Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hasen bin Gıyâsüddîn Hüseyn el-Hüseynî’dir. Mu’înüddîn lakabı olup, bu isimle tanınmıştır. 531 (m. 1136) senesinde doğdu. 634 (m. 1236) senesinde Ecmîr’de vefât etti. Kabri oradadır. Soyu Peygamber efendimize ulaşmakta olup, seyyiddir. Babası Gıyâsüddîn Hasen, aslen Senceristanlı, sâlih ve son derece müttekî (haramlardan sakınan) bir zât idi.
Mu’înüddîn-i Çeştî, Horasan’da büyüyüp yetişmiştir. Onbir yaşında iken babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra kalan miras üç kardeş arasında taksim edilmişti. Bu taksimde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine babasından miras olarak bir bağ düşmüştü. Bu bağıyla meşgûl oluyordu. Birgün bağında bulunduğu sırada, İbrâhim Kandûzî adında bir meczub evliyâ yanından geçerken, ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına da’vet edip, bir ağacın gölgesine oturttu. Bir tabağa üzüm doldurup, ikram etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Bu ekmekten dişi ile biraz koparıp, Mu’îhüddîn-i Çeştî’nin ağzına koydu. O da yedi. Bu kuru ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr tecellî etti. Dünyâya olan bütün bağlılıklarından tamamen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Bu hâlinden sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka olarak verdi. İlim öğrenmek için seyahatlere çıktı. Önce Horasan’a gidip orada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand’a geçti. Burada fazla kalmayıp, Irak’a gitmek üzere yola çıktı. Yolu Hârûn kasabasından geçerken zamanının en meşhûr evliyâsı olan Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflendi ve ona talebe oldu.
Hocası Osman Hârûnî’nin sohbetine kavuşunca, ondan çok alâka gördü. Birgün ona; “Mu’înüddîn, abdestini tazele” buyurdu. O da, tazeledi. Sonra; “Kıbleye karşı otur, Bekâra sûresini oku” buyurdu, okudu. Sonra; “Yirmi defa salevât oku” buyurdu. O da okudu. Sonra; “Yüzünü semâya kaldırıp, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerini elinden tuttu ve buyurdu ki: “Mu’înüddîn! Seni Allahü teâlânın rızâsına kavuşturdum ve makbûllerden eyledim.” Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve buyurdu ki: “Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defa oku”. Mu’înüddîn-i Çeştî hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrar huzûruna geldi. Huzûruna gelince hocası; “Mu’înüddîn! Başını yukarı kaldır bak” buyurdu. O da kaldırıp baktı. “Ne görüyorsun?” buyurdu. “Yedi kat semâyı ve Arş’ı görüyorum” dedi. Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku” buyurdu. İhlâs sûresini bin defa daha okudu. Sonra; “Başını semâya kaldır bak” buyurdu. Kaldırıp baktı. “Ne görüyorsun?” deyince, “Azamet perdesine kadar herşeyi görüyorum” dedi. Sonra; “Gözlerini yum” buyurdu. O da gözlerini kapattı. “Tekrar oku” buyurdu. Emri yerine getirdi. “Ne görüyorsun?” deyince, “Onsekizbin âlemi seyrediyorum” dedi. Bunun üzerine hocası; “Ey Mu’înüddîn, senin işin tamam oldu” buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. “Bunu al” buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. “Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır” buyurdu. O da paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pekçok feyze kavuştu ve tasavvufda yükseldi.
Nakledilir ki; hocası ile birlikte Kâ’be-i muazzamayı ziyârete gitmişlerdi. Kâ’be yanında el açıp duâ ettiklerinde, “Mu’înüddîn bizim dostumuzdur” diye seslenen bir ses işitildi. Daha sonra buradan Medîne-i münevvereye, Peygamberimiz Server-i kâinatın mübârek kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Peygamberimizin (s.a.v.) kabrinin başına vardıklarında, hocası; “Mu’înüddîn, selâm ver” buyurdu. O da selâm verdi. Kabirden; “Ve aleykesselâm ey şeyhlerin kutbu” diye ses gelip, selâmına cevap verildi. Ziyâretten sonra Bağdad’a döndüler.
Senelerce hocası Osman Hârûnî’nin derslerine ve sohbetlerine devam edip, tasavvufda yükseldi ve bu hocasının halîfesi oldu. Bundan sonra elliiki yaşında iken seyahatlere çıktı. Bağdad’a gitmek üzere yola çıktı. Yolculuğu sırasında, Sencer kasabasında büyük âlim Necmüddîn Kübrevî ile tanışıp, onunla birlikte Bağdad’a gitti. Bir müddet orada kalıp, Hemedan’a geçti. Hemedan’da Mürşid-i kâmil Yûsuf Hemedânî’yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve ondan çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Hirat’a ve Belh’e giden Mu’înüddîn Çeştî, ilimde ve tasavvufta çok yükselip, pekçok talebe yetiştirdi.
Yetiştirdiği talebeleri: Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî el-Ûşî, kendi oğlu Hâce Faridüddîn, Hamîdüddîn, Nâgûri Sûfî, Şeyh Vecihüddîn Sa’d bin Zeyd, Hâce Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza-i Cemâl, Şeyh Muhammed Türk, Şeyh Ali Sencerî, Hâce Yadigâr, Abdullah Beyâbânî gibi çok sayıda kıymetli zâtlardır.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri Hindistan meşâyihi arasında Çeştî tarikatının İmâmı sayılır. Çünkü onun gayreti ve hizmetleri ile Hindistan’da İslâmiyet yayılmıştır. Sohbetinde bulunan kimseleri çok kısa zamanda tasavvuf hâllerinde yükseltirdi. Bir kimse üç gün onun sohbetine devam etse, yükselir, kerâmet ve ma’rifet sahibi olmakla şereflenirdi. Mübârek nazarları nasipli olan kime tesadüf ederse, o kimse doğru yola kavuşurdu. Yedi günde bir, beş miskal (24 gr.) kuru ekmeği suya batırır ve öyle yerdi. Hırkasını yamayıp giyer, eskidikçe yine eski yamaları temizleyip, tekrar yamardı. Her gece ve gündüz bir hatim okurdu. Kur’ân-ı kerîmi hatmedince, gâibden; “Ey Mu’înüddîn, hatmin kabûl edildi” diye bir ses işitilirdi.
Mu’înüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmazdı. Kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyahatlerinden biri de Mekke’ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâ’be-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke’de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medine’de kaldı. Birgün Mescid-i Nebî’de iken, Ravda-i mutahharadan, Peygamberimizin (s.a.v.) türbesinden; “Mu’înüddîn’i çağırınız” diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; “Mu’înüddîn” diye bağırdı. Birkaç yerden, “Efendim” sesi işitildi. Sonra da; “Hangi Mu’înüddîn’i istiyorsunuz? Burada birçok Mu’înüddîn isimli kişi var” dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahharanın kapısında ayakta durdu, iki defa, “Mu’înüddîn-i Çeştî’yi çağır” diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı: “Mu’înüddîn-i Çeştî’yi istiyorlar” diye bağırdı. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin (s.a.v.) türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada; “Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel” diye bir ses işitti. Bunun üzerine kendinden geçmiş bir hâlde Peygamberimizin (s.a.v.) türbesine girdi ve Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan’a gitmen gerekir, Hindistan’a git. Hindistan’da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyn adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. O şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline düşmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve te’sîrsiz kalacaklar.” Sonra ona bir nar verdi ve; “Bu nara dikkatle bak ki, nereye gitmen gerekiyor görüp, anla” buyurdu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, Peygamberimizin (s.a.v.) verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamamen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi (s.a.v.) göremedi. Fâtiha okuyup, duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahharadan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri bu hâdise üzerine, kendisine Hindistan’da İslâmiyete hizmet etme vazîfesinin verildiğini anlayıp, Peygamberimizin (s.a.v.) emrine uyarak derhal Hindistan’ın yolunu tuttu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerini sevenlerden kırk kişi de onunla birlikte yola çıktılar. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan’a ulaştılar. Ecmîr’e doğru yaklaştıklarında, bölgenin Râcesi (Prensi), Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin Ecmîr’e gelmekte olduğunu öğrendi. Bunun üzerine emirler yazıp, her tarafa gönderdi. Mü’înüddîn-i Çeştî’yi (r.a.) ta’rîf ederek, şu kıyâfette ve şu şekilde bir kimse Ecmîr’e doğru gelmektedir. Onu gördüğünüz yerde derhâl öldürün emrini verdi.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça yola devam etti. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr Racesinden emir alanlar. Mu’înüddîn-i Çeştî’yi yolda gördükleri hâlde, hiçbiri kendinde onun yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Mu’înüddîn-i Çeştî yola devam edip, Ecmîr şehrine girdi. Yanındaki kırk kişi ile birlikte, şehir kenarında bir ağacın altına oturup, istirahat etti. Oturdukları bu yer, adı Mihrace olan, Ecmîr Râcesi’nin develerinin yattığı bir meydan idi. Onlar orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir. Burada Mihrâce’nin (Ecmîr Prensi’nin) develeri yatar dedi. Orada bulunanlar hiçbir karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve “Biz buradan gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar” dedi. Sonra oradan, güzel bir havuzun başına gidip oturdular. Burası, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin çok hoşuna gitti. Burada oturarak ibâdetle meşgûl olup, sohbet ediyorlardı. Onlar burada iken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına geldi. Mu’înüddîn-i Çeştî’ye dedi ki: “Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı. Sabah olunca, kervancı develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat develeri bir türlü kaldıramadı. Develer asla kalkmıyor.” Mu’înüddîn-i Çeştî’yi (r.a.) ilk oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.
Mu’înüddîn-i Çeştî, ikâmet ettiği havuz başında iken, bir şahıs ona; “Ey muhterem zât, bu oturduğumuz yer, Mîr Seyyid Hüseyn’in (r.a.) makamıdır. Zamanında bu diyar onun emrinde idi” dedi. Mu’înüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, kardeşimin mülkünde bulunuyorum” dedi ve; “Ecmîr şehrinde putperestlere âit pekçok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yardımı ile bu puthâneleri yıkacağım” buyurdu.
Mu’înüddîn-i Çeştî yerleştiği yerde oturuyordu, Hizmetçileri arada bir, bir inek satın alıp kesiyorlar ve onu yiyorlardı. Bu durum, ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Mu’înüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet putperestler, büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Putperestler yanlarına geldikleri sırada, Mu’înüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. O namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Mu’înüddîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-Kürsî’yi okuyup avcundaki toprağı gelen putperestlere doğru attı. Atılan toprağın isâbet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâlde kaldı. Böylece hepsi ne yapacaklarını şaşırdılar ve perişan oldular.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler savaşmaktan vazgeçtiler. Dönüp puthânelerine gittiler. Orada bir cinleri bulunuyordu. Bu cinlerinin önüne gidip, ağlaşarak yardım istediler. Cin bir müddet susup, sonra; “Ey dostlarım, sizin o karşılaştığınız kimse, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yenerim” dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden tâlim etti. Okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Mu’înüddîn-i Çeştî’ye durum bildirilince; “Onun sihri bâtıl bir iştir, hiç te’sîri olmaz. İnşâallah onların cini doğru yola girecek” buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, onun namaz kıldığını gördüler ve hiçbirinin yürümeye gücü, takati kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar, yaklaşamadılar. Mu’înüddîn-i Çeştî namazını bitirince dönüp, onlara doğru baktı. Önlerine düşüp gelen cinleri Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübârek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı Bu hâlden kurtulmak için her ne kadar putlarının ismini söylemek, Râm, Râm demek istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm diye ses çıkıyor. Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Toplayıp getirdiği kâfirler onun bu hâline şaşıp, sen ne yapıyorsun? diyerek, şaşkınlıklarını bildirip, onu kınıyorlardı. Cin ise onların bu sözleri karşısında, eline taş, sopa ne geçerse, alıp üzerlerine saldırıp vurmaya başladı. Çoğunu helak edip, hepsini dağıttı. Mu’înüddîn-i Çeştî, sihirbaz cinin kâfirlere karşı yaptığı bu hareketten çok memnun olup, ona aferin sana dedi. Sonra hizmetçilerinden birine bir bardak su verip, cine vermesini söyledi. O da alıp cine verdi. Cin, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip, küfür zulmetinden kurtuldu ve hemen Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapanarak müslüman oldu. Sonra; “Ey mübârek zât, bu dîne girmekle son derece şâduman (sevinçli, mutlu oldum)” dedi. Mu’înüddîn-i Çeştî, müslüman olan bu cine; “Bundan sonra senin ismini Şâdî Cin (mutlu olan cin) koydum” buyurdu.
Nihâyet putperestler perişan olup, çâresiz kaldılar. Mihrâceye (prense) gidip, olup biten hâdiselerin hepsini anlattılar, Râce; “Sakın ona karşı başka bir hareket yapmayınız. Böyle kimseler ile başa çıkmak kolay değildir” dedi. Bu sırada Râce’nin develerine bakan kimse, onların önce develerin kaldığı gölgeliğe oturduklarını ve oradan onları kaldırıp develeri götürdüğünü, fakat develeri oraya yatırdıktan sonra ne yaptılarsa bir türlü kaldıramadıklarını söyledi. Râce, develerine bakan kimseye dedi ki: “O bahsettiğin kimseye git yalvar, develerin kalkmadığını söyle” dedi. O da Mu’înüddîn-i Çeştî’nin huzûruna gidip durumunu anlattı. Gelen deve bakıcısına, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri; “Git develerin kalkmış olacak” buyurdu. Gidip baktığında, gerçekten develer kalkmışlardı. Deve bakıcısı, bu hâdiseyi de gidip Râce’ye anlattı. Râce, bütün olanları hayretle ta’kib ediyor ve bir taraftan da endişeleniyordu.
Ecmîr Râcesi, bu hâdiselerden sonra, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, beldesinde bulunan ve Hindistan’ın en meşhûr sihirbazı ve tılsımcısı olan Ecîpâl adında bir cûkiyi çıkardı. Cûkî Ecipâl’ın binbeşyüz sihirbaz talebesi vardı. Bunlardan yediyüzü bu işte ileri seviyede idi. Ecipal bu husûsta Hindistan’da bir benzeri daha olmayan biriydi. Râce, Cûkî Ecîpâle son derece güveniyordu. Bu bakımdan, onu yanına çağırttı. Ecîpâl ile görüştü. Çünkü, Ecîpâl kendine son derece güveniyor ve neş’e ile hep sihirbazlığından bahsediyordu. Râce onu dinledikçe, doğru söylüyorsun diyerek tasdik ediyor ve ona çok güveniyordu. Nihâyet Râce ve sihirbaz Ecîpâl, bütün şehir halkını toplayıp, büyük bir kızgınlık ve kin ile Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine ve yanında bulunan talebelerine doğru yürüdüler. Sihirbaz Ecîpâl, bir ceylan derisi üzerine oturup, havada uçarak talebelerinin ve kalabalığın önünde gidiyor, gürültüleri her tarafa yayılıyordu. Sihirbaz Ecîpâl, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine doğru giderken, yapmak istediği bir sihiri düşünüp hazırlanmak istiyor, fakat aklına gelen sihiri o anda unutuyordu. Bir başka sinirini yapmaya hazırlanıyor, fakat onu da unutuyordu. Defalarca böyle oldu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı.
Hind cûkîlerinin, putperestlerin büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine gelmekte oldukları Mu’înüddîn-i Çeştî’ye (r.a.) haber verildi. Bu haber üzerine, gayet sakin bir hâlde kalkıp, tam bir abdest aldı. Sonra etrâflarına, yere geniş bir dâire çizdi. Talebelerine, bu dâireden dışarı çıkmamalarını tenbîh etti. Bu arada üzerlerine gelmekte olan putperestler, yanlarına iyice yaklaştılar. Ne kadar sihir yapdılarsa da, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin çizdiği dâireden içeri giremediler. Bütün çabalarına ve uğraşmalarına rağmen, çizgiden bir adım bile içeri geçemediler. Meşhûr sihirbazların sihirleri bozuldu. Gelenler, önceden kendileri ile birlikte olan Şâdî Cin’in. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin huzûrunda edeble durduğunu görüp, müslüman olduğunu anladılar. Ona: “Ey bizim cinimiz, biz sana senelerce hizmet ettik. Senin için nice masraflar yaptık. Sen ise bizi bırakıp müslüman oldun” dediler. Şadî Cin onların bu sözlerine hiç kulak asmadı. Kalabalık hâlindeki putperestler, bağırıp çağırarak gürültü yaparken, sihirbazlar da bir taraftan sihir yapmak için uğraşıyordu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ortalığı gürültüye boğan kalabalığa karşı dönüp; “Ey bedbaht insanlar, ne kıvranıp duruyor ve ne bağırışıyorsunuz?” dedi. Onlar; “Biz, senelerden beri kendisine taptığımız cinimize nasihat ediyoruz, bizi bırakıp müslüman olmasını kınıyoruz” dediler. Cûkî Ecîpâl ve putperestler, Şâdî Çin’e her ne kadar yumuşak söyleyip, kendilerine dönmesini istediler ise de, Şâdî Cin onların yumuşak sözlerine, va’dlerine ve yalvarmalarına hiç aldırmadı.
Mu’înüddîn-i Çeştî, putperestlerin daha önce tapındığı, şimdi ise müslüman olan Şâdî Cin adını alan cini; “Şâdî Cin!”, diyerek çağırdı. O da hemen: “Buyurun efendim” dedi. Gelenler ise, Şâdî Cin’in Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı sevgisini, bağlılığını ve edebini görüp, hayretle bakakaldılar. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, Şâdî Cin’e elinde tuttuğu bir su bardağını verip; “Ey Şâdî Cin, şu bardağı al, şu güzel havuzdan doldur. Doldururken Allahü teâlânın isimlerinden “Bedûh” ismini söyle, “Yâ Bedûh” de!” buyurdu. Şâdî Cin bardağı alıp, havuzun başına gitti. “Yâ Bedûh” diyerek, bardağı içi su dolu kocaman havuza daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Az önce içi su ile dolu olan koca havuz, kupkuru kaldı. Şâdî Cin, doldurduğu bardağı Mu’înüddîn-i Çeştî’ye (r.a.) götürdü. Sihirbaz Ecîpâl, sihirde meşhûr talebeleri ve yanlarında bulunan putperest halk bu hâdiseyi görüp, son derece şaşırdılar, hayrette kaldılar. Sihirbazlar, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmeti karşısında, şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemediler. Noksan akılları bu işe ermedi.
Bu hâdiseyi gören sihirbazlar, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin yanında, bütün uğraşmalarına rağmen bir türlü sihir yapamadılar. Nihâyet iş o hâle vardı ki, sihirbazlar, oradan uzaklaşmak sûretiyle sihir yapmaya karar verdiler. Sihir ile, dağdan yüzbinlerce yılanı Mu’înüddîn-i Çeştî ve talebelerinin üzerine gönderdiler. Yılanlar, onlara doğru her tarafı kaplayarak su gibi akıp yaklaştılar. Fakat, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin sihirbazlar gelirken çizdiği dâireden içeri giremediler. Yılanlar çizginin kenarında durup, sürü hâlinde her tarafı kapladılar. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri talebelerine; “Bu yılanlardan korkmayınız. Tutup, dağa doğru fırlatınız” buyurdu. Talebeleri derhal emrine uyup, yılanları tutup tutup dağa doğru attılar. Attıkları yılanlar, düştüğü yerde birer ağaç fidanı oldu.
Sihirbazlar bu işte de âciz kalınca, başka bir sihir yapmaya karar verdiler. Bu sefer sihir ile üzerlerine ateş yağdırmaya başladılar. Fakat sihirleri te’sîrsiz kalıp, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin daha önce dâire çizerek ayırdığı yere bir ateş kıvılcımı bile düşüremediler. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin (r.a.) kerâmeti karşısında bu sihirleri de tutmadı. Putperestler, sihirbazlarının âciz kaldıklarını görerek, birşey yapamayacaklarını anladılar ve çaresiz, perişan bir hâlde dönüp gittiler. Âciz ve çaresiz kalındığını gören sihirbaz Ecîpâl, Ecmîr şehrinin râcesine gidip şöyle dedi: “Bütün sihirbazlar âciz kaldılar. Fakat bu iş benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım” dedi. Ceylan derisi üzerinde havada oturduğu hâlde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin yanına doğru yaklaşıp çirkin sözler söyledi. Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.) bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp; “Bunun hâli, âciz kalmış bir köpeğin havlamasına benzemektedir” buyurdu. Sihirbaz Ecîpâl daha da ileri gidip, pek çirkin sözler söylemeye başladı. Kendi kendine tehditler savurdu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri tebessüm ederek; “Sen yerde ne yaptın ki, havada ne yapabilirsin?” dedi. Bu sözleri işiten sihirbaz Ecîpâl, bu sözden iyice etkilenip, havada, üzerinde oturduğu ceylan derisi üstünde olduğu hâlde yükselmeye başladı. Semâda o kadar yükseldi ki, artık gözden kaybolup, görünmez oldu. Bunun üzerine Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri buyurdu ki: “Ey ayakkabılarım, gidin, saadetten mahrûm bu bedbahd kâfirin başına vura vura yere indirin” buyurdu. Sonra talebelerinden birine işâret etti. Talebesi ayakkabısını çıkardı. Ayakkabılar, sihirbaz Ecîpâl’e doğru yükselip yanına ulaştı. Başına tak tak, vura vura Ecîpâl’i yere indirdiler. Sihirbaz Ecîpâl, ayakkabılardan darbe yiye yiye yere inince, acizliğini ve yanlış bir yolda olduğunu anladı. Yaptığı işlere pişman olup, koşarak Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bunun üzerine, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri Ecîpâl’e bir bardak su verdi. Ecîpâl suyu alıp, hemen içti. Suyu içer içmez birdenbire değişiverdi. Gönlü aydınlanıp, küfür ve sapıklıktan dönüp, Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldu. Mu’înûddîn-i Çeştî (r.a.) onu yanına yaklaştırıp, eliyle başını okşayarak; “Ey Ecîpâl, şu anda hatırına ne geliyorsa söyle, dilediğini iste” buyurdu. Bunun üzerine Ecîpâl, fevkalâde bir hürmet ve edeble şöyle dedi: “Hakkı arayanlar, uzun müddet çalışarak, riyâzet ve mücâhede ile ve belli bir müddet bir rehberin sohbetinde bulunup ona tâbi olmak sûretiyle yüksek makamlar, üstün dereceler ve hâller kazanırlar.” Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.); “Doğrudur” buyurunca, Ecîpâl; “İşte ben de o makamlara kavuşmayı arzu ediyorum” diyerek, evliyâlık makamına kavuşmak istediğini bildirdi. Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.) gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp, Ecîpâl’e teveccüh nazarlarıyla öyle bir baktı ki, Ecîpâl birden bire değişiverdi. Bir anda tasavvuf derecelerinde yükselip, bâtın ilmine kavuştu. Üstün hâlleri ve kerâmetleri ile tanınıp, hâli dillerde dolaştı hep anlatıldı.
Bütün bu hâdiseler, Ecmîr Râcesi ve Hindistan’ın diğer râceleri tarafından hayret ve şaşkınlıkla ta’kib edildi. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çaresiz kaldılar. Müslüman olmakla ve Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerine tâbi olmakla şereflenen Şâdî Cin ve Ecîpâl, hocalarına; “Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi ve böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz” dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Mu’înüddîn-i Çeştî, talebeleri arasından Muhammed adında bir talebesine; “Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz” buyurdu. Talebesi gidip yerleşmeleri için bir yer buldu ve hazırladı. Mu’înüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, hazırlanan yere yerleştikden sonra, talebelerinden birkaç kişiyi Râce’ye gönderdi. “Ona deyin ki, ey katı kalbli kimse, putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol. Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişman olur, âh edersin” buyurdu. Talebeleri de emir üzerine gidip, Râce ile görüştüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Râce’nin kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve asla îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrûm kaldı. Gelenleri geri çevirdi. Fârisî beyt tercümesi:
“Bahtı kara olan kimsenin, yüzkarasını,
Kevser çeşmesinin suyu da beyazlatmaz.”
Râce’yi İslama da’vet etmek için giden talebeler, Râce’nin kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Mu’înüddîn-i Çeştî’ye (r.a.) bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; “Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim” buyurdu. Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr’e geldi.
Nakledilir ki; Sultan Şihâbüddîn (bir adı da Nûreddîn Sam’dır.) Horasan’da bulunduğu sırada bir rü’yâ görmüştü. Rü’yâsında Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.) ona buyurdu ki: “Şihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultanlığını ihsân etmiştir. Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht râceyi tutup, cezasını ver.” Sultan Şihâbüddîn uyanınca bu rü’yâdan dolayı hayrete düşüp, hemen gidip, rü’yâsını fazilet sahibi âlimlere anlatıp, ta’birini sordu. Âlimler, sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, sen oraları fethedeceksin. Endişelenme, gönlünü hoş tut. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri sana himmet edecek dediler. Bunun üzerine Sultan Şihâbüddîn ordusunu alıp, Hindistan’a doğru hareket etti. Hindistan’a varınca, Ecmîr Râcesi ordusuyla onun karşısına çıktı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Neticede, Sultan Şihâbüddîn, Ecmîr Râcesi’nin ordusunu mağlup etti. Râce de yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr’den Dehlî üzerine yürüyen İslâm ordusu, orada da şiddetli bir savaştan sonra, Dehlî Râcesi Pethûrâ’nın ordusunu mağlup edip, Râce Pethûrâ’yı da esîr aldılar. Sultan Şihâbüddîn, 686 (m. 1287)’da Dehlî’de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene kadar Hindistan’da kaldıktan sonra Horasan’a döndü. Böylece Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet Hindistan’da her tarafa yayıldı. Pekçok insan küfür bataklığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi. Mu’înüddîn-i Çeştî’nin (r.a.) talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan’da asırlarca İslama hizmet ettiler.
Menkıbelerinden bir kısmı da şöyledir:
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin evinde, hergün yemek pişirilir ve şehrin bütün fakirleri gelip yemek yerlerdi. Bu işi bir hizmetçi yürütürdü. Hergün, masrafları karşılayacak parayı almak için Mu’înüddîn-i Çeştî’nin (r.a.) huzûruna gelip, edeble dururdu. Namaz kıldığı köşede bir çekmece var idi. O çekmeceyi çekince, içinde çokça hazîne gözükürdü. Hizmetçiye, lâzım olduğu kadar altını oradan al buyururdu. O da o gün yetecek kadar alır, yiyecek alır, yemek pişirir ve fakirlere dağıtırdı.
Bağdad’da ateşe tapanlardan yedi kişi, çok sıkı bir riyâzet çekiyorlardı. O hâle gelmişlerdi ki, altı yada bir lokma ekmek yiyorlardı. Bu hâllerinden dolayı, halkın ekserisi onları üstün kimseler zannediyorlardı. Bu yedi mecûsî birgün Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ile görüşüp konuşmak için yanına geldiler. Huzûruna girdiklerinde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin bakışları karşısında dehşete kapıldılar. Huzûrunda benizleri solup, titremeye başladılar ve ayaklarına kapandılar. Onlara; “Ey dinsiz kimseler! Allahü teâlâdan utanmıyor musunuz da ateşe tapıyorsunuz?” Onlar; “Biz ateşten korkuyoruz. Bizi yakmasın diye ona tapıyoruz” dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey ahmaklar! Eğer Allahü teâlâya îmân edip, O’na kulluk yapmazsanız, ateşte yanmaktan hiç kurtulamazsınız.” Dediler ki: “Siz Allaha inanıyor ve kulluk yapıyorsunuz, eğer ateş seni yakmazsa, biz de îmân edeceğiz.” “Allahü teâlânın izni ile ateş Mu’înüddîn’i yakmaz” buyurarak, yanlarında yanmakta olan ateşi avuçladı. Ateş, elini yakmadı ve birden sönüp soğudu. Bu sırada; “Ateşin ne gücü vardı ki, senin elini yakabilsin” diye bir ses işitildi. Bu sesi, orada bulunanların hepsi işitti. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin büyüklüğünü ve böylece İslâmiyetin hak din olduğunu anlayan ateşperestler, hemen orada müslüman oldular. Bundan sonra Mu’înüddîn-i Çeştî’ye talebe olup, sohbetinde bulundular, tasavvufda yetişip evliyâ oldular. Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.) o kadar feyz saçan bir evliyâ idi ki, yüzünü gören nice imansız kimseler müslüman olmakla şereflenmişlerdir. Hattâ onun Bağdad’da bulunduğu sırada, Bağdad’da hiç gayr-i müslim kalmamış, hepsi îmân etmişti.
Belh şehrinde bulunduğu sırada, hikmet ilmine sahip, fakat mağrur, Hakîm Ziyâüddîn adında bir kimse vardı. Evliyânın hâllerini ve üstünlüğünü kabûl etmeyen biriydi. Birgün Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bir dağ eteğinde talebeleri ile birlikte turna kuşunu kızartıp yiyecekleri sırada, Hakîm Ziyâüddîn oradan geçiyordu. Mu’înüddîn-i Çeştî kuş kebabından ona bir parça verdi. Hakîm Ziyâüddîn eti yer yemez, kendisini öyle bir hâl kapladı ki, yere düşüp bayıldı. Bir müddet öyle kaldı. Sonra kendine geldi. Bu işin Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin tasarrufu ve kerâmetiyle olduğunu anlayıp, yanlış düşüncelerinden vazgeçti. Tam bir tövbe edip, ona talebe oldu, hikmet ilminin esâsını ondan öğrendi.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin en başta gelen talebesi ve halîfesi Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî şöyle anlatmıştır: “Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin hizmetinde çok bulundum. Hiç kimseye i’tirâz edip, azarladığını görmedim. Birgün hocamla birlikte bir yere gidiyorduk. Yanımızda talebelerinden Şeyh Ali Rızâ da vardı. Biz yolda giderken bir adam gelip, Şeyh Ali Rızâ’nın yakasından tutarak; senden alacağım var, borcunu ver diyerek alacağını istedi. Onun ise o anda ödeyecek durumu yoktu. Bu sebepten çok mahcûb oldu. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri adama yaklaşarak, son derece yumuşak ve gayet nâzik bir hâlde birkaç gün daha mühlet vermesini söyledi. Fakat adam diretip, asla kabûl etmedi. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüş ile doldu. O adama; “Alacağın ne kadarsa onu al, fazla alma” dedi. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce, tamahkârlık ederek alacağı olan miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; “Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden kurtulayım” diyerek yalvardı. Mu’înüddîn-i Çeştî adamın bu hâline acıyıp lütfederek, kuruyan eline kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline geldi. Adam Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra ona talebe olup, ömrünü ona hizmetle geçirdi. Sohbetinden ve derslerinden ayrılmadı. Böylece saadete kavuştu.”
Birgün Mu’înüddîn-i Çeştî’nin (r.a.) huzûruna biri geldi. Edebli bir tavırla oturup; “Çoktanberi sizin sohbetinize kavuşmak isterdim, hamdolsun ki bugün bu büyük saadet nasîb oldu” dedi. Adamın bu sözü üzerine, Mu’înüddîn-i Çeştî ona doğru bakıp tebessüm etti. Bir müddet durduktan sonra da; “Haydi, buraya ne maksatla gelmişsen onu yapsana!” dedi. Adam bu sözü işitince, maksadının anlaşıldığının farkına varıp, şiddetle titremeye başladı. Başını yerlere koyup durmadan yalvarıyordu. Sonra şöyle dedi: “Ey efendim. Beni bir kimse buraya sizi öldürmem için gönderdi. Siz onu da kerâmetinizle bilirsiniz. Benim, aslında size bir kastım ve düşmanlığım yok idi” dedi. Sonra elini koynuna sokup bir bıçak çıkardı ve orada bulunanların önüne attı. Ortaya çıkıp, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; “Bana dilediğiniz cezayı verin!” dedi. Bunun üzerine Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.); “Bizim yolumuzda, bize kötülük yapana biz iyilik yaparız!” buyurdu. Sonra yerde perişan bir hâlde ezilip, büzülen, pişmanlığından ne yapacağını şaşıran adamı tutup kaldırdı, “Seni buraya gönderen kimsenin de ismini açıklama” buyurdu. Sonra; “Ey yüce Allahım! Bu kuluna iyilikler ve muvaffakiyet ihsân eyle” diyerek, ona duâ etti. Bu adam, tövbe edip Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin duâsını aldıktan sonra ona talebe oldu. Aldığı duânın bereketiyle, çok ni’metlere kavuştu. Kendisine kırkbeş defa hac yapmak nasîb oldu. Nihâyet Kâ’be’nin civârında vefât etti ve Mekke-i mükerremede mücavirlerin defn edildiği kabristana defn edildi.
Mu’înüddîn-i Çeştî (r.a.), bir defasında Şeyh Evhadüddîn Kirmanî ve Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî (r.a.) ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı. Bu sırada, henüz o zaman küçük yaşta olan Sultan Şemsüddîn Türkmânî, elinde ok ve yay olduğu hâlde ava gidiyordu. Yanlarından geçti. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ona dikkatle baktı. Sonra birden şöyle buyurdu: “Ey dostlar, bana keşf olundu ki, şu küçük çocuk Dehlî şahı olacak ve Dehlî sultanlığı yapmadan bu dünyâdan göçmeyecek” buyurdu. Neticede işâret ettiği gibi Şemseddîn Türkmânî bir müddet Dehlî sultanlığı yaptı.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin “Enîs-ül-ervâh” adlı bir eseri vardır. Bu eserinde hocasının sohbetlerini yazmıştır. Hocası ona şöyle buyurmuştur: “Dostun yolu çok ince ve tehlikelidir. Herkese nasihat et ve tehlikeyi bildir.”
Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından kırk gün evvel, Dehlî’de bulunan talebesi Hâce Kutbüddîn’in acilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Birgün talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben bir müddet sonra bu dünyâdan ayrılırım” buyurdu. Bu söz talebelerin ve onu tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Senceri’ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî’nin Dehlî’de bulunmasını, oraya gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. “Onu, benim vekîlim olarak ta’yin ettim. Bizim Çeştî hâcegâhının (Çeştiyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsûs olan ba’zı eşyayı) ona verdim” buyurdu ve Hâce Kutbüddîn’e hitaben; “Senin yerin Dehlî’dir” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Dehlî’ye gitmek üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman hocamın huzûruna çıktım. Külahını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî’nin asasını, kendi okuduğu Kur’ân-ı kerîmi, seccadesini, nalınlarını verdi ve sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetlerdir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için kıyâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullahın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum” buyurdu. Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn bu ni’metlere şükür olarak ve çok mes’ûliyetli olan vazîfesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyaz ile iki rek’at namaz kılıp göz yaşları içinde duâ etti. Daha sonra Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin elini tutarak) “Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, bulunduğum mertebeye seni yükselterek vazîfemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum” dedi. Sonra şöyle buyurdu: Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır: 1. Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan tok ve hâli vakti yerinde olarak görünmelidir. 2. Fakirleri maddî ve ma’nevî olarak doyurmalıdır. 3. Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metlere şükredemediği, O’na lâyık ibâdet yapamadığı, akıbetinin ise nasıl olacağını bilemediği için kendi içinden dâima üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık suratlı imiş gibi görünmemek için, dışarıdan çok neş’eli, mes’ûd ve memnun görünmelidir. 4. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri, insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman göstermelidir.” Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen onu kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar, Hâce Mu’înüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de; “Büyüklerimizin bildirdiği saadet yolundan ayrılmayınız! Bu mübârek vazîfede cesur bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!” şeklinde idi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın te’sîri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn Dehlî’ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri vefât etti.
Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefât edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak ba’zı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah namazına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa da, kapı açılmadı. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip, Hakka kavuşmuş olduğunu gördüler. O gece orada bulunan birçok evliyâ, Resûlullah (s.a.v.) efendimizi rü’yâda görmüşler ve Sevgili Peygamberimiz onlara; “Biz bugün, Allahın sevgili kulu Şeyh Mu’înüddîn’i karşılamağa geldik” buyurmuştur. Vefâtında, gaibden alnına şu ibâre yazılmıştı: “Habîbullah mâtefî hubbillah” (Allahü teâlânın sevgili kulu, Allah sevgisi ile vefât etti.)
Ecmîr’de dergâhının bulunduğu yerde defn edildi. Kabri önce kerpiçden, daha sonra taştan yapıldı, önce Hâce Hasen Nakûri tarafından tamir ettirildi. Daha sonra Şihâbüddîn Muhammed Şah Cihan tarafından, türbesi yanına mermerden gayet güzel bir mescid yaptırılmıştır. Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan’da yetişen ve ikinci bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan’a ve diğer beldelere yayan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 1033 (m. 1623) senesinde Ecmîr’e gittiğinde, Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr (sırlar) açıldı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; “Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayalım” buyurdu. Bir sene sonra vefât edince, o örtüyü kefen yaptılar.
Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri buyurdu ki: “Sâdık talebe, bağlı olduğu hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasihat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler. Onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yapar (nefsin istemediği şeyleri yapar, nefsin istediği şeyleri yapmaz, nefsine uymaz), büyük âlimlerin yoluna uyup, çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, ondört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarurî görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu ondört makam şunlardır:
1. Tövbe, tövbekârlar makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makamına işârettir.
2. İbâdet makamı. Bu makam, İdrîs aleyhisselâmın makamıdır.
3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyalığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın makamıdır.
4. Rızâ makamı. Kedere rızâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhisselâmın makamıdır.
5. Kanaatkârlık. Bu makam, Ya’kûb aleyhisselâmın makamıdır.
6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makamıdır.
7. Sıddîklık makamı. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmın makamıdır.
8. Tefekkür makamı. Bu makam, Şuayb aleyhisselâmın makamıdır.
9. İrşâd makamı. Bu makam, Şist aleyhisselâmın makamıdır.
10. Sâlihler makamı. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmın makamıdır.
11. Muhlisler makamı. Bu makam, Nûh aleyhisselâmın makamıdır.
12. Ârifler makamı. Bu makam, Hızır aleyhisselâmın makamıdır.
13. Şükredenler makamı. Bu makam, İbrâhim aleyhisselâmın makamıdır.
14. Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makamıdır). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) makamıdır.
Buyurdular ki: Ahlâk ilminde (tasavvufda) yükselmek isteyenlerin şu on şarta uyması lâzımdır:
1. Hakkı aramak. 2. Bir mürşid-i kâmile, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehbere tâbi olmak. 3. Edeb. 4. Rızâ (kadere râzı olmak). 5. Muhabbet ve fuzûlî şeyleri terk etmek. 6. Takvâ (haramlardan sakınmak). 7. İstikâmet (dînin emirlerine tam uymak). 8. Az yemek ve az uyumak. 9. Uzlet. 10. Çok namaz kılmak ve çok oruç tutmak.
“Hakîkat ehli olmak için şu on şarta uymak lâzımdır:
1. Tam bir ma’rifete sahip olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak. 2. Hiç kimseyi incitmemek ve hiç kimse hakkında kötülük düşünmemek. 3. Dâima hak yolu gösterip, insanlarla hep fâideli şeyler konuşmak. 4. Tevâzu sahibi olmak. 5. Uzlet. 6. Bütün müslümanları iyi bilip, kendini herkesten aşağı görmek. 7. Rızâ, kadere râzı olmak ve teslimiyet. 8. Sabır ve tahammül. 9. Yanıp erimek, acz ve niyaz içinde olmak. 10. Kanâat ve tevekkül üzere olmak.
Yine buyurdu ki: “Rabbini tanıyıp seven kimse, her ân O’nun aşkıyla kendinden geçer. Ancak Allahü teâlânın zikri ile ayakta durur ve yürüyebilir. Çünkü o, Allahü teâlânın azameti karşısında kendini unutmuş, kaybetmiştir.
“Allahü teâlâyı tanımanın alâmeti, halkı bırakmak ve ma’rifeti açmamaktır.”
Fakr ismine müstehak olmak için, ölmeden önce ölmek gerekir.”
Tövbekâr mürîd kime denir? diye sorulunca; “Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî’den işittim, buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimse Allahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryadır, ikincisi; şefkattir. Şefkat güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü; tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül biter).”
“Muhabbetin alâmeti itaat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz.”
“Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrûm etmez, ihtiyâçlarını karşılar.”
“Senelerce ilim ve ma’rifet taleb edip, dergâhda kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb (Allahü teâlâya yakınlık) menziline ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl buldum. Âhıreti düşünen âhıret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve takvâ sahibi olduğunu iddia eden sahtekâr kimselerden ise uzak durdum, yüz çevirdim.”
“Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devam eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Siyer-ül-aktâb sh. 100
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1047
3) Hadîkat-ül-evliyâ Kısım 3, sh. 162
4) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 28
5) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 304