KÂDI HAMÎDÜDDÎN NÂGÛRÎ (Muhammed bin Atâ)

Hindistan ulemâ ve evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Atâ olup, Hamîdüddîn lakabı ile tanındı. Nâgûrî nisbet edildi. Şam ve Bağdad’da din ilimleri tahsil etti. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun halifesi olarak Hindistan’a gitti. Orada Çeştî büyüklerinden Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’ye talebe oldu. Hem Sühreverdî, hem de Çeştî büyüklerinin yolunda ilerledi. Feridüddîn Genc-i Şeker hazretleriyle sohbet etti. Hindistan’ın çeşitli şehirlerinde kadılık yaptı. 650 (m. 1252) yılında Dehlî’de vefât etti. Hocası Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretlerinin ayak ucuna defnedildi.

Herkese iyilik eden, vaktini, Allahü teâlânın kullarına O’nun dînini öğretmekle kıymetlendiren Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî, insanlarla iyi geçinir, herkese iyilik ederdi. İnsanlara karşı çok merhametliydi. Onları Cehennemde ebedî azap çekmekten kurtarmak için durmadan çalışırdı. Hakka olan aşkını dile getirdiği şiirleri dilden dile dolaşır, güzel eserleri her cemiyette okunur, istifâde edilirdi.

“Fevâid-ül-füâd” adlı eserde, onun şiirleriyle ilgili bir menkıbe şöyle anlatılır. Zamanın büyüklerinden ve Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî’nin ileri gelen halîfelerinden olan Feridüddîn Genc-i Şeker, huzûrunda kaside okunmasını emir buyurdu. Kasîde okuyacak kimse bulunamadı. Talebelerinden Bedreddîn’e emredip, Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî’nin gönderdiği mektûpları getirmesini söyledi. Bedreddîn, mektûp ve yazıları sakladığı çantayı getirip, önüne koydu. Eline gelen ilk mektûbu Feridüddîn hazretlerine verdi. “Ayakta oku” buyurdu. O da mektûbu okumaya başladı. Mektûpta şöyle diyordu: “Fakîr, hakîr, zaîf, nahîf Muhammed Atâ ki, dervişlerin bendesi, baş ve gözüyle onların ayaklarının tozudur.” Şeyh bu kadar dinleyince, kendine bir hâl ve zevk peyda oldu. Sonra bu mektûpta bulunan şu rubaiyi okuttu:

O akıl nerede ki, kemaline erişsin,
O rûh nerededir ki, Celâline yetişsin,
Farzedelim ki, yüzünden perdeyi kaldırmışsın,
O göz nerededir ki, Cemâline erişsin.

Kâdı Hamîdüddîn hazretleri, zâhir ve batın ilimlerinde birçok talebe yetiştirdi. Kerâmetleri meşhûr oldu. Kıymetli eserler yazdı. “Tavâliüş-şümûs” adlı eserinde hakikât sırlarını anlattı.

Tasavvuf ve hakîkatten nasîbi olan bir azîz, bu zaîf kula anlattı: Anadoludaki hücrelerden birine girmiştim. Keskin görüşlü biri bana baktı ve hâlimden birşeyler anlayıp, beni bir yere götürdü. Huşû’ üzere duran bir dervişin yanına vardık. Yanımdaki kimse, bana dönüp; “Bu azîz, oniki senedir Celâl’in müşâhadesindedir. Da’vet gelir diye ayakta hazır beklemektedir. Her seher vakti, aniden “Hû” ismi, onun dilinden kulağımıza erişir. Hû ismini söyleyince, ağzından, yeni doğan güneş gibi bir nûr parlar” dedi.

Kâdı Hamîdüddîn bu eserinde ve diğerlerinde, vahdet ve tevhîd sırlarını, tasavvuf erbâbının gönlündeki aşk ve muhabbet nehirlerinin sızıntı ve serpintilerini dile getirip, ortaya döktü. Ama ehli kalmadı ki anlasın, kaybeden yok ki, bulunca sevinsin. Beyt:

Bilmiyenler tanıyamaz bileni
O halde sözü kısa kesmeli.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) “Ahbâr-ül-ahyâr fî esrâr-il-ebyâr”, Kitabhâne-i Rahmiyye, Diyobend, sh. 43