MUHAMMED BEHÂÜDDÎN-İ VELED (Sultân-ül-ulemâ)

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) birinci halifesi olanı Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîkın (r.a.) soyundan gelmektedir. Belh şehrinde Hâtiboğulları sülâlesindendir. Babası Hüseyn Hatîbi, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî’dir. 545 (m. 1151)’de doğdu. 625 (m. 1228)’de veya 628 (m. 1231)’de Konya’da vefât etti. Annesi, Harzemşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harzemşah’ın kızıdır.

Behâüddîn Veled’in annesi ile babasının evlenmeleri şöyle olmuştur: Sultan Alâüddîn birgün vezirine, kızının evlenme çağına geldiğini, bu sebeble kiminle evlenmesinin münâsip olduğunu sordu. Vezîr de tereddüt etmeden; “Sultânım! Kerîmenizi, ilim ve irfan sahibi bir kimseye vermelisiniz” deyince, sultan tekrar, “Bu kimse sizce kimdir?” diye sordu. Vezîr, “Âlimler arasında kızınıza en lâyık olan Hüseyn Hatîbî’dir” dedi. Sultânın gönlünden geçen kimse de bu olduğu için, vezirinin bu cevâbına memnun oldu. O gece rü’yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördü. Ona Peygamberimiz buyurdular ki; “Ey Alâüddîn! Kerîmenizi Hüseyn Hatîbi ve nikâh ediniz. Onu kendinize dâmâd ediniz.” Bu rü’yâ üzerine, kızı Emetullah hâtunu, Hüseyn Hatîbi ile evlendirdi. Bu evlilikten, Muhammed Behâüddîn isminde bir evlâtları oldu. Muhammed Behâüddîn iki yaşında iken, babası Hüseyn Hatîbi otuzüç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti.

Emetullah hâtun, oğlu Behâüddîn’in büyümesi ve iyi bir tahsil ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve i’tinâ gösterdi. Efendisi (beyi) Hüseyn Hatîbî’den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür, “Evlâdım, Behâüddînim! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâima okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, herşeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhafaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut” der idi. Bu sözler Behâüddîn’e çok te’sîr eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsiline verdi. Behâüddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sür’at-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ’dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere deva olan feyiz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerliyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Behâüddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamanının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.

Muhammed Behâüddîn evlenme çağına gelince annesi, Harzem Sultânı Rükneddîn’in kerîmesi olan Mü’mine hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.

Muhammed Behâüddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihanın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ona rü’yâsında “Sultân-ül-ulemâ=Âlimlerin sultânı” lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamanının büyük âlimlerinden üçyüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etrâflarında da binlerce evliyâ ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) huşû’ içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Behâüddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanı başlarında ve sağ taraflarında oturmuş idi. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Behâüddîn-i Veled’i göstererek; “Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Behâüddîn’e “Sultân-ül-ulemâ” denilecek ve imzasına “Sultân-ül-ulemâ” yazılacaktır” buyurdu. Sabah olunca rü’yâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; “Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?” diyerek, onların rü’yâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak dediler ki, “Allahü teâlâ ve Resûlü (s.a.v.) şâhiddir ve biz de şahidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ’sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın.” Muhammed Behâüddîn’e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmza olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.

Âlimler, rü’yâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladılar. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında i’tibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atarlardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ’ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh’e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.

Behâüddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve akrabaları kendisine; “Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız” dedilerse de, onlara; “Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Ben fakirlikle iftihar ederim” buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır” buyurdu.

Behâüddîn-i Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede (nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak) ile uğraştı. Bu şekilde ma’nevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman va’z-ü nasihat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.

Behâüddîn-i Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere ma’rifetullahdan (Allahü teâlâyı tanımakdan) bahsederek irşâd ederdi. Nasihatlerinde Ehl-i sünnet i’tikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını izah ederdi. İnsanların, dalâlet fırkalarına düşmemeleri, Cehennemde yanmamaları için çok gayret sarfederdi.

Bid’at fırkasına mensûp ba’zı âlimler, aralarında ittifâk ederek, Behâüddîn-i Veled’i, sultâna şikâyet ettiler. Dediler ki: “Sultânımız! Muhammed Behâüddîn-i Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Birgün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey vâki olacak olursa, sizin saltanatınıza ziyan gelir ki, bizim için de yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz.” Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ül-ulemâ’ya muhabbeti çok fazla idi. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ’ya göndererek; “Bütün beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete ta’yin buyurursanız memnun oluruz” gibi, kahırlı, uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ’ya söylediklerinde, buyurdu ki: “Hasedcilerin zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. Madem ki böyledir, biz de sefer eder, başka ülkelere gideriz. Biz buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz tatarlar (Hülâgü’nün ordusu) istilâ ederler” buyurdu. Akraba ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamına dönerek; “Sultânınıza gidip benden selâm söyleyiniz. Ona; “Biz fânî dünyânın şöhretlerine talip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tacında da gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devam etsin” deyiniz” buyurdu.

Haber etrâfa çabucak yayıldı. Behâüddîn-i Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Behâüddîn-i Veled ile beraber gitmeye karar verdiler. Bütün bu olanları ta’kib eden sultan, daha çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ’ya şefâatçılar göndererek af diledi. Hicret etmekten vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini red etti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyana getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cum’a günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Behâüddîn-i Veled, onlara nasihat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Kürsîden inip kapıya doğru ilerleyince, kürsî, Sultân-ül-ulemâ hazretlerinin arkasından yedi adım kadar yürüdü. Câmide bulunan bütün taşlar ve ağaçtan yapılmış eşyalar, hep birden; “Ey Sultân-ül-Muhakkıkîn! Bizi garîb bırakarak nereye gidiyorsunuz?” diye feryâd ettiler. Bu hayret dolu manzarayı, orada bulunanların hepsi dehşetle seyretti. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabalarıyla, talebeleriyle beraber ayrıldı.

Nişâbûr’a geldiklerinde, Feridüddîn-i Attâr hazretleri onları karşıladı. Onlara izzet ve ikramlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr’da bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında nûr yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı tane dalı olan bir gül verdi. Rü’yâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle ta’bir etti: “Altı tane dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir.” Orada bulunan Feridüddîn-i Attâr da; “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz” diyerek, “Mantık-ut-Tayr” isimli kitabı Mevlânâ’ya hediye etti. Meğer rü’yâda görülen ve kendisine gül veren kimse Feridüddîn hazretleri imiş.

Nişâbûr’dan ayrılıp Bağdad’a doğru yola çıktılar. Bağdad’a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin sakinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikram ve ta’zimde bulundular. Bağdad’a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; “Sizler kimlersiniz? Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?” diye suâl edince, Behâüddîn-i Veled; “Allahdan geliyoruz, Allaha gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; “Böyle bir zât, Behâüddîn-i Veled’den başkası olamaz” buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî hemen atından inip, Hazreti Behâüddîn’in ellerini öptü ve onları kendi hânesine da’vet etti. Behâüddîn-i Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyliyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesi’ne yerleşti.

Bağdad’dan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâ’be-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) misâfir oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, ma’nevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize (s.a.v.) veda edip, gözlerinden yaşlar dökerek oradan ayrıldı. Medîne-i münevvereden ayrılıp günlerce yol aldıktan sonra, Şam’a geldi. Oradaki âlimler Şam’da kalması için çok ısrar ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Oradan ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Konya’nın bugünkü Karaman ilinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.

Konya’da bulunan Sultan Alâüddîn, beylerinden Emîr Mûsâ’yı Lârende’ye bey ta’yin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed Behâüddîn-i Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ’ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Behâüddîn-i Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî Lala hazretlerinin kerîmesi Gevher hanımla evlendirdi. Vefât eden, hanımı Mü’mine hâtun ile oğlu Alâüddîn’i Lârende’ye defnetti.

Emîr Mûsâ’yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâüddîn-i Keykûbâd’a; “Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ’yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu” gibi pekçok iftiralarda bulundular. Alâüddîn-i Keykûbâd, Emîr Mûsâ’ya bir mektûp yazarak huzûruna çağırdı. Emîr Mûsâ da durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; “Sultan Alâüddîn’e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz” buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya’da Alâüddîn-i Keykûbâd’ın huzûruna çıktı. Sultânın; “Ey Mûsâ! işittiğime göre Sultân-ül-ulemâ’nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?” diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâüddîn-i Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâüddîn-i Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; “Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve evliyâ bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin? Onu Konya’ya da’vet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusurumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya’yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı âlîlerine bildiriniz” diye emir verdi. Emîr Mûsâ Lârende’ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; “Müslümanın da’vetine icabet etmek lâzımdır” emri gereğince, bu da’veti kabûl edip hazırlandı. Konya’ya doğru yola çıktı. Sultan Alâüddîn de, yanında vezirleri, kadıları, âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Behâüddîn’i Veled’i istikbâl etmeye, karşılamaya çıktılar. Behâüddîn-i Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Behâüddîn-i Veled’den af dilediler. Hep birlikte Konya’ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; “Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor” buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâüddîn-i Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ’ya o bahçeyi hediye etti. Bahâüddîn-i Veled, Konya’da bir medreseye yerleşti. Orada va’z ve nasihat ederek, insanların kurtulması, iki cihan saadetine kavuşması için çok çalıştı.

Alâüddîn-i Keykûbâd, birgün Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâüddîn-i Veled hazretlerinin bütün halka va’z ve nasîhat vermesi için rica etti. Kaniî denilen yerde bir kürsî kuruldu. Bu yerin etrâfında mezarlık bulunmakta idi. İnsanlar kürsînin etrâfında toplandılar. Kârîler (Kur’ân-ı kerîmi ezberliyenler) Yâsîn-i şerîfi okuduktan sonra, Sultân-ül-ulemâ hazretleri bu sûreyi tefsîr etmeye başladı. Kıyâmetin kopmasını, kabirden kalkmayı, mahşer meydanına toplanmayı, güneşin bir mızrak boyu yaklaşmasını, insanların grup grup ayrılmasını, defterlerin uçarak ele gelmesini, mizan terazisini, sırat köprüsünü, ceza ve mükâfatı uzun uzun anlattı. Bunları inkâr edenlerin Cehenneme, kabûl edipde, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun inanıp amel edenlerin, Cennete gideceğini bildirdi. Öyle anlattı ki, orada bulunanlar içinde ağlamadık kimse kalmadı. O kabristanda yatan ba’zı kimseler, Allahü teâlânın emriyle kefenleri boynunda olduğu hâlde kabirlerinden çıktılar ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü” dedikten sonra; “Ey Allahın velî kulu! Senin bu anlattıklarının hepsi doğrudur. Biz bu hâlleri burada yaşıyoruz, hepimiz şahidiz” dediler ve tekrar mezarlarına girdiler. Duâ edilirken de, her kabirden iki el akmış olduğu hâlde âmîn diyen sesler duyuldu. Bu olanları, orada bulunan herkes hayretle gördü ve işitti.

Bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ’nın huzûruna çıksa, gelenin durumunu hemen keşfederek; “Allahü teâlânın veli kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istiğfar etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz” buyururdu. Bu şekilde nasihat ederek, onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasihat ederdi.

Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâüddîn-i Veled hazretleri, takdîr-i ilâhî hasta olup, yattı. Alâüddîn-i Keykûbâd onun ziyâretine gelip; “Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği nice ikramlara ve gizli sırların keşfine nail oluruz inşâallah” deyince, Sultân-ül-ulemâ; “Biz artık bu hastalık sebebiyle bu fâni dünyâdan hakikî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman sonra, siz de bize kavuşursunuz, işte orada sizinle beraber oluruz” dedi. Bundan sonra helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cum’a günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok sevdiği hakîki âleme kavuştu.

Muhammed Behâüddîn-i Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâüddîn-i Keykûbâd günlerce ata binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak ta’ziye için gelenleri karşıladı. Câmilerde pekçok Kur’ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüzleri ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.

Sultân-ül-ulemâ’nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır. “Rü’yâmda hocam Sultân-ül-ulemâ’nın türbesinden yeşil bir nûr yükselmeye başladı. Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun Önüne bir engel çıkmadan bütün Konya’yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rü’yâyı ta’bir ettirdim, Sultân-ül-ulemâ’nın neslinden çok muhterem kimselerin meydana geleceğini müjdelediler.”

Behâüddîn-i Veled’in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rü’yâmda, Sultân-ül-ulemâ’nın mübârek başını, Arş’a kadar yükselmiş gördüm. Ona; “Efendim! Hâliniz nasıldır?” dedim: “Oğlum Celâleddîn-i Rûmî’nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün evliyâ ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum” dedi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Nefehât-ül-üns sh. 513, 514

2) Kâmûs-ül-A’lâm cild-2, sh. 1412

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 223

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 993