Fıkıh, kırâat, nahiv ve ferâiz âlimlerinden. İsmi, İbrâhim bin Abdülvâhid bin Ali bin Sürûr el-Makdisî el-İmâdî’dir. Künyesi Ebû İshâk ve lakabı İmâdüddîn’dir. 543 (m. 1148)’de Cemmâ’îl’de doğdu. 614 (m. 1218) senesi Zilka’de ayının 17. gününe rastlayan Çarşamba günü akşamı, yatsıdan sonra Şam’da vefât etti.
İmâdüddîn hazretlerinin doğduğu Cemmâ’îliyye beldesini Frenklerin işgal etmeleri sebebiyle, akrabâları ile birlikte, 551 (m. 1156) senesinde Şam’a göç etti. Orada Abdülvâhid bin Hilâl ve başka âlimlerden okudu. 567 (m. 1171) senesinde yeğeni Muvaffakuddîn bin Kudâme ile birlikte, ilim öğrenmek için Irak’a gitti. Bağdad’da, Musul’da ve başka yerlerde bulunan âlimler ile görüştü. Şühde, Abdürrahmân bin Ali el-Hırâkî Ebû Muhammed bin Hassâb Sâlih bin Rıhle, Ebü’l-Hasen el-Betâihî’den, Müsût hatîbi olan Ebü’l-Fadl-ı Tûsî ve başka âlimlerden ilim öğrendi. Muhtasâr-ı Hırâkî ve Garîb-ül-Kur’ân isimli eserleri ezberledi. Sonra Şam’a döndü. Talebelere ders okutmakla meşgûl oldu. Çok talebe yetiştirdi. Talebeleri okutmak için herhangi bir ücret almadığı gibi, okuttuğu talebelerinin ihtiyâçlarını kendisi karşılar, onlara yardım ederdi. Talebelerini ve fakirleri, yedirir, içirir, onların her ihtiyâçları ile ilgilenir, onlara fâideli olmaya çalışırdı. Devamlı bunlarla meşgûl olduğundan, eser yazmaya bile vakit bulamazdı. Çok ibâdet ederdi. Haramlardan, şüphelilerden, dünyâya düşkün olmaktan sakınması fevkalâde idi. Çok oruç tutardı. Bir gün oruçlu olur, bir gün iftar ederdi. Herkese iyilik eder, herkesin gönlünü alırdı. Yemeyi, içmeyi pek aramazdı. Mütevâzi, alçak gönüllü idi. İyilik, yumuşaklık, güzel ahlâk, kerâmetler ve faziletler sahibi idi. Hâl ve gidişatı pek güzel idi. Gündüzleri oruçlu olduğu gibi, geceleri de ibâdetle geçirirdi. Yeğeni Muvaffakuddîn İbni Kudâme diyor ki: “Yolculuğa çıktığı zamanlar hâriç, devamlı olarak kendisiyle birlikte bulundum. Allahü teâlâya isyan olan bir ma’siyeti (günahı), dînimize uygun olmayan birşeyi işlediğini görmedim. Sabahtan yatsıya kadar mescidden ayrılmazdı. Talebelere Kur’ân-ı kerîm ve diğer ilimleri öğretirdi. Talebelerin dersleri bitip, okuyacak kimse kalmayınca ayrılıp gitmez, namaz kılmakla meşgûl olurdu, insanları, dine, sünnet-i seniyyeye yapışmaya, ilim öğrenmeye teşvik ederdi. Onun, dünyâ işlerinden birine kapıldığı, o husûsta yarış ettiği görülmemiştir. Fetvâ vermekte, yanlış birşey söylemek korkusu ile çok sakınırdı. Şüpheli birşeye kat’iyyen yaklaşmazdı. Sıdk ve salâh (doğruluk) sahibi idi. Devamlı olarak, emr-i ma’rûf (iyiliği emretmek) ve nehy-i münker (kötülükten menetmek) yapardı. Bir defasında, günah işleyen ba’zı kimseleri görüp onlara mâni olmak istedi. Onlar da büyük âlim İmâdüddîn’i bayıltincaya kadar dövdüler. Şehrin vâlisi durumu anlayınca çok üzüldü, İmâdüddîn’e; “İsterseniz size eza edenleri, şiddetli bir şekilde cezalandırayım” dedi. Buna karşı buyurdu ki: “Eğer tövbe ederlerse ve namaz kılmaya devam ederlerse onlara eziyet etme! Cezalandırma! Ben onlara hakkımı helâl ettim.” Hakîkaten, o kimselerin hepsi yaptıklarına pişman olup tövbe ettiler.
Ebû İbrâhim Mehâsin bin Abdülmelik et-Tenûhî diyor ki: “İmâdüddîn, asrının cevheri idi. Çok tevâzu sahibi idi. Hep kendi nefsini kötüler; “Ben neyim? Benden ne gelir ki?” derdi.
Muvaffakuddîn İbni Kudâme şöyle anlatıyor “İmâdüddîn, dostlarımızın en hayırlılarından, insanlara fâidesi en çok olanlardandır. Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilimlerini öğretmekte çok sabırlı idi. Sünnet-i seniyyeye iyi sarılmağa, ilim öğrenmeye da’vet ederdi. İlim öğretirken fakirleri ve zayıfları ayırmazdı. Talebelerine yemek yedirirdi. Bizzat kendisi hizmet ederdi. İnsanların en çok tevâzu sahibi olanı, kendi nefsini en çok hakîr göreni ve Allahü teâlâdan en çok korkanı idi. Allahü teâlâdan, ondan daha fazla korkan birini gördüğümü hatırlamıyorum. Allahü teâlâya duâ eder, ihtiyâçlarını O’ndan isterdi. Namazda rükû’ ve secdeleri kısa kesmezdi. Namazının, Resûlullahın (s.a.v.) namazı gibi olması için rükû’ ve secdeleri uzatırdı. Allahü teâlâya ibâdet ve tâat husûsunda hiç gevşek davranmaz ve kınayanların kınamasına aldırmazdı.”
Hâfız Ziya diyor ki: Muvaffakuddîn İbni Kudâme’den işittim. “İmâdüddîn”in (r.a.) yaptığı ibâdet ve hizmetleri yapmaya bizim gücümüz yetmez” diyordu. Herkesin sevdiği, hürmet ettiği bir zât idi. İnsanların arasını bulur, herkesle iyi geçinirdi. Onları okutur, ilim öğretirdi. Herkesle ilgilenirdi. İcâb ederse, bir kişiye bir mes’eleyi uzun uzun anlatırdı. Allahü teâlâ, kendisine çok rahmet eylesin. Kürt, Acem, Arab diye ayırım yapmaksızın, garîb ve düşkün herkese çok iltifât ve yardım ederdi. Onun talebeleri, ondan duyduklarını başkalarına da anlatırlardı. Hocalarından öğrendikleri edeb ve insanlara iyi muâmele ile hocalarını başkalarına çok güzel tanıtırlardı, insanlara kerâmetlerini, keremini (iyiliğini) güzel yaşayışını anlatırlardı. Cûd ve sehâ sahibi idi. Ya’nî cömerd idi ve parayı, malı, hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet alırdı. İyilikleri pekçok idi. Onun evi insanların sığınağı idi. Talebelerinden bir çoğu bu zâtın evinde kalıyordu. Evinde ne varsa talebelerine ikram ederdi.
İmâdüddîn (r.a.) bir an boş durmaz, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, yahut da ilme âit başka birşey ile meşgûl olurdu. Bir müddet Harran’da kaldı, insanlar kendisinden çok istifâde ettiler. Kendisi dünyalık mes’elelerle ilgilenmediği gibi, yanında da böyle şeyler hiç konuşulmazdı. Hattâ böyle şeylere karışmak ihtimâli bulunduğu için, hiçbir zaman sultanın ve vâlinin yanına gitmezdi. Onlardan hiç kimseyi tanımazdı. Böyle şeylere rağbeti yoktu. Onun gönlü hep Allahü teâlâ ile idi. Devamlı mescidde bulunurdu. Mescide olan hürmet ve edebi pek fazla idi. Saçından ve sakalından bir tel düşse, onu sarığının katları içine koyardı. Kalem açsa, kırpıntıları muhafaza eder, mescidde bırakmazdı. Mescidde serili bulunan hasırları, üzerinde oturmak için dışarı çıkarmazdı. Hattâ mescidin mihrabında bulunan hasırı bile mescidin başka bir yerine serip üzerine oturmaz, herşeyin yerinde kullanılmasını bildirirdi. Hırkasının üzerinde bir toz görse, onu mescidde bulundurmazdı. Talebelerinden birine, hırkasını verip mescidin dışında bir yerde silkeleyerek getirmesini emrederdi. İnsanlık hâli, mescide girerken Besmele çekmeyi unutmuş olsa, derhal dışarı çıkar, sonra Besmele çekerek içeri girerdi.
Ebû Muhammed Abdürrezzâk bin Hibetullah ed-Dımeşkî diyor ki: “Vera’ mevzûunda bir mes’elede takıldım. Birçok âlime sorduğum hâlde tatmin edici bir cevap alamadım. Ancak İmâdüddîn (r.a.) bana çok güzel cevap verdi. Tatmin oldum.”
Ebû İbrâhim Mehâsin bin Abdülmelik et-Tenûhî diyor ki: “İmâdüddîn (r.a.) öyle bir zât idi ki, kendisiyle bir müddet sohbet eden bir daha ondan ayrılmazdı. Sohbetinde bulunanlar, hiç bir zaman kendisinde bir uygunsuzluk görmezlerdi. Sohbeti ne kadar uzun olsa, hiç kimse sohbetinden sıkılmaz ve usanmazdı. Sohbet uzadıkça, dinleyenlerin sevinçleri artar, o kadar çok hoşlanırlardı ki, sohbet bitmesin isterlerdi. Hiç kimsenin ondan yüz çevirdiği, nefret ettiği görülmemiştir. Bu ise, büyük bir şeydi ve bundan büyük kerâmet olmazdı.”
Hâfız Ziya diyor ki: “İmâdüddîn’in (r.a.) yanında az bir müddet oturan kimse, onun ilminden, zühdünden, mutlaka faydalanır, ahlâkından, yaptığı zikirlerden mutlaka bir şeyler öğrenirdi.”
İmâdüddîn İbrâhim-i Makdisî’nin yakınlarından birisi şöyle anlatır: “Dostluğu, güzel hasletleri kendisinde toplamak husûsunda, İmâdüddîn’den daha ileride olanı görmedim. Bununla beraber, nefsini ondan daha çok kötüleyeni de görmedim. Bir defasında yanına gitmiştim, konuşmuyordu. Tefekkür hâlinde bulunuyordu. Biraz durdum. Biraz sonra konuşmaya kendi nefsini kötüleyerek başladı. “Yâ Rabbî! Kalbimin fesadını ıslâh eyle!” diye duâ etti. Sonra nefsini kötüleyerek, “Ben şöyleyim, ben böyleyim” demeye başladı. Öyle ki, ben dayanamayıp ağlamaya başladım.”
Ebû Abdullah Yûsuf bin Abdülmün’im el-Makdisî şöyle anlatır: “Ben İmâdüddîn’den (r.a.) işittiklerimi yazar, not ederdim. Yazımın bir yerinde kendisinden; “Büyük İmâm, âlimlerin önderi, zühd ve vera’ sahibi” diye yazmıştım. Her nasılsa, bu yazılar onun eline geçmiş. Bu kısmı görünce, hoş karşılamadı. Bunlara lâyık olmadığını, niye böyle yazdığımı sordu. Hâlbuki bu güzel vasıflar fazlasıyla kendisinde mevcût idi. Fakat o, tevâzuunun çokluğundan, alçak gönüllü olduğundan böyle söylemişti. Arkadaşlardan birisinin bir haceti olup ona arzetse, o arkadaşın ihtiyâcını gidermek için evine gider, onun alışveriş, pazar işlerini ve diğer ihtiyâçları te’min ederdi. Bu durumlardan şikâyetçi olduğunu hiç görmedim. Çok ikram ve ihsân sahibi idi. Mübârek evine gidip de, yemek yemeden geldiğimi hiç hatırlamıyorum. Hep yemek yedirirdi. Bu âdetleri her zaman böyle devam etti. Hiç eksilmedi, insanların durumlarını inceler, araştırırdı. Devamlı onların hâllerini sorardı, ihtiyâcı olanları tesbit edince, onlara gizlice nafaka (yiyecek-giyecek) gönderirdi. Talebelerinden biri ortalıktan kaybolunca, evinin ba’zı ihtiyâçları için gelemediğini anlar, hemen ona nafaka ve başka şeyler gönderirdi. Ba’zan bunları bizzat kendisi getirirdi. Ne ihtiyâç varsa, hemen birini göndererek satın aldırır, ücretini de kendisi fazlasıyla öderdi. Bunu kimseye bildirmezdi. Her zaman, herkesi güleryüzle karşılardı.”
İmâdüddîn’in (r.a.) aile efradından ba’zıları şöyle anlatırlar: “İnsanlık hâli, ba’zan kendisini üzdüğümüz oluyordu. Fakat hiçbir zaman bize kızmazdı ve; “Kabahat, hatâ benimdir” derdi. Kendisine sıkıntı verene duâ ve iyilik ederdi.”
Kardeşinin oğlu İzzeddîn Ebü’l-Feth, Deyr beldesinde bulunan evinde bir müddet kalmak üzere, izin istemişti, izin verdi. Sonra da evi ona hediyye etti.
Bir defasında İmâdüddîn’in (r.a.) yanına bir misâfir geldi. Hikmet-i ilâhî gelen kimse hasta oldu. İmâdüddîn İbrâhim misâfire hürmeten, gece boyunca hastanın başında oturdu. Ayrılmadı. Ona Kur’ân-ı kerîm okuyup, şifâ bulması için duâ etti.
Bir kimse ile konuştuğu zaman, lüzumsuz birşey söylemezdi. Ona nasîhat eder, hayırlı amelleri yapmakla meşgûl olmaya teşvik ederdi. Sözleri çok te’sîrli idi. Dinliyen kimsenin kalbi, onun sözlerinin te’sîri, bereketi ile sanki uçar gibi olurdu.
Abbâs bin Abdüddâîm el-Mısrî el-Kenânî şöyle anlatır: “İmâdüddîn (r.a.) ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Yolculuğumuz esnasında bana; “Kur’ân-ı kerîmi çok oku! Onu hiç terketme! Onu okumak, istediğin şeyleri öğrenmene sebeb olur” buyurdu. Ben buna riâyet ettim. Çok faydasını gördüm. Kur’ân-ı kerîmi çok okuduğum zaman, hadîs-i şerîf dinlemekte ve yazmakta çok kolaylık gördüm. Kur’ân-ı kerîmi bu kadar çok okumayınca, bu kolaylık görülmezdi.”
İmâdüddîn İbrâhim bin Abdülvâhid, namaz kılmak için kalktığı zaman sol tarafına üç defa üfler, kovulmuş olan şeytandan Allahü teâlâya sığınırdı. Ondan sonra namaza başlardı. Abbâs bin Abdüddâîm el-Mısrî diyor ki: “Ondan daha iyi namaz kılan birini görmedim. Tam bir gönül huzûru ve tevâzu ile namaz kılardı. Namazda kıyâmı (ayakta durmayı) rükû’u, oturmayı ve diğer hareketleri tam bir sükûnet içerisinde ağır ağır ve çok güzel yapardı.” Ebû Abdullah Muhammed bin Tarhân diyor ki: “Bir defa, İmâdüddîn’in (r.a.) arkasında namaz kılıyorduk. Yanımızda bulunan kimse acelesi varmış gibi bir hâlde idi. Hattâ namazdan sonra; “Bu zât, namazı ağır ağır kıldırıyor. Bir daha bunun arkasında namaz kılmam” gibi sözler söyledi. Bu sözler kendisine arzedildiğinde buyurdu ki: “Sübhânallah! Şu insanlar, sultânın huzûrunda gün boyunca dursalar usanmazlar da, Rablerinin huzûrunda birazcık durmaktan usanırlar. Ne kadar tuhaf!” İmâdüddîn (r.a.) bunları söylerken, insanların, namazın hakîkatini anlamaktan mahrûm ve uzak olduklarını, namazda hâsıl olan lezzetlerden haberleri olsa, namazın hiç bitmemesini istiyeceklerini düşünüyor, bunu anlayamadıklarına üzülüyordu.
Duâ ettiği zaman öyle ihlâsla ve yalvararak duâ ederdi ki, sanki kalb, onun duâsının kabûl edildiğini görür gibi olurdu. Ya’nî görenler bu duânın hemen kabûl edileceğini zannederlerdi.
Umûmiyetle şöyle duâ ederdi: “Yâ Rabbî! Bizlere sâlih ameller yapmayı nasîb eyle! Amellerimizi senin rızân ve keremin için hâlis (dosdoğru) eyle! Amellerimizde ihlâsdan başka birşey bulundurma (amellerimizi ancak ve sâdece senin rızân için yapabilmemizi nasîb eyle!) Beni, nefsimin zulümlerinden, şerlerinden koru! Bizleri zulüm yapmaktan koru! öyle ki, ölümümden sonra âhırette bir kimse gelip, kendisine zulmettiğim için benden hak taleb etmesin! Nefsimin ve kötü insanların şerlerinden korunmuş olarak, tövbe-i nasûh ile ölmemi nasîb eyle. Beni, senin yolunda öldür. Resûlünün sünneti üzere olduğum hâlde rûhumu al! Beni öyle eyle ki, geçmiş ve gelecekler hep benim iyiliğime şehâdet etsinler. Cennet ni’metleri içinde rahat edenlerden eyle! Cehenneme atılmaktan; kaynar sular içirilmekten muhafaza eyle!” İmâdüddîn’in (r.a.) sık sık yaptığı duâlardan biri de şudur “Yâ Rabbî! Yüce ism-i şerîfin, yüce zâtın ve kadim (ezeli) olan mülkün hakkı için, senden, Muhammed aleyhisselâma, O’nun âline (akrabalarına) salât (rahmet) ve selâm etmeni, bana, rızânı, Firdevs-i a’lâyı ve bu ikisine kavuşturan söz, amel ve niyetleri yapabilmemi nasîb etmeni dilerim. Sâlih kullarına nasîb eylediğin en güzel sonu (hüsn-i hatimeyi) ilim ve onunla amel etmeyi nasîb eyle! Hilm (yumuşaklık), hikmet, anlayış ve ezberleme kabiliyeti, insanlara muhtaç olmamayı, vesveseden kurtulmayı, şüphelerden, maddî ve ma’nevî kirlerden, borçtan, beni, senin yüce katında alçaltacak şeylerden muhafaza eyle. Allahım! Dillerimizi; yalan, gıybet ve nemîmeden (söz taşımaktan), kalblerimizi; nifaktan, kin ve düşmanlıktan, hased, kibir ve ucubdan, kendimizi beğenmekten, amellerimizi; riya, gösteriş ve şöhretten, karınlarımızı; haram ve şüphelilerden, gözlerimizi; hıyânetten temiz kıl. Çünkü sen, hâin gözleri, kalblerde gizli olanları bilirsin.”
İmâdüddîn’in (r.a.) talebelerinden biri şöyle anlatır: “Birgün hocam büyük bir çarşıda yürüyordu. Ben de arkalarında ta’kib ediyordum. Birden tanbur sesleri gelmeye başladı. Tanbur çalanın yanına vardığımızda, hocam; “La havle...” okudu ve elbisesinin yenini silkeledi. Bu sırada tanbur çalan kimsenin birdenbire düştüğünü ve tanburunun kırıldığını gördüm. Tanbur sahibine; “Sana ne oldu?” denildiğinde, “Bende bilmiyorum. Birdenbire böyle oldum” dedi.”
Ebû Muhammed Abdülmuhsin bin Abdülkerîm diyor ki: “Birgün, İmâdüddîn’in (r.a.) arkasında yürüyordum. Kendi kendime; “Bu insanlar, birbirlerini tanımıyor. Ancak dış görünüşlerini biliyorlar. Kalblerini, gizli sırlarını bilmiyorlar, diye düşündüm. Bu sırada hocam bana döndü; “İnsanlar, diğerlerinin işledikleri şerleri ve kötülükleri de bilmezler değil mi?” dedi. Ben anladım ki, hocam, Allahü teâlânın izniyle, kalbimden geçenleri anlamıştı.”
Ebû Ahmed Nasr bin Muhammed el-Merdâvî şöyle anlatır: “Birgün, İmâdüddîn (r.a.) yanımıza geldi. Ben de kendisine ba’zı şeyler sormak istedim. Fakat utancımdan soramıyordum. Sohbet başladı. Sohbet esnasında benim sormak isteyip de soramadığım bütün suâllerin cevaplarını verdi.”
Yine talebelerinden birisi anlatır: “Bir zaman, kalbimde bir kasvet (sertlik) hâsıl oldu. Bu hâli hocama bildirip, duâlarını istiyecektim. Bir akşam, sohbetinde bulunmak üzere mescidine geldiğimde, kasvetten (kalb hastalığından) bahsederek; “Niyet ve amel ihlâs ile olmadıkça, kalb nasıl rahat olur, yumuşar?” buyurdu ve daha buna benzer şeyler söyledi. Sanki tam bana göre konuşuyordu. Bu sözlerine çok sevindim. Bunlara uygun amel ederek, sıkıntıdan kurtuldum.”
Ebû İshâk İmâdüddîn İbrâhim bin Abdülvâhid’in evinde bulunanlar (ev halkı), şöyle anlatırlar: “Giyecek şeylerden ve iştahımızı çeken yiyeceklerden bir şeye ihtiyâcımız olsa, daha biz herhangi birşey söylemeden, İmâdüddîn hazretleri o şeyi bize gönderirdi.”
Ebû Rebî’ Süleymân bin İbrâhim es-Si’ridî şöyle anlatır: “Birgün talebeler, mescidde İmâdüddîn’in (r.a.) yanında bulunuyorlardı. Bir ara, orada bulunanlardan birine; “Dışarı çık! Mescidin arka kısmında bulunan erkek ile kadının yanına git! Onları oradan uzaklaştır!” buyurdu. O kimse mescidden çıkıp bildirilen yere varınca, bir erkekle bir kadının konuşmakta olduklarını gördü. Onları ikâz etti ve oradan uzaklaştırdı.”
Abdürrahmân bin Muhammed el-Makdisî şöyle anlatır: “Bir akşam namazından sonra, İmâdüddîn hazretlerinin iftar etmesi için, bir kimse bir tabak kuru üzüm getirdi. Başka bir kimse de bir tabak hurma getirdi. Fakat bu hurmaların durumu şüpheli idi. Şüpheli bir toprakta yetişmişti. İmâdüddîn (r.a.) namazdan sonra hurmalardan bir tanesini eline aldı. Sonra bıraktı ve kuru üzümlerden aldı. Onlarla iftar etti.”
Ebü’l-Fidâ İsmâil bin Ömer şöyle anlatır: “Birgün bir zâtın yanından, onun bir cüz’ünü (kitabını) aldım. Bana ayrıca icâzet (diploma) da verdi. Bundan sonra ben İmâdüddîn hazretlerinin yanına gittiğimde, o zâtın bana verdiği kitaba ve icâzete baktı, sonra bana; “Sana bu icâzeti kim verdi?” deyip, icâzetnameyi iptal etti. Sonra ben araştırdım ki, bana icâzet veren kimsenin, başkasına icâzet vermeye selâhiyyeti olmadığı gibi, kendisi de icâzetli değilmiş. Bu hâlin hocam İmâdüddîn’in bir kerâmeti olduğunu anladım.”
İmâdüddîn’in (r.a.) hanımı olan Âişe binti Half bin Râcih şöyle anlatır: “Bu gece, rü’yâmda bir ses duydum” İmâd’e söyleyiniz, size de duâ etsin! (Onun duâsını isteyiniz.) Çünkü o, yeryüzünün onlar ile kâim olduğu yedi kişiden biridir” diyordu.”
İmâdüddîn (r.a.), 614 (m. 1218) senesi Zilka’de ayının 17. Çarşamba günü, talebelerine ders okuttuğu câmide akşam namazını kıldırdıktan sonra evine geçti. O gün oruçlu idi. Az birşey ile iftar etti. Sonra, kıbleye döndü ve; “Yâ hayyü yâ kayyûm! Ey Allahım! Senden başka ilâh yoktur. Senden yardım ve imdâd istiyorum. Bana yardım eyle ve bana rahmet et” dedi. Sonra Kelime-i şehâdet getirdi ve rûhunu teslim etti. O gece seher vakti gasledildi (yıkandı). Ertesi günü (Perşembe günü) cenâzesi evinden çıkarılıp Dımeşk Câmii’ne götürüldüğünde çok fazla insan toplandı. Herkes bereketlenmek için İmâdüddîn hazretlerinin kefeninden parça koparmak istiyordu. Vazifeliler, kalabalığı cenâzenin yanından zorlukla uzaklaştırdılar. Cenâzenin yanında, öyle bir kalabalık meydana geldi ki, izdihamda ba’zı kimseler ezilecek gibi oldular. Daha önce orada hiç görülmemiş tanınmamış olan kadılar, hâkimler de cenâze namazında bulundular. Vazifeliler biraz serbest bıraksaydılar, herkes bereketlenmek için kefeninden bir parça koparmak için uğraşırdı ve kefen tamamen parçalanırdı. Yine, vazîfeliler biraz serbest bıraksalardı, cenâze, namazının kılındığı yerden defnolunduğu yere, o gün akşama kadar gidilemezdi. Herkes tabutu taşımak istiyordu. Fakat sıra gelmesi mümkün değildi. O kadar kalabalık vardı ki, insanlar üzerine bir iğne atılsaydı kaybolmazdı. (Yere düşmezdi.)
Sâlihlerden bir zât, vefâtından sonra İbrâhim bin Abdülvâhid hazretlerini rü’yâsında gördü. Güzel bir at üzerinde idi. “Nereye gidiyorsun?” diye sorunca, “Hoşuma giden, güzel yerleri ziyârete gidiyorum” dedi.
Başka birisi onu rü’yâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi?” deyince, (Îsâ aleyhisselâmın elçilerine îmân eden Habîb-i Neccâr şehîd edilip, rûhuna); “Haydi Cennete gir!” denildiğinde o dedi ki: “Keşki Rabbim azze ve cellenin beni mağfiret ettiğini ve ikram olunmuşlardan kıldığını kavmim bilseydi (de küfürden tövbe edip îmâna dâhil olsalardı).” (Yâsîn: 26-27) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Ebû Muhammed Osman bin Hâmid el-Makdisî diyor ki: “Rü’yâmda İmâdüddîn hazretlerini gördüm. Ondördüncü gecesindeki ay gibi parlıyordu ve üzerinde de benzerini hiç görmediğim çok güzel bir elbise vardı.”
Abdülhamîd bin Muhammed bin Mâdî el-Makdisî diyor ki: Allahü teâlâ ona rahmet eylesin. İmâdüddîn’in (r.a.) kabrinden, çok güzel bir kokunun yayıldığını iki defa hissettim, kokladım. Salâh Mûsâ Şihâbüddîn-i Sühreverdî (r.a.), İmâdüddîn hazretlerinin vefâtından duyduğu derin hüzün ve teessürle şu meâlde bir şiir söylemiştir:
Gözleri yaşlı bıraktı insanları,
Hasta kalblerin devası idi.
Doldurulmaz bir boşluk bıraktı.
Kaybettik büyük âlim İmâdüddîn’i.
Bütün geceleri ihyâ ederdi.
Devamlı uykusuz idi, gözleri.
Allah korkusu sarmıştı kalbini,
Kaybettik büyük âlim İmâdüddîn’i.
Okur idi, tekbîr ve tehlîlleri,
Vardı uzun kaldığı secdeleri,
Allah korkusu ile akardı göz yaşları,
Kaybettik büyük âlim İmâdüddîn’i.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 56
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 77
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 57
4) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh. 93