KURTUBÎ (Muhammed bin Ahmed)

Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Bekr bin Ferh Endülüsî’dir. Künyesi Ebû Abdullah olup, Kurtubî diye bilinir. Doğum târihi kesin bilinmemektedir. Mısır’da Münyet-i Benî-Hasîb’de ikâmet etti ve 671 (m. 1272) târihinde vefât etti. Kurtubî, Endülüslü Mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir.

İbn-i Revvâc, İbn-i Cümmeyzî, Müslim hadîs kitabının bir kısmını şerh eden Ebû Abbâs Ahmed bin Ömer Kurtubî, Ebû Ali Hüseyn bin Muhammed bin Muhammed Bekrî ve başkalarının derslerini dinledi. Oğlu Şihâbüddîn Ahmed ondan rivâyette bulundu.

Kurtubî, sâlih bir zâttı, ilmiyle amel eden bir âlimdi. Dünyâya düşkün değildi. Kendisini ilgilendiren, âhırette saadetine vesile olacak işlerle meşgûl olurdu. Zühdü çoktu. Haram ve haram olması muhtemel olan şüphelilerden sakınıp, mübahları lâzım olduğu kadariyle kullanırdı. Umûmiyetle aynı elbisesiyle dolaşırdı. Çoğunlukla vakitlerini ibâdet, Allahü teâlâya yalvarma ve kitap yazmakla geçirirdi.

Zehebî (r.a.), Kurtubî (r.a.) için şöyle der: “İlimde derya (deniz) gibi bir âlimdir. Pek kıymetli eserleri vardır. Eserleri, onun ilimdeki yüksekliğine, mes’elelere vâkıf olduğuna (iyi bildiğine) ve faziletinin yüksekliğine şâhiddir. Kurtubî hazretlerine, sizi takdîr etmiyen insanlarla nasıl iyi geçiniyorsunuz? denildiğinde; “Onlardan misk kokusu duyuyorum” cevâbını vermiştir.”

Kurtubî, tefsîr, hadîs-i şerîf ve hılâfiyyatta çok derin bir âlimdi. Tefsîrinde rivâyet cihetine önem vermiş, dirayet bakımından da muvaffakiyet göstermiştir. Bu tefsîrinin mukaddimesinde (önsözünde) Kur’ân-ı kerîmin faziletlerine, kırâatlerine, tefsîrine, i’câzına, derlenip toplanmasına ve başka husûslara dâir bilgi vermiş, müfessirlerin derecelerini bildirmiştir.

Allâme İbn-i Ferhûn, Kurtubî tefsîrini şöyle anlatır: “Bu tefsîr, en büyük ve fâideli tefsîrlerdendir. Kurtubî (r.a.) bu tefsîrinde, kıssa ve târihi hâdiseleri almadı. Onların yerine, Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini ve onların delîllerinden nasıl çıkarıldığını bildirdi. Kur’ân-ı kerîmin kırâatlerini, i’râbını, nâsıh ve mensûhlarını zikretti.

Kurtubî (r.a.) de tefsîrinin mukaddimesinde, kendisini böyle bir tefsîr yazmaya sevkeden sebeb ile, bu tefsîrinde ta’kib ettiği usûlünü şöyle anlatır: Kur’ân-ı kerîm, gökdeki emînin (Cebrâil) yerdeki emîne (Resûlullaha) (s.a.v.) getirdiği mübârek ve mukaddes bir kitaptır. Dînî ilimlerin temeli olduğu için, hayâtım boyunca Kur’ân-ı kerîmle meşgûl olmayı, bütün gücümü ona sarfetmeyi istedim. Ve yine istedim ki, yazacağım bu tefsîr, hem veciz olsun ve hem de tefsîr ile ilgili nükteleri, lügatları, i’râb ve kırâatleri ihtivâ etsin. Akideleri bozuk olan bid’at sahiplerine ve doğru yoldan sapanlara gereken cevâbı versin. Hükümlerle alâkalı olarak pekçok hadîs-i şerîfleri, âyet-i kerîmelerin nüzûl (inme) sebeplerini, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını, âyet-i kerîmelerin ma’nâları ile ilgili Selef-i sâlihînin sonra gelen ve onların izinde bulunan halefin (sonra gelen âlimlerin) açıklamalarını da kendisinde toplasın. Bu kitapta üzerinde durduğum bir husûs da, sözlerin sahiplerini bildirmek, hadîs-i şerîfleri de kim derlemiş ise, onları zikretmektir. Çünkü, denilmiştir ki: “İlmin bereketi, sözü sahibine nisbet etmek, onu bildirmektir.” Çok defa fıkıh ve tefsîr kitaplarında hadîs-i şerîf mübhem (kapalı) olarak gelir. O hadîs-i şerîfi bildireni okuyan kimse bilemez. Sâdece hadîs-i şerîf kitaplarına muttali olup, vukûfu olan kimseler bitir. Bu sebeble, hadîs ilimlerine dâir bilgisi olmıyan kimse, bu hadîs-i şerîflerin, hadîs ilmine göre ne durumda olduğunu bilemez. Hadîs ilmi ise, gerçekten büyük bir ilimdir. Bir hadîs-i şerîf, onu tahrîc eden, meşhûr ve güvenilir olan İslâm âlimlerinden birisine nisbet edilmedikçe, o hadîs-i şerîf dinî hükümlerde delîl olarak getirilemez. Biz bu kitabımızda, Allahü teâlânın izni ile hadîs-i şerîfleri bu yönden de ele alacağız. Bu kitabımda, müfessirlerin tefsîrlerinde bildirdikleri kıssalardan, tarihçilerin bildirdikleri haberlerden sâdece lâzım ve mes’eleyi açıklığa kavuşturmak için zikredilmesi zarurî olanları aldım. Almadıklarımın yerine ahkâm âyetlerini mes’elelerle açıkladım. Bir, iki veya daha fazla ma’nâ ifade eden âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerini, tefsîr ve hükümler gibi husûslarını da bildirdim. Hüküm ile ilgili olmıyan âyet-i kerîmelerin, sâdece tefsîr ve te’vilini bildirdim. Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini ve sünnet-i seniyyeyi ihtivâ ettiği için; bu kitabıma, el-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân ismini verdim.”

Bu tefsîri okuyan kimse, Kurtubî’nin (r.a.) yukarıda bahsettiği ölçülere bihakkın riâyet ettiğini görür. O, âyet-i kerîmelerin nüzûl sebeplerine, kırâatlere temas etmiş âyet-i kerîmelerin i’râbları üzerinde durmuş garîb lafızları açıklamış, lügatleri ele almıştır. Diğer taraftan, bozuk i’tikâd sahiplerinden olan, Mu’tezile ve Kaderiyye’ye, Eshâb-ı Kirâma dil uzatanlara, feylesoflara gerekli cevaplar vermiştir. İbn-i Ferhûn’un dediği gibi, kıssaları toptan terketmemiş, bilakis tefsîrinin mukaddimesinde de belirttiği gibi, kıssaların çoğunu almamış, ancak ba’zı garîb kıssaları bildirmiştir.

Kurtubî hazretleri bu kitabında, Selef-i sâlihînden, tefsîr ve hükümlerle ilgili çok nakiller yapmıştır. Naklettiği her sözün sahibini de bildirmiştir. Bilhassa bu rivâyetleri ahkâm ile ilgili kitaplar yazanlardan ve müfessirlerden nakil ile yapmıştır, İbn-i Cerîr, Taberî, İbn-i Atiyye, İbn-i Arabî, Kiyâ el-Herâsî ve Ebû Bekr el-Cessâs (r.aleyhim) bunlardandır.

Kurtubî (r.a.) tefsîrinde, uzaktan ve yakından âyet-i kerîme ile alâkası olan ihtilaflı mes’eleleri delîlleriyle birlikte ortaya konduğu söylenebilir.

Kısaca söylemek gerekirse, Kurtubî, tefsîr ve onunla alâkalı ilimlerde yükselmiş bir âlimdir. Kurtubî, sözlerinde, tenkidlerinde ve ilmî münâzaralarında da insaf ve adâlet çerçevesinde hareket etmiştir.

Eserleri: 1. El-Câmi’u li ahkâm-il-Kur’ân-il-kerîm, 2. Şerh-i Esmâ-il-hüsnâ, 3. Kitâb-üt-Tezkâr fî efdal-il-ezkâr, 4. Kitâb-üt-tezkire bi umûr-il-âhıreti: Kurtubî’nin bu eserini İmâm-ı Şa’rânî (r.a.) kısaltmıştır. 5. Kitabü Şerh-it-tekâssî, 6. Kitâbü Kamil-hırs biz-zühdî vel-kanâati, 7. Et-Takrîb li kitâb-it-temhîd.

Kurtubî, tefsîrinde, Urve bin Zübeyr’den şöyle nakleder. “Ceza veya bir farizayı ifâde eden âyet-i kerîmeler Medîne-i münevverede, geçmiş ümmetlerin durumları ve azâb ile alâkalı âyet-i kerîmeler Mekke-i mükerreme’de nâzil olmuştur.”

Tezkire bi umûr-il-âhıret adlı eserden ba’zı bölümler:

“Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Sizden biriniz, kendisine gelen herhangi bir zarardan dolayı sakın ölümü istemesin. Eğer o, muhakkak ölümü istemek zorunda bulunursa; “Ya Rabbî! Hakkımda ölmek hayırlı ise, beni öldür, yok yaşamak hayırlı ise, beni yaşat” diye duâ etsin” buyurdu.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Âhırette olacaklardan sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız” buyurdu.

Ölüm hâli: Dünyâdaki ölümü yaklaştığı vakit, insanın yanına dört melek gelir. Bunların biri, rûhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından, biri sağ elinden, biri de sol elinden çekerler. Çok defa, rûhu gargara hâline gelmezden evvel, “Alemi melekûti”yi görmeye başlar. Melekleri, yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdunu haber verir. Çok defa da, gördüğü şeyleri şeytanın bir işi zan eder. Lisânı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine melâike rûhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan Peygamberimiz (s.a.v.) haber verdi. Ölüm hâlindeki fâcir kimse, karnını diken ile dolu zan eder. Rûhunu da, sanki bir iğne deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor zanneder.

Rûh çekilip son bağı kopacağı zaman, kendisine birçok fitneler ârız olur. Bu, o fitnelerdir ki, İblîs, yardımcılarını özellikle o kimseye musallat eder. O hâlde iken, o insana gelirler ve onun anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve ona derler ki: “Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde makbûl olan hak dindir.” Eğer bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip, derler ki: “Sen Nasrânî (Hıristiyan) olarak öl! Zira o din, Mesih’in ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etmiştir.” Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda cenâb-ı Hakkın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır, işte bu; “Ey bizim Rabbimiz! Dünyada iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinin haber verdiği hâldir.

Bu konu ile ilgili bir kıssa şöyledir: “Zamanın birinde yaşıyan bir râhib, sara hastalığına yakalanan kimseleri tedâvi ediyordu. Rahibin eliyle mesh edip dokunduğu kimse, Allahü teâlânın izni ile şifâ buluyordu. Birgün zamanın hükümdarının kızı hastalandı. Bunun üzerine hükümdâr, kızını o rahibin bulunduğu manastıra gönderdi. Kız manastırda tedâvi olurken, mel’ûn şeytan gelerek rahibe; “Sen bu kızla zinâ et. Çünkü bu kız şuurunu kaybetmiş” diye vesvese vererek, rahibi zinâya sürükledi. Muradına kavuşan şeytan, daha sonra rahibe yine; “Senin yaptığın bu çirkin işin kız farkına vardı. Halkın arasında seni rezîl ve rüsvâ etmesinden korkulur. En iyisi sen kızı öldür ve şu kum yığınlarının içine gömü ver. Hükümdârın adamları gelince onlara; “Hükümdârın kızı iyileşti ve gitti” dersin” diye ta’limât verdi. Râhib, şeytanın isteklerini yeise kapılarak yerine getirdi. Kızı öldürüp, şeytanın gösterdiği kum yığınının içine gömdü. Bu arada şeytân, hemen hükümdârın yanına giderek, durum böyle böyle oldu. Râhib, kızın iyileşip gitti derse, ona inanma oradaki kum yığınını kazdır. Kızının cesedini bulursun, dedi. Hükümdâr şeytanın dediklerini yapınca, kızının cesediyle karşılaştı. Rahibin öldürülmesi için emir verdi. Tam râhib idâm edileceği sırada, şeytan onun yanına gelerek; “Ey Râhib! Bana secde edersen seni bu durumdan kurtarırım” dedi. Râhib onun sözlerine kanarak şeytana secde etti. Şeytan onu kurtaramıyarak, bırakıp gitti. Râhib de kâfir olarak idâm edildi.”

Ölmek üzere olan kimsenin his duygularından en son kaybedeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar kaybolmaz. Bunun için Fahr-i âlem (s.a.v.); “Mevtanıza şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah”dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!” buyurmuştur, ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten de nehy buyurmuştur. Zîrâ o zaman insan, şiddetli sıkıntı içindedir.

İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah şöyle anlatır: “Babam, vefât edeceği zaman yaklaştığında bayıldı. Benim elimde ise, çenesini bağlamak için bir kumaş parçası vardı. Sonra babam ayılınca babam; “Hayır, defol, defol” diye bağırdı. Ve bunu tekrar tekrar söyledi. Ben de ona; “Ey Babam! Sen bu söz ile neyi kastettin?” diye sordum. Babam da; “Şeytan karşımda dikilip, bana karşı parmak uçlarını ısırarak; “Yâ Ahmed!” diye fitne vermek istiyordu. Ben de onu kovaladım” dedi.

İmâm Ebû Ca’fer-i Kurtubî’nin ölüm zamanı yaklaşınca, kendisine “La ilahe illallah” diye telkinde bulundular. Ebû Ca’fer de; “Hayır” diyordu. Nihâyet ayıldığı zaman, kendisine niye hayır dediği soruldu. O da; “Sağ yanıma ve sol yanıma iki şeytan geldi. Onlardan birisi; “Sen yahudi olarak öl. Zîrâ o, dinlerin en hayırlısıdır” diyordu, öbürü ise; “Sen Hıristiyan olarak öl. Zîrâ Hıristiyanlık, dinlerin hayırlısıdır” diyordu. Ben de onlara; “Hayır, hayır, bunu bana siz söylüyorsunuz” dedim” diye anlattı.

Eğer ölünün ağızından tükürüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakidir. Âhıretteki şekâvetini görmüştür.

Eğer görür isen ki, ağızı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile müjde olunmuştur.

Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O Saîd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve ilminden hiçbir şey gayb etmemiştir. Dünyâda ne yapmış ise, hepsini bilir. O melekler, bu rûhla beraber semâya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi ba’zı ölü bilir, ba’zı ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına varırlar.

Bu meleklerin başında olan Cebrâil (a.s.), dünyâ semâsına çıkar. Kimsin? diye sorulur. Ben Cebrâilim, yanımdaki de filandır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir.

Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler, “Bu ne iyi bir kimsedir ki, i’tikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yok idi” derler.

Bundan sonra ikinci kat semâya çıkarlar. Kimsin? denir. Cebrâil (a.s.) birinci kat semâdaki meleklere söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha; “Hoş geldi, sefâ geldi Dünyâda iken namazlarını bütün farzlarına riâyet ederek eda ederdi” derler.

Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. Kimsin? denir. Cebrâil (a.s.), daha önce söylediklerini tekrar eder. Bunun üzerine “Malının hakkını muhafaza edip, zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emir olunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zât, hoş ve sefâ geldi” denir. Oradan da geçerler.

Dördüncü kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. “Dünyâda, Ramazan orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten ve haram yemekten kendini muhafaza eden kimse hoş ve sefâ geldi” denir.

Sonra geçerler. Beşinci kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. “Farz olduğu zaman haccını riyasız ve Allahü teâlâ için eda eden kimse hoş ve sefâ geldi” denir.

Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. Kimsin? denir. Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. “Seher vakitlerinde çok istiğfar eden, gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş ve sefâ geldi” denir.

Oradan da geçerek, “Surâdikât-ı celâl” denilen celâl perdelerinin bulunduğu bir makama varırlar. Kimsin? diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine; “Hoş ve sefâ geldi. Çok istiğfar edip, (Çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere) emri ma’rûf yapan, Allahü teâlânın dinini, O’nun kullarına öğreten, miskinlere (ve darda kalanlara) yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhabalar olsun” denir. Sonra meleklerden bir cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile müjdeleyip, onunla müsâfeha ederler.

Sonra “Sidret-ül-müntehâ”ya kadar giderler. Yine, “Kimdir?” diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. “Hoş, sefâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhaba” denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine uğrar ve geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur.

Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki, seksenbin perdedir. Her perdede seksenbin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer ya’nî ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbih ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünce, nûru âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet ederdi. Bu zamanda perde arkasından bir münâdi nidâ eder ki; “Bu getirdiğiniz rûh kimindir?” Cebrâil (a.s.); “Filan oğlu filandır” der. Allahü teâlâ; “Bunu yakınlaştırın. Ve sen ne güzel kulumsun” buyurur. Allahü teâlânın huzûr-i ma’neviyye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, ba’zı levm-ü itâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul zan eder ki, hakîkaten helak oldu. Sonra cenâb-ı Hak onu affeder.

Fâcirin ya’nî kâfirin rûhu sert olarak, şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur. Melekler ona hitaben; “Ey habis olan rûh! Habis olan cesedden çık!” derler. O da merkeb gibi bağırır. Rûhu çıkınca, Azrail (a.s.) onu, yüzü gayet çirkin ve siyah elbiseli ve fenâ kokulu zebanîlere (ya’nî azâb yapan meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O rûhu buna sararlar. Bu zamanda rûhu, çekirge kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi; kâfirin cesedi, âhırette mü’minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfte; “Cehennemde kâfirin bir azı dişi, Uhud dağı kadardır” buyuruldu.

Cebrâil (a.s.) bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ semâsına ulaşırlar. Sen kimsin? denir. Ben Cebrâilim der. Yanındaki kimdir? denir. Filan oğlu filan diye, kötü, çirkin ve dünyâda sevmediği fenâ isimleriyle onu zikreder. Onun için gök ve semâ kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennete girmezler denir.

Cebrâil (a.s.) bu sözü işitince, onu elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler, işte bu, Hac sûresinin otuzbirinci, “Allahü teâlâya ortak koşan kimse şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini ya kuşlar kapışır. Yahut rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helak olur” meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsıdır. O kimse yere düşünce, bir zebanî onu alıp Siccîne götürür. Siccîn, yerin altında veya Cehennemin dibinde büyük bir taştır ki, kâfir ve fâsıkların rûhu oraya götürülür.

Rûh cesede geri döndürüldüğü zaman, cesedi yıkanırken yanında bulunur ve başı ucunda gasli bitinceye, kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür. Bir zât, oğlunu yıkarken, onun başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip, gördüğü taraftan başka tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın rûhu kefene geri döndü. Na’ş, ya’nî tabut içine koyunca da rûhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden birçok kimseden rivâyet olundu ki, na’ş üzerinde iken filan nerededir, rûh nerededir? diye ses işitildi. Kefen, göğüs tarafından iki yahut üç kere hareket eyledi.

İbn-i Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyet olundu ki; “Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir?” diye sordum. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ İbn-i Mes’ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun, ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân’dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: “Yâ Abdellah! Amelini yaz!” O kimse der ki: “Benim burada ne kalemim ne kâğıdım var. Ne yazayım?” O melek der ki: “Bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir.” Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada, sevâbını ve günâhını adetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.” Bundan sonra Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Her insanın yaptığı işleri gösteren sâhîfelerîni, biz boynunda kıldık” meâlindeki İsrâ sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesini okudular.

Sonra gayet korkunç iki melek gelir, İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gayet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kerre bir kimseye vurursa mâzallah parça parça eder. Rûh, bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kadir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar, ona şiddet ile suâl ederler, Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur.

Bu iki melek; “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?” gibi suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleşdirirse, der ki: “Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O’dur. Benim Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dinim Dîn-i İslâmdır.” Buna ancak, ilmi ile âmil olan, hayırlı âlimler böyle cevap verir.

O zaman bunlar da der ki: “Doğru söyledi Delîlini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.” Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yapdığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar kabrinde neş’eli ve sevinçli olur. O kimseye, kıyâmet kopmasından daha sevgili birşey olmaz. İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût esrârından haberi olmıyan mü’minlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına, Rûmân’dan sonra güzel sûrette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. “Beni bilmez misin?” der. O da der ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni, benim şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyledi” O da; “Ben, senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekîr melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma” der.

Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; “Men Rabbüke?”, ya’nî Rabbin kimdir? derler. O da evvelki söylediği gibi söyler, “Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imamım Kur’ân-ı kerîm, kıblem Kâ’be-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti benim milletimdir” der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; “Doğru söyledin” derler, önceki melekler gibi mu’amele ederler. Fakat onun için, sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar. Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkumu, velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, bunun üzerine pekçok feryâd eder. Ona; “Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennette olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen sa’îdsin” derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.

Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer i’tikâdı bozuk olursa, (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid’at ehline uydu ise), “Rabbim Allah” diyemez. Başka söz söylemeğe başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam eder. Birçok kimse dahi, “Dinim İslâmdır” diyemez. Bunlar, ya şüphe üzre vefât etmişlerdir. Yahut vefât ederken kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur. (Ehl-i sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır.) Buna bir kerre vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar.

Ba’zı kimseler (El-Kur’ânü İmâmî) ya’nî Kur’ân-ı kerîm İmâmımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur’ân-ı kerîmi okurlar, fakat ondan nasihat almazlardı ve Kur’ân-ı kerîmde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da, öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.

Ba’zı kimsenin de ameli korkunç şekil alır. Kabrinde günâhları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, “Ba’zı insanların ameli, hunût şekline çevrilir.” Hunût, hınzır yavrusuna derler.

Ba’zı kimse de, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır diyemez. Zira bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (Ya’nî İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını) unutmuş idi. Zamana, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi.

Ba’zı kimse kıblem Kâ’be-i şerîf diyemez. Zira, namaz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yahut abdestinde fesâd bulunurmuş, yahut namazında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yahut rükû’unda ve secdelerinde noksanlık olup, ta’dîl-i erkâna riâyet etmezmiş.

Fâcire, ya’nî kâfir olanlara, Münker ve Nekîr melekleri; “Men Rabbüke?” dedikleri vakit, “Lâ-edrî”, ya’nî “Ben bilmem” der. Onlar da bilmedin ve hatırlamadın derler.

Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi defa döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Ba’zısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır.

Bunlar, kıyâmet ve islâmiyetin bildirdiği hususlarda şüphe edenlerdir. Kabirde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşit çeşittir. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan dünyâda en çok neden korkarsa, kabirde onunla azâb olunur.

Meselâ, ba’zı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar. İnsanların tabî’atleri bunda muhtelifdir. Allahü teâlâdan selâmet ve nedametden evvel mağfiret isteriz.

A’rabî’den biri, rivâyet eder ki, oğluma; “Allahü teâlâ sana ne mu’âmele etdi?” diye sordum. “Zararım yok, lâkin filân fâsıkın yanına defn olunduğumdan, ona olunan azaplardan kalbime korku giriyor” dedi. Çok defa haber verilen, bunlar gibi hikayelerden açıkça anlaşılan şudur ki: Kabir ehli, kabirlerinde azap çekerler. Onun için, Peygamberimiz (s.a.v.) ölünün kemiklerini kırmakdan nehy buyurmuşlar ve bir kimseyi, kabrin bir tarafında oturduğunu gördüklerinde; “Mevtaya kabirlerinde eza etmeyiniz” ve “Diri kimseler evlerinde nasıl elemi ve azâbı duyar ve his ederlerse, mevta da kabrinde Öylece elem ve azâbı duyar, his eder” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.); “Sizlerden biriniz, dünyâda bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine uğrayıp da, selâm verince, o mû’min sizi tanır ve selâmınıza cevap verir” buyurdu.

Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükden sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe başlar. Denizlerin ba’zısı ba’zısına taşar, güneşin nûru giderek simsiyah olur. Dağlar toz hâline gelir. Alemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler, gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deveran eder ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Ba’zı kerre toplanır, ba’zı kerre de dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsî’de diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhanî ise, rûhu gitmiş olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanan her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz.

Allahü teâlâ, ilâhlık makamında tecellî buyurup der ki: “Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık da’vâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatdığın ve âhıreti unutdurduğun kimseler nerededir?” Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihar eder. Sonra, Mû’min sûresinde meâlen buyurulduğu gibi; “Mülk kimindir?” der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ, kendi kendine meâlen; “Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır” buyurur. Sonra meâlen; “Ben azîmüşşân, Melik-i deyyânım (ya’nî kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim). Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de asî olurlar. Cebbar ve zâlimler nerededirler? Kibirlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?” buyurur. Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehü ve teâlâ, murâd etdiği bir zaman kadar bekler, sessizlik olur ki, o zaman, Arş-ı a’lâdan makâm-ı ehâdiyyete kadar, düşünen ve görünen bir nefis yoktur. Zira cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde rûhlarını kabz etmiştir.

İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalkdıkları vakit görürler ki; dağlar, atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, yer ise, kendisinde ne eğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sahîfesi gibi görünür, işte insanlar, kabrlerinin üzerine oturduktan vakit, üryan olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, hazret-i Peygamber (s.a.v.) sahih olan hadîste: “İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar” buyurur. Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise, onlara Cennetden elbise getirilir ve giydirilir. Şehîdlerin ve sünnet-i seniyyeye (ya’nî ahkâm-ı İslâmiyyeye) tutunup vefât etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ Peygamberimiz (s.a.v.), “Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz, ölülerinizin kefeninde mübalağa ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Süfyân (r.a.) rivâyet eyledi. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Ölüler, kefenleri ile haşr olunur.”

Herkes kabri üzerine çıkıp, ba’zısı çıplak, ba’zısı siyah, ba’zısı beyaz elbiseli, ba’zısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhur eder -ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer, insan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.

Ameli güzel olan kimsenin ameli, eşek, ba’zısının da katır sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp, mahşere götürür. Ba’zısının da, koç şeklinde görünür. Ba’zı kerre amel, sahibini üzerine alır götürür, ba’zan da bırakır. Her mü’minin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatır.

Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir kimse hiçbir şey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. İmânlarında şek ve şüphe olan kimseler (ve bid’at sahibi olanlar, mezhebsizler) şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin (r.a.) bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan (Sünnî) mü’minler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ cenâb-ı Hak, mü’minler için, azap gören şakilerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda ba’zı fâideler vardır. Nitekim Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen; “Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü” buyurdu. A’râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen; “Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma derler” buyurdu. Zira, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir: Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Ni’metin kadrini azap çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demektir.)

Ba’zısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Ba’zısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmânları kadardır. Kabrlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri mikdârıdır. Sahih olan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur” buyurdu.

Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı: “Bir kavim, İslâmda birbirine yardım eder, dîni, îmânı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler, öylece haşr olunurlar” demektir. Bu ise, amelin zaîf olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.

Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almağa vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp, yolda ona müşterek binerler. Bu yolda, ba’zan bir deveye on kişi binerler. Bu acizlik amellerindendir. Bunun ma’nası, malda elini kısmaktır. Ya’nî haris olmaktır. Bununla beraber, selâmete çıkarılırlar, öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hayvanını nasîb etsin.

İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Ba’zıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. Hayatlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabrinden kalkdığı vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki: “La’net olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!” O çalgı gene gelir, der ki: “Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam.” Böylece dünyada alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtünmeden sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur, Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzre haşrolunur.

Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulm edenler bulunarak haşr olunur, insan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü, beyaz gümüş gibi düz olur.

Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kat ziyâdedirler.

Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emr eder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlarda, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedirler.

Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.

Sonra, dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedirler.

Daha sonra beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedirler. Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzîl olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.

En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar, cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler.

Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup; “Levh-i mahfûz nerededir?” buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir, Allahü teâlâ; “Ey Levh! Tevrat ve İncîl ve Kur’ân-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?” der. Levh-i mahfûz der ki: “Yâ Rabb-el-âlemîn! Bunu, Cebrâil aleyhisselâmdan suâl buyur!”

Bu vakit, Cebrâil (a.s.) getirilir ki, adetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Yâ Cebrâil! Bu levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakl eylemişsin doğru mudur?” Cebrâil (a.s.); “Yâ Rabbi doğrudur” der Allahü teâlâ; “Onu nasıl yaptın?” buyurur. Cebrâil (a.s.), “Yâ Rabbî Tevrat Mûsâ aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı kerîmi Muhammed aleylüsselâma inzal ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhûf sahibi Peygambere de sahîfelerini ulaştırdım” der.

Daha sonra, “Yâ Nûh!” diye bir nidâ gelip, Nûh aleyhisselâm huzûr-i ilâhîye çağrılır. Nûh aleyhisselâm titriyerek huzûr-i ilâhiye gelir. Ona hitaben; “Yâ Nûh! Cebrâil senin resûllerden olduğunu söylemektedir. Sen ne dersin?” buyurulur. Nûh aleyhisselâm “Evet yâ Rabbî! Doğrudur” diye cevap verir. “Kavminle ne iş gördün?” diye sorulur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Onları, gece ve gündüz îmâna da’vet etdim. Benim da’vetim onlara bir fâide vermedi. Benden kaçtılar” diye cevap verir. Bunun üzerine; “Ey Nûh kavmi!” diye nidâ olunup, Nûh kavmi grup hâlinde getirilir. Onlara; “Bu kardeşiniz Nûh benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini söylemektedir. Siz ne dersiniz? Onlar, “Ey bizim Rabbimiz, o yalan söylüyor. Bize birşey tebliğ etmedi” deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh aleyhisselâm tarafından tebliğ edileni inkâr ederler. Allahü teâlâ; “Yâ Nûh! Senin şahidin var mıdır?” buyurur. Nûh aleyhisselâm; “Yâ Rabbi! Benim şahidim. Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir” diye cevap verir. Allahü teâlâ; “Yâ Muhammed! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi ümmetine tebliğ etdiğine seni şâhid kılıyor. Sen ne dersin?” buyurur. Peygamberimiz (s.a.v.), Nûh’un (a.s.) risâleti tebliğ etdiğine şâhid olup, Hûd sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesini okur. Bu âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi şöyledir: “Biz Nûh’u insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi.” Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine; “Sizin üzerinize azap hak oldu. Zîrâ, azap kâfirler üzerine lâyıktır.” buyurur. Böylece, hepsinin Cehenneme atılması emrolunur. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar.

Bundan sonra “Âd kavmi nerededir?” diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd (a.s.) ile, kavmi olan Âd kavmi arasında mu’âmele cereyan eder. Peygamberimiz (s.a.v.) ile Ümmetinin hayırlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerîmesini okur. Bu kavim de Cehenneme atılır. Bundan sonra “Yâ Sâlih veya Semûd” diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler, inkârları üzerine, hazret-i Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci Âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır.

Kur’ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhim sûresinin sekizinci âyet-i kerîmeleri bunu haber vermekdedir. Bunda tenbih vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavimlerdir. Barîh, Mârih, Duhâ, Esrâ kavimleri ve bunlar gibi kavimlerdir. Bunlardan sonra nida, Eshâb-ı res ve tübba’ ve İbrâhim aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mizan kurulmaz. Ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercüman söyler. Çünkü, bir kimse kelâm-ı ilâhiye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.

Bundan sonra, bir münâdi herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı, hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinin meâl-i şerîfidir: “Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder.”

Kitâbların kırâati tamâm olduktan sonra bir nidâ gelir ki: “Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!” denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf”, ya’nî Arasat meydanı harekete gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: “Yâ Âdem! Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!” Âdem (a.s.) ise; “Yâ Rabbî ne kadar?” diye suâl eder. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete.” Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetden ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mü’min geride kalır. Ebû Bekr-i Sıddîk’in (r.a.), “Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır” buyurduğunun ma’nâsı budur.

Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasat meydanında yalnız, mü’minler, müslimler, hayr ve ihsân edenler, ârifler, sıddîklar, velîler, şehîdler, sâlihler ve Resûller kalır, îmânlarında şübheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at sahibleri (ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan mü’minler) zâten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ; “Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?” buyurur. Onlar “Allahdır” derler. Allahü teâlâ; “Siz O’nu bilir misiniz?” buyurur. “Evet biliriz yâ Rabbî” derler. O zaman, onlara Arş-ı a’lânın sol tarafından bir melek görünür. O melek o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan cihetinden; “Ene Rabbiküm” ya’nî ben sizin rabbinizim der. Ehl-i mahşer “Senden Allahü teâlâya sığınırız” derler.

Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz görünmez olurdu. Ehl-i mahşere “Ene Rabbiküm” der. Ya’nî, sizin rabbinizim der. Ona dahî; “Senden Allahü teâlâya sığınırız” derler.

Bundan sonra Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet yumuşak ve hoş mu’âmele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak onlara; “Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yoktur” buyurur.

Allahü teâlâ bütün mü’minleri sırat üzerinden geçirir. Mü’minler, derecelerine göre Cennete götürülür, insanlar güruh güruh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebiler, sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra şehîdler, sonra diğer mü’minler götürülür. Müslümanlardan günahları affedilmeyenler yüz üstü düşmüş, ba’zıları da A’râfda mahbus kalırlar, imânı zayıf olanlardan ba’zısı sıratı yüz senede, ba’zısı da bin senede geçerler. Bununla beraber, Cehennemde yanmazlar.

Kıyâmet gününde bir müslüman getirilir. Onun hiç hasenesi (iyiliği) yoktur ki, mizanında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun îmânına hürmeten, ona rahmet olarak buyurur ki: “İnsanlara git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara Onun ikramı sebebiyle Cennete giresin!” O kimse gider, insanlar arasında arzusuna kavuşduracak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa; “Benim de mizanımın hafif gelmesinden korkuyorum. Ben, senden daha çok muhtacım” der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, “Ne istiyorsun?” der. Bu da; “Bir haseneye (sevâba) muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip esirgediler” der. Bu kişi ona der ki: “Allahü teâlânın huzûruna vardım. Sahîfemde bir sevâbtan başka sevâb bulamadım. O da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden onu al!” O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde; “Nasıl geldin?” diye suâl eder. O kişi ile olan macerayı haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ huzûruna çağırır. Buyurur ki: “Îmân sahiplerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz.”

Bu şekilde ümmet-i Muhammedin büyük günah işleyenleri getirilir, ihtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise, hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan Mâlik onlara baktığı vakit der ki: “Siz, eşkiya zümresindensiniz. Amma görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi” Onlar da; “Yâ Mâlik! Biz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz. Lâkin işlediğimiz günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlıyalım” derler. Mâlik onlara: “Ağlayınız! Fakat şimdi size ağlamak fâide vermez!” der.

Bir ihtiyâr erkek, ellerini beyaz sakalı üzerine koyup; “Âh gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezîl oldum” diye ağlar. Nice orta yaşlılar; “Derdlerim, sıkıntılarım arttı!” diyerek ağlarlar.

Nice delikanlılar, “Ah! Gençliği elden kaçırdım! Ya’nî gençliğimin kıymetini bilmedim” diye ağlarlar.

Nice kadınlar, saçlarından tutup; “Eyvah! Yüzüm kara oldu. Rezil oldum” diye ağlarlar.

Allahü teâlâ tarafından “Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy” diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, “La ilahe illallah” diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. Yine bir nidâ gelir ki? “Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy.” Bu zaman gök gürültüsü gibi bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. “Ey Cehennem, kendisinde Kur’ân-ı kerîm olan ve imân kabı olan kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma?” der. Bu hâl üzere, Cehenneme atılırlar. Görülür ki, bir kişinin feryadı, Cehennem ehlinin seslerinden daha çoktur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Allahü teâlâ ona; “Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?” buyurur. O kişi der ki: “Yâ Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden daha ümidimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım” der. Allahü teâlâ, Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinin: “Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden ümidini keserse, o kimse ehl-i dalâlettir” meâl-i şerîfi ile hitâb buyurup, “Git seni mağfiret etdim” der.

Yetmişbin (ya’nî pekçok) kimse, sıkıntılı hesâba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlara verilen sahîfeler üzerinde “La ilahe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu, filân İbni filânın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının berâtıdır” yazılır. Bir kulun günahtan mağfiret olduğu vakit, bir melek onu Arasat meydanına götürür. Ve nidâ ederek; “Bu, filân oğlu filândır. Allahü teâlâ, onun günâhını affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak, saadetle sa’îd oldu” der. O kimseye bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir makam olmaz.

Resûlullah (s.a.v.), Nebe’ sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesi hakkında meâlen; “Sûra üfürüleceği o gün, mezarlardan kalkıp mahşere, bölük bölük gelirsiniz” suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan gözyaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: “Ey bu suâli soran kişi, çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet günü ümmetim, oniki sınıf olarak haşrolunur ve mahşer yerine gelirler.

Birinci sınıf insanlar, maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık ve huzûrsuzluğa sebeb olurlar. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Onların şirk (Allaha ortak) koşma fitneleri, katilden daha kötüdür” (Bekâra-191) buyurduğu kimselerdir.

İkinci sınıf insanlar, hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahü teâlânın meâlen; “Onlar boyuna yalancılık için dinlerler; boyuna haram yerler” (Mâide-42) buyurduğu bunlardır.

Üçüncü sınıf insanlar, kör olarak haşrolurlar. Onlar hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm vermeyenlerdir. Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakîkaten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allah hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi hakkıyla görücüdür. (Nisâ-58) âyet-i kerîmesi bu kimseleri belirtmektedir.”

Dördüncü sınıf insanlar, sağır ve dilsiz olarak haşrolunurlar. Onlar dünyâda iken kendi amellerini beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın meâlen;“Allah, gurûrlu ve böbürlenen kimseleri sevmez” (Nisâ-36) buyurduğu kimselerdir.

Beşinci sınıf insanlar, ağızlarında irin olarak haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allahü teâlânın meâlen; “İnsanlara iyilik emreder de, kendinizi unutur musunuz?” (Bekâra-44) buyurduğu kimseler gibi olanlardır.

Altıncı sınıf insanlar, vücutları ateşten yanmış yara içinde haşrolunurlar. Onlar, yalan yere şahitlik yapanlardır.

Yedinci sınıf insanlar, ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar şehvetlerine tâbi olan ve haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın meâlen; “Bunlar, âhıreti dünyâ hayâtına satmış kimselerdir” (Bekâra-86) buyurulanlardır.

Sekizinci sınıf insanlar, sarhoş gibi haşrolup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, Allahü teâlâ meâlen; “Ey imân edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsûllerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka veriniz) (Bekâra-267) buyuruyor.

Dokuzuncu sınıf insanlar, katrandan elbiseler içinde haşrolunurlar. Onlar, gıybetten sakınmayanlardır. Mü’minlerin arkalarından hoşlanmıyacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ meâlen; “Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından hoşlanmıyacağı sözle çekiştirmesin” (Hucurât-12) buyurdu.

Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise, dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp, ara bozanlardır.

Onbirinci sınıf insanlar ise, sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır. Onikinci sınıf insanlar ise, hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken faiz yiyenlerdir.”

Diğer bir rivâyette; Muâz bin Cebel’in (r.a.) rivâyet ettiği üzere, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde, ki o gün pişmanlık ve hasret günüdür. Allahü teâlâ oniki bölük olarak ümmetimi haşreder. Birinci bölük, elsiz ve ayaksız olarak kabirlerinden haşr olacaklardır. Bu zaman, Allahü teâlâ tarafından vazîfelendirilen bir münâdi seslenir ki: “Onlar, komşularına eziyet ve sıkıntı verenlerdir. Tövbe etmeden ölmüşlerdir. İçinde bulundukları durum, kendilerine verilmiş cezadır. Dönüş yerleri de Cehennemdir.” Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bu kimseleri meâlen şöyle bildirir: “Yakın komşuya da, yakın arkadaşa da, yolda kalmışa da iyilik ediniz.” (Nisâ-36)

İkinci bölük insanlar, hayvan sûreti üzere kabirlerinden haşrolunurlar. Kendileri için bir ses gelir. Bunlar, namazlarında gevşek davrananlardır. Tövbe etmeden öldüler. Bu hâlleri, kendilerine verilen bir cezadır. Cehenneme atılacaklardır. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurduğu kimselerden olurlar: “Onlar, namazlarından gâfildirler” (Mâûn-5).

Ümmetimden bir bölüğü de, yüzleri ay gibi parlak bir hâlde haşrolurlar. Sıratı şimşek gibi geçerler. Allahü teâlâ katından bir münâdi şöyle der: “Bunlar, sâlih amel işleyip, günahlardan kaçınanlardır. Beş vakit namazı vaktinde ve şartlarına uygun olarak cemâatle kılarlar. Bunlar, tövbe edip öyle vefât ettiler. Allahü teâlâ, kendilerine saadet nasîb etti. Onlar, Cennete gireceklerdir. Allahü teâlâ kendilerinden râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen bunları şöyle bildirdi:“Gerçekten “Rabbimiz Allahü teâlâdır” deyip de sonra amellerini ihlâs ile yapanlara (ölüm ânında) melekler inecekler de şöyle diyecekler: (Gelecekten) Korkmayın ve (geçene) mahzûn olmayın! Size va’d olunan Cennetle müjdelendiniz.”

İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde kırk yıl birşey yemeden, içmeden, oturmadan, konuşmadan dururlar” Denildi ki: “Yâ Resûlallah! Din ehli, imân sahipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?” Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Benim ümmetim, abdest uzuvlarının pırıl pırıl parlaması nişanıyla bilinirler Kıyâmet günü Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde, melekler mü’minlerin başucuna gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak, onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir ki: Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından getirilmiş topraktır. Oraya çağırılırlar. Sıratı geçip Cennete girerler. Kendi yerlerini bilirler.”

Ebû Dücâne (r.a.) buyurdu ki: Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi, ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah birşeyin yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi.

Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha (s.a.v.) gidip anlattım. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayr ve bereket versin.” Kalem ve kâğıd istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektûp yazdırdı. Mektûbu alıp, eve götürdüm.

Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki: “Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektûpla, beni yaktın. Senin sahibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektûbu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka bizim için, kurtuluş yoktur. Artık, senin ve komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektûbun bulunduğu yerlere gelmeyiz.” Ona dedim ki: “Sahibimden izin almadıkça bu mektûbu kaldırmam.” Cin ağlamasından, feryadından, o gece bana çok uzun geldi. Sabah namazını, mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “O mektûbu kaldır. Yoksa, mektûbun acısını, kıyâmete kadar çekerler.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 65

2) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 28

3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 335

4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 239

5) El-A’lâm cild-5, sh. 322

6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 317

7) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-2, sh. 457