MENKÛBERS MÜSTENSIRÎ

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebû Şücâ olup ismi Menkûbers bin Yalınkılıç Abdullah’tır. Cemâlüddîn ve Necmüddîn lakabları verildi Müstensırî nisbet edildi. 652 (m. 1254) yılında vefât etti.

Babasının isminden Türk asıllı olduğu anlaşılan Ebû Şücâ Menkûbers Müstensıri’nin hayâtı hakkında, eserlerinin üzerinde yazılan müellif isminden başka bilgiye rastlanmamaktadır. Eserlerinin hepsi de Hanefî mezhebine dâirdir. Eserlerinden: “Mukaddimet-üs-salât”, Tahâvî’nin “Muhtasar”ına yapmış olduğu “En-nûr-ül-lâmî vel-burhân-is-sâtî”si, “El-usûl-ül-i’tikâdiyye alâ mezheb-i İmâm-ı Ebû Hanîfe” adlı olanları bilinen kitapları arasındadır.

Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmında, 372 numarada kayıtlı “El-Usûl-ül-i’tikâdiyye alâ mezheb-i İmâm-ı Ebî Hanîfe” adlı eserinin mukaddimesinde şöyle buyurmaktadır:

“Bu kitapta, i’tikâda dâir bildirdiklerim, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sabit, Ebû Yûsuf Ya’kûb bin İbrâhim, Muhammed bin hasen, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdrîs eş-Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyân bin Uyeyne, Süfyân-ı Sevrî, Abdullah bin Mübârek, Abdürrahmân bin Ebû Leylâ, Haccâc bin Ertât, Vekî bin Cerrah, Ömer bin Mürre, Mis’âr bin Kedâm, Mâlik bin Mugavvel ve diğer din İmâmları ve âlimlerinin bildirdiği Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdıdır.

Bil ki; semâ (gök), direksiz ve bir yere bağlı olmadan durmakta, bu hâli üzere muhafaza olunmaktadır. Yer, üzerindekiler için bir yatak gibi serilmiş, su buharı taşıyan bulutlar, altlarında bir direk, üstlerinde onları tutan bir ip olmadığı hâlde duruyor, ba’zan ondan bir yağmur tanesi bile damlatmadan hareket ediyor, ba’zan yağmur hâlinde aşağı iniyor. Bütün bunlar ve kâinatta canlı ve cansız varlıklarda görülen değişiklikler ve çeşitli hâller, bütün bu varlıkların, bir, kadîm, semî’ (işitici), alîm (herşeyi bilen), hakîm (hikmet sahibi), kadir (kudret sahibi) gibi kemâl sıfatları ile muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olan bir yaratıcısı olduğuna şehâdet eder.

Allahü teâlâ, emir ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için gönderdiği Peygamberlerini (a.s.) insanları âciz bırakan, mu’cizelerle kuvvetlendirmiştir. Mûsâ’yı (a.s.) asasının hareket eden bir yılana dönüşmesi, denizin yarılması, İbrâhim aleyhisselâma, ateşin serin ve selâmet olması, Îsâ aleyhisselâma, ölüleri diriltmesi, Muhammed aleyhisselâma ayın ikiye bölünmesi, mübârek parmaklarının arasından suyun akması, terkettiği için, kuru hurma kütüğünün inlemesi, mübârek avuçlarında bulunan çakıl taşlarının tesbîh etmesi mu’cizeleri verilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın en büyük mu’cizesi Kur’ân-ı kerîmdir, insanlar ve cinler, onun bir sûresinin benzerini yapabilmekten âcizdirler. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâm-ı ilâhîsidir. Onda tevhîd (Bir olan Allahü teâlâya kulluk) i’tikâdı ve kıyâmete kadar devam edecek olan ilâhî hükümler bildirilmektedir.

Bütün Peygamberler aleyhimüsselâm, Allahü teâlânın kullarına Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığını ve Allahü teâlâya ibâdetin vâcib olduğunu bildirmek için gönderildiler.

Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresi yirmibeşinci âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahy etmiş olmayalım: Gerçek şu ki, benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibâdet edin”. Yine, A’râf sûresi yüzellisekizinci âyet-i kerîmede meâlen; (Resûlüm) de ki: “Ey insanlar!’ Gerçekten ben sizin hepinize gelen, Allahü teâlânın peygamberiyim. O Allah ki, yer ve göklerin tasarrufu O’nundur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, öldürür ve diriltir. Onun için hem Allahü teâlâya, hem de bütün kelimelerine îmân getiren o ümmî peygambere, Resûlüne îmân edin ve o peygambere uyun ki, doğru yolu bulasınız” ve Bekâra sûresi yüzotuzaltıncı âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mü’minler, yahudi ve hıristiyanların sizi kendi dinlerine da’vetlerine karşı şöyle) deyin: “Biz Allaha ve bize indirilen Kur’âna, İbrâhim ve İsmâil ve İshâk ve Ya’kûb ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ’ya, Îsâ’ya verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen kitaplara îmân ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırd etmeyiz. Biz, ancak Allahü teâlâya boyun eğen müslimleriz” buyuruldu.

Resûlullah da (s.a.v.); “Kim, hâlis ve muhlis olarak “La ilahe illallah” derse Cennete girer” buyurdu.

Bir başka hadîs-i şerîfte de; “Kim “La ilahe illallah” der, bu kelâmın haddîni bilir ve hakkını eda ederse, Cenete girer” buyuruldu.

Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına muhatab olan kimse, ya’nî mükellef için hâlis i’tikâd, îmân şöyledir:

“Allahü teâlâ, kadîm olan zâtı ile vardır. O’ndan başka herşey O’nun var etmesi ile var olmuş, O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadimdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bakî ve ebedî olur. Hadîs ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka herşeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da, O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.

Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîn’dir. Bu sıfatları da kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Allahü teâlâ iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydana gelen değişiklikler, sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni olmaz.

Noksan sıfatlar, O’nda yoktur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, a’razların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehtir, uzaktır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir. Mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanı, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Birşey bilmiyen bir kimse, O’nu arş’ın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan birşey kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki; Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden daha saf ve daha nurludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü oradan görünür. Bunun içindir ki, ona “Arşullah” denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşya gibidir. Hepsi, O’nun mahlûkudur. O’ndan başka yaratıcı yoktur. O’ndan başkası yaratma kudretine ve gücüne sahip değildir. Nitekim Allahü teâlâ, En’am sûresi 102. âyet-i kerîmede meâlen; “O’ndan başka ilâh yoktur. Herşeyin hâlıkı ancak O’dur. O hâlde O’na kulluk (ibâdet) edin” buyurdu. Allahü teâlânın emrine muhatab olan mükellef kimse, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü, Peygamberlerin (a.s.) en üstünü ve sonuncusu, Allahü teâlânın habîbi olduğuna inanır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, Ahzab sûresi kırkıncı âyet-i kerîmede meâlen; “Muhammed (aleyhisselâm, sizden olma Zeyd gibi) erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; fakat O, Allahü teâlânın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur” buyurdu. Muhammed aleyhisselâmdan sonra peygamberlik iddiasında bulunan kimse kâfir olur.

Mükellef olan kimse, kısaca; Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine (a.s.), Allahü teâlânın kaza ve kaderine, önce ve sonra gelenlerin diriltildiği âhıret gününe, haşr ve neşre, Cennet ve Cehenneme ve diğer bildirilen şeylere inanması lâzımdır. Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir. Kader, Allahü teâlânın mahlûkları hakkındaki sırrıdır.

Muhammed aleyhisselâmın bildirdikleri haktır ve gerçektir. O’ndan tevâtür yolu ile bildirilenler, sanki Resûlullahın (s.a.v.) bizzat kendisinden duyulmuş gibidir. Tevâtür; müslüman âlimlerin, bir şeyin varlığı hakkında ittifâk etmesidir. Havz-ı Kevser, Şefaat, Sırat, Mîzân, Münker ve Nekir’in kabirde suâl sorması, Mi’râc ya’nî Resûlullah (s.a.v.) uyanık olarak beden ve rûhen semâlara götürülmesi, kıyâmet gününde Cennetliklerin nasıl olduğu bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlâyı görmesi haktır. Bunların hak olduğu hakkında İslâm âlimleri ittifâk etmişler, icmâ’ hâsıl olmuştur. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin icmâı haktır ve doğrudur. Resûlullahtan (s.a.v.) sonra insanların en üstünü, Ebû Bekr-i Sıddîk, sonra Ömer bin Hattâb, sonra Osman bin Affân, sonra Ali bin Ebî Tâlib, sonra Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ecmâin seçkin ve önde gelenleridir.

Kitâb ve sünnete uymayan herşey bâtıldır, hükümsüzdür. “La ilahe illallah” mübârek sözünün hakları pekçoktur. Başlıca iki kısma ayrılır. Birinci kısmı; farz ve vâcib olan amelleri eda etmek, yapmak, ikinci kısmı da; haram olanı terketmektir. Farz amellerden bir kısmı: İlki beş vakit namazdır. Beş vakit namaz, erkek ve kadın her müslümana farzdır. Ramazân-ı şerîfte oruç tutmak, şartlarını taşıyan kimselerin zekât vermesi ve hacca gitmesi farzdır. Bu mübârek kelimenin haklarından biri de, haramlardan kaçınmaktır. Kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmak, zünnâr kuşanmak, haksız yere adam öldürmek, zinâ etmek, livâta yapmak, içki içmek, iffetli kadına iftira etmek, erkeğin altın kullanması, ipek giymesi gibi haram olan şeylerden vesâir günah olan şeylerden uzak kalmak, bunları terketmek Kelime-i tevhîdin haklarındandır.

Bir kimsenin i’tikâdı doğru olunca, büyük günah işlemekle kâfir olmaz. Eğer işlediği günâhın cezasını dünyâda çekerse, işlediği günah için keffâret olur. Ancak tövbe etmeden vefât ederse, onun işi Allahü teâlâya kalmıştır. Onu Allahü teâlâ, Resûlullahın (s.a.v.) veya sâlihlerden birinin şefaatiyle veya bir iyiliğinden dolayı af ve mağfiret eder. Yahut, günahı kadar azâb ettikten sonra, onu yine Cennete kor, îmânı olduğu için Cehennemde ebedî kalmaz. Çünkü Cehennemde ebedî kalmak küfrün cezasıdır ve yalnız kâfirlere mahsûstur.

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: “Benî-İsrâil, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetimde yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı Kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorunca, “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu. Resûlullahın (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmın gitmiş olduğu bu doğru yoldan kıl payı ayrılmak; dünyâ ve âhırette helak olmaya, felâkete sebep olur.

Hadîs-i şerîfte bildirilen fırkaların her biri, kendilerinin fırka-i nâciye, ya’nî, Cehennemden kurtulacağı haber verilen fırka olduklarını, söylüyorlar. Kimin fırka-i nâciye’den olduğunu tesbitte en sağlam ölçü, böyle olduklarını söyleyenlerin akidelerinin; mihenk taşı olan Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) icmâına, Selef-i sâlihînin ve dört mezheb imamının bildirdiklerine uyup uymadığına bakılmasıdır. Eğer bir kimse, i’tikâdının o büyüklerin bildirdiklerine uymadığını görürse, derhal onların bildirdiklerini öğrenip, i’tikâdını ona göre düzeltsin. Bozuk i’tikâd üzere vefât ederse, fırsatı elinden kaçırmış olur. Hadîs-i şerîfte bildirilen ümmeti Muhammedin (s.a.v.) yetmişüç fırka olması, i’tikâddaki ayrılığı olup, fer’î ve amelî mes’elelerde değildir.

İ’tikâdın ve amelin düzgün olması, doğrusunu öğrenip bilmekle mümkündür. Zâten ilim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır. Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm, baştanbaşa ilimdir. Allahü teâlâ onda kullarına hitâb buyurup, emir ve yasaklarını beyân eyledi. Kulların Kur’ân-ı kerîmde bildirilen emirleri yapıp, yasaklardan kaçınması lâzımdır. Yine Allahü teâlâ, Peygamberlerini (a.s.), kullarına kendisinin ve insanların birbirlerine karşı haklarını öğretmek, böylece ebedî saadete kavuşmalarını te’min etmek için gönderdi. Saâdet-i ebediyyeye kavuşabilmek için de, din bilgilerini doğru olarak öğrenmek lâzımdır. Bu yüzden de ilim öğrenmek, nafile oruç tutmak ve geceleri nafile ibâdet etmekten daha üstündür.

Kıyâmetin alâmetlerinden birisi de, ilmin azalıp cehâletin çoğalması, insanların, câhil kimseleri başlarına geçirmeleridir. Böyle kimseler, ilimsiz konuşurlar, kendileri doğru yoldan saptıkları gibi, başkalarını da kendi sapık yollarına sürüklerler.

Ebü’l-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî’ye; “Ba’zı kimseler, kendilerinin ulaşılacak son mertebeye ulaştıklarını, artık amel yapmaya ihtiyâçları olmadığını söylüyorlar, siz bunlar hakkında ne dersiniz?” diye soruldu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “Böyle yapan kimseler, içki içen ve zinâ yapan kimselerden daha şerlidir” cevâbını verdi.

Resûlullah (s.a.v.) Mi’râc gecesi, mübârek bedeni ile uyanık olarak semâlara, oradan Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Allahü teâlâ ona pekçok ikram ve ihsânlarda bulundu.

Şefaat haktır. Allahü teâlânın Âdem aleyhisselâm ve onun zürriyetinden aldığı ahd-ı misâk haktır. Allahü teâlâ Cennete ve Cehenneme girecek olanların adedlerini ve kimler olduğunu bilmektedir.

Kader, Allahü teâlânın mahlûku hakkında bir sırrıdır. Allahü teâlâ, kader ile ilgili bilgiyi mahlûklarından gizlemiş, onu araştırmaktan kullarını menetmiştir. Nitekim Embiyâ sûresi 23. âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ yaptığından suâl olunmaz. Kullar ise suâl olunurlar” buyuruldu. “Bu niçin böyle oldu?” dememelidir. Çünkü Allahü teâlâ, öyle dilemiş, öyle yaratmıştır. Mülkün sahibi O’dur. Dilediği gibi tasarruf eder. Allahü teâlânın olmasını dilediği şey mutlaka olacaktır. Allahü teâlânın dilediği birşeyin olmaması için bütün mahlûkât bir araya gelse, mâni olmaya asla güç yetiremezler. Allahü teâlânın olmasını dilemediği şeyin olması da mümkün değildir.

Mü’minler, Allahü teâlânın evliyâsı, dostlarıdır. Onların en üstünü, Allahü teâlâdan ençok korkan ve O’na en fazla itaat edendir. Büyük günah işlemiş olanlar, tövbe etmeden imanlı olarak can verirlerse, onların işi Allahü teâlâya kalmıştır. Dilerse lütuf ve ihsânı ile af ve mağfiret eder. Nitekim Nisa sûresi kırksekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ, şirki elbette affetmez. Dilediği kimselerin, şirkten ya’nî imansızlıktan başka günahlarını affeder.” buyurmuştur. Allahü teâlâ, dilerse günahkâr mü’mine günâhı kadar azâb eder, sonra rahmeti ile veya şefaat edenlerin şefaati ile affederek Cehennemden çıkarıp Cennete gönderir”.

Günah ve sevâblarımızı yazan Kirâmen kâtibîn meleklerine inanırız.

Allahü teâlânın bizim üzerimize muhafız olarak koyduğu, hafaza melekleri vardır.

Müstehak olan için kabir azâbı vardır. Mevta kabre konduktan sonra, Münker ve Nekîr denen iki melek meyyite; “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin nedir?” gibi i’tikâdla ilgili suâller sorarlar. Kabir, müstehak olanlar için Cennet bahçelerinden bir bahçe, yine hak etmiş olanlar için Cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Kıyâmet günü, ölmüş olan insanlar diriltilir. Amelleri tartılır, mü’minler Sırat köprüsünden geçerler, kâfirler aşağı kayıp Cehenneme düşerler. Dünyâda yaptıklarının hesabını verirler. Hesap neticesinde mükâfat veya azap görürler. Cennete veya Cehenneme gönderilirler. Cennet ve Cehennem, sonradan yaratılmışlardır. Bugün Cennet ve Cehennem vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyâmette herşey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra insanlar, ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesaptan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmayacaklar. Cehenneme girenler ise, ebedî olarak azap çekecekler, azapları hiç hafifletilmeyecektir. Allahü teâlâ, Bekâra sûresi 86. âyet-i kerîmede meâlen; “Onların azapları hafifletilmeyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır” buyurdu. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda Cehennemden çıkarırlar ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü’minleri, Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hürmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.

Allahü teâlâ hiçbir kimseye gücünün yetmeyeceği birşeyi teklif etmez.

Kulların işlerini de Allahü teâlâ yaratır.

Dirilerin duâlarında ve ölüler için verdikleri sadakalarda ölüler için fayda vardır.

Allahü teâlâ şartlarına uygun olarak yapılan duâ ve tövbeleri kabûl eder.

Resûlullahın (s.a.v.) bütün Eshâbını (r.anhüm) sevmek lâzımdır. Onlar hayırdan başka birşeyle anılmaz. Onları sevmek, dînin ve îmânın esâsı, onlara buğzetmek ise, Allahü teâlâya isyanın, münâfıklığın icâbıdır.

Resûlullah (s.a.v.), Eshâbından (r.anhüm) on mübârek arkadaşını hayatta iken Cennetle müjdeledi. Bunlar; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talhâ, Zübeyr, Sa’d, Saîd, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah’dır (r.anhüm).

Resûlullahtan (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünleri, halifelik sırasıyla; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’dir (r.anhüm). Bu dört mübârek zâtın hepsine birden Hulefâ-i Râşidin denir.

Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı, mü’minlerin anneleri olan mübârek zevceleri ve mübârek soyu, ya’nî Ehl-i Beyt’i hakkında hayır söyleyen kimse, kendisini nifaktan, îmân bozukluğundan uzak tutmuş olur.

Evliyânın kerâmeti haktır. Sözüne güvenilir zâtların, İslâm âlimlerinin i’tibâr ettiği kimselerin bildirdiği rivâyetler doğrudur.

Kıyâmetin alâmetleri vardır. Deccâl çıkacak, Mehdî (a.s.) gelecek, Îsâ (a.s.) gökten inecek, Dabbet-ül-ard çıkacak, güneş batıdan doğacak, “Allah” diyen bir kişi kalmayınca kıyâmet kopacaktır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Esmâ-ül-müellifîn, cild-2, sh. 477

2) Keşf-üz-zünûn sh. 1802

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13 sh. 23

4) El-Usûl-ül-i’tikâdiyye. Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmı, No: 372