Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi, Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, lakabı Kutbüddîn’dir. Ayrıca Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-Meşâyih, Sultân-üt-tarikat, Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-evliyâ ve Tâc-ül-esfiyâ diye de tanınır. Seyyiddir. Hazreti Ali’ye kadar olan nesebi şöyledir: Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Ûşî bin Mûsâ bin Ahmed bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Ahmed bin İshâk Hasen bin Ma’rûf bin Ahmed Çeştî bin Radıyyüddîn bin Hüsâmeddîn bin Reşîdüddîn bin Ca’fer bin Muhammed Nakî el-Cevâd bin İmâm-ı Ali Mûsâ Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeyn’el-âbidîn bin İmâm-ı Hüseyn bin Emîr-ül-mü’minîn Ali (r.anhüm). Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, 569 (m. 1173) senesinde, Mâverâünnehr’de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 633 (m. 1235) senesinde Hindistan’da Dehlî’de vefât etti. Kabri orada bilinmekte olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.
Hâce Kutbüddîn hazretleri daha birbuçuk yaşındayken, babası Seyyid Kemâleddîn (r.a.) vefât etti. Bu sebeble Hâce hazretlerinin ihtimâm ile yetişmesi, sâliha ve takvâ sahibi bir hanım olan annesi tarafından yapıldı, İlim tahsiline beş yaşında iken başlayan Hâce hazretleri, ilk olarak Mevlânâ Ebû Hâfız’dan okudu. Onyedi yaşında iken bir vesile ile bulundukları şehri ziyâret eden Hâce Mu’înüddîn Hasen Çeştî hazretlerini gördü. Bu büyük velînin talebesi olmak arzusu birden bire kendisinde şiddetlenince, talebeliğe kabûlü için yalvardı. Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri kalb gözüyle bu genç talibin, ilim öğrenmek arzusunun ve evliyâlık yolunda yükselmek istidâdının pek fazla olduğunu görerek, onu talebeliğe kabûl etti. O büyük velînin sohbeti bereketiyle, evliyâlık yolunda üstün derecelere, yüksek makamlara kavuştu. Bir ara Bağdad’a geldi. Burada Ebü’l-Leys-i Semerkandî Câmii’nde, zamanının büyük evliyâsından, Şihâbüddîn-i Sühreverdî, Abdullah-i Kirmânî, Burhâneddîn-i Çeştî, Muhammed İsfehâni ve başka zâtların sohbetlerinde bulundu. İlimde ve evliyâlık yolunda çok yüksek mertebeye geldi. İlmini arttırmak için nice sıkıntılara katlanarak çok yerlere gitti. Irak, İran, Afganistan ve başka yerlerdeki birçok âlim ile görüşüp, onların sohbetlerinde bulundu. Kendisi de bu yolda birçok velî yetiştirdi. Bunlar içinde en meşhûrları; büyük velî, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (Şeker Genç), Bedreddîn-i Gaznevî, Bürhâneddîn-i Belhî, Ziyâüddîn-i Rûmî, Sultan Şemsüddîn Altamış ve Kâdı Hamîdüddîn-i Nâgûrî’dir.
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, ilim öğrenmek için yaptığı uzun seyahatleri sırasında gördüğü hayret verici hâllerden birini kendisi şöyle anlatır: “Gazne’ye vardığımda, ihtiyâr bir dervişle karşılaştım. Gündüz eline geçenleri gün batmadan önce, gece eline geçenleri de şafaktan önce dağıtırmış. Zengin, fakir, hiç kimse onun hânegâhından boş çevrilmezmiş. Açlar doyurulur, açıklar giydirilirmiş. Onunla konuşurken dedi ki: “Kırk yıldır nefsimle mücâdeleyi devamlı yapmakta, hep ona muhalefet etmekteyim. Fakat elime birşey geçmedi. Bunca yıldır bir nûr, bir aydınlık görmedim. Fakat, ne zaman ki uykumu azalttım, yeme içmemi asgariye indirdim, dilimi tuttum ve bütün insanlardan uzaklaştım, işte o andan i’tibâren, Allahü teâlânın izni ile yer ile gök arasındakileri görür oldum. Hattâ Arş-ı a’lâya kadar, gizli ve açıkta her ne varsa hepsini görebiliyorum”. Bunları dikkatle dinleyince, bu yolda esas olan şeyin, yenilen lokmaya dikkat etmek ve gafletten uzak, uyanık olmak olduğunu anladım.”
Yine o anlatıyor Bir keresinde deniz yolculuğunda idim. Bir limanda bir dervişle karşılaştım. Bu derviş sıkı mücâhede (açlık) yüzünden iskelete dönmüştü. Kuşluk namazından sonra mutfağa gider ve öğleden sonraya kadar aç insanlara yemek dağıtmakla meşgûl olurdu. Aç olan herkes doyurulurdu. Elbiseye ihtiyâcı olanlar için hücresine girer ve onlara yeni elbiseler çıkarırdı. Mutfaktaki herşeyi dağıttıktan sonra öğle namazını kılardı. Kendisini ziyâret için herhangi bir kimse gelse, o kimsenin hemen huzûruna çıkarılması için talebelerine kat’î emri vardı. Talebeleri de, birisi geldiğinde hemen huzûruna alırlar, hiç zaman kaybetmezlerdi. O da elini namaz seccadesinin altına sokar, eline ne geçerse gelene verirdi. Bir müddet yanında kaldım. Kendisini hep böyle fevkalâde cömertlik hâlinde buldum: Kendisi her zaman oruçlu oluyordu, iftar zamanında, görünmeyen bir kaynaktan (yerden) sâdece dört tane hurma alıyor, ikisini kendi yiyip, diğer ikisini de bana veriyordu. Birgün bana dedi ki: “Hak yolcusu; insanlardan uzaklaşmadıkça, elindekinin hepsini vermedikçe, yalnızlıkta oturmadıkça, az yemedikçe, az uyumadıkça, az konuşmadıkça, Allahü teâlâya yaklaşmak ni’metine kavuşamaz.”
Hazreti Hâce Kutbüddîn, seyahatlerinde karşılaştığı tuhaf hâdiselerden birinide şöyle anlatır: “Bir defasında en yakın arkadaşım Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile birlikte bir nehrin kenarında idik. Büyük bir akrebin, bir yöne doğru hızla ilerlediğini gördük. Arkadaşıma, “Bunun böyle gitmesinde bir hikmet olsa gerek. Ne olduğunu anlamak için akrebi ta’kib edelim” dedim. Arkadaşımla beraber akrebi ta’kib ederek, onun bir büyük ağaç dibinde, dev bir boa yılanına yaklaştığını gördük. Akrep yılanı soktu. Yılan orada öldü. Hemen yakında da bir adamın yattığını, hiçbir şeyden habersiz olarak derin bir uykuya dalmış olduğunu farkettik. Akrebin kendisine hizmet edip, onu koruduğuna göre, onun mübârek bir zât olacağını düşünerek rahatsız etmek istemedik ve uyandığında konuşuruz” dedik. Fakat, yanına yaklaştığımızda çirkin bir koku duyduk ve onun şarap içerek sızmış bir sarhoş olduğunu anladık. Onu bir yandan böyle günahkâr bir vaziyette, bir yandan da akrebin öldürdüğü dev boa yılanından koruyan Allahü teâlânın lütfuna mazhar durumda görünce, gerçekten şaşırmıştık. Biz tam olup bitenleri merak ederken, etrâfı titreten bir nidâ duyduk ki: “Eğer biz lütfumuzu sâdece mübârek ve mukaddes olanlara saklasaydık, günahkârlara kim bakardı?” diyordu. Bu nida, adamı uykudan uyandırdı. Yanında uzanan boa yılanını görünce dehşete kapıldı. Biz, şâhid olduğumuz hâdiseyi ona anlattık. O kadar pişmanlık duydu ki, sonradan duyduğumuza göre, kendini dünyâdan koparmış ve zamanının en mübârek kimselerinden biri olmuş idi. Bu zât, yaya olarak yetmiş defa hacca gitmişti.
Hâce Kutbüddîn; seyahatlerinde başından geçenleri anlatmaya devam ederek diyor ki: “Bir şehirde, sekr hâlinde kendinden geçmiş olarak, 10-20 kişinin ayakta dikildiklerini gördüm. Sâdece namaz vakitlerinde normal hâle geliyorlar, namazdan sonra aynı sekr hâline tekrar dönüyorlardı. O şehirde epeyce kalmama rağmen, bunlarla konuşma fırsatı bulamadım. Birgün bunlardan ba’zılarını normal hâllerinde yakalayıp, ne kadar zamandır bu durumda olduklarını sorabildim. “Son kırk yıldır” dediler. Sonradan öğrendiğime göre bu kimseler, İblîs’in Allahü teâlâ tarafından recm edildiğini (kovulduğunu) öğrendikten sonra ve İblîs’in, herşeye kadir olan Allahü teâlâya karşı böyle bir itaatsizliğe nasıl cesâret ettiğine çok şaştıklarından bu hâle düşmüşlerdi”
Hâce Kutbüddîn anlatır: “Bir defasında Semerkand’da devamlı sekr hâlinde bulunan (kendinden geçmiş) muhterem bir dervişle karşılaştım. Oradakilere, dervişin ne zamandan beri bu durumda bulunduğunu sordum. “Otuz senedir onu bu hâlde gördüklerini söylediler.” Uyanıklık hâlinde olduğu birgün ona durumunu sordum. Derviş şöyle cevap verdi: “Benim sevgili dostum, bir derviş ilâhî sırlara daldığı zaman, dünyâyı gözü görmez ve onu kesseniz, parçalara ayırsanız, en ufak bir acı duymaz, ilâhî aşkın yoluna çıkan kimse, hepsi hayâl olan bu dünyâdan hiçbir şey bilmez.”
Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri şöyle anlatır: “Hac esnasında yakın dostum Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî ile beraber idik. Ebû Bekr-i Şiblî hazretlerinin soyundan olan ve Şeyh Osman diye bilinen bir zâtın peşinde Kâ’be-i muazzamayı tavaf ediyorduk. Ona ve ceddîne olan hürmet ve muhabbetimizden dolayı, o zâtın ayak izlerine basa basa yürüyorduk. Bizim böyle yaptığımızı farketti ve geri dönerek; “Benim ayak izlerime basarak beni ta’kib etmeniz, size bir fayda vermez. Eğer beni hakîkaten ta’kib etmek istiyorsanız, benim hâlimi, yolumu ta’kibe çalışınız!” dedi. “Ta’kib etmemizi istediğiniz haliniz nedir?” dedik. “Kur’ân-ı kerîmi günde bin kere hatmediyorum” buyurdu. Görünüşte inanılmaz görünen bu hâle, çok şaşırmıştık. Zira Kur’ân-ı kerîm gibi bir kitabı günde bin defa okumak insan için imkânsız idi. Mübalağa mı ediyordu veya her sûreden bir iki kelime mi okuyordu, diye düşünürken, Şeyh Osman geri döndü ve dedi ki: “İnanmıyor musunuz? Tekrar ediyorum, Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime günde bin defa okuyorum.” Biz sustuk. Bu hâdiseyi husûsî toplantılarımızdan birinde seçilmiş dervişlerin huzûrunda naklettiğimizde, Mevlânâ Alâüddîn-i Kirmânî dedi ki: “Beşer anlayışı ve kavrayışının ilerisindeki herşey kerâmettir. Böyle bir hâl karşısında bütün beşer zekâsı başarısız kalır, insan, sâdece Peygamberlerin ve velîlerin görebileceği bu ilâhî sırları kavramaktan âcizdir.”
Kutbüddîn-i Bahtiyar, seyahatlerinden birinde, Şeyh Behâüddîn Zekeriyâ Sühreverdî tarafından da’vet edildiği Mültan şehrini ziyâret etti. Şeyh Behâüddîn, o zamanda Hindistan’da büyük bir şöhrete sahip idi. Hâce Kutbüddîn’in Mültan’daki ikâmeti sırasında, Moğollar Hindistan’a saldırıp Mültan’ı muhasara etmişlerdi. Kabaça Bey adındaki Mültan vâlisi, Moğolların hücumlarının savuşturulması için ma’nevî yardımda bulunmasını Kutbüddîn-i Bahtiyardan istirhâm etmişti. O da, düşmanın püskürtülmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Duâlarının kabûlü neticesinde düşman kuşatmayı kaldırıp çekildi. Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, başka bir hâdiseyi şöyle anlatır: “Hocam Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri ile beraber hacca gitmiştik. Dönüşte yolumuzun üzerinde bulunan bir kasabada kalıyorduk. Oradaki bir mağarada, kendinden geçmiş bir hâlde yaşayan bir dervişi gördük. Allahü teâlâdan korkusu sebebiyle, kuru bir ağaç dalı gibi kalmış, iskelete dönmüştü. Hocam, bu dervişin hâlini öğrenmem için yanında kalmamı istedi. “Peki” deyip kaldım. Yanında kaldığım bir ay zarfında birgün kendine gelebildi. Kendisine hocamın ve diğer zâtların selâmlarını arzettim. Bir aydır beklediğimi öğrenince, “Sevgili dostum. Seni bu kadar beklettiğim için çok üzüldüm, özür dilerim. Ama inşâallah bunun mükâfatını görürsün” dedi. Oturmamı rica etti ve kendi hâlini şöyle anlattı:
“Ben Muhammed bin Eslem Tûsî’nin (r.a.) torunlarındanım ve otuz senedir kendimden geçmiş bir hâlde kovukta bulunuyorum. Ne gündüzden ne de geceden haberim var. Allahü teâlâ, bugün bana yalnız senin hürmetine kendime gelmemi nasîb etti. Beni görmek için bu kadar beklemeye ve zahmete katlandığın için seni mükâfatlandırması için Allahü teâlâya duâ ediyorum. Şimdi gidebilirsin.
Fakat, gitmeden önce sana hatırlaman icâbeden bir nasihat vereyim. Eğer dervişsen, dünyâ işlerine hiç bakma. İnsanlardan uzak kal, eline ne geçerse onu asla elinde tutma, yoksa hakiki derviş olamazsın, Allahü teâlâdan başka ve O’nun için olmayan şeylerden hiçbir şeye meyil verme!” Derviş bunları söyledikten sonra tekrar eski hâline geldi ve ben de oradan ayrıldım.”
Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar, Ecmir beldesinde talebeleri irşâd ile meşgûl olan hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayrılığına tahammül edemeyip, bir zaman Ecmir’e gitmek üzere yola çıktı. Giderken yolu Dehlî’ye uğradı. Buranın emîrî (sultânı) Sultan Şemseddîn Altamış kendisine çok alâka gösterdi. Orada kaldığı birkaç gün içinde, kendisine olan hürmeti, muhabbet ve bağlılığı hergün bir kat daha artıyordu. Ayrılmasını hiç istemiyordu. Fakat Hâce hazretlerinin de, hocasının ayrılığına tahammülü kalmamıştı. O bakımdan Ecmîr’e gitti. Ecmir’den dönüşte, tekrar Dehlî’ye uğradı. Dehlî’nin hemen yakınında bulunan ve Kelû Kheri denilen yerde yerleşti. Sultan, her ne kadar onun Dehlî’de kalmasını arzu etti ise de, o Dehlî’nin dışındaki bu yere yerleşmeyi tercih etti. Sultânın, ona olan muhabbet ve bağlılığı pek fazla idi. Feyz ve bereketlerinden istifâde etmek maksadıyla, haftada iki defa hizmetine gelirdi. Sonradan Sultan, Hâce Kutbüddîn’in devamlı ve en sâdık talebelerinden oldu. Bu makamda iken de, tekrar hocasının Dehlî’ye yerleşmesini, orada kendisiyle birlikte kalmasını istedi. Çünkü kendisine daha çok hizmet edebilmek ve sohbetlerinde daha çok bulunabilmek arzusu çok fazla idi. Hem hocası Dehlî’de bulunursa, yanına gidip gelmek için harcayacağı zamanı devlet işlerine ayırabilirdi. Hâce Kutbüddîn, bu arzuyu şimdilik yerine getiremiyeceğini bildirdi. Hâce hazretleri burada kaldığı zaman içinde, bir taraftan sohbetine koşanları yetiştiriyor, bir taraftan da sultâna yol gösteriyor, doğru yolda yürümesini ve ahâlisine nasıl mu’âmele etmesi icâb ettiğini öğretiyordu. Sultan da bu nasihatlere uyarak, bildirilenleri seve seve yerine getiriyordu. Bu sırada Dehlî’de Şeyh-ül-İslâm olan Nûreddîn-i Gaznevî’nin vefâtı üzerine, Sultan, Hâce Kutbüddîn’in bu vazîfeyi almasını teklif etti ise de kabûl etmedi. Bunun üzerine, Şeyh-ül-İslâmlık makamına Necmeddîn-i Sugrâ isimli bir zât getirildi. Bu kimse, bu yolun büyüklerinden Hâce Osman Hârûnî’nin talebesi olmakla beraber, bu makama gelince, Sultânın ve diğer insanların, Hâce Kutbüddîn hazretlerine çok alâka gösterdiklerini çekemedi, kıskandı. Ne pahasına olursa olsun, onu Dehlî’den uzaklaştırmaya karar verdi. Necmeddîn-i Sugrâ isimli bu kimse, insanların teveccühüne, makam sevgisine ve benlik duygusuna kapılmakla, Allahü teâlânın bir velî kuluna karşı olmak gibi çok büyük bir felâkete düşmüştü. Bir fırsat bulup Hâce’ye iftira etmenin yollarını arıyordu.
Hâce Kutbüddîn hazretleri, yanında Sultan Şemseddîn Altamid ile beraber birgün öğle üzeri geziyorlardı. Sultânın ma’iyyeti de kendilerini ta’kib ediyordu. Aniden ağlayan, feryâd eden bir kadın ortaya çıktı. Bu kadın Sultâna yaklaşarak, çok zor durumda bulunduğunu, kendisine yardımcı olmasını, nikâhlarını kıymasını, istiyordu. Sultân, perişan vaziyetteki bu kadına kiminle nikahlanmak istediğini sorunca, kadın; (Hâce hazretlerini göstererek) “Yanınızda yürüyen bu kimse ile bizi nikahlamanızı istiyorum. Zira gayr-i meşrû bir şekilde ondan hâmile kaldım” dedi. Orada bulunanların hepsi, Hazreti Hâce’nin böyle bir fiili işlemiş olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Bunun için, Hâce Kutbüddîn hazretleri dâhil, orada bulunan herkes hayretler içerisinde kaldılar. Hâce hazretleri, hayâtında ilk defa karşılaştığı böyle bir hâl karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yönünü, hocasının bulunduğu Ecmîr beldesine çevirerek, karşılaştığı bu çirkin iftira ve çok zor durum karşısında kendisine yardımcı olması için bütün kalbi ile hocası Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinden yardım istedi. Bulundukları belde ile hocasının bulunduğu Ecmîr beldesinin arasındaki mesafe 258 km. idi. O anda, orada bulunan herkes Hâce Mu’înüddîn’in kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördüler. Zâten şaşırmış vaziyette bulunan Sultan ve beraberindekilerin şaşkınlıktan, Mu’înüddîn hazretlerini görünce daha çok arttı. Hemen koşup karşıladılar. Mu’înüddîn-i Çeştî, orada bulunanlar ile müsâfeha ettikten sonra, Hâce Kutbüddîn’e dönerek; “Bizden niçin yardım istemiştin?” buyurdu. O ise, bu hâdisenin te’sîri ile birşey konuşamıyor, sâdece gözlerinden yaşlar akıyordu. Kalb gözü ile bu hâdiseyi zâten bilmekte olan Mu’înüddîn hazretleri, orada bulunan iftiracı, ahlâksız kadına döndü. “Ey bu kadının rahminde saklı bulunan çocuk! Annen olacak bu kadın, senin babanın bu Kutbüddîn olduğunu iddia ediyor. Şimdi sen konuş ve doğruyu söyle!” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile, o fahişe kadının rahminde bulunan çocuk orada bulunanların hepsinin duyabileceği bir ses ile konuşmaya başladı ve dedi ki: “Annem olacak bu kadının sözleri, kahredici bir yalandır, iftiradır. Bu kadın edebsizin, fahişenin biridir. Hâce Kutbüddîn’e düşman olanlar, onu kıskananlar, kendisini halkın gözünden aşağılamak için bu iftirayı hazırladılar. Bunun için de, çirkin iftiralarında, zâten fahişe olan ve falan kimseden hâmile kalan bu kadını kullandılar.” Ana rahmindeki çocuğun bu sözlerini orada bulunanların hepsi duydular ve çok hayret ettiler. Kadın bu hâl karşısında, Sultânın ve orada bulunan diğer zâtların huzûrunda suçunu i’tirâf etmek mecbûriyetinde kaldı. Hakîkat anlaşılmış oldu.
Bu çirkin iftira, bu fahişenin de yardımı ile, Şeyh-ül-İslâmlık makamına getirilen Necmeddîn-i Sugrâ isimli kimse tarafından hazırlanmıştı. Sâlih kimselere, velîlere ve hattâ Peygamberlere bile böyle şeytanca tuzaklar hazırlanmış ise de, Allahü teâlâ dostlarını muhafaza etmiş, hakîkat her zaman meydana çıkmıştır.
Rivâyet edilir ki, Hâce Kutbüddîn (r.a.) Dehlî’den, Ecmîr’de bulunan hocası Hâce Mu’înüddîn’e, ayrılık ateşine dayanamadığını, huzûruna varıp elini öpmek, mübârek huzûrları ile şereflenmek için müsâade istediğini bildiren bir mektûp yazdı. Talebesini çok seven Hâcı Mu’înüddîn de, o günlerde Dehlî’ye doğru yola çıkmıştı. Onun geldiğini haber alan Sultan ve ahâli, kendisini karşılamak ve evlerine buyur etmek için şehrin dışına kadar çıktılar. Necmeddîn-i Sugrâ ise, Hâce Mu’înüddîn’in gelişi ile hiç alâkadar olmamıştı. Buna rağmen Hâce Mu’înüddîn, şehre geldikten sonra, Necmeddîn-i Sugrâ’yı evinde ziyâret etti. Sohbet esnasında, Necmeddîn, kendisinin Şeyh-ül-İslâmlık makamında bulunduğu hâlde, herkesin Hâce Kutbüddîn’e rağbet ettiğinden, kendisinin i’tibârının kalmadığından yakınarak ba’zı şeyler söyledi. Hâce Mu’înüddîn bu kimsenin hâline, bu ma’nâsız düşmanlığına üzülerek ve tatsızlığın ortadan kaldırılması için, talebesi Kutbüddîn’in Dehlî’den ayrılarak kendisiyle beraber Ecmîr’e gelmesini emretti. Bunu haber alan Sultan ve ahâli şaşkına döndüler. Çok üzüldüler. Nihâyet, Hâce Kutbüddîn hocası ile beraber Ecmîr’e gitmek üzere yola çıktılar. Fakat Sultan ve ahâli, Hâce Kutbüddîn’i o kadar çok seviyorlardı ki, bu ayrılığı bir türlü kabûl edemiyorlardı. Hepsi yollara döküldüler. Feryâd-ü figân ediyorlar, ağlıyarak ve sızlayarak Hâce Mu’înüddîn’e, Hâce Kutbüddîn-i götürmemesini, Dehlî’de bırakmasını istiyerek yalvarıyorlardı. Hâce Mu’înüddîn de ahâlinin Kutbüddîn-i Bahtiyâr’a olan muhabbetini anlıyarak ve ısrarlarına dayanamıyarak, Hâce Kutbüddîn’e burada kalabileceğini söyledi ve “Seni buradan alıp götürmekle, bu kadar çok insanın üzülmelerini, gönüllerinin yaralanmasını istemiyorum. Onları kendime tercih ediyorum. Kendim, senin ayrılığına tahammül etmeye çalışacağım. Sen burada kal! insanlara Muhammed aleyhisselâmın doğru yolunu anlatarak, onların ebedî felâkete gitmelerine mâni ol! Allahü teâlâ yardımcın olsun” buyurdu. Her ikisi de göz yaşları içinde ayrıldılar. Biraz önce ayrılık gözyaşları döken Sultan ve ahâli, şimdi sevinçlerinden ağlıyorlardı. Bu hâdise, onların Kutbüddîn hazretlerini daha çok sevmelerine, kendisine daha çok bağlanmalarına vesile oldu.
Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından kırk gün evvel, Dehlî’de bulunan Hâce Kutbüddîn’in acilen Ecmîr’e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn’e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr’e geldi. Birgün Hâce Mu’înüddîn talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç gün sonra bu dünyâdan ayrılırım” buyurdu. Bu söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî’ ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar Kâkî’nin Dehlî’de bulunmasını, oraya gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîlim olarak ta’yin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsûs olan ba’zı eşyayı) ona verdim” buyurdu ve Hâce Kutbüddîn’e hitaben; “Senin yerin Dehlî’dir” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor “Dehlî’ye gitmek üzere Ecmîr’den ayrılacağım zaman, hocamın huzûruna çıktım. Külahını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî’nin asasını, kendi okuduğu Kur’ân-ı kerîmi, seccadesini, nalınlarını verdi ve sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için, kıyâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullahın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum” buyurdu. Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn bu ni’metlere şükür olarak ve çok mes’ûliyyetli olan vazîfesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyaz ile iki rek’at namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Daha sonra Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halifesinin (vekîlinin) elini tutarak, “Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni yükselterek vazîfemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum.
Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esaslarındandır: 1. Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir veli, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan, tok ve hâli, vakti yerinde olarak görünmelidir. 2. Fakirleri, maddî ve ma’nevî olarak doyurmalıdır. 3. Allahü teâlânın ihsân ettiğini ni’metlere şükredemediği, O’na lâyık ibâdet yapamadığı, akıbetinin ise nasıl olacağını bilemediği için kendi içinden dâima üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek, asık suratlı imiş gibi görünmemek, onların da rızâlarını, sevgilerini kazanabilmek için dışarıdan çok neş’eli, mes’ûd ve memnun görünmelidir. 4. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli, insanlara karşı lüzumlu olan naziklik ve sevgiyi her zaman göstermelidir.” Bundan sonra Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen onu kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce Mu’înüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de; “Büyüklerimizin bildirdiği saadet yolundan ayrılmayınız! Bu mübârek vazîfede cesur bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!” şeklinde idi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın te’sîri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehlî’ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî âhırete intikâl etti (r.aleyhim).
Yukarıda da zikrolunduğu gibi, Dehlî’de Sultan Şemseddîn, Hâce Kutbüddîn hazretlerine fevkalâde bağlı, önde gelen talebelerinden idi. Hâce hazretleri sözünü dinleyen herkese yaptığı gibi, sultan olan bu talebesine de, dinleyenlerin dünyâ ve âhıret saadetine kavuşacakları çok kıymetli nasihat ve tavsiyelerde bulunmuştu. Ona, Hazreti Ömer gibi ve Ömer bin Abdülazîz gibi bir sultan olmasını, âdil olmakta, mazlûmun hakkını korumakta, insanların ihtiyâçlarını gidermekte, onlar gibi olmaya gayret etmesini, geceleri uyanık kalmasını, ibâdet ve tâatle meşgûl olmasını, uyku bastıracak olursa, abdestini tazelemek sûretiyle bunu gidermesini, böylece namaz kılmaya, ibâdet ve tâat yapmaya devam etmesini söyledi. Gece, hizmetçileri dâhil hiç kimseyi uyandırmamasını, rahatsız etmemesini bildirdi. Gece karanlık bastırdığında, tebdil-i kıyâfet ederek, tanınmamak için, fakirlerin giydiği bir elbise giyerek şehri dolaşmasını, fakirlerin ve ihtiyâç sahiplerinin kapılarını çalarak onlara gizlice yardımda bulunmasını tenbîh ederdi. Câmilerin devamlı kontrol edilerek, rahatça ibâdet edilmesine mâni olan birşeyin bulunmamasını, varsa derhal yok edilerek, müslümanların gayet rahat ibâdet edebilmelerinin te’min edilmesini sultâna emrederdi. Gündüz olduğunda, sarayın, bütün sıkıntıların çâresine bakıldığı bir yer olmasını, geceyi aç geçirmiş olanların aranıp bulunmasını, saraya çağrılarak yardım edilmesini tavsiye ederdi. Nerede, kime bir sıkıntı veriliyorsa, sıkıntıyı verenin sarayın adamlarından biri dahî olsa derhal cezalandırılmasını, ahâliden dinli dinsiz hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasını emrederdi. Hattâ bu gibi hâllerin derhal tesbit edilebilmesi için sarayın çatısında bir kulübe bile yapılmıştı. Allahü teâlânın huzûrunda ağırlığını taşıyamıyacağı mes’ûliyyetlerin, işitmeye tahammül edemeyeceği, izah etmeye imkân bulamıyacağı, şikâyetlerin ortaya çıkabileceği kıyâmet gününden çok korkmasını emrederdi. Sultan da, Hazreti Hâce’nin nasihatlerinden, sohbetlerinden, feyiz ve bereketlerinden çok istifâde edip, bu yolda çok ilerlemiş idi. Ahâlisinden hiçbir kimseye zulüm ve haksızlık edilmezdi. Sultan birgün Hâce Kutbüddîn hazretlerinin yanına geldi. Eteklerini tuttu. Hâce hazretleri ona bakıp, aklından geçenleri söylemesini istedi. Sultan şöyle anlattı: “Allahü teâlâ bana bir saltanat ihsân eyledi. Elbetteki kıyâmet günü bana bu ağır yükün hesabını soracak. O zor günde sizin beni terketmemeniz için yalvarıyorum.” O da bunu kabûl etti. Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretleri, devamlı ibâdet eder, bir ân Allahü teâlâdan gâfil olmazdı. Devamlı namaz kılardı. Her gece, Resûlullah (s.a.v.) efendimize üçbin salevât-ı şerîfe okurdu. Zamanın sultânı dâhil, birçok kimse, kendisine her türlü maddî imkânı sağlamak için sâdece bir işâretini bekledikleri hâlde, Hâce hazretleri fakirlik içinde yaşamayı tercih ederdi. Birşey veren olursa, onunla iktifa ederlerdi. Zor durumda kalınca, hanımı, komşuları olan bakkâlın hanımından borç ister, bununla yiyecek birşeyler alırdı. Birgün bakkâlın hanımı, Hâce hazretlerinin hanımına; “Eğer ben sana borç vermiyecek olsam, sen ve evinizde bulunanlar açlıktan ölürsünüz” diyerek övündü. Başka ba’zı kadınlardan da buna benzer sözler işiten mübârek hâtun dayanamayıp, durumu Hâce hazretlerine arzetti. O da üzüldü. Kendi hâllerine değil, insanların dünyâlık için bir müslüman kardeşini nasıl üzebildiğine ve olmadık sözleri nasıl söyleyebildiklerine üzülüyordu. Hanımına, başkalarından birşey istememesini, yiyecek birşeye ihtiyâcı olunca, (odanın bir köşesini işâret ederek) Besmele-i şerîfe söyleyerek oraya gitmesini, orada ihtiyâcı kadar kak (kek) bulacağını, onu alarak açlıklarını gidermelerini emretti. Hanımı; “Peki efendim” diyerek bildirilen şekilde yaptı. Kendisini komşu kadınlarına mahcûb olmaktan kurtardığı için Allahü teâlâya şükrediyor, buna sebep olan efendisine de çok teşekkür ediyordu. Hâce hazretlerinin isminde bulunan Kâkî ilâvesi, bu hâdiseye nisbetle söylenmiştir. Hâce hazretleri, çok cömert ve eli açık bir zât idi. Kendisini tanıyan ve seven varlıklı kimseler tarafından dergâhına gönderilen yiyecek ve giyecek gibi ihtiyâç maddelerini, ihtiyâcı olanlara dağıtırdı. Kendisi bol bol kullanmak imkânına sahip olduğu hâlde, sıkıntı ve fakirlik içinde yaşamayı sever, başkalarını kendisine tercih ederdi. Gelenlere ikram ve ihsânda bulunmaya o kadar ehemmiyet verirdi ki, mutfakta hiçbir şey bulunmadığı zamanlar, ziyârete gelenlere hiç olmazsa su dağıtılmasını hizmetçilere emrederdi. İsteseydi fevkalâde bolluk ve şa’şaa ile yaşardı. Fakat böyle fakir olmak, kendisine daha çok sevimli idi ve bu sıkıntılara sabretmek, ma’nevî ni’metlerin gelmesine, bu yolda yükselmeye vesile oluyordu. Hâce hazretleri de fakr (yokluk) ve sıkıntı yolunu tercih ediyor, diğer taraftan (ma’nevî olarak) daha çok şeyler kazanıyordu. Kanâat ediyor, hâlinden asla şikâyetçi olmuyordu. Birgün, sarayın mâliye işlerinden mes’ûl olan vezir İftihârüddîn Aybek gelerek, ba’zı köylerin gelirlerini kendilerine tahsis etmek istediklerini bu gelirleri kendisinin ve talebelerinin ihtiyâçları için sarfedebileceğini, istediği gibi kullanabileceğini bildiren bir ferman hazırladıklarını, bunu lütfen kabûl etmesini rica etti.
Hâce hazretleri, İftihârüddîn’e yanına yaklaşmasını söyledi. Yaklaşınca, üzerinde oturmakta olduğu seccadesinin bir köşesini kaldırarak; “Ne görüyorsun? Bak bakalım” buyurdu. Vezir, orada büyük bir hazîne nehrinin akmakta olduğunu görerek gözleri kamaştı. Hayretler içinde kalmıştı. Hazreti Hâce; “Biz buna bile iltifât etmiyorken, sizin birkaç köyünüzün, birkaç kuruşluk gelirine mi iltifât edelim? Onu mu kabûl edelim? Şimdi gidiniz! Bir daha da böyle bir teklif ile dervişlerin huzûruna çıkmayınız!” buyurdu. Vezîr mahcûb bir şekilde; “Peki efendim” diyerek ayrıldı. Başka bir zaman, başka birileri tarafından buna benzer bir teklif yapıldığında da; “Büyüklerimizden birisi, sultandan veya başka birinden herhangi bir şekilde birşey kabûl etmiş olsaydı, ben de kabûl ederdim. Lâkin, bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Kabûl edecek olursam kıyâmet günü büyüklerimizin yüzlerine nasıl bakarım?” buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri, bütün güzel huyları kendisinde toplamıştı. Allahü teâlânın takdîrine teslim olmakta ve sabırlı olmakta da son derecede idi. Birgün kendisi bulunmadığı bir sırada, küçük çocuğu vefât etti. Cenâzesi defnedildikten sonra geldi. Hanımı, evlât acısıyla ağlayıp, sızlanıyordu. Hazreti Hâce bunun sebebini sordu. Küçük çocuğunun vefât ettiğini bildirdiler. “İnnâ lillâh...” okudu ve; “Hepimiz, Allahü teâlânın irâdesine, rızâsına, râzı ve teslim olmalıyız” diyerek hanımını teselli etti.
Allahü teâlânın yüksek evliyâsından pekçoğu gibi, bu zât da, Allahü teâlânın lutf ve ihsân ettiği bir hâl ile, insan aklının anlıyamıyacağı, kabûl edemiyeceği bir hâlde yaşardı. Görünüş i’tibâriyle imkânsız olan herşey, Allahü teâlânın sonsuz kudreti yanında gayet kolay ve basittir. Allahü teâlânın ihsânları pekçoktur. Dilediğine ihsân eder. Siyer-ül-evliyâ kitabında bildirildiğine göre, Hazreti Hâce Kutbüddîn, ömrünün son yirmi yılında hiç uyumadı. Hattâ dinlenmek için bile sırtını bir yere dayamamış idi. “Birazcık uyuklayacak olsam, kendimi hasta ve rahatsız hissederim” buyururdu. Her zaman derin murâkabede, ya’nî nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamak hâlinde bulunurdu. O kadar ki, biri onu görmeye veya birşey sormaya gelse, bir müddet sonra ve güçlükle kendine gelebilirdi. Bu hâl, namazların hâricinde devamlı olurdu. Cevâmi’ul-kilem adlı eserde bildirildiğine göre; Hâce hazretleri, odasında, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) aşkı ve muhabbeti ile yanmış olarak, kırık kalb ile, dili bağlı olarak (hiçbir şey söylemiyerek) ve iç çekip ağlayarak dururdu. Kendisini görmek arzusuyla yanan âşıkları ise, dışarıda toplandıkları zaman, dışarı çıkar, bir miktar sohbet eder, Allah korkusunu ve O’na hakîkî kul olmayı, Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olmayı, onun yoluna sımsıkı sarılmayı teşvik edici, çok güzel ve te’sîrli sözler söylerdi. Bütün saadetlerin, rahatlıkların başının, Muhammed aleyhisselâma uymak olduğunu bildirirdi. Bir defasında şöyle anlattı: “Ben, ilk zamanlarda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek için çok gayret etmeme rağmen muvaffak olamazdım ve ezberliyemezdim. Bir gece rü’yâmda Resûlullah (s.a.v.) efendimizi gördüm. Ayaklarına kapanıp, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek istediğimi, fakat çok güçlük çektiğimi arzettim. Bana acıyarak başımı kaldırmamı istediler. Başımı kaldırdığımda, Yûsuf sûresini tekrar etmemi emrettiler ve; “Bununla Kur’ân-ı kerîmi ezberlersin” buyurdular. Emîrlerini yerine getirdim ve Kurân-ı kerîmi ezberlemeye muvaffak olabildim.” Hâce hazretleri, böyle bir miktar sohbet ettikten sonra, yine odasına girer ve tekrar murâkabeye dalardı. Hattâ vefâtı da böyle aşk ve muhabbet ile kendisinden geçmiş bir hâlde iken vukû’ bulduğundan, bu sebeble kendisine Şehîd-i muhabbet (Muhabbet şehidi) denilmiştir.
Hâce hazretleri, vefâtından birkaç hafta evvel, bayram namazından dönerken bir yerden geçiyordu. Orada durdu ve yanındakilere; “Burada aşkın kokusunu duyuyorum. Buradan muhabbet kokusu geliyor” buyurdu. Hemen arazinin sahibi çağırılarak bu arazi kendisinden satın alındı. Hâce hazretlerinin kabr-i şerîfinin orada hazırlanması için çalışmalara başlandı. Vefât ettiğinde oraya defn olundu. Daha sonra kabri üzerine mükemmel bir türbe yapıldı.
Hâce hazretlerinin söylediği kıymetli şiirlerinin toplanarak kitap hâline getirildiği bir dîvânı vardır. Ayrıca, sözlerinden ve sohbetlerinden bir kısmını, talebelerinin en yükseği ve halîfesi Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri toplayarak kitap hâline getirdi ve Ferâid-üs-sâlikîn ismini verdi. Bu eserde, tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen bir sâlik için lâzım olan ba’zı hassas noktalar ve başka kıymetli bilgiler bulunmaktadır. Bu kıymetli kitaptan ba’zı kısımlar, özetlenerek aşağıya yazılmıştır:
“Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az yemelidir. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusur, kabahat ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor “Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki: “Şu kırık testi ve deri aba sende oldukça sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol isteyenlere de ki: “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle izin verileceğini mi zannediyorsunuz? Asla izin alamazsınız. Bu yolda yürümek arzusunda olan kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanmalıdır. Bu yolda yükselmek iddiasında bulunan bir kimse, sıkıntı ve yoklukları ni’met bilmelidir. Bunlardan şikâyet ederse, gerçek âşık ve gerçek dost olmadığı, yalancı olduğu anlaşılır. Gerçek âşık, maşukun (Allahü teâlânın) her verdiğini, iyi de görünse, kötü de görünse, büyük ni’met ve kazanç bilmelidir. Zîrâ, Allahü teâlâ böyle acı ve sıkıntılar ile, dostlarına kendini hatırlatmakta, ya’nî hakîkatte bunların da birer ni’met oldukları anlaşılmaktadır. Hasen-i Basrî, Râbi’a-i Adviyye gibi büyük veliler, kendilerine bir sıkıntı ve üzüntü gelmediği gün, kendilerini sıkıntılı ve üzüntülü hissederlerdi.
Allahü teâlâya karşı bir hatâ ve kusur işlediklerini, o sebeple kendilerine sıkıntı ve üzüntü gelmediğini anlarlardı. Diğer insanların rahatlık ve bolluk içinde duyduğu zevki, onlar, sıkıntı ve üzüntü geldiğinde, yaşarlardı. İyice bilmeli ve bu inceliğe dikkat edip iyi anlamaya çalışmalıdır ki, bu yolda lütuf, ihsân ve iyiliklerin adı; eziyyet, sıkıntı ve yokluk demektir.
Tasavvuf yolunda ilerlerken görülen ma’nevî hâlleri, garîb ma’nâları, insanların anlıyamıyacakları şeyleri, insanların anlayamayacakları şekilde kat’iyyen söylememelidir. Zîrâ insanların anlıyamacağı bir şeyi söylemek, onların yanlış anlamasına, böyle şeyleri söyleyen zâta düşman olmalarına sebep olur.
Dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz. Bir kimse hem bu yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dinimizin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse yalancıdır. Bu yolda bulunanlarda bulunan hâllerden biri veya birkaçı o kimsede bulunursa, biliniz ki o hâller şeytandandır, onu aldatmaktadır.”
Bağdad’da bulunduğum zamanlar, Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerini sık sık görürdüm. Hakîkaten çok yüksek bir velî idi. Çok yerlere gittim. Çok zâtlarla karşılaştım. Fakat, Şihâbüddîn-i Sühreverdî (r.a.) kadar Allahü teâlâdan korkan ve onun kadar kendini Allahü teâlâya veren başka bir zât görmedim.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Siyer-ül-aktâb sh. 142
2) Siyer-ül-evliyâ sh. 49
3) Siyer-ül-ârifîn sh. 48
4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3672
5) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 31