hep O’nu düşünür. O’na olan muhabbetinin ateşiyle kendinden geçmiş hâldedir. O’nun aşkıyla, O’na kavuşmak arzusuyla yanar. Bu şevk ile ağlayıp, gözyaşı döker. Yalnız Allahü teâlâya güvenir ve yalnız O’ndan yardım ister. Allahü teâlâ da buna, rahmetiyle muâmelede bulunur ve hiç kimsenin açamıyacağı azap kapılarını ona kapatır. Bu hâl, bunlara Allahü teâlânın bir lütfudur. Nitekim Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki “İşte bu (anlatılan vasıflar), Allahü teâlânın, kullarından dilediğine verdiği bir lütfu, ihsânıdır. Allahü teâlânın lütfu, ihsânı çok geniştir, (Bu lütuf ve ihsânlara kimin lâyık olduğunu) çok iyi bilicidir.” 10) Rızâ: “Nefsin arzularını terkederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne i’tirâz etmemek ve O’ndan gelen herşeyi seve seve karşılayıp râzı olmaktır. Böyle yaparak O’nun rızâsına kavuşmaktır. Böyle olan velîlere, Allahü teâlâ öyle bir nûr verir ki, bu firâset nûru ile insânlar arasında yürürler ve onların ma’nevî hâllerini müşâhede ederler. Bu firâset sahiplerinin derecelerinin de dört mertebe olduğunu bildirmişlerdir: 1. Îmân: Bütün mü’minlerin hâli olup, ağacın çiçeğine benzer. 2. Vilâyet: Mü’minlerden seçilmiş olanların hâlleri olup, ağacın meyvesine benzer. 3. Nübüvvet: Seçilmişlerden seçilmiş olanların (Peygamberlerin) hâli olup, meyvenin özü gibidir. 4. Risâlet: Nübüvvetten de ileri bir hâl olup, özün özü gibidir. Bunlardan ilk ikisi kesbî olup çalışmakla, mücâhede etmekle elde edilebilir ise de, son ikisi vehbîdir. Çalışmakla elde edilemez. Bu, Allahü teâlânın dilediği kullarına verdiği bir lütuftur.”
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Risale ilel-Hâim’den seçmeler: Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzusunda olan sâdık talebe, zâhir ve bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere ulaşılamaz. Bu temizlik için aşağıdaki on esâsa mutlaka riâyet etmelisin. 1) Beden temizliği: Bundan maksad, gusül abdesti ve namaz için alınan abdesttir. Rûha sıkıntı ve rahatsızlık veren şeyler; umûmiyetle, yiyecek olarak vücûda alınan ve çoğu zaman da fazla olan toprak maddesidir. Bu toprak maddeleri, rûha sıkıntı verirler. Su da, çamuru, kiri temizleyip yıkamak için yaratılmış olduğundan, normal abdest ve gusül abdesti ile, vücut maddî ve ma’nevî kirlerden temizlenip, arınır ve nûrlar parlamaya başlar. 2) Halvet: Çeşitli ve lüzumsuz meşgûliyetlerden kurtulup, kimsenin bulunmadığı bir köşeye çekilmek ve orada, kendi hâlinde ibâdetle meşgûl olmaktır. Bundan maksad, nefsi, oyun ve eğlencelerden, kendisine zararı dokunacak kimselerden, lüzumsuz duygu, düşünce ve isteklerinden uzak tutmaktır. Böyle olunca, nefs zayıflar. Buna mukabil, kalb kuvvetlenir. Uyanık ve sağlam olur. Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. 3) Devamlı susmak: Çok lüzumlu olmadıkça birşey konuşmamaktır, insanlar, yalan ve münâfıklıktan, az konuşmakla kurtulabilirler. Etrâfındakileri güldürmek, onları memnun etmek ve birşeyler konuşmak için çok konuşan kimselerin, sözlerinde çoğu zaman yalan ve başka günahlar bulunur. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanların yüzükoyun ateşe düşmelerine sebeb olan şey, dilleriyle ekip biçtiklerinden başka birşey midir?” Bunun için büyüklerimiz devamlı susmayı tercih etmişler.
“Şayet bir kimsenin az ise sözü,
Çok geçmez açılır onun kalb gözü”
demişlerdir.
4) Devamlı oruç: Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Oruç, (oruçluyu beşeri kötülüklerden koruyan) bir kalkandır.” Nefs ve şeytanın hücumlarına ve attığı oklara karşı korunmak, bu kalkan ile mümkündür.
5) Devamlı zikir: Kalb huzûru içinde (kalb hazır olarak, bütün kalb ile; Allahü teâlâyı anmak, hatırlamak demektir. En faziletli zikir, “La ilahe illallah” demektir. Allahü teâlânın düşmanı olan nefs, insanın içine yerleştirilmiş olup, devamlı O’na isyan etmeye, O’na karşı gelmeye çalışmakta, hattâ ulûhiyyet (ilâhlık) iddia edecek kadar azgınlaşmaktadır. Bunun ordusu ve yardımcıları olan; şeytan, hevâ ve şehvet ise, kendisine yardım etmekte, insanı ebedî felâketlere sürüklemeye çalışmaktadırlar. İşte bunlara karşı en faziletli, en te’sîrli ve en açık kelime “La ilahe illallah”dır. Buna çok devam etmek, nefs ve ordusunu mağlup ve zelîl eder. İnsan, Allahü teâlânın izni ile bunlara galip olunca, kalbi olgunlaşır. Allahü teâlâya yakınlık makamlarına yükselir. Onun nûru ile nûrlanır. Artık bu nûr ile, gözlerin görmediğini görür, kulakların duymadığını duyar. Bu zikre devam etmekle, Allahü teâlânın dostu, Allahü teâlâ da onun dostu olur.
6) Teslimiyet: Allahü teâlânın takdîrine, kazasına râzı olmak ve O’na tam teslim olmak demektir. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Kim amelinde ihlâs sahibi olarak, samimiyetle kendisini Allahü teâlâya teslim ederse, muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır” (Lokman-22), “İyilik eden bir kimse olarak, kendisini tam bir ihlâs ile, Allahü teâlâya teslim eden kimseden, din bakımından kim daha güzel olabilir?” (Nisa-125).
7) Hâtıra birşey getirmemek: Gönlüne, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşünceleri getirmek, şeytan ve nefsten gelen kötü düşünceleri de derhâl kalbden uzaklaştırmaktır. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Muhakkak ki, şeytanlar, sizinle mücâdele etmek için, kendi dostlarına mutlaka telkinde bulunurlar” (En’âm-121), “Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. “Malını elinde tut! Eğer tasadduk edersen fakir düşersin” der. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allahü teâlâ ise, lütfundan bir mağfiret ve bolluk va’dediyor” (Bekâra-268).
8) Kalbin üstada (yol gösteren zâta)bağlanması: Kişinin, kendisinden edeb ve ilim öğrendiği zâtı çok sevip ona bağlanmasıdır. Tövbe sûresinin 119. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Ey imân edenler! Allahü teâlâdan korkun (O’nun râzı olmadığı fiillerden sakının) ve sâdıklar ile beraber olun!” Mürşid, evliyâlık yolunda yürümek isteyen bu talebeyi, bu yolda karşılaşabileceği korku, tehlike ve zararlardan koruyan ve onun sür’atle ilerlemesi için ona rehberlik edip, yol gösteren büyük zâttır. Böyle bir zâtla beraber bulunmak çok büyük saadettir. Onunla beraber bulunan, mutlaka ondan istifâde eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sâlih kimselerin meclisi, güzel kokular satan ıtriyatçı, gibidir. Almasan bile kokusu sana ulaşır. Kötü insanların meclisi ise, demircinin ocağı gibidir. Seni yakmasa bile, dumanı ve kokusu sana ulaşır.”
9) İhtiyâç kadar uyumak: Bu yolda ilerlemek gayretinde olanlar, mümkün olduğu kadar az uyurlar, ibâdette kuvvetlenmek için uyurlar. Niyetleri sağlamdır. Bunun için uyumaları da ibâdettir. Gecenin bir miktarında uyurlar, sonra kalkıp ibâdete devam ederler. Bilhassa, seher vakti (sabaha karşı) ibâdet ve duâ etmeyi kaçırmazlar. O kıymetli vakitte uyumayı kendileri için kayıp sayarlar. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfar ederlerdi” (Zâriyât: 17-18), “(Onlar, o kimselerdir ki, geceleyin namaz kılmak için) yataklarından kalkarlar, azâbından korkarak ve rahmetinden ümidli olarak Rablerine duâ ederler” (Secde-16). Uykunun az olması, kalb gözlerinin açılıp melekût âlemini temaşa etmeye sebeb olur.
10) Yemek ve içmekte zarûret miktarını kullanmak: Yemek ve içmek husûsunda orta hâlli olmaktır, İbâdet yapamayacak derecede zayıflayıncaya kadar aç kalmamak, ağırlık verecek, ibâdetten geri kalacak kadar da yemek yememek demektir. Zâten bu ikinci hâl de caiz değildir. Nitekim A’râf sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Yiyiniz, içiniz! Fakat isrâf etmeyiniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez.” Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mi’denin üçte biri yemek, üçte biri su için olmalı, kalan kısmı da, nefes almak için boş kalmalıdır.” Büyüklerimiz, devamlı az yemişler, mi’deyi tıka basa doldurmanın fayda değil, bilakis zararlı olduğunu, ibâdette ağırlık ve gevşekliğe sebeb olduğunu bildirmişlerdir. Resûlullah (s.a.v.) “Bir gün yer doyar, bir gün aç kalırım” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanoğlu karnından daha kötü bir kab doldurmamıştır.” Büyüklerimiz, fazla yemenin kalbi katılaştırıp karartacağını, tembelliğe sebep olacağını, devamlı helaya çıkmak ihtiyâcı hâsıl olup, vakitleri zayi edeceğini, böylece çeşitli ibâdetleri ve faydalı işleri yapmaya mâni olacağını, açlığın çok faydalı olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı Şiblî’ye “Yakîn nedir?” diye suâl edildiğinde; “Açlık, açlık, açlık” buyurmuştur. Evliyânın büyüklerinden olan bir zât, yemekte sâdece çorba içer, ekmek yemezdi. Böyle yapmasının sebebi sorulduğunda da; “Lokmaları çiğnerken geçecek olan zamana acıyorum. Bu sırada Kur’ân-ı kerîmden elli âyet okuyabilirim” buyurdu.
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Fevâih-ül-cemâl adlı eserinden seçmeler:
Allahü teâlânın yolunda yürümek arzusunda bulunan sevgili dostum! Gözlerini kapat! Bakalım ne göreceksin. Eğer “Birşey göremiyorum” diyorsan, yanılıyorsun. Bu bir hatâdır. Haddizatında sen o anda görüyorsun. Fakat vücûdun ve görünüşteki varlığının karanlık olması, senin birşey görmene mâni oluyor. Eğer gözlerin kapalı olduğu hâlde göremediğin, aslında var olan şeyleri görmek istiyorsan, o karanlığı yok etmeli, kalb gözünü açmalısın. Bu karanlığa sebep olan şeyleri kendinden uzaklaştırmahsın. Bunlar; senin benliğin, nefsin ve şeytandır. Bunlardan kurtulmanın ilk şartlarından birisi; vücûdu alıştıra alıştıra vücûda alınan gıdayı azaltmaktır. Çünkü nefs ve şeytan, bundan kuvvet alarak sana saldırmaktadır, İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yolda rehberlik eden hakîkî bir yol göstericinin terbiyesi altında yetişip ilerlemeye çalışmak ve bu yolda bulunanların uymaları gerektiği bildirilen kaidelere uymak da elbette lâzımdır.
Vakit: Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Eğer böyle olmasaydı, düşünüp taşınıncaya kadar sana mühlet verirdi. Böyle yapmayıp, geçip gittiğine göre, onun keskin bir kılıç olduğu anlaşılmaktadır. Tasavvuf yolunda bulunan sûfiler için İbn-ül-vakt derler. Buna sebep şudur ki; böyle bir kimse, ne geçmişe bakar, ne de geleceğe. Şu ânda içinde bulunduğu vakti değerlendirmeye gayret eder. Geçmişi ve geleceği düşünmek, şu anda içinde bulunulan vakti zayi etmek olduğundan, onlar bununla vakit geçirmezler.
Veli olan zâtın alâmetlerinden ba’zıları: Allahü teâlânın velisi (dostu) olan bir zâtın alâmetlerinden birisi; onun, Allahü teâlâ tarafından korunmuş olmasıdır. Veli olan zât, Allahü teâlânın çeşit çeşit lütuflarına kavuşmuş olarak O’nu istemekte, O’nu aramakta ve O’nun aşkıyla yanmaktadır. Onun alâmetlerinden birisi de; duâsının kabûl edilmesidir. Başka bir alâmeti de; kendisine İsm-i a’zamın verilmiş olmasıdır. Velîlerden her birine, Allahü teâlânın isimlerinden bir İsm-i a’zam (büyük isim) verilir. Velî de o isimle duâ eder ve duâsı kabûl olunur. Bir kimse Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine İsm-i a’zamın, Allahü teâlânın en büyük isminin ne olduğunu sordu. O da; “Bana, Allahü teâlâya âit olan bir İsm-i asgar (en küçük isim) göster. Ben de sana İsm-i a’zamı (en büyük ismi) göstereyim” buyurdu. Soran kimse bu cevaptan çok hoşlanıp; “Evet, O’nun her ismi büyüktür” dedi.
Tevekkül: Allahü teâlânın bildirdiği bütün husûslarda ve her işinde O’na güvenmek, kendisine gelmesi takdîr edilmiş olan birşey varsa, ondan kaçmanın mümkün olmadığını iyice bilip, Allahü teâlânın irâdesine teslim olmaktır. Böylece, O’ndan gelen her şeye râzı olduğu için, kendisi rahat olur. Böylece sahibini, ya’nî Allahü teâlâyı da üzmemiş olur. Eline geçen şeylerden dolayı sevinip, şımarmaz. Kendisine gelen sıkıntılardan dolayı bağırıp çağırmaz. Kendi hâlini düzeltmeye çalışır. Zerre kadar iyilik yapanın mükâfatını, zerre kadar kötülük yapanın da cezasını göreceğini bildiği için, kendisine sıkıntı verenleri, eziyet edenleri, kendisi cezalandırmaya kalkmaz. Onu affeder. Kendisine yaptığı kötülüğün karşılığı olan cezanın ölçüsünü bilemediği için, Allahü teâlâya havale eder. Kendisine iyilik edene de karşılığını vermekten âciz olduğunu düşünerek, onu da Allahü teâlâya havale eder. Bu iyiliği Allahü teâlâdan bilir. Herşeyin, Allahü teâlânın dilemesi ve takdîr etmesi ile meydana geldiğini düşünür. Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “(Kıtlık ve kuraklık gibi) ne yerde, ne de (hastalık ve âfet gibi) nefslerinizde bir musibet başa gelmez ki, biz onu yaratmadan önce (o) bir kitapta (Levh-i mahfûzda Allahın ilminde) yazılmış olmasın. Muhakkak ki bu, Allahü teâlâya çok kolaydır. Dünyada olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, egoistleri sevmez.”
Öleceğini ve Allahü teâlâya hesap vereceğini bilen kimse, başkasına kötülük yapmayı, kendisine kötülük yapılsa bile ona mukâbelede bulunmayı düşünebilir mi? Rivâyet edilir ki; adamın birisi, âriflerden bir zâtın sarığını alıp kaçtı. O ârif zât, tam aksi istikâmette bulunan kabristana doğru gitti. Orada kendisine dediler ki; “O adam sizin sarığınızı alıp ileriye doğru kaçtı. Siz ise, peşinden gitmediğiniz gibi, geri döndünüz. Tam aksi istikâmette bulunan bu kabristana geldiniz. Bunun sebebi nedir?” O ârif zât, bu suâle şöyle cevap verdi: “Nereye kadar kaçabilir ki? Nereye kaçarsa kaçsın. Nihâyetinde buraya gelmiyecek mi?” İnsanların dönüp dolaşıp gelecekleri yer kabir olduğu gibi, kalbler de Allahü teâlâya sığınır.
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yazmış olduğu Risâle-i Necmüddîn adlı eserden seçmeler:
Abdullah bin Ömer’in (r.anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rûhu gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder.”
Sehl bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Tövbede esas şudur ki; kişi yaptığı kötülüğe pişman olacak, kötü hareketlerden, iyi ve güzel işlere dönecek, helâlden yiyecek, a’zâlarını kötülüklerden, haramlardan koruyacak ve bütün bunların meydana gelebilmesi için Allahü teâlâdan yardım istiyecek.”
“Tövbe, birkaç ma’nâyı ifâde eder 1. Yapılan günâha pişman olmak. 2. O günâha bir daha dönmemeye kat’î olarak karar vermek. 3. Terk edilen farzları, kaza edip yerine getirmek. 4. Nefse günâhın lezzetini tattırdığı gibi, ona mücâdele elemini de tattırmak.”
İbn-i Atâ (r.a.) diyor ki: “Tövbe, inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır, İnâbe tövbesi, ceza korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisiyle yapılan tövbedir.” Zünnûn-i Mısrî (r.a.) buyuruyor ki: “Her a’zânın bir tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, ma’siyeti (günâhları) terk etmek husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi; haramlara bakmamak, elin tövbesi; kendisinin olmayan şeyi almamak, kulağın tövbesi; bâtıl (bozuk) olan şeyleri dinlememek, karnın tövbesi; helâl yemek, avret mahallinin tövbesi de; kötü işlerden, zinâdan uzak durmaktır.”
Yine İbn-i Atâ (r.a.) diyor ki: “Tövbesini sâdece dil ile yapmayıp, fiili ile de tövbe ettiğini doğrulayanın tövbesi kabûl olunur.”
Vera’ (Haramlardan ve şüpheli olan şeylerden titizlikle sakınmak): Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “Vera’nın üç alâmeti vardır: 1. Gadab (kızgınlık) hâlinde de, rızâ hâlinde de adâlet üzere bulunmak. 2. A’zâları kötülükten ve başkalarına sıkıntı vermekten muhafaza etmek. 3. Herkesle iyi geçinmek, tanıdıklara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmak, ahdine vefa etmek ve bunlara devam etmek sûretiyle Allâhü teâlânın rızâsını kazanmaya çalışmaktır.”
Dinin özü vera’dır. Bişr bin Haris (r.a.) buyuruyor ki: “Amellerin en zoru üçtür: 1. Kendisinin ihtiyâcı olduğu halde cömertlik yapmak. 2. Kimsenin bulunmadığı yerde, yalnızlık hâlinde de vera’ ve takvâ sahibi olmak (kötülükten sakınmak). 3. Kendisinden korkulan veya ba’zı menfaatler ümid edilen kimsenin yanında, hak sözü söyleyebilmektir.”
Yûnus bin Ubeyd (r.a.) buyurdu ki: “Vera’, bütün şüphelilerden arınıp, her an nefsi hesaba çekmektir.”
Ruveym (r.a.) buyurdu ki: “Vera’, kişinin kendisini tamamen tâate vermesidir.”
Sehl bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Dünyâyı terk etmek (ya’nî haram ve şüpheli şeylerden kaçıp mübahları kullanmak) vera’nın başıdır.”
Zühd (dünyâya düşkün olmamak, şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk etmek): Sehl es-Saîdî anlatıyor “Birisi Resûlullaha (s.a.v.) gelip; “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel gösterin ki, onu yaptığım zaman, beni, hem Allâhü teâlâ, hem de insanlar sevsin” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular “Dünyâya rağbet etmezsen, Allâhü teâlâ seni sever. İnsanlarda bulunana rağbet etmezsen, insanlar seni sever.”
Muhalled bin Hüseyn (r.a.) buyurdu ki: “Dünyâda zühd; helâlinden kazanıp yemektir.”
Abdullah-i Antâkî (r.a.) şöyle anlattı: “Zühd, dört şeyden ibârettir 1- İşleri Allâhü teâlâya bırakmak, 2- İnsanlardan uzak kalmak, 3- İhlâs (herşeyi Allah rızâsı için yapmak), 4- Sıkıntı ve musibetlere sabretmek.”
Yahyâ bin Mu’âz buyurdu ki: “Hakîkî zâhid, dünyâyı terki, onu istemesinden ve muhafaza etmesinden daha fazla olan kimsedir.”
Hadîd sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrur olmayasınız. Allâhü teâlâ kibirlileri, egoistleri sevmez.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki; “Zühdün aslı, bu âyette bildirilen şeydir.”
Yine büyüklerden birisi buyurdu ki: “Zühd; tûl-i emeli terketmek, sâlih ameli çok işlemektir.”
Büyüklerden birisi de buyurdu ki: “Zühd, mahlûkların sevgisini kalbden çıkarıp, uzleti (yalnızlığı) istemektir.”
Ebû Türâb Nahşebî (r.a.) şöyle anlattı: “Birisi Hâtim-i Esâm’a (r.a.) gelerek, zühdün evveli, ortası ve sonunun ne olduğunu sordu. Hâtim-i Esâm buna cevaben; “Zühdün evveli Allâhü teâlâya güvenmek, ortası ihlâs ve sonu sabırdır” buyurdu.
Buyuruldu ki: “Zühd, sâdece muhtaç olduğun kadar birşeyi yanında bulundurman, fazlasını terketmendir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Elinde bulunan şeyin kimin rızkı olduğunu bilmezsin. Aradığın şeyin nerede olduğunu da bilmezsin. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim dünyâya rağbet etmeyip, âhırete rağbet ederse, Allâhü teâlâ o kimsenin kalbinden dünyâ sevgisini çıkarır. Zenginliği gözünün önüne koyar. Dünyâda, o, sâdece kendisi için takdîr edilip taksim edilen şeye kavuşur.”
Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Zühd üç şeydir: 1- Dünyâyı terk etmek, 2- Dünyâya ehemmiyet vermemek, 3-. Başkalarını kendisine tercih etmek, isar sahibi olmak.”
Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “İlminin artması, zühdünü (dünyâya düşkün olmamasını) arttırmayan kimse, Allâhü teâlânın gazâbını arttırır.”
Ebû Bekr-i Verrâk (r.a.) şöyle buyurdu: “Zühd, ze, he ve dal olmak üzere üç harftir. (Ze) dünyâ zînetini terk etmek, (he) hevâyı, nefsin arzu ve isteklerini terketmek, (dal) ise dünyâyı terk etmek demektir.”
Zâhidlerden bir zât, Ebû Yezîd-i Bistâmî’yi (r.a.) ziyâret için gelmişti. Karşılaştıklarında, Ebû Yezîd ona; “Hangi makamdasın?” diye sordu. “Zühd makâmındayım” dedi. “Zühdün hangi husûstadır?” deyince, “Zühdüm dünyâyadır” dedi. “Senin zühdün “La şey” hakkındadır. Çünkü dünyâ, evvelinde de, sonunda da hiçbir şey değildir. Bunun için dünyâya “La şey = Hiçbir şey değil” denir” buyurdu. Bu sözden çok hayrette kalan o kimse; “Peki siz hangi makamdasınız?” dedi. Ebû Yezîd; “Zühd makâmındayım” deyince, o kimse; “Zühdünüz hangi şeyedir?” dedi. Bunun üzerine Ebû Yezîd Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; “Zühdüm, kerâmetlere, hâllere ve makamlaradır (ya’nî ben, keşif ve kerâmetler sahibi olmaya rağbet ve merak etmem. Rabbimin rızâsını kazanmaya gayret ederim)” buyurdu.
Sabır (Herhangi bir belâya, musibetlere, ilim öğrenirken çekilen zahmetlere ve günah işlememeye devam etmekteki sıkıntılara tahammül etmek):
Enes bin Mâlik hazretlerinin, Resûlullah (s.a.v.) efendimizden haber verdiği bir hadîs-i kudsîde Allâhü teâlâ buyuruyor ki: “Kulumun başına bir belâ ve musibet gelir de, buna sabreder, kendisini ziyâret edenlere şikâyette bulunmazsa, ona, kendi etinden daha hayırlı bir et, kendi kanından daha hayırlı bir kan veririm (onun için yaratırım), onun hiç günahı kalmaz. Eğer vefât ederse, rahmetime kavuşur.”
Zeynel’âbidîn Ali bin Hüseyn (r.a.) buyurdu ki: “Bugün tâat husûsunda sabr göstermek, yarın âhırette azâba karşı tahammül etmekten çok daha kolaydır.”
Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “Mü’minin ahlâkı; zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musibet zamanında sabırdır.”
Sehl bin Abdullah’a (r.a.) sabır sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1. Musibetlere sabır, 2. İbâdetleri yapmaya devâm etmekte sabır, 3. İnsanların eziyetlerine karşı sabır, 4. Fakirliğe sabretmek. Musibetlere sabrettiğin zaman ecir ve sevâba kavuşursun. Tâate (ibâdetleri yapmaya) sabrettiğin zaman, Allâhü teâlâdan yardım bulursun, insanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe sabrettiğin zaman, Hakkın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve isteklerinden men etmektir.”
Kazaya rızâ göstermek: Hadîs-i kudsîde Allâhü teâlâ buyurdu ki: “Kim benim kazama rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve ni’metlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın.”
Hâris-i Muhasibi (r.a.) buyurdu ki: “Rızâ, hüküm cereyan ederken kalbin sükûnet hâlinde bulunmasıdır.”
Hâtim-i Esâm (r.a.) buyurdu ki: “Eğer Allahü teâlânın sevdiği bir kul olmak istersen, Allahü teâlânın kazasına rızâ göster! Yerde ve gökte tanınmak istersen, doğruluğa sarıl!”
Cüneyd-i Bağdadî (r.a.) buyurdu ki: “Rızâ, Allahü teâlâdan gelen belâ ve musibeti ni’met olarak görmektir.”
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Senin kullarının en zengini kimdir?” diye suâl edince, Allahü teâlâ; “Benim verdiğime rızâ gösteren kimsedir” buyurdu.
Tevekkül: Allahü teâlâ, Talak sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Bir kimse Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir.”
Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi size de gönderirdi. Kuşlar, sabahları mi’deleri boş ve aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner.”
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İbrâhim aleyhisselâmı (mancınığa koyup) ateşe atarlarken: “Hasbiyallah ve ni’mel vekîl (Bana Allahım yetişir. O ne iyi vekîl ve ne iyi yardımcıdır.) dedi.”
Sehl-i Tüsterî (r.a.) buyurdu ki: “Tevekkül mertebelerinin evveli, kulun Allahü teâlâya teslimiyeti, ölünün, yıkayıcıya teslimiyeti gibi olmasıdır”
Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) buyurdu ki: “Tevekkül, vekîl olarak Allahü teâlâdan râzı olmak, rızık için endişe duymamak, ömrünü, bugün içinde olduğu günden ibâret kabûl etmek. Tûl-i emel sahibi olmamak, vakitlerini ibâdet ve tâatle geçirmeye gayret etmektir.”
Yakîn: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Sabır, îmânın yarısıdır. Yakîn ise, îmânın tamâmıdır.”
Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurdu: “Yakînin alâmeti; kötü âdetlere muhalefet, kendisine gelen iyilikleri insanlardan değil de, Allahü teâlâdan bilmektir.”
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hiçbir kimse, yakînden sonra, Allahü teâlâdan afiyetten daha büyük birşey istememiştir.”
Cüneyd-i Bağdadî (r.a.) buyurdu ki: “Yakîn, şüphenin olmamasıdır.”
Susmak: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Kimi selâmette olmak sevindirirse, susmak onun san’atı olsun” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm da şöyle buyurdu: “Allahü teâlâyı anmaktan başka herşeyde susmalıdır. Çünkü çok söz, kalbin kasavetini (katılığını) çoğaltır.
Lokman Hakim oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Söz gümüşse, sükût altındır. Konuştuğum için pişman oldum, fakat, sustuğum için pişman olmadım.”
Zünnûn-i Mısrî’ye, insanların en sabırlısının kim olduğu sorulunca; “Diline en çok sahip olandır” buyurdu. Eshâb-ı Kirâmdan biri, Resûlullaha gelerek; “Bana nasihatta bulunun yâ Resûlallah!” deyince, mübârek dillerine işâret ettiler. Ya’nî “Dilini muhafaza et” buyurdular.
Recâ (Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olmak): Allahü teâlâ, Zümer sûresinin 53. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “(Yâ Muhammed! Kullarıma benim tarafımdan) de ki: “Ey (günah işlemekte) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (ve tövbe ederseniz, tövbenizi kabûl edeceğimden) ümid kesmeyiniz!”
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: “Ey Âdemoğlu! Bana duâ edip (benden isteyip) ümid ettiğin zaman, yer dolusu kadar da olsa, ben senin günâhlarını af ve mağfiret ederim.”
Hazreti Ali, oğullarından birine buyurdu ki: “Oğlum! Bütün hayır ve tâatler senin olsa, bunların seni kurtaramıyacağı korkusuyla Allahü teâlâdan kork! Dünyâdaki bütün ma’sıyetler ve günahlar senin olsa bile, Allahü teâlânın onları af ve mağfiret edeceği ümîdi ile de Allahü teâlâdan ümidli ol!”
Ebû Abdullah bin Âsım Antâkî (r.a.) buyurdu ki: “Kimin Allahü teâlâ hakkındaki ümîdi samimî ve doğru olursa, Allahü teâlâdan istemekte gayretli olur. Bir kimse Allahü teâlâdan ümîd eder de taleb (istemek) için gayret göstermezse, O’na karşı cür’ette bulunmuş olur. Allahü teâlâ hakkında zannı güzel olanın ameli de güzel olur.”
Fakirlik: Ma’rûf-i Kerhî (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kul için hayır murâd ettiği zaman, onu iyi işlerle meşgûl eder. Onu nefsine bırakmaz ve fakirlerin sohbeti ile rızıklandırır.”
Abdullah İbni Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kendisine duâ etmesi için mü’min kuluna fakirlik verir.”
Bâyezîd-i Bistâmî’ye (r.a.) fakirlikten suâl edildiğinde; “Zâhirî sıkıntı, bâtınî ni’mettir” cevâbını verdi.
Açlık: Ebû Süleymân-ı Dârânî (r.a.) buyurdu ki: “Açlık, ibâdetin özü, dilin muhafazası, sağlam bir kal’adır. Dünyâ sevgisi, her türlü kötülüğün başıdır. Açlığa yapış! Çünkü açlık, nefsi alçaltır. Kalbi inceltir, rakîk yapar.”
Yine Ebû Süleymân-ı Dârânî (r.a.) buyurdu ki: “Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mi’de dolu olunca, kalbe gaflet basar, İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mi’deyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur!”
Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “İki şey kalbi karartır. Çok yemek ve çok uyku.”
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Az gülmek sûretiyle kalblerinizi ihyâ ediniz! Açlıkla onları temizleyiniz!”
Yahyâ bin Zekeriyyâ (a.s.), İblîsi görüp; “Ey mel’ûn! Âdemoğlunu en rahat ne zaman yakalarsın?” diye sorunca, “Âdemoğlu doyuncaya kadar yediği ve kanıncaya kadar içtiği zaman” dedi.
Nefsin arzu ve isteklerini terk etmek: Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Kim Cenneti çok arzu ederse, hayır olan işlere koşar. Kim Cehennemden korkarsa, şehvetlerden (nefsî arzu ve isteklerden) vaz geçer. Ölümü murâkabe eden, düşünen kimse, lezzetlerden vazgeçer.”
“Dünyâya rağbet etmeyen kimseye, musibetler hafif gelir.”
Yahyâ bin Mu’âz’a (r.a.) “Doğruda olmanın alâmeti nedir?” diye sorulunca; “Nefse muhalefet etmektir” buyurdu. “Nefse muhalefet etmenin alâmeti nedir?” denildiğinde; “Nefsin arzu ve isteklerini terk etmektir” buyurdu. “Günah işlemenin sebebi nedir?” denildikte; “Nefsin arzu ve istekleridir” buyurdu.
Hazreti Ali, oğlu Hazreti Hüseyn’e; Necâtın (kurtuluşun) üç şeyde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “Doğru yolda bulunmak, takvâ sahibi olmak ve nefsin arzu ve isteklerini terk etmektir.”
Tasavvuf: Sırrî-yi Sekâti (r.a.) buyurdu ki: “Sûfî, güneş gibidir. Herkes onu görür. Fâidesi herkese ulaşır. Herkes onun aydınlığından istifâde eder.”
Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) buyurdu ki: “Tasavvuf, nefsi atmaktır.”
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Mü’minlerden Öyle erkekler vardır ki, Allahü teâlâya verdikleri sözde sadâkat ettiler” (Ahzâb-23), “Nice adamlar vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alış-veriş, onları, Allahü teâlâyı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz” (Nûr-37)
İhlâs: Bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyurdu ki: “İhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır ki, onu kullarımdan sevdiğim kimsenin kalbine koyarım.”
Ubûdiyyet: Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlânın en çok râzı olduğu kimse, Allahü teâlâya ibâdet ile yetişen gençtir. Allahü teâlâ, meleklerine bu kimse için; “Benim gerçek bir kulumdur” buyurur.”
İbrâhim bin Edhem (r.a.) bir hizmetçi satın aldı. Hizmetçiye; “Sen ne yersin?” diye sordu. Hizmetçi; “Bana ne verirsen onu yerim” dedi. “Ne giyersin?” deyince, hizmetçi; “Bana ne giydirirsen onu giyerim” dedi. İbrâhim bin Edhem (r.a.); “İsmin nedir?” dedi. Hizmetçi: “Bana ne isim verirsen, benim ismim odur” dedi. “Sen ne iş yaparsın?” deyince; “Bana ne emredersen onu yaparım” dedi. Bunun üzerine; “Senin hiç irâden yok mudur?” dedi. Hizmetçi de; “Efendisinin yanında kölenin irâdesi olmaz” dedi. Kölenin bu cevâbı üzerine, İbrâhim bin Edhem kendi kendine; “Ey miskin, acaba sen ömür boyu Hak teâlâya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bundan öğren” deyip, ağlayarak kendinden geçti.
Allahü teâlâya karşı edeb: Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 159. âyet-i kerîmesinde, Sevgili Peygamberine hitâb ederek, meâlen buyuruyor ki: “Eğer kaba (şefkatsiz, kötü ahlâk sahibi, merhametsiz), katı yürekli olsaydın, elbette muhakkak ki onlar (Eshâb-ı Kirâm), senin etrâfından dağılıp giderlerdi.”
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kişinin çocuğunu terbiye etmesi, onun için her gün yarım sa’ sadaka vermesinden daha hayırlıdır.”
Süfyân-ı Sevrî (r.a.) buyurdu ki: “Güzel edeb, Allahü teâlânın gadabını giderir.”
Yûsuf bin Esbât (r.a.) buyurdu ki: “Edebin alâmetleri; sürçme ve tugyan (taşkınlık) korkusuyla dili muhafaza etmek, kötü sözü terketmek, dostlarına ve arkadaşlarına çok ihsânda bulunmak, onlar sözünü bitirmeden sözlerini kesmemek, onlara ihtiyâçlarını giderecek kadar yardımda bulunmak, arkadaşının yanında bacak bacak üstüne atmamaktır.”
Güzel ahlâk: Allahü teâlâ, Resûlullahı (s.a.v.) medhederek, Kalem sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz ki sen, güzel huylu olarak yaratıldın” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Kıyâmet günü mizanda en ağır gelen şey güzel ahlâktır.”
Diğer bir hadîs-i şerîfte de; “Kişi, güzel ahlâkı sebebiyle, gündüz oruç tutup, gece ibâdet eden kimsenin derecesine ulaşır” buyuruldu. Hazreti Aişe vâlidemize, Resûlullahın (s.a.v.) ahlâkı suâl edildiğinde; “O’nun ahlâkı, Kurân-ı kerîm ahlâkı idi” diye cevap verdi.
Yûsuf bin Esbât, güzel ahlâkın alâmetlerinden bir kısmını şöyle bildirmiştir: Az muhalefet etmek, insanların ayıplarını araştırmamak. İstenmeyen durumlara sabır göstermek. Nefsini kınamak. Kendi ayıpları ile meşgûl olmak. Büyük-küçük herkese güleryüz göstermek. Dünyâ mertebesi ne olursa olsun, herkese iyi muâmele etmek.
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Güzel ahlâk üçtür 1. Mes’ûliyeti gerektirecek işlerden uzak durmak. 2. Helâlinden kazanıp, yemek. 3. Çoluk çocuğun geçimini te’min etmek.”
Cüneyd-i Bağdadî (r.a.) buyurdu ki: “Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allahü teâlânın katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. 1. Hilm (yumuşaklık ve sabır) sahibi olmak, 2. İlim sahibi olmak, 3. Cömert olmak, 4. Güzel ahlâk sahibi olmak. Yine dört haslet vardır ki, bu hasletler de sahibini en aşağı derecelere düşürür. Allahü teâlâ katında ve insanların yanında sevilmeyen birisi olur. 1. Kibir (büyüklenmek), 2. Ucb (amellerini beğenmek), 3. Cimrilik, 4. Kötü ahlâk.”
Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Sizin bana en yakınınız, Allahü teâlânın katında ahlâkça en güzel olanınızdır.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Güzel ahlâk; verdiğin çok şeyi az görmen, sana verilen az şeyi çok görmendir.”
Haya: Bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Haya îmândandır.”
Ebû Süleymân-ı Dârânî (r.a.) buyurdu ki: “Kul haya sahibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Haya kalbe yerleştiği zaman, nefsin arzu ve istekleri ondan uzaklaşır.”
Lokman Hakîm oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Oğlum! insanların yanında konuşmaktan çekinip utandığın şeyi kalbinden at!”
Zeyd bin Sabit (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan haya etmiyen kimse, insanlardan da utanmaz.”
Sehl-i Tüsterî (r.a.) buyurdu ki: “Âfetlerin evveli, cehâlet, sonra nefsin arzu ve isteklerine meyletmek, sonra hayayı terk etmektir.”
Ali (r.a.) buyurdu ki: “Kendisini tanımayan, insanlara nasîhatta bulunmayan, mahlûklara şefkat etmeyen, Rabbinden haya etmeyen, günâhlarına pişman olmayan kimse, dünyânın belâ ve musibetlerinden ve âhıret azaplarından nasıl kurtulabilir?”
Hüsn-i zan: Büyüklerden biri buyurdu ki: “Her tüccârın bir sermâyesi vardır. Âriflerin sermâyesi de, Allahü teâlâ hakkında iyi ve güzel zan sahibi olmalarıdır.”
Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “Sizden birisi Râbbine isyan eder, ma’siyet üzere olur. Sonra da durup; “Benim, Rabbim hakkında zannım güzeldir” der. Eğer hakîkaten Rabbi hakkında zannı güzel olsaydı, bunun te’sîri amellerinde görülürdü. Nitekim Fussilet sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde (böyle kimseler için) meâlen; “İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helake düşürdü ve ziyana uğrayanlardan oldunuz” buyurulmaktadır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1 sh. 57
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 25
3) El-A’lâm cild-1, sh. 185
4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 34
5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 79
6) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 275
7) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4568
8) Nefehât-ül-üns trc. (Osmanlıca) sh. 475
9) Reşehât-ayn-ül-hayât (Arabî) sh. 124
10) Hadikat-ül-evlivâ (Osmanlıca) 3, Kısım, sh. 37
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1052
12) Rehber Ansiklopedisi cild-13, sh. 66
13) Risale-i ilel-Hâim Süleymâniye Kütüphânesi. Ayasofya kısmı No: 2052
14) Risâle-i Necmüddîn. (Süleymâniye Kütüphânesi. Şehid Ali Paşa kısmı. No: 1396-486-126 a)