MERRÂKÛŞÎ (Ebû Abdullah İbni Nu’mân Tilemsânî)

Tasavvuf büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebû Abdullah olup ismi, Muhammed bin Mûsâ bin Nu’mân’dır. 607 (m. 1210) yılında doğdu. Aslen Cezayir’deki Tilemsan şehrindendir. Tilemsânî, Merrâkûşî, İşbili, Fâsi, Mezâlî ve Hentâti nisbet edildi. Tasavvuf âlimi olduğu için Sûfî, Allahü teâlânın dînine hizmetlerinden dolayı Şemseddîn lakabı verildi. 683 (m. 1284) yılında Kâhire’de vefât edip, Kurâfe kabristanına defnedildi. Yazmış olduğu pek kıymetli eserlerinde, İbn-i Teymiyye ve onun yolunda olanların sapık fikirlerine, onlar daha ortaya çıkmadan önce cevap vermesiyle meşhûr oldu.

Genç yaşta İskenderiyye şehrine ilim tahsili için giden Ebû Abdullah Merrâkûşî, Muhammed bin Ammâd ve Faslı Safravî gibi âlimlerden ilim tahsîl etti. Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde âlim ve zamanının İmâmı oldu. Tasavvufta ince bilgilere, yüksek derecelere kavuştu. Allahü teâlânın dînine hizmet için durmadan çalıştı, öğrendiklerini insanlara öğretti. Sapık yolda olanlara doğru yolu anlatmaya, doğru yoldakileri muhafaza etmeye gayret etti. Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînini öğrenmek, öğretmek ve yaymak onun işi oldu. Diğer zamanlarını, ibâdet etmek ve kitap yazmakla geçirirdi. Güzel ahlâkı, tatlı dili, güler yüzü, cömertliği, insanlara şefkat ve merhameti, onu herkesin sevmesine vesile oldu. Onun güzel ahlâki sebebiyle, birçok kimse elinde tövbe edip, sâlih kimselerden oldu. Sık sık insanlara nasihatlerde bulunurdu.

Pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Bu eserlerinde, tasavvuftan ve tasavvuf büyüklerinin hâllerinden, kabir ziyâretinden ve büyüklerin kabirlerini ziyâret ederken görülen ba’zı harikulade hâllerden bahsetti. Hicri 661 (m. 1263)‘de doğup, 728 (m. 1328)’de vefât eden İbn-i Teymiyye ve milâdî onsekizinci asırda ortaya çıkan sapık fikirlere, daha onlar ortaya çıkmadan önce çok güzel cevaplar verdi. Müslümanların, onların sapık fikirlerine kanmaktan korunmalarına vesîle oldu. Bu kıymetli eserlerinden ba’zıları şunlardır: “En-Nûr-ul-vâdıh ilâ muhcet-il-münkir ales-sarîh fî vücûh-is-sâih”, “Misbâh-Üz-zulâm fil-müstegîsîn bi-hayr-il-enâm (s.a.v.)”, “A’lâm-ül-ecnâd vel-ibbâd ehl-il-ictihâd bi-fadl-ir-ribât vel-cihâd”.

İmâm-ı Ebû Abdullah İbni Nu’mân Merrâkûşî Tilemsânî Mâlikî, “Misbâh-üz-zulâm fil-müstegîsîn bi-hayr-il-enâm” adındaki eserinde, Resûlullahı (s.a.v.) vesile ederek yapılan duâların kabûl olunduğunu uzun uzun anlatmaktadır. Bu şekilde duâ edip de, duâları kabûl olan müslümanların duâlarını ve neticelerini bildirmektedir.

Ebû Abdullah Tilemsânî (r.a.), “Misbâh-üz-zulâm” adlı eserinin mukaddimesinde, Allahü teâlâya hamd, Resûlü Muhammed aleyhisselâma, âline ve Eshâbına salât ve selâmdan sonra, eserini niçin yazdığını açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır.

Bizden önce gelen âlimlerden birçoğu, sıkıntı ve darlıkta; Allahü teâlâya duâ edip yardım isteyenleri, Allahü teâlânın lütuf ve ihsân ederek sıkıntıdan kurtarıp dileklerine kavuşturduğuna dâir haberleri derleyip topladılar. Bu geniş mevzûda pekçok kitaplar yazıldı. Hakkın rahmet kapısının kullarına her zaman açık olduğu, O’nun lütuf ve ihsânlarının sonsuz olduğu anlatıldı. İnsanlar, yeterki istemesini bilsinler.

Ancak, Resûlullah efendimizi vesîle ederek, Allahü teâlâdan birşey istemek, Resûlullahla (s.a.v.) istigâse yapılmasına dâir yazılmış bir esere rastlamadım. Bu mevzûda birşeyler yazmayı arz edip, bunun için istihâre ettim. Bu arzum için Allahü teâlâdan hayır diledim. Bir müddet sonra, şöyle bir hâdise başımdan geçti: 637 (m. 1239) senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle beraber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden bir kimse de vardı. Bir müddet gittikten sonra, suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum. Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfilenin izi bile yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha sür’atli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümidimi kesmiş, telefimin yaklaştığını hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddîne varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında: “Yâ Muhammed! Yetiş! Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum?” diye inledim- Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamana kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum.

Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, beraber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları ta’kib ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup bineğime bindirdi Sonra da: “Bizden birşey isteyeni ve yardım talebinde bulunan kimseyi biz boş çevirmeyiz” diyerek geri dönüp gitti. O zaman onun Resûlullah efendimiz (s.a.v.) olduğunu anladım. O, geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi; “Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim” diye çırpındım. Ama, iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı. Şiir:

“Seven, hayattan hiç tat almaz,
o hayattan hoşlanmaz, lezzet alamaz.

Ne zaman dünyâyı düşünsem,
ondan nasîbim olmadığını görürüm,

İnsanlar arasında sanki garîb gibiyim.
Başa gelen belâ ve musibetlerin zeval vakti gelince;
sıkıntıdan kurtulup rahata kavuşmak pek yakın oluyor.”

İnşâallah bu kitapta; çöllerde, denizlerde, ıssız yerlerde, başka tehlikeli ve ıssız yerlerde, Resûlullah efendimizle (s.a.v.) istigâse eden, onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yardım isteyenlerin nasıl arzularına kavuştuklarını, sıkıntıdan nasıl kurtulduklarını, çok acıkıp veya susayıp yiyecek içecek birşey bulamayan, düşman eline esîr düşen, zâlimlerin zulmüne uğrayan ba’zı kimselerin Resûlullah efendimize (s.a.v.) hâllerini arzetmelerini, karıncaların, yağmur ve kuraklık zamanlarında Resûlullahâ sığınmalarını, deve ve ceylan gibi hayvanların Resûlullahla olan hâllerini, Mescid-i Nebevî’deki hurma kütüğünün inlemesini, Ebû Bekr-i Sıddîk’ın Hicret esnasında, Sürâka peşlerinden gelirken Resûlullah efendimizle istigâse etmesini, sıkıntı ve meşakkate düçâr olan ba’zı kimselerin Resûlullah efendimize hâllerini nasıl arz ettiklerini ve neticesinin nasıl olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Muhammed bin Münkedir anlatır: “Bir adam, babama seksen altın emânet edip, Allahü teâlânın rızâsı için cihâda çıkan orduya iştirâk etti. Adam; “Bunları sakla. Çok muhtaç olana da yardım edebilirsin” diye söylemişti. Medine’de kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıktan bunalanlara dağıttı. Altınların sahibi cihâddan dönünce, gelip istedi. Babam; “Bir gece sonra gel” dedi. O gece Resûlullahın (s.a.v.) mescidine, Hücre-i saadete gidip sabaha kadar Resûlullahı (s.a.v.) vesîle ederek yalvardı. Gece yarısı bir adam geldi. “Uzat elini” deyip, eline bir kese altın koyarak uzaklaştı. O adamı ondan önce ve daha sonra hiç görmemişti. Babam, eve geldiğinde keseyi açıp, içindeki altınları saydı. Tam seksen tane olduğunu gördük.

Çok sevinip Allahü teâlâya şükrederek götürüp sahihine teslim etti.”

İbn-i Celâh anlatır: “Medîne-i münevvereye Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret edip, orada ibâdet etmekle şereflenmek için gittim. Çok fakir düştüm. Yiyecek birşey bulumadım. Açlıktan kıpırdayamaz hâle geldim. Binbir güçlükle Hücre-i saadete gelip; “Yâ Resûlallâh! (s.a.v.) Bugün sana misâfir geldim. Karnım da çok açtır” dedim. Bir kenara çekilip uyudum. Resûlullah (s.a.v.), rü’yâda görünüp, elime büyük bir ekmek verdi. Çok aç olduğum için hemen yemeye başladım. Ekmeği yarıya kadar yedim. Uyanınca kalan yarısını elimde buldum.”

Ebü’l-Hayr Akta’ hazretleri anlatır: “Medine’ye gittim. Beşgün hiçbir şey yemeden durdum. Takatim kesildi. Hücre-i saadetin yanına gelip, Resûlullaha (s.a.v.) selâm verdim. Aç olduğumu arzettim. Bir kenara çekilip uyudum. Rü’yâda, sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer-ül-Fârûk ve önünde Aliyyül-Mürtezâ (r.anhüm) olduğu hâlde, Resûlullahın (s.a.v.) geldiğini gördüm. Hazreti Ali gelip; “Yâ Ebe’l-Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor” buyurdu. Hemen kalktım. Resûlullah (s.a.v.) gelip, büyükçe bir ekmek verdi. Çok aç olduğum için hemen yemeye başladım. Yarısını bitirince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.”

Ebû Abdullah Muhammed bin Ber’a hazretleri anlatır: “Babam ile Mekke’de parasız kaldık. Ebû Abdullah İbni Hafif Şîrâzî de yanımızda idi. Güç hâl ile Medine’ye geldik. Ben daha çocuk yaştaydım. Açlıktan dayanamayıp, ikide bir, “Acıktım” diyerek ağlardım. Babam çok üzüldü. Dayanamayıp, Hücre-i saadete geldi. “Yâ Resûlallah! Bu gece sana misâfiriz” dedi. Bir tarafa çekilip oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, “Resûlullah (s.a.v.) elime para verdi” dedi. Avcunu açtı, paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem de sadaka verdik. O paralarla; rahatça Şîrâz’daki evimize kadar geldik.”

Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed Sûfî Vâ’iz Endülüsî anlatır:

“Hicaz çöllerinde üç ay kadar dolaştım. Hiçbir varlığım kalmadı. Güçlükle medîne-i münevvereye ulaştım. Hücre-i saadete yaklaşıp Resûlullaha (s.a.v.) selâm verdim. Bir tarafa oturup uyudum. Rü’yâmda Resûlullah (s.a.v.) görünüp; “Ahmed geldin mi? Avcunu aç!” buyurdu. Avcumu altınla doldurdu. Uyandığımda elim altın dolu idi.

Resûlullahın (s.a.v.) âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünse de, bunlara birşey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saadetin yanında her sabah ezan okur, “Namaz uykudan daha iyidir” derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, “Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun” diyerek bunu dövdü. Bu da; “Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam dövmek, sövmek edebsizlik sayılmaz mı?” dedi. Çok ağladı. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. Bu hâdiseyi, 571 (m. 1176) yılında Şam’da vefât eden Ebü’l-Kâsım Ali İbni Asâkir, kitabında yazmaktadır.

İbn-üs-Saîd anlatır: “Arkadaşlarımla beraber, Medine’de parasız kaldık. Ödünç isteyebileceğimiz tanıdık kimse de bulamadık. Hücre-i saadeti ziyâretten sonra; “Yâ Resûlallah! Paramız bitti, yiyeceğimiz de kalmadı” diye arzedip bir kenara çekildim. Bir müddet sonra mescidin kapısından çıkarken, tanımadığım bir kimse elimden tuttu. Beni evine götürüp, ihtiyâcımızdan fazla hurma ve para verdi.”

Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî hazretleri anlatır: “Medine’de üç gün kaldım. Minber önünde iki rek’at namaz kılıp; “Ey yüce ceddim! Açlığa dayanamayacak hâle geldim!” dedim. Biraz sonra birisi gelip, bir tepsi yiyecek getirdi. Pişmiş et, tereyağı ve ekmek vardı. “Bana biri yetişir” dedim ise de; “Hepsini yiyiniz! Bunları Resûlullahın (s.a.v.) emriyle getirdim. Çocuklarım için hazırlamıştım. Rü’yâda Resûlullahı gördüm. “Bir parçasını da, mesciddeki din kardeşine götür, yesin!” buyurdu. Hemen alıp geldim” dedi.”

Şerîf Münhessir Kâsımî, Hücre-i saadetin Şam tarafındaki teheccüd mihrabı önünde uyumuştu. Ansızın kalkıp. Hücre-i saadetin önüne geldi. Gülerek geri gitti. Mescid-i Nebî hizmetçilerinin müdürü olan Şemseddîn Savâb, mihrabın yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. “Birkaç günden beri evimde yiyecek birşey yoktu. Hazreti Fâtıma’nın makamında, yâ Resûlallah! Aç kaldım deyip, buraya gelerek uyumuştum. Rü’yâda, Yüce Ceddim bir kâse süt verdi. İçtim. Uyandığımda kâse elimde idi. Teşekkür için, Hücre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkten, lezzetten güldüm, işte kâse!” dedi.

Abbasî halîfesi Ebû Ca’fer Mensûr ile İmâm-ı Mâlik (r.a.), Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mescidinde bulunuyorlardı. Ebû Ca’fer Mensûr, yüksek sesle birşeyler söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı Mâlik; “Ey mü’minlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme! Çünkü Allahü teâlâ, Hucurât sûresi ikinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi, Nebiyyullahın sesinden yukarı çıkarmayınız. O’na karşı, bir birinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz! O’na saygısızlık gösterenin ibâdetleri yok olur” buyurarak, bir kavmi terbiye eyledi. Yine Hucurât sûresi üçüncü âyet-i kerîmede meâlen; “Resûlullahın yanında (nehye muhalefetten sakınarak, edebe riâyet eyleyerek) seslerini yavaşlatanlar o kimselerdir ki, Allahü teâlâ kalblerini takvâ için imtihan etmiştir. Onlar için mağfiret ve pek büyük ecir vardır” buyurarak da, bir kavmi medh buyurdu.

İmâm-ı Mâlik; “Vefât ettikten sonra da Resûlullaha (s.a.v.) hürmet, hayatlarındaki hürmet gibidir” buyurdu. İmâm-ı Mâlik’in bu nasihatlerini dinleyen halîfe Ebû Ca’fer Mensûr, sesini yavaşlattı, ve; “Yâ İmâm! Resûlullahın huzûrunda duâ ederken. Kıbleye mi döneyim, yoksa Resûlullaha (s.a.v.) yönelerek mi duâ edeyim?” diye sordu. İmâm-ı Mâlik; “Ey mü’minlerin emîri! Yüzünü Resûlullah efendimizden (s.a.v.) başka tarafa çevirme! Çünkü Resûlullah (s.a.v.), Allahü teâlâ katında dileklerimiz için vesîlemizdir. Bundan dolayı da, yüzünü Resûlullaha dönmeli, O’nun şefaatini istemelisin. O zaman Allahü teâlâ, O’nu sana şefaatçi kılar. Allahü teâlâ, Nisa sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar nefslerine zulmettikten sonra, gelirler Allahü teâlâdan af dilerler, Resûlüm de onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyurmaktadır.

Hâfız Ebû Sa’d Sem’ânî, Hazreti Ali’den nakleder: Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından üç gün sonra, çölden bir A’rabi geldi. Kendisini Resûlullahın (s.a.v.) Kabr-i şerîflerine attı. Oradan toprak alıp başına serpti ve; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, sana salât ve selâm eylesin! Senin mübârek sözlerini dinledik. Bize Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrettin. Sana nâzil olan âyet-i kerîmelerden birisi de. Nisa sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîmesidir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar nefslerine zulmettikten sonra, gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler, Resûlüm de onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyurmaktadır. Yâ Resûlallah! Ben nefsime zulmettim. Onun için sana geldim. Benim için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemeni istiyorum” deyip, ağlayarak yalvardı. O sırada Kabr-i şerîften bir ses gelip; “Allahü teâlâ, seni af ve mağfiret buyurdu” denildi.

Muhammed bin Ravh Rakkâşî, Muhammed bin Harb Bâhilî’den nakletti. Muhammed bin Harb şöyle anlattı: Medîne-i münevvereye gitmiş, Resûlullahın (s.a.v.) Kabr-i şerîflerine gelmiştim. Bu sırada devesi ile Kabr-i şerîfe gelen bir A’rabî ile karşılaştım. Resûlullahın (s.a.v.) Kabr-i şerîflerine yaklaşınca, devesini çökertip bağladı. Resûlullahın kabrinin yanına geldi. Güzel ve âdabına uygun bir şekilde yaklaştı, selâm verip hoş duâlar yaptı. Sonra; “Babam-anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Allahü teâlâ seni kendi vahyine mazhar kıldı. Sana gelmiş ve geleceklerin ilmini ihtivâ eden bir kitâb indirdi. Bu kitabında meâlen; “Onlar nefslerine zulmettikten sonra, gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler, Resûlüm de onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyurdu.

Yâ Resûlallah! Sana çok günahla geldim. Senden Rabbinin katında şefaatini diliyorum” dedi ve sonra şu ma’nalı şiiri okudu: “Ey buraya defnedilmiş olanların en hayırlısı ve defnolunduğu yeri, toprakları da güzelleştiren. Sen, Sırat köprüsünü geçerken ayaklar kaydığı zaman şefaati umulansın. Canım, senin içerisinde bulunduğun kabre feda olsun! Afiflik de, cömertlik ve kerem de buradadır.” Bu şiiri okuduktan sonra, o zât bineğine binip gitti. Ben, o zâtın oradan mağfirete kavuşmuş olarak ayrıldığından asla şüphe etmedim.”

Muhammed bin Abdullah el-Utbe de, bu haberi bana anlatıp, şunları ilâve etti. O zâtın durumu, söylediği sözler, bana te’sîr edip, gözlerim doldu. Sonra rü’yâmda Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. Bana; “Ey Utbe! O A’rabî’ye yetiş, Allahü teâlânın kendisini af ve mağfiret “ettiğini bildirerek onu sevindir” buyurdu. Ben de A’rabî’yi bulup, Resûlullahın (s.a.v.) emrini yerine getirdim.”

Ahmed bin Hanbel’in (r.a.) komşuları arasında, günâhı ve kötülükleri ile meşhûr bir kimse vardı. Birgün, Ahmed bin Hanbel’in (r.a.) meclisine gelip selâm verdi. Orada bulunan herkes, o kimsenin, o meclise gelmesine hayret etti. bunun üzerine o şahıs; “Niçin hayret ediyorsunuz? Ben, dün gece bir rü’yâ gördüm. Sonra da sizin bildiğiniz bütün kötülüklerime tövbe ettim!” dedi. “Neyi gördün?” diye sordular. “Resûlullah efendimizi (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Sanki Resûlullah efendimiz yüksek bir yerde, kalabalık bir topluluk da orada oturuyordu. Onlar tek tek kalkıp; “Yâ Resûlallah! Bana duâ buyur” diyorlar. Resûlullah efendimiz de onlara duâ ediyorlardı. Orada bulunan herkes, Resûlullahtan (s.a.v.) duâ istedi. Yalnız ben kaldım. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bana; “Ey falanca! Benden, sen duâ istemiyecek misin?” buyurdu. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bugüne kadar çok günah işledim. İşlerimin kötülüğü yüzünden, sizden duâ istemeğe haya ettim. Benim gibi günahkâr bir kimsenin sizden duâ istemesi uygun olur mu?” dedim. Bunun üzerine! “Mademki, sen günahların sebebiyle benden haya ettin, kalk sen de benden iste, sana da duâ edeyim. Bundan sonra, Eshâbımdan (r.anhüm) kimseye dil uzatma!” buyurdu. Ben de kalktım selâm verip duâ istedim. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana da duâ buyurdu. Sonra uyanmışım. Kalkıp hemen tövbe ettim. Allahü teâlâ, Resûlullahın (s.a.v.) duâsı hürmetine, günah ve kötülüklerden beni uzaklaştırdı” dedi. Ahmed bin Hanbel hazretleri, komşusunun tövbe etmesine çok sevinip, onu, ilim öğretmek için talebeleri arasına kabûl etti. O günden sonra o şahıs gelince ayağa kalkar, talebelerine onun hikâyesini unutmamalarını, o hâdiseden ders almalarını tenbîh ederdi.

Enes bin Mâlik anlattı: “Ömer bin Hattab (r.a.), kuraklık sebebiyle kıtlık olduğu zaman, Resûlullahın (s.a.v.) amcası Abbâs bin Abdülmuttalib’i (r.a.) vesile ederek; “Allahım! Biz kıtlığa düştüğümüz zaman Resûlullahı vesile ettiğimizde, sen bize yağmur verirdin. Şimdi Resûlullahın (s.a.v.) amcasını vesile ediyoruz, bize yağmur ver” der, Allahü teâlâ da onların bu dileklerini kabûl edip, yağmur verirdi.”

Abdullah İbni Abbâs anlattı: “Ömer bin Hattâb (r.a.) kuraklık senesi yağmur için Resûlullahın (s.a.v.) amcası Abbâs’ı (r.a.) vesile ederek; “Allahım! Bunlar senin kulların, sana geldiler, Habîbinin (s.a.v.) amcası Abbâs’ı (r.a.) senin yanında vesile ediniyorlar. Bize faydalı yağmur ihsân eyle! Allahım senden, Habîbinin amcası Abbâs (r.a.) hürmetine yağmur, istiyoruz!” diye duâ edince, Allahü teâlâ yağmur ihsân eyledi.”

İbn-i Abbâs (r.a.) rivâyet etti: “Kıtlık senesi, Hazreti Ömer insanlarla beraber yağmur duâsına çıktı. Resûlullahın amcası Abbâs’ın elini tuttu. Sonra; “Allahım! Peygamberinin amcasının hürmetine senden yağmur istiyoruz” dedi. Hutbede de; “Ey insanlar! Resûlullah (s.a.v.) Abbâs’ı (r.a.) babası gibi kabûl eder, ona hürmette bulunur, iyilik ederdi. Ey insanlar! Abbâs (r.a.) hakkında Resûlullaha (s.a.v.) uyunuz. Onu vesile ediniz” buyurdu.

Ebü’l-Cevrâ rivâyet etti: “Medîne-i münevverede şiddetli bir kıtlık olmuştu. Bu durumu Âişe’ye (r.anhâ) arz ettiler. Âişe (r.anhâ); “Resûlullahın Kabr-i şerîfine gidip oradan toprak alın, onu semâya atın” buyurdu. Onlar da öyle yapıp duâ ettiler. Bunun üzerine yağmur yağdı. Her taraf yeşerip, develer çok iyi beslendi.”

Ârif-i Billâh Atîk (k.s.) anlattı: “Bir hac kâfilesinde idik. Yolculuk sırasında kâfile susuzluk ile karşı karşıya kaldı. Su pek az idi. Kâfilede bulunanlar bu durumu aralarında bulunan Şeyh Ebü’n-Necd Süleymân bin Ali’ye arzettiler. Bunun üzerine o, bir ara insanların arasından uzaklaştı. Allahü teâlâya duâ etti. Resûlullahın (s.a.v.) şefaatini istedi. Ondan sonra Allahü teâlâ bol yağmur gönderdi.”

Büyük âlim Ebû Bekr Mukrî anlattı: “Ben, Taberânî ve Ebü’ş-Şeyh Mescid-i Nebevî’de bulunuyorduk. Yanımızda yiyecek birşeyimiz olmadığı için çok acıkmıştık. İki gündür birşey yiyemedik. Yatsı vakti olunca, Resûlullahın huzûruna varıp, aç olduğumuzu arz ettim. Sonra oradan ayrıldım. Ebû Kâsım ile Ebü’ş Şeyh; “Otur, çalışabilecek hâlimiz yok. Elbette Allahü teâlâ rızkımızı gönderir” dediler. Oturup bir miktar uyuduk. Az sonra bir kimse, yanında hizmetçileri ile birlikte gelip bizi uyandırdı, İki hizmetçisinin de ellerinde yiyecekler vardı. Hepsini bize bırakıp, yememizi istediler. Bu yiyecekleri, nereden akıllarına gelipde getirdiklerini sorduk. Getiren, rü’yâsında Resûlullahı (s.a.v.) gördüğünü, kendisine, bizim hâlimizi anlatıp yiyecek istediğimizi ve yemek götürmesini emir buyurmuş olduğunu söyledi.”

Yûsuf bin Ali Mücavir anlattı: “Medîne-i münevverede bulunuyordum. Bir hayli de borcum vardı. Medîne-i münevvereden çıkmayı istedim. Bu arada Resûlullaha (s.a.v.) borç durumumu arz eyledim. O anda uykum geldi. Uyuyunca rü’yâda Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. Resûlullaha borcum olduğunu arz ettim. Bana; “Yerinde otur. Allahü teâlâ, sana borcunu ödemeyi nasîb eder” buyurdu. İki gün geçtikten sonra, bir zât gelip, bana altın dolu bir kese verdi. Ben de onunla borcumu ödedim. Gerisi yanımda kaldı. Oradan hiçbir tarafa da gitmedim.”

Anlatılır ki: Ebü’l-Gays Rebî’ Mardânî’nin okuyup yazması yoktu. Fakat Kur’ân-ı kerîme bakarak okuyordu. Ben onun daha önce okuyup yazması olmadan Kur’ân-ı kerîmi okuyabileceğini kabûl etmiyordum. Birgün Mekke-i mükerremede onun yanına gittim. Onu gayet güzel bir şekilde Kur’ân-ı kerîmi okurken buldum. Kendisine, daha önce okuyup yazması olmadığı hâlde, nasıl böyle okuyabildiğini sorunca, şöyle anlattı: “Ben, Medîne-i münevverede idim. Mescid-i Nebevî’ye geldim. Resûlullahtan (s.a.v.) Allahü teâlâ katında bana şefaatçi olmasını istedim. Orada namaz kıldım. Ve duâ ettim. Bu sırada uykum geldi. Uyuduğumda, Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana; “Allahü teâlâ duânı kabûl buyurdu. Kur’ân-ı kerîmi aç ve oku!” buyurdu. Uykudan uyanınca, Kur’ân-ı kerîmi açtım ve okumaya başladım. Ne zaman yanlış okusam, rü’yâmda, bana; “Şu, şu yerleri yanlış okudun” denilip yanlışlarını düzeltiliyordu” dedi.”

Vahidî anlattı: “Ve men yettekıllahe yec’al lehû mahrecen” âyet-i kerîmesi Avf bin Mâlik Esceî hakkında nâzil olmuştur. Müşrikler, onun oğlunu esîr almışlardı, Avf bin Mâlik (r.a.), Resûlullaha (s.a.v.) gelip durumu arz etti. Çocuğun annesinin, pekçok üzüldüğünü bildirdi. Resûlullah (s.a.v.), Avf bin Mâlik’e; “Allahü teâlâdan kork, sabret! Sana ve ailene “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah”ı çok söylemenizi emrediyorum.” buyurdu. Avf bin Mâlik evine döndü. Ailesine; “Resûlullah bana ve sana, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah’ı çok söylememizi emrediyor” dedi. Hanımı; “Resûlullahın bize emir buyurdukları şeyler ne güzeldir” dedi. Avf bin Mâlik ile hanımı, bu mübârek kelâmı devamlı söylemeye başladılar, öbür tarafta müşrikler, Avf bin Mâlik’in oğlunu unuttular. Avf bin Mâlik’in oğlu, onların dörtbin koyunluk sürülerini ganîmet olarak alıp, babasına getirdi.

Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed Ezdî Kehhâlî Endülüsî, sâlih bir zât idi. O şöyle nakletti: “Endülüs’te, birisinin oğlu hıristiyanlar tarafından esîr alınmıştı. Bunun üzerine o zât, memleketinden ayrılıp, çocuğunun kurtulması için Resûlullah efendimizi vesile ederek Allahü teâlâya yalvarmak üzere, Medîne-i münevvereye doğru yola çıktı. Yolda ba’zı tanıdıkları ile karşılaştı. Ona, böyle nereye gittiğini sordular. O da, Resûlullaha (s.a.v.) hâlini arzetmek için gittiğini, Resûlullahın şefaatini isteyeceğini, oğlunu hıristiyanların esîr aldığını, veremiyeceği miktarda para istediklerini söyledi. O kimse, “Resûlullahtan her yerde şefaat isteyebilirsin. Senin oraya kadar gitmene hacet yok” dediyse de, o mutlaka Resûlullahın Kabr-i şerîflerine varacağını söyledi Uzun bir yolculuktan sonra, Medîne-i münevvereye vardı. Doğruca Resûlullahın Kabr-i şerîflerine gitti. Hacetini Resûlullaha (s.a.v.) arz etti. Resûlullahı vesile edip, duâlar etti. Sonra uyuyup, Resûlullahı rü’yâsında gördü. Rü’yâsında, Resûlullah (s.a.v.) ona; “Memleketine dön. Çocuğunu orada bulacaksın” buyurdu. Memleketine döndüğünde, oğlunu evinde buldu. Ona durumunu, nasıl kurtulduğunu sordu. Oğlu; “Allahü teâlâ, beni ve daha birçok kişiyi falanca gece esîrlikten kurtardı” dedi. Hesâb etti. Çocuğunun kurtulduğu gece, kendisinin Medîne-i münevvereye vardığı geceye tesadüf ediyordu.”

Ebû Muhammed Abdülazîm bin Abdülkavî Münzirî anlattı: Ebû Ali Hasen bin Abdullah bin Revâha, Resûlullahı medheden bir kaside yazdı. Mükâfatı olarak da, Allah yolunda şehîd olmayı taleb etti. O sene Akka hâdisesinde şehîd oldu.

Yûsuf bin Ali (r.a.) anlattı: “Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye doğru yola çıkmıştım. Bu sırada yolu kaybettim, şaşırıp kaldım. O zaman Resûlullah efendimizden yardım istedim. Bunun üzerine birisi ile karşılaştım. Bana; “Beni ta’kib et” diye işâret etti. Onu ta’kib ederek gittim ve Medîne-i münevvereye vardım.” Ebû Abdullah Muhammed bin Ali Hazrecî anlattı: “Denize girmiştim. Bu sırada bana bir dalga vurdu. Neredeyse boğulacaktım. O zaman; “Yâ Resûlallah! Senden yardım diliyorum. Bana yardım et!” dedim. Sözümü bitirir bitirmez. Bana bir dal uzatıldı. Ona yapışarak denizden sağsâlim çıktım.” Ebû Abdullah Muhammed bin Sâlim Sicilmâsî anlattı: “Resûlullahın (s.a.v.) ziyâreti için yola çıkmıştım. Yolda, bende bir hâlsizlik hâli ortaya çıktı. Bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Senin için yola çıktım” deyince, Resûlullahın (s.a.v.) bereketi ile, kendimde hissettiğim o hâlsizlik hâli benden geçti. Rahat bir şekilde yoluma devam ettim.”

Abdete bin Hassan, Ensârdan (r.anhüm) birisinden nakletti. Biz, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bir eve gitmiştik. Resûlullah (s.a.v.), birara dışarı teşrîf buyurdular. Bu sırada, bir A’rabî’nin kurmuş olduğu tuzakları gördüler. Tuzaklardan birisinde de bir geyik vardı. Geyik, Resûlullahı görünce, fasîh bir lisân ile; “Yâ Resûlallâh! Allaha yemîn ederim ki, bunlar beni üç günden beri habsettiler. Benim de şu dağda yavrularım var. Şimdi çok acıkmışlardır. Eğer bana izin verirlerse, yavrularımı doyurup geleyim” dedi. Resûlullah (s.a.v.) onu salıverdi. Geyik, yavrularını emzirip geldi. Resûlullah (s.a.v.), onu önceki gibi bağladı. Sonra A’rabî’nin yanına gitti. Resûlullah (s.a.v.); “İster misiniz bağlı duran geyiğin söylediklerini size ben anlatayım? isterseniz, siz bana ona yaptığınızı anlatın” buyurdu. Tuzak sahipleri; “Yâ Resûlallah, bize siz anlatın” dediler. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.) onlara; “Siz geyiği üç günden beri bağlamışsınız. Hâlbuki onun şu dağda iki tane yavrusu varmış. Benden, yavrularını doyurup gelmesi için onu salıvermemi istedi. Ben de onun isteğini yerine getirdim. Fakat tekrar dönüp geldi” buyurdu. O zaman onlar, “Vallahi, yâ Resûlallah! Durum, geyiğin anlattığı gibidir. Onu sana feda ettik” dediler. Resûlullah da (s.a.v.), o geyiği salıverdik. Geyik tuzaktan kurtulunca, koşmaya başladı. Dağın tepesine varınca, üç kerre; “Eşhedü enneke Resûlullah” ya’nî, muhakkak ki sen, Allahın Resûlüsün” dedi.

Sâlih Ebû Zekeriyyâ İskenderânî, Resilî’den nakletti: Medîne-i münevverede Resûlullahın hareminde idim. Bu sırada Bâb-ür-rahme’den gelen bir geyik gördüm. Tam Resûlullah efendimizin Kabr-i şerîflerinin karşısında durdu. Resûlullaha selâm verir gibi başı ile îmâ ediyor, fakat uzakta duruyordu. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Resûlullaha hürmet ve ta’ziminden dolayı, Resûlullahın hareminden çıkıncaya kadar sırtını dönmeden geri geri gitti. Haremden çıkınca, dönüp uzaklaştı. Biz de bunu hayretle seyrettik. Bu geyiğin, Resûlullahın (s.a.v.) serbest bıraktığı geyiğin soyundan olduğunu anladık.

Ebü’l-Meâlî bin Abdürrahmân, Osman bin Huneyf’den şöyle bildirdi: Bir a’mâ Resûlullaha (s.a.v.) gelerek; “Yâ Nebiyyallah! Gözümü kaybettim. Bana duâ et” dedi. O zaman Resûlullah (s.a.v.) o şahsa; “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra; “Allahümme innî es’elüke ve etevec-cehü ileyke bi-nebiyyike Muhammedin nebiyyir-rahmeti yâ Muhammed! İnnî esteşfiu bike fî reddi basarî Allahümme” de!” buyurdu. O şahıs buyurulanı yaptı. Allahü teâlâ ona gözünün görmesini tekrar ihsân etti. Resûlullah (s.a.v.) o şahsa; “Senin ihtiyâcın olursa, yine böyle yap” buyurdu.

Ebû Katâde’nin (r.a.) gözü, savaşta yanağı üzerine akmıştı. Resûlullaha gelip arz edince, Resûlullah (s.a.v.) gözü yerine koydu ve Ebû Katâde’nin gözü eskisinden daha iyi görmeye başladı.

Basra kadısı Ebû Hasen, bir şafak vakti kalkınca, gözünün görmediğini farketti. Namazdan sonra Resûlullahı (s.a.v.) vesile edip yardım istedi. Şaşkınlıktan uykusu gelip yattı. Rü’yâsında, Resûlullahı (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.), mübârek ellerini onun gözüne sürdü. Sabahleyin kalkınca, gözü görmeye başladı. Ondan sonra onun gözü herhangi bir şeyden asla zarar görmedi.

Şerîf Kâsım bin Zeyd bin Ca’fer Hüseyn (r.a.) çok büyük âlim idi. Sol eli kırılmış, sağ eli çıkmıştı. Geceleri uyku uyuyamaz olmuştu. Yorgunluktan bir gece kendinden geçti. Rü’yâsında üç zât gördü. Onlara kim olduklarını sorunca, içlerinden biri; “Ben Ebû Bekr’im, bu Ömer (r.a.), bu da Resûlullahdır (s.a.v.)” dedi. Ben, şiddetli bir şekilde ağlamaya başladım. Sonra; “Yâ Resûlallah, hâlimi görüyorsun” dedim. O zaman Resûlullah (s.a.v.); kırık kolumu eline aldı. Mübârek elini, kırık elime sürdü. “Zeytinyağı ile elini yağla! Benim ile ve Ehl-i beytimle tevessül et” buyurdu. Ben; “Ne diyeyim yâ Resûlallah?” diye sordum. Resûlullah (s.a.v.); [Allahümme! innî es’elüke bi-câhi Muhammedin ve Ehl-i beytihi indeke illâ afiyeti] de!” buyurdu. Ben de öyle duâ ettim. Sabah olunca elime baktım, üzerinde sargı vardı. Sargıyı çözdüm. Resûlullahın (s.a.v.) bereketiyle elimin iyileşmiş olduğunu gördüm. Resûlullahın emrine uymuş olmak için, elime zeytinyağı sürdüm.

Anlatılır ki, Bağdad’da Kerhli bir attâr var idi. Doğruluğu, iyiliği ve güvenilirliği ile meşhûr olmuştu. Fakat bir hayli borcu vardı. Hayasından evinden çıkamaz hâle geldi. Cum’a gecesi olunca, âdeti üzere namaz kıldı. Resûlullaha (s.a.v.) salât ve selâm getirdi ve duâ edip uyudu. Rü’yâda Resûlullahı (s.a.v.) gördü. Resûlullah (s.a.v.) ona; “Vezîr Ali bin Îsâ’ya git. Ben ona, sana dörtyüz dînâr vermesi için emir verdim. Onları ondan al. Onlarla, ihtiyâclarını gider, hâlini düzelt” buyurdu. Sabah olunca, attâr, vezirin yanına gitti. Fakat muhafızlar ohu içeri almadılar. Biraz sonra, vezirin yakınlarından biri dışarı çıktı. O, attârı tanıyordu. Muhafızlara durumu anlatıp, attâra; “Vezîr, seher vaktinden beri seni bekliyor. Bana, seni ve kaldığın yeri sordu. Sen şimdi burada bekle, ben vezirin yanına gidip geleyim” dedi. O şahıs sür’atle vezirin yanına gidip geldi. Attârı alıp vezirin huzûruna götürdü. Vezîr attâra ismini sordu. O da kendisini tanıttı. Kerh ehlinden olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezîr, attâra; “Allahü teâlâ sana iyi karşılıklar versin, dün geceden beri uyuyamadım. Dün gece Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana; “Falanca attâra dörtyüz dinar ver, halini düzeltsin” buyurdu” dedi. Attâr da vezire; “Ben de dün gece Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana; “Vezir Ali bin Îsâ’ya git, ona, sana dörtyüz dinar vermesini emrettim” buyurdu” dedi vezir, Resûlullahın (s.a.v.) kendisinden bahsetmesinin sevincinden çok ağladı. Attâra bin dinar verilmesini emretti. Hizmetçileri bin dinar getirdiler. Attâra; “Dörtyüz dînârı, Resûlullahın emri üzerine, diğer altı yüz dînârı da, ayrıca sana hibe ediyorum” dedi. Attâr ise fazlasını kabûl etmeyip; “Resûlullahın verdiğinden ve ihsânından fazlasını istemem. Ben, Resûlullahın ihsânı olan bu dörtyüz dinardan başkasından bereket ummuyorum” dedi. Bu söz üzerine vezir, ağladı. Uygun olanı budur, nasıl istersen öyle yap” dedi. Attâr, dörtyüz dînârı aldı. Bir kısmı ile borcunu ödedi. Resûlullahın (s.a.v.) bereketi ile hâli iyileşti ve malı çoğaldı.

Abdullah Kavarîrî anlattı: Bizim kâtiblik yapan bir komşumuz vardı. Vefâtından sonra onu rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?” diye sordum. Bana; “Allahü teâlâ’, beni af ve mağfiret etti” dedi. “Ne yaptın da Allahü teâlâ seni af ve mağfiret etti?” deyince de; “Ben Resûlullahın (s.a.v.) ismini yazdığım zaman, sallallahü aleyhi ve sellem diye de ilâve eder, O’na salât-ü selâm yazardım. Allahü teâlâ, beni bu yüzden af ve mağfiret buyurdu” dedi.

Sâlihlerden birisi, Hasen bin Resîk’i vefâtından sonra çok güzel bir hâlde gördü. Kendisine; “Bu hâle nasıl kavuştun?” diye sorulunca; Resûlullaha (s.a.v.) çok salât-ü selâm getirirdim, onun için” dedi.

Ebû Hüseyn Yahyâ bin Hüseyn, Berşânî İsfehânî’den şöyle nakleder. “Rü’yâmda Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. “Yâ Resûlallah! Amcamın oğlu Muhammed bin İdrîs’e (İmâm-ı Şafiî) bir yardımınız, oldu mu?” diye sordum. Resûlullah (s.a.v.); “Evet oldu. Allahü teâlâdan onu hesaba çekmemesini diledim” buyurdu. “Niçin yâ Resûlallah?” deyince, “Çünkü o, bana çok güzel salât okuyordu” buyurdu. “O salât hangisidir?” diye sordum. “Allahümme salli alâ Muhammedin küllemâ zekerehüz-zâkirûn ve salli alâ Muhammedin küllemâ gafele an zikrihil-gâfilîn” buyurdu.

Allahü teâlâya Resûlullahı vesile eden kimse, huşû’ ve hudû’ üzere olmalı. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde emrettiği şekilde Resûlullaha (s.a.v.) hayatta imiş de yüksek huzûrlarında bulunuyormuş gibi edeb üzere bulunmalıdır. Sekinet ve vekarı terketmemelidir. Çünkü Selef-i sâlihîn böyle bildirmiştir.

Mâlik bin Enes’in (r.a.) yanında, Resûlullah (s.a.v.) anıldığı zaman rengi değişir, iki büklüm olurdu. Yanında bulunanlar onun bu hâlini görüp sordukları zaman, onlara şöyle derdi: “Keşke siz benim gördüğümü görseydiniz. O zaman benim bu hâlime hak verirdiniz.” Kendisine ne gördüğü sorulunca, onlara şöyle anlattı: “Muhammed bin Münkedir’i (r.a.) gördüm. O seyyid-ül-kurrâ idi. Kimse ona Resûlullah efendimizin bir hadîs-i şerîfini sormaya cesâret edemezdi. Çünkü o, Resûlullah efendimiz yanında anılınca, pekçok ağlardı. Onun için yanında bulunanlar, ona merhametlerinden böyle bir şeyi soramazlardı. Sonra Ca’fer bin Muhammed’i gördüm. Çok mütevâzi ve devamlı güler yüzlüydü. Ancak yanında Resûlullahın (s.a.v.) mübârek isimleri anılınca, rengi sararır, hâli değişiverirdi. Abdestsiz Resûlullahtan bahsettiğini asla görmedim” dedi.

Abdürrahmân bin Kâsım’ın yanında, Resûlullah efendimizin mübârek isimleri anılıp yüzüne bakıldığında, yüzünden kanın çekilmiş, ağzında dilinin kurumuş olduğu görülürdü.

Abdullah bin Âmir Zübeyr’in yanında, Resûllullah (s.a.v.) anıldığı zaman, gözlerinden artık yaş gelmeyinceye kadar ağlardı.

Zührî’yi de gördüm. Çok nezîh bir yaşayışı vardı. Yanında Resûlullah (s.a.v.) anılınca, öyle bir hâl alırdı ki, onun o hâlini gören hiçbir kimse, “Bu Zührî’dir” diyemezdi.

Şu iyi bilinmelidir ki, Resûlullah (s.a.v.), hem hayatta iken ve hem de âhırete teşrîflerinden sonra, hem söz ve hem fiilleriyle güzel bir nümûnedir. O’nun bütün hâlleri O’na bakanlar için ibret, basiret sahipleri için bir müjdedir. Çünkü, Allahü teâlânın indinde ondan daha üstün birisi yoktur. O (s.a.v.), Allahü teâlânın habîbi, resûlü, nebîsidir.

Ömer bin Hattâb’dan (r.a.) rivâyet edildi. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Âdem aleyhisselâm zelleyi i’tirâf edince; “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın hakkı için beni bağışla” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Sen Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben henüz onu yaratmadım” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Şuradan biliyorum ki, sen beni yed-i kudretinle yaratıp bana rûh üflediğin zaman, başımı kaldırıp, Arş üzerinde “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılmış olduğunu gördüm. Bildim ki, sen, şerefli ismini hiç kimseye bağlamazsın. Ancak halkın en sevgilisi olan bir kimsenin ismine bağışlarsın” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Doğru söyledin. O, bana halkın en sevgilisidir. Madem ki, onun hürmetine benden mağfiret istedin, gerçek olarak ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım” buyurdu.

Allahü teâlâ, kıyâmet günü insanları biraraya toplar, insanlar, bu sırada büyük bir korku içindedirler. Bu büyük ahvâli görünce; “Rabbimizin yanında bize kim şefaat eder?” derler. Ba’zısı ba’zısına; “Âdem aleyhisselâma gidelim” der. Âdem aleyhisselâma varırlar: “Yâ Ebe’l-beşer! Hâlimiz pek fenâdır!” derler. Kâfirler ise; “Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi bu şiddet ve meşakkatten kurtar” diye yalvarırlar.

İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki: “Yâ Adem! Sen şol azîz ve şerîf zâtsın ki, Allahü teâlâ seni yed-i kudreti ile yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana kendi rûhundan üfledi. Kaza ve hesaba başlaması için bize şefaat eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse onunla mahkûm olalım. Ve nereye emr ederse, herkes, oraya vâsıl olsun.”

Hazret-i Âdem buyurur ki: “Ben, Allahın yasak ettiği ağacın meyvesinden yedim. Bu zamanda Allahtan utanırım. Lâkin siz, Nûh aleyhisselâma gidiniz.” Bunun üzerine, bin sene aralarında meşveret ederek dururlar.

Sonra Nûh aleyhisselâma gidip, “Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhakememize çabuk bakılmak için şefaat eyle! Bize şefaatiniz sebebiyle, şu mahşer cezasından kurtulalım” diye rica ederler. Hazret-i Nûh ise, onlara cevâp olarak; “Ben, Allahü teâlâya duâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o duâ sebebiyle suya garkolundu, boğuldu. Bunun için Allahü teâlâdan utanırım. Lâkin siz, İbrâhim aleyhisselâma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Belki o size şefaat eder” der.

Yine evvelki gibi aralarında bin sene daha konuşurlar. Sonra İbrâhim aleyhisselâma gelirler. “Yâ Ebe’l-Müslimin! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni halîl eyledi. Bize şefaat eyle! Ümîd olunur ki, Allahü teâlâ, mahlûkât arasında, kaza ve hüküm eyleye” derler, İbrâhim aleyhisselâm onlara; “Şimdi, Allahü teâlâdan bu makamda şefaat izni istemekden utanırım. Lâkin siz Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. Zîrâ Allahü teâlâ onunla konuştu ve kendisine ma’nevî yakınlık gösterdi. Umulur ki, sizin için şefaat eder” buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle müşavere ederler. Lâkin bu zamanda hâlleri gayet güçleşir. Mahşer ise ziyâde daralır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma gelip; “Yâ İbn-i İmrân! Sen o zâtsın ki, Aiiühü teâlâ seninle konuştu. Sana Tevrâtı inzal eyledi. Hesabın başlaması için bize şefaat eyle. Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdiham pek ziyâde oldu. Ayaklar birbirleri üzerine birikti” derler. Hazret-i Mûsâ, onlara der ki: “Ben, Allahü teâlâ hazretlerinden Fir’avn’ın kavminin senelerce belâlarla cezalandırılmasını isteyip, sonra gelenlere ibret olmalarını rica eyledim. Şimdi şefaat istemeğe utanırım. Lâkin cenâb-ı Hak, rahmet, mağfiret sahibidir. Siz Îsâ aleyhisselâma gidiniz. Size o şefaat eder” buyurur. Bunlar aralarında bin sene müşavere ederler. Bu arada onların hâlleri daha da kötüleşir.

Sonra Îsâ aleyhisselâma gidip; “Sen Allahü teâlânın rûhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için, “Dünyâda ve âhırette, “Vecîh” “ya’nî çok kıymetli” buyurdu. Bize Rabbinden şefaat iste!” derler. Îsâ aleyhisselâm buyurur ki “Benim kavmim, beni ve vâlidemi, Allahtan başka ilâh ittihâz eylediler. Nasıl şefaat ederim ki, bana da ibâdet ettiler. Ve bana oğul ve cenâb-ı Hakka baba dediler. Lâkin siz gördünüzmü ki, birinizin kesesi olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun, o mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Seyyid-ül-mürselîn ve Hâtem-ün-nebiyyin hazretlerine gidiniz. Zîrâ O, da’vetini ve şefaatini ümmeti, için hazırladı. Çünkü, kavmi O’na çok kerre eza ettiler. Alnını yardılar. Mübârek dişini kırdılar. Kendisine delîlik isnâd ettiler. Hâlbuki, hazret-i Peygamber (s.a.v.), onların tahammül olunmıyacak eza ve cefalarına mukabil, hazret-i Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine; “Şimdi sizin, başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimîn olan cenâb-ı Allah size mağfiret eder” dediği gibi der idi. Hazret-i Îsâ, Peygamberimizin (s.a.v.) faziletlerini, onların kulaklarından çıkmayacak derecede beyân eder. Hattâ, rûhları hazret-i Muhammed aleyhisselâma kavuşmak için can atar hâle gelirler.

Bunun üzerine hemen yürüyüverirler, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın minberine, gelirler ve; “Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en üstünüdür. Bize Rabbinden şefaat iste! Zira büyükbabamız, Âdem aleyhisselâma gittik, bizi Nûh aleyhisselâma havale eyledi. Nûh aleyhisselâma gittik, İbrâhim aleyhisselâma havale eyledi. İbrâhim aleyhisselâma gittik. Mûsâ aleyhisselâma havale eyledi. Mûsâ aleyhisselâma gittik, Îsâ aleyhisselâma havale etti. Îsâ aleyhisselâm ise, size havale eyledi. Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Senden sonra gidecek bir şefaatçi yoktur” derler. Resûlullah (s.a.v.); Ben şefaat ederim. Lâkin, cenâb-ı Allah izin verirse ve râzı olursa” buyurur.

Peygamberimiz (s.a.v.), Celâl perdesine varır. Cenâb-ı Hak, Peygamber efendimize izin verir. Hicâb (örtü) kalkar. Arş-ı alaya gelir, secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, hilkat-i âlemden beri, hiç kimse Allahü teâlâyı öyle methetmemiştir. Bu müddet içinde insanların meşekkat ve zahmetleri artar. Yerleri daralır. Hâlleri çok kötüleşir.

Allahü teâlâ hazretleri buyurur ki: “Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et. Kabûl olunur. Bunun üzerine, hazret-i Peygamber (s.a.v.); “Yâ Rabbî! Kulların arasını kazânla fasl eyle, ya’nî iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyla Arasat meydanında rezîl ve rüsvâ oldular” der.

“Evet yâ Muhammed” nidası gelip, şefaati kabûl buyurulur. Cenâb-ı Hak, Cennete emr eder, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasat meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan kokusu duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır, Rûhlar dirilir. Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler, Kur’ân-ı kerîme hakaret edenler, gençleri aldatarak îmânlarını çalanlar ve amelleri habis olanlar Cennetin kokusunu duymazlar.

Resûlullahın (s.a.v.) Cehennemdeki mü’minlere şefaat etmesi: İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle anlattı: Allahü teâlâ, Cebrâil’e (a.s.); “Ey Cebrâil! Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden günahkârları ne yaptı?” diye vahyeder. Cebrâil (a.s.); “Yâ Rabbî, sen onların durumunu daha iyi bilirsin” der. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Cebrâil’e (a.s.); “Onların ne durumda olduklarına bak?” buyurur. Cebrâil aleyhisselâm; Cehennemin ortasında ateşten tahtına oturan Mâlik ismindeki meleğe gider. Mâlik, Cebrâil aleyhisselâmı görünce, ona olan hürmetinden dolayı ayağa kalkar. “Yâ Cebrâil, seni buraya getiren nedir?” diye sorar. Cebrâil (a.s.) Mâlik’e, “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden günahkârlara ne muâmele ettin?” der. Mâlik; “Onların hâlleri çok kötü, yerleri pek dardır. Cehennem onların bedenlerini yaktı. Etlerini yedi, sâdece yüzleri ile kalbleri kaldı. Onlarda îmân parıldıyor” der.

Cebrâil (a.s.); “Ey Mâlik! Kapıyı aç, onları görevim” der. Bunun üzerine Mâlik onların muhafızlarına emredip, Cehennemin kapısını açarlar, içeride yananlar, Cebrâil aleyhisselâmı ve yaratılışındaki güzelliği görünce, onun azap meleklerinden olmadığını anlarlar.

Mâlik onlara; “Bu gelen, Muhammed aleyhisselâma vahiy getiren melek Cebrâil’dir” der. Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ismini duyar duymaz hepsi birden bağırarak; “Ey Cebrâil! Muhammed aleyhisselâma bizden selâm söyle, günahlarımız sebebiyle kendisinden ayrı kaldığımızı, çok kötü bir hâlde olduğumuzu ona bildir” derler. Cebrâil aleyhisselâm oradan ayrılır. Allahü teâlânın huzûrunda durur. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma; “Habîbim Muhammed’in (s.a.v.) ümmetini nasıl buldun?” buyurunca, Cebrâil (a.s.); “Yâ Rabbî! Onların hâli çok perişan ve yerleri pek dar” der. Allahü teâlâ; “Ey Cebrâil, onlar senden birşey istediler mi?” buyurunca, Cebrâil aleyhisselâm! “Yâ Rabbî! Onlar, Peygamberlerine selâm söylememi, çok perişan bir hâlde olduklarını O’na bildirmemi söylediler” diye cevap verir. Bunun üzerine; Allahü teâlâ, “Git! Ümmetinin bu isteklerini, Habîbim Muhammed’e ilet” buyurur. Cebrâil aleyhisselâm; “Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekatühü yâ Muhammed!” diye selâm verince, Resûlullah (s.a.v.), Cebrâil’in (a.s.) selâmını alır. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Cehennemde azap gören ümmetinin âsîlerinin yanından geliyorum. Sana selâmları var” der. Resûlullah (s.a.v.); “Ümmetim Cennette ni’metler içerisinde değiller mi?” diye suâl edince, Cebrâil aleyhisselâm; “Hayır! Onlar Cennette değiller” der. Bunun üzerine Resûlullahın (s.a.v.) gözü dolar ve rengi değişir.

Resûlullah (s.a.v.) birçok makamları aşarak, Arş’a kadar gelir. Burada secdeye varır. Allahü teâlâ; “Yâ Muhammed! Başını kaldır. Ne istersen sana verilecek, şefaat et, şefaatin kabûl olunacak” buyurur. Resûlullah (s.a.v.), yine ümmetini ister. Allahü teâlâ; “Ey Cebrâil! Habîbim Muhammed ile beraber gidin, ümmetini görsün” buyurur. Cebrâil (a.s.), Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Mâlik adlı meleğin yanına kadar giderler. Mâlik, Resûlullahı (s.a.v.) görünce hürmetinden ayağa kalkar. Nereye gidiyorsunuz?” der. Resûlullah (s.a.v.); “Ey Mâlik! Günahkâr ümmetimin hâli ne oldu?” der. Mâlik; “Ey Muhammed! Onların hâli pek perişan ve yerleri pek dardır” der. Resûlullah (s.a.v.); “Ey Mâlik! Cehennemin kapısını aç” buyurur. Mâlik kapıyı açar. Resûlullah (s.a.v.) günahkâr mü’minlere yaklaşınca, Cehennem, Resûlullaha hürmeten onları yakmaz olur.

O zaman herkes birbirine, Cehennemin kendilerini yakmadığım söylerler. Bu arada başlarını kaldırırlar. Resûlullahı (s.a.v.) gördüklerinde; “Herhalde bu Cebrâil’dir. Herhalde bizi buradan kurtaracak” derler. Resûlullaha bakarlar. Sonra birbirlerine; “Bu Cebrâil değil, bu, Cebrâilden daha güzel” derler. Hepsi birden; “Sen kimsin? Allahü teâlâ, senin hürmetine bize lütufda bulundu. Cehennem bizi yakmıyor” derler. O zaman Resûlullah (s.a.v.); “Ey Ümmetim! Ben sizin Peygamberinizim!” buyurur. Bunun üzerine, Cehennemde yanan günahkâr mü’minlerin hepsi birden; “Yâ Muhammed! Yâ Ebe’l-Kâsım! Ey Peygamberimiz! Cehennem tabakaları arasında bizi unuttun” derler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.); “Sizi asla unutmuş değilim. Bugün size şefaat edeceğim” buyurur. Ve Cehennemin kenarında secdeye varır. Allahü teâlâyı hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde sena eyler. Bunun üzerine; “Yâ Muhammed! Başını kaldır. Dile ne dilersen, verilecektir. Şefaat et, şefaatin kabûl olacaktır” diye nidâ olununca, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Rabbî! Ümmetimi isterim” diyecektir. O zaman Allahü teâlâ; “Ey Muhammed! Kalbinde zerre miktârı îmân olan Cehennemden çıkarılacaktır, râzı oldun mu?” buyuracak. Resûlullah (s.a.v.); “Evet, râzı oldum yâ Rabbî!” diyecektir. Sonra yine, “Ey Muhammed! Kalbinde dank miktarı imânı olan kimse Cehennemden çıkacaktır, râzı oldun mu?” denilecektir. Resûlullah (s.a.v.) de; “Evet, râzı oldum yâ Rabbi!” diye cevap verecektir. Yine şu nidâ gelir; “Ey Muhammed! Kalbinde imândan bir tâne olan kimse Cehennemden çıkacaktır, râzı oldun mu?” denir. Resûlullah (s.a.v.) “Evet, râzı oldum yâ Rabbi!” cevâbını verir, ömründe bir kerre dahî “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen kimse o gün Cehennemden çıkarılır. Cennetin kapısında bulunan nehre götürülürler. Orada yıkanıp, genç olarak çıkarlar. Onların yüzleri, ondördüncü gecedeki dolunay gibidir. Sonra Cennete girerler. Sonra Cehennemdeki müşrikler, Cehennemde yanmakta iken, Resûlullahın (s.a.v.) şefaati ile oradan çıkarılmış olan günahkâr mü’minleri göremezler. Onlara, Muhammed aleyhisselâmın şefaat ettiği, tevhîde inandıkları için onların Cehennemden kurtuldukları söylenir. Bunun üzerine onlar; “Keşke biz de müslüman olsaydık” derler.

Ebû Abdullah ibnî Nu’mân Merrâkûşî (r.a.), Süleymâniye Kütüphânesi’ndeki “Siyer-i Ehl-is-Sülûk” adlı eserinde buyuruyor ki:

Bil ki, her iki dünyâda (dünyâ ve âhırette), soyu ile, çok ilim sahibi olmakla, çok şeyler rivâyet edip, hikmetli sözler söylemekle, kişi şerefli ve azîz olmaz! Kişi, ancak (zâhiri ile beraber) bâtının da (kalbinin de) ma’nevî kirlerden ve kötülüklerden arınması ile, himmetinin yüksekliği ile bu şerefe ve izzete sahip olur. Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma; “Ben hakîm olan kişinin hikmetli sözlerine değil onun kalbine ve himmetine bakarım” diye vahyetti. Zâhirî ilim ehline göre, insanlar iki kısımdır: Âlim ve müteâllim (talebe). Âlim, kendisine tâbi olunan, müteallim ise, tâbi olandır. Bâtın ehline göre de, insanlar iki kısımdır: Mürid ve Murâd, Murâd, sıddîkdır. Mürîd ise sâdıkdır. Sâdık olan mürîdde görülen herşey, sıddîk denilen ve kendisine tâbi olunan zâta tâbi olmanın neticesi ve meyvesidir. Sıddîk ve murâd olan zât, Ârif-i billah’dır (Allahü teâlâyı tanıyan âhıret âlimidir). Bu zât, ma’rifetler hazinesidir. Bu âlim, zâhirî ilimlerle meşgûl olup, sahifelerden nakiller yapan âlimler gibi değildir.

Birisi, büyük âlim Ebû Ya’kûb Nehrecûrî’ye; “Allahü teâlâya nasıl kavuşulur? Bu yola nasıl girilir?” diye sorduğunda; “Âlimlerle beraber olur, câhillerden uzak durur, amele ve zikre devam edersen, Allahü teâlâya kavuşursun” buyurdu.

Mekke-i mükerremede bir zât, Nehrecûrî’ye gelip; “Kalbimde bir kasvet (katılık) var. Bunun için, falan falan zât ile istişâre ettim. Onlardan biri, bana oruç tutmamı tavsiye etti. Dediği gibi yaptım, fakat bu durumdan kurtulamadım. Diğeri ile istişâre ettim, o da yolculuk yaparsam bu hâlin benden gideceğini söyledi. Onun dediği gibi de yaptım, fakat yine bu hâlimden kurtulamadım” deyince, Ebû Ya’kûb Nehrecûrî hazretleri; “Onların tavsiyeleri hatalıdır. Sen, insanlar uyuduğu zaman Mültezem’e (Hacer-ül-esved ile Kâbe-i muazzamanın kapısı arası) git. Orada, Allahü teâlâya bu hâlinin geçmesi için yalvar” dedi. O kimse de dediği gibi yaptıktan sonra, “O kasvet hâli benden geçti” dedi.

Mekke-i mükerremede, Mültezem’de bulunmayan kimse için de, her yerde Hakkın rahmet kapısı açıktır. Hakkın rahmet kapısı dâima Ehl-i İslâmın mültezemidir. Dâvûd aleyhisselâm buna işâret ederek; “İlâhî! Senin tabîblerine gittim. Hepsi de bana senin kapını gösterdiler” buyurmuştur.

Bu kapı, uzakta ve yakında olanların hepsi içindir. Ancak, bu kapıya Allahü teâlânın hâs ve yakın kulları yapışmıştır. Bu kapının uzak-yakın herkese açık olduğuna, Allahü teâlâ, Bekâra sûresi 186. âyet-i kerîmede işâret buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmede meâlen; (Habîbim), kullarım sana beni sordukları zaman onlara, benim yakın olduğumu ve duâ edenin duâsını kabûl edeceğimi söyle” buyuruldu.

Ebû Mervân Abdülmelik bin Ubeydullah ez-Zâhid anlatır: “Sâlihlerden bir cemâat, Fas şehri âlim ve fadıllarından birisine gelerek şöyle dediler: “Falancanın oğlu hapse düştü. Onun bırakılması husûsunda vâliye müracaat ettik, fakat o bizim bu arzumuzu kabûl etmedi. Bunun üzerine o âlim zât onlara; “Siz müracaat edilecek yerde hatâ etmişsiniz” deyip, Allahü teâlâya, o şahsın hapishâneden kurtulması için yalvarmaya başladı. Nihâyet, Allahü teâlânın izni ve inâyeti ile, o şahıs hapishâneden kurtuldu.”

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Abbâs bin Tamettit (r.a.) anlattı: “Şeyh Ebû Ya’z, Fas şehrine gelmişti. Kal’a mahallesinde indi. Burada meşhûr bir mescid vardı. Bu mescid, sâlih kimselerin uğradığı bir yerdi. Ebû Ya’z hazretlerinin yanına, onu sevenlerden ba’zı kimseler geldi. Biraz vakit geçince, Ebû Ya’z, büyük âlim Ebû Hasen bin Hazm’i sordu. Orada bulunanlar da, onun hapiste olduğunu söylediler. Bunun üzerine, Şeyh Ebû Ya’z mescide gitti. Bir müddet orada kaldıktan sonra tekrar Ebû Hasen bin Hazm’i sordu. Yine onlar; “Efendim, daha evvel arz ettiğimiz gibi, o hapistedir” dediler. O zaman Şeyh Ebû Ya’z; “Allahü teâlâya onu kurtarması için yalvarmıştım da, onun için, acaba geldi mi diye sordum” dedi. O sırada Ebû Hasen de çıkageldi. Oradakiler, ona nasıl kurtulduğunu sorduklarında; “Şimdi beni çıkardılar!” dedi. Ben, Allahü teâlânın Ebû Ya’z’ın duâsı hürmetine onu hapisten kurtardığını anladım.”

Hakkın kapısına yapışmak, bütün derdlere deva, hastalıklara şifâdır. Şöyle anlatılır: “Zamanının meşhûr vâlilerinden Leys bin Rebî’, bir hastalığa yakalanmıştı. Zamanının en meşhûr tabîbleri onu tedâvi etmişler, ancak bir netice alamamışlardı. Onun hastalığı karşısında şaşırıp kalmışlardı. Vâlinin yakınları ve akrabaları da, hastalığın bu kadar uzun sürmesinden dolayı ne yapacaklarını bilemez olmuşlardı. Birgün vâli Leys bin Rebî’; “Hastalığımın tedâvisinden ve şifâ bulmamdan hiç ümid yok mu?” deyince, tabîbler; “Evet, yapacak bir şeyimiz kalmadı” dediler. Bu sırada içlerinden biri vâliye; “Efendim! Sehl bin Abdullah Tüsterî isminde sâlih bir zât vardır. Onun kerâmetleri meşhûrdur. O, size duâ ederse, şifâ bulmanız umulur. Ona birini gönderip da’vet ederseniz iyi olur” dedi.

Bunun üzerine vâli emir verip, Sehl bin Abdullah Tüsterî’yi çağırttı. Sehl bin Abdullah vâlinin yanına gelince, vâli, ona; “Efendim! Eğer benim hastalıktan kurtulup, şifâ bulmam için duâ buyurursanız, duânızın bereketiyle, sıhhat ve afiyete kavuşacağımı umuyorum” dedi. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Kapında bunca mazlûm varken, zâlimler yardımcıların iken sana nasıl duâ ederim? Mazlûmlara yardım et! Zâlimleri yanından uzaklaştır! O zaman Allahü teâlâ sana şifâ verir” buyurdu. Bunun üzerine vâli Leys bin Rebî’, Sehl hazretlerinin söylediklerinin derhal yerine getirilmesini emretti. Yaptığı bütün haksızlık ve zulümlerden tövbe etti. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah Tüsterî ellerini kaldırıp, onun için şöyle duâ etti: “Allahım! Ona ma’siyetin, günahın ve kötülüğün zilletini, zulmün alçaklığını gösterdin. O bunu idrâk edip anladı. Şimdi ona, sana olan itaatin izzetini, kıymetini ve üstünlüğünü göster ve sıhhatin tadını tattır.” Duâsını bitirir bitirmez, vâli Leys bin Rebi’ ayağa kalktı. Sanki, daha önce hiç hasta değilmiş gibi oldu. Bunun üzerine vâli, Sehl bin Abdullah Tüsterî’ye bin dinar verilmesini emretti. Fakat dinarları kabûl etmeyip, vâlinin yanından ayrıldı. Yanında bulunanlardan biri ona; “Efendim! O dinarları alıp da fakirlere dağıtsanız iyi olmaz mıydı?” deyince, Sehl bin Abdullah Tüsterî eliyle deniz tarafına doğru işâret etti. İşâret ettiği yere bakanlar, denizin tamamen inci ile dolduğunu gördüler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah onlara şunu söyledi: “Bu kadar incilere sâhib olan kimse, hiç Leys’in altınlarına muhtaç olur mu? Tabîbler bir vâsıtadır. Şifâyı ancak Allahü teâlâ verir” buyurdu.

İşte böyle garip ve harikulade hâdiseler, Allahü teâlânın dostlarının ve velî kullarının hâlleridir. Hakîkatte, hakîkî sultan ve pâdişâh bu büyüklerdir. Kim doğru yolda bulunmak isterse, Resûlullahın (s.a.v.) ve Selef-i sâlihînin yolunda giden o büyüklerin yolundan gitsin, onların izinden yürüsün!

Allahım! Hasta kalblerimize deva ve şifâ ihsân eyle. Fadlınla, rahmetinle günahlarımızı af ve mağfiret eyle! (Amin).”

Ebû Abdullah İbni Nu’mân Merrâkûşî (r.a.) “Gunyet-üt-tâlib” adlı risalesinde buyurdu ki:

“Mü’minlere takvâyı tavsiye ederim. Çünkü takvâ, mü’minler için en hayırlı elbisedir. Güzel amel sahibi sâlih kimselerle beraber olmak, bozuk amelli fâsık kimselerden uzaklaşmak, takvâda kolaylık sağlar. Kur’ân-ı kerîmde Zuhrûf suresi altmışyedinci âyet-i kerîmede meâlen; (Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Dostlukları ve birbirlerini sevmeleri, Allahü teâlâ için olan takvâ sahipleri ise, birbirlerine şefaat ederler” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte, sâlih ve iyi kimselerle beraber bulunmak hakkında; “Sâlih arkadaşın hâli, güzel koku satan attârın hâli gibidir. Ondan koku satın almasan da, hiç olmazsa kokusundan istifâde edersin. Kötü arkadaşın durumu ise, demircinin durumu gibidir. Ateşi elbiseni yakmasa da, kötü kokusu bulaşır” buyuruldu.

Allahü teâlâ, Resûlullah efendimize (s.a.v.) lâyık olduğu yüksek dereceleri mükâfat olarak versin. Çünkü O, bizi kötü ve bozuk kimselerle beraber olmaktan sakındırıp, iyi ve sâlih kimselerle beraber olmak için uyardı! En iyi arkadaş, beraber olmaya daha lâyık kimse, Resülullah efendimizin (s.a.v.) haber verdiği kimsedir. Resûlullaha (s.a.v.); “Yâ Resûlallah! En hayırlı, en iyi arkadaş hangisidir?” diye sorulunca; “Kendisini gördüğünüzde Allahü teâlâyı hatırladığınız, konuşması ilminizi artıran, ameli ve yaptıkları size âhıreti hatırlatan kimsedir” buyurdu.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip; “Yâ Mûsâ! Kendine dost, arkadaş ara! Sana benim rızâm için gelmeyen kimse ile dost ve arkadaş olma! Çünkü o vefasızdır” buyurdu.

Mâlik bin Enes (r.a.) şöyle anlattı:

Havariler, Îsâ aleyhisselâma; “Yâ Rûhullah! Kiminle arkadaş olalım?” diye sordular. Îsâ aleyhisselâm; “Görüldüğünde size Allahü teâlâyı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, işleri sizi âhırete teşvik eden kimse ile arkadaş olunuz” buyurdu. Mâlik bin Enes (r.a.) talebelerine bunu tavsiye eder, “Sözü ilmini artıran, işleri seni âhırete teşvik eden kimseyi arkadaş edin, dinine zarar getiren, işleri seni dünyâya teşvik eden kimse ile arkadaş olmaktan sakın” buyururdu.

Lokman Hakim de oğluna şöyle nasihatte bulundu: “Ey oğul! Diline sahip olmayan kimse, sonunda pişman olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan kimse, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş olan kimse, kötülükten kurtulamaz. Emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimse, iyi şeylere kavuşur.”

Mâlik bin Enes (r.a.), kendisinden nasihat isteyen bir kimseye; “Allahü teâlâdan kork! Allahü teâlânın sana lütfettiği nûru, günah işlemek sûretiyle söndürme!” buyurdu.

İmâm-ı Şafiî (r.a.) bir nasihatinde; “Allahü teâlânın, kalbini açmasını, nurlandırmasını isteyen kimsenin, kendisini alâkadar etmiyen mevzûlarda konuşmaması, günahları terketmesi, onlardan uzak durması lâzımdır. Kim iyi ameller işlerse, Allahü teâlâ, başkasına nasîb etmediği şeyleri o kimseye nasîb eder” buyurdu.

Allah ve Resûlü, ana-babaya itaat edip onlara teşekkür borcunu eda eden, onlara karşı gelmeyenlerden râzıdır.

İbn-i Vaddâh anlattı: Akşam ile yatsı arasında büyük zâtlardan birinin huzûruna girdim. Ona; “Bana nasihatte bulun” dedim. Bunun üzerine bana nasihatte bulunup; “Allahü teâlâdan kork! Ana-babana itaat et! Onlara iyilikte bulun! Kur’ân-ı kerîmi çok oku! Bunu hiç ihmâl etme! Mümkün mertebe insanlardan uzak kal! Çünkü, hased de, nemime de (söz taşımak) hep iki veya daha fazla insan arasında olmaktadır. Fakat, yalnız ve tek başına olan kimse, bu durumlardan nefsini korumuş olur” buyurdu.

Ben de şunu nasihat ederim: Kişinin, zâhirî ilimlerden herkesin bilmesi lâzım olan; namaz, oruç gibi farz-ı ayn olan vazîfelere dâir bilgileri öğrenmesi ve bilmesi zarurîdir. Çünkü kalblerin aydınlanması, kalblerin huzûru ve Allahü teâlânın rızâsı bunları öğrenip, yapmaktadır. Bu husûsta Mâlik bin Enes’in (r.a.) sözü ne güzeldir Bir kimse gelip. Mâlik bin Enes’den (r.a.) bâtın ilmi ile ilgili birşey sordu. Mâlik bin Enes (r.a.), onun bu suâlini hoş karşılamadı ve ona; “Bâtın ilmi, zâhir ilmini öğrendikten sonra öğrenilir. Zâhirî ilimleri öğrenmiş, olan, bâtın ilmini öğrenir. Zâhirî ilimleri öğrenip, onlar ile amel eden kimseye, Allahü teâlâ bâtın ilmini açar. Bâtın ilmi, ancak kalbin açık olup nurlanması ile elde edilir” buyurup, suâli soran şahsa döndü ve şöyle dedi: “Sen, açık ve zâhir olan şeylere sarıl! Bilinmeyen yollara girmekten sakın! Bildiğin şeylere yapış, bilmediklerini, anlayamadığın şeyleri bırak!” buyurdu.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Bekâra suresi 282. âyet-i kerîmede meâlen; “Hak teâlânın emrine ve nehyine aykırı hareketten sakının, azâbından korkun! Allahü teâlâ, işlerinize âit hükümlerini size öğretiyor. Allahü azîmüşşân, her şeyi hakkıyla bilir” buyurdu.

Takvâ, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu mühim bir kaidedir. Kim gizli ve açıkta iken bu kaideyi gözetmezse, helakı ve felâketi yakın demektir. Şâirlerden biri, bir beytinde şöyle demektedir:

“Ey kardeşim! Kendine takvâyı azık edin. Çünkü takvâyı kendisine sermâye edinen kimse, pekçok hayır ve iyiliklere nail olur.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 522

2) Tabakât-ül-evliyâ sh. 488

3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 384

4) El-A’lâm cild-7, sh. 118

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 134

6) Kıyâmet ve Âhıret sh. 116

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 406, 997

8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 68

9) “Siyer-i ehl-is-sülûk”. Süleymâniye Kütüphânesi. Şehid Ali Paşa kısmı, 1345 numaralı mecmûada.

10) “Gunyet-üt-tâlib”, Süleymâniye Kütüphânesi Şehid Ali Paşa kısmı. 1345 numaralı mecmûada.

11) “Misbâh-üz-zulâm, fil-müstegisî bi-hayr-il-enam Muhammed aleyhi efdalüs salâtü vesselâm fil-yakazati vel-menâm” Süleymâniye Kütüphânesi. Şehid Ali Paşa kısmı, 57 numaralı eser.