İBN-İ KUDÂME MUVAFFAKUDDÎN MAKDİSÎ

Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ahmed bin Muhammed bin Kudâme bin Mikdâm bin Nasr bin Abdullah’dır. Künyesi, Ebû Muhammed olup, lakabı Muvaffakuddîn’dir. 541 (m. 1146) senesinde, Şa’bân ayında, Nablus taraflarında Cemâil denilen yerde doğup, 620 (m. 1233) senesinde Dımeşk’de vefât etti. Şeyh Ebû Ömer’in kardeşidir.

Küçük yaştan i’tibâren zamanın en güzide âlimlerinin derslerine devam eden İbn-i Kudâme, Şam ve Bağdad’da ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh, akâid, usûl, Arabî ilimler, kozmoğrafya, matematik ve diğer fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. İlimde ve Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine uymakta, zamanının bir tanesi idi. Allahü teâlânın dînini yaymakta en ileri idi. Vakitlerini, Allahü teâlânın dînini öğrenmek, öğretmek ve ibâdet etmekle geçirirdi. Güzel ahlâkı ile insanlara örnek olup, herkesin sevgisini kazandı.

Pekçok talebe yetiştirdi. Başta kardeşinin oğlu Abdurrahmân bin Ömer olmak üzere, Murâbitî, İbn-i Dübeysî, Hâfız Ziya İbn-i Halîl, Münzirî, Abdülazîz bin Tâhir bin Sabit ve daha birçok âlim onun talebeleri arasında idi.

Zamanındaki âlimler ve kendisinden sonra gelenler, ilmini ve büyüklüğünü takdîr edip, kendi eserlerinde İbn-i Kudâme’yi (r.a.) övdüler. Bunlardan ba’zıları şöyledir:

Sıbt İbni Cevzî: “İbn-i Kudâme, birçok ilimde İmâm derecesinde idi. Zamanında, kardeşi Ebû Ömer ve İmâd’dan daha zâhid ve verâ’ sahibi kimse yoktu. Çok haya sahibi idi. Dünyâ ve dünyâ adamlarından uzak kalırdı. Yumuşak, mütevâzi ve alçak gönüllü idi. Fakir ve yoksulları pek severdi. Ahlâkı güzeldi. Cömert idi. Sahâbe-i Kirâmın yaşayışını kendisine örnek edinmişti. Sanki yüzünden nûr saçılırdı. Çok ibâdet ederdi. Hergün Kur’ân-ı kerîmin yedide birini okurdu. Dımeşk ve Kaysûn câmilerinde dâima benim yanıma gelirdi. Ebû Ömer, kardeşi Muvaffaküddîn ve İmâd’da; Eshâb-ı Kirâmda, evliyâullahın büyüklerinde görülen hâllere şâhid oldum. Onların hâlini görmem; bana ailemi ve vatanımı unutturdu. Ondan sonra, belki âhırette de Allahü teâlâ beni beraber bulundurur ümidi. İle, dâima onlarla birlikte oldum.”

İbn-i Neccâr: “Büyük âlim Muvaffaküddîn, Hanbelîlerin en büyük âlimidir, İ’timâd edilen, sözü senet olan bir âlimdir. Fazilet ve sebat sahibi, lüzum olmadıkça sükût üzere bulunan vekar sahibi bir zâttır. Çok ibâdet eder, Selef-i sâlihînin yolu üzere bulunurdu. Nûr yüzlü ve heybetli bir görünüşü vardı. İnsanlar onun konuşmasını dinlemeden, sâdece görmekle de faydalanırlardı. Hılâf ilmine dâir pek kıymetli eserler yazdı. Her taraftan talebeler, ilim almak için ona koşuştular. İsmi her tarafta duyuldu. Hadîs-i şerîf ve Arabî ilimlerde çok yüksek bir dereceye sahipti.”

Ömer bin Hâcib el-Hâfız “Mu’cem” adlı eserinde; “O, hocalar hocasıdır. Bu ümmetin müftîsidir. Allahü teâlâ ona pek çok lütuf ve ihsânlarda bulundu. Geniş ilim verdi. Eşine az rastlanır bir âlimdir. Aklî ve naklî ilimleri kendisinde topladı. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde mütehassıs, fetvâ vermekte pek mahir idi. Kıymetli eserleri vardır. Herkese karşı mütevâzi ve alçak gönüllü idi. Hilm ve vekar sahibi idi. Her zaman meclisinde hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde mütehassıs âlimler bulunurdu. Ömrünün sonunda bile, herkes onun yanına gelmek için gayret gösterirdi. Çok ibâdet eder, teheccüd namazlarına devam ederdi” diyerek, ondan sitayişle bahsetti.

Ebû Şâme: “İbn-i Kudâme, ilmi ile amel eden bir âlim olup, ilmi ile zirveye çıkmıştır. Fıkıh ve başka ilim dallarında pek kıymetli eserler yazdı. Hadîs-i şerîflerin, Eshâb-ı Kirâm ve Tabiînden gelen haberlerin ma’nâlarını çok iyi bilirdi. Onun ile ilgili olarak şöyle anlatırlar: Kardeşi Ebû Ömer’in vefâtından sonra, eğer hazır bulunursa, Muzafferi Câmii’nde imamlık yapar ve Cum’a hutbelerini okur, Dımeşk Câmii’nde Hanbelîlere âit olan mihrâbda, namaz kıldırırdı. Eğer Cebel denen yere giderse, zamanın âlimlerinden Abdülganî’nin kardeşi İmâd namazı kıldırırdı. İmâd’ın (r.a.) vefâtından sonra, İbn-i Kudâme’nin bulunmadığı zamanlarda, Ebû Süleymân bin Hâfız Abdülganî namaz kıldırırdı. İbn-i Kudâme (r.a.) akşam ile yatsı namazları arasında mihrabın hizasında namaz kılardı. Bir defasında Sultan Abdülazîz bin Adîy, İbn-i Kudâme’yi ziyârete gelmişti. Onu namaz kılarken buldu. Namazını bitirinceye kadar, ona yakın bir yerde oturdu. İbn-i Kudâme, sultan geldi diye namazını çabucak kılmak veya önceki kıldığından biraz daha eksik kılma durumuna girmedi. Namazını bitirdikten sonra, sultanla görüşüp sohbet ettiler. İbn-i Kudâme, yatsı namazını da kıldıktan sonra evine giderdi. Onun peşinden, fakirler ve yoksul kimseler de gelirdi. O da onlara yanında bulunan para ve yiyeceklerden verirdi.”

“Denilir ki; Şam’a, İmâm-ı Evzâî’den sonra, İbn-i Kudâme’den daha âlim birisi girmemiştir. Büyük hadîs âlimlerinden Ziya (r.a.) İbn-i Kudâme’nin hayâtına dâir eser yazmıştır. Zehebî’nin de, sâdece İbn-i Kudâme’nin hayâtına dâir müstakil eseri vardır.

Hâfız Ziya, İbn-i Kudâme hakkında şöyle der: “İbn-i Kudâme (r.a.) Kur’ân-ı kerîm, tefsîr, hadîs, bunlarla ilgili zor mes’elelerde ve fıkıh, hılâf, ferâiz, usûl-i fıkıh, nahiv, hesâb, gezegenler ve bunların yörüngeleri ile ilgili husûslarda zamanının bir tanesi idi. İbn-i Kudâme, Bağdad’a geldiği zaman, meşhûr âlim Ebû Feth bin Münâ kendisine; “Burada kal, Bağdad’ın sana çok ihtiyâcı vardır. Hâlbuki sen Bağdad’dan gidiyorsun, fakat yerini dolduracak bir kimse bırakmıyorsun” dedi.”

Büyük âlim îmâd, İbn-i Kudâme’ye pekçok hürmet eder, ona duâ eder, talebenin, hocasının huzûrunda oturması gibi, İbn-i Kudâme’nin önünde edeb ve terbiye ile otururdu.

Ebû Amr bin Salâh el-Müftî ise; “İbn-i Kudâme gibi bir âlim görmedim” derdi.

Büyük âlim Abdullah Yünûnî de, onun hakkında şöyle derdi: “Gördüklerim arasında, çeşitli ilimlerdeki yüksekliği, güzel ve övülen huylardaki kemâli bakımından, İbn-i Kudâme’nin benzerine rastlamadım. O, hem zâhiren ve hem de bâtınen yüksek fazilet ve hilm (yumuşaklık) sahibi bir insandı. Zekâ ve anlayışı çoktu, İnsanlara iyi muâmele ederdi. Güleryüzlü idi. Hayası pek fazla idi. Dünyâdan ve gönlü dünyalık elde etme, makam ve mevki hırsı ile dolu olanlardan uzak dururdu.”

İlmî bir mes’elede münâzara ederken tebessüm ederdi. Hattâ, bu sebeble; “İbn-i Kudâme, tebessümü ile karşısında bulunan hasmını öldürmektedir” denmiştir.

İbn-i Kudâme, Dımeşk Câmii’nde Cum’a günleri ilim halkası kurar, namazdan sonra âlimler ile ilmî müzâkereler yapardı. Fakat ömrünün sonlarına doğru bunu bıraktı, ilim ile meşgûl olanlar, sabahleyin erken vakitten i’tibâren, güneşin yükselmesine kadar onun yanında kalırlardı, öğleden sonra, ya hadîs-i şerîf, yahut eserlerinden birisini akşama kadar okuturdu. Ba’zan derslerini akşamdan sonra verirdi. Hiç kimseye karşı bıkkınlık ve usanma göstermezdi. Ba’zan sıkıldığı ve rahatsız olduğu durumlar olurdu. Ancak o, bunu kimseye söylemez ve belli etmezdi.

Kerâmetleri: İbn-i Cevzî’nin torunu anlattı: Ebû Abdullah bin Fadl İtâkî dedi ki: Birgün kendi kendime, bir imkânım olsaydı da, İbn-i Kudâme için bir medrese yaptırsaydım ve hergün İbn-i Kudâme’ye bin dirhem verseydim, dedim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, İbn-i Kudâme’nin yanına gittim. Selâm verdim. Bana bakıp, tebessüm etti ve şöyle söyledi: “İnsan bir şeye niyet ettiği zaman, ona, o niyet ettiği şeyin ecir ve sevâbı verilir.”

Ebû Hasen bin Hamdân el-Cerâihî anlattı: “Ben Hanbelîlere kızardım. Birgün felç oldum. Onyedi gün, hiç hareket edemeden kaldım. Öyle ki, ölümü ister duruma geldim. Birgün akşam vaktinde, İbn-i Kudâme benim yanıma geldi ve; “Münezzilü minel-kur’ân” âyet-i kerîmesini okuyup, sırtımı sığadı. Bu sırada kendimde iyileşme hissettim. Sonra kalkıp giderken, hizmetçiye, İbn-i Kudâme’yi kapıdan uğurlaması için seslendim. O zaman İbn-i Kudâme bana; “Zahmet etmeyin, ben kendim geldiğim yerden giderim” dedi ve gözümden kayboldu. Ben de hemen abdest alıp, câmiye gittim. Sabah namazını  İbn-i Kudâme’nin arkasında kıldım. Namazdan sonra yanına gidip, kendisi ile müsâfeha ettim. Bu sırada elimi sıktı ve; “Sakın bir daha Hanbelîleri kötüleyen birşey söyleme” dedi.

Dımeşk Câmii’nin görevlilerinden biri anlatır: “O, ba’zan câmide gecelerdi. Dışarıya çıkıp tekrar girerken, kapılar, onun için kendiliğinden açılır ve kapanırdı.”

Ârif Ketâib bin Ahmed bin Mehdî Banyâsî, İbn-i Kudâme’nin vefâtından birkaç gün sonra şunları anlattı: “İbn-i Kudâme’yi nehir kenarında abdest alırken gördüm. Abdest almayı bitirince, nalınlarını eline aldı ve su üzerinde yürüyerek nehrin diğer tarafına doğru geçti. Sonra nalınlarını giydi ve kardeşi Ebû Ömer’in medresesine gitti.” Bunları anlatan Ketâib; “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, aynen anlattığım gibi gördüm. Aslı olmadığı hâlde böyle konuşmaya asla ihtiyâcım yoktur. O hayâtta iken bunu gizledim” deyince, ona; “O seni gördü mü?” diye sorulunca; “Hayır, o beni görmedi, orada kimse de yoktu. Bir öğle vakti idi” dedi. Yine ona; “İbn-i Kudâme, suda yürürken ayakları batıyor muydu?” diye sorulunca, “Hayır batmıyordu, normal yere basar gibi basıyordu” diye cevap verdi.

Büyük âlim, Muhammed Yünûnî de, İbn-i Kudâme’nin su üzerinde yürüdüğünü söylemiştir.

Muvaffakuddîn’in bir şiirinin tercümesi:

“Ey İbn-i Ahmed (Muvaffakuddîn) hâlâ gaflette misin? Ölüm yakında senin bulunduğun sokağa da uğrayacak. Geçip giden belâ ve musibetler, ölüm daha çok geç gelir diye seni aldatmasın. Çünkü ölümün nice isâbetli okları vardır. Ölüm kadehleri bizim üzerimizde dönmektedir. Kişi mutlaka ondan nasîbini alacaktır. “Yarın yaparım?” hülyası ne zamana kadar devam edecek? ihtiyârlık da mı senin gözünü açmadı? Ondan da mı ibret almadın? Hergün en yakın bir dostunun veya sevdiğin birisinin ayrılması da ibret olarak yeterli değil mi? Muhakkak ki sen de, yakında onlara katılacaksın! Ancak ölüm gelince, peşinden ağlıyanların ağlaması, seni ölümün elinden kurtarmıyacak ve sana fayda vermiyecektir.”

Başka bir şiirinin tercümesi: “Saçıma beyazlık, ak düştükten sonra da mı, kabirden başka bir evi i’mâr edeyim? Eğer böyle yaparsam ahmağım. Saçıma düşen aklar, bana ölümümün yaklaştığını bildiriyor ve doğru söylüyor. Ömrüm her gün eksilmektedir. Onu artık kim geri getirebilir. Kendimi ölmüş, na’şımı uzatılmış bir vaziyette görüyorum. Kimi suskun, kimi içi yanarak ağlıyor. Bana sesleniyorlar, cevap vermeyince, yine kendileri cevap veriyorlar, gözlerinden yaşlar dökerek ağlıyorlar. Sonra daracık bir kabre gömüyorlar beni. Lahdimin üzerine de, onu kapayacak şekilde bir kaya koyuyorlar. En güvendiğim dostum, üzerime hemen toprak doldurmaya başlıyor, bana şefkat ve merhamet sahibi olanlar, beni kabre teslim ediyorlar. Yâ Rabbî! O yalnızlık günümde, beni yalnız bırakma, bana teselli bulacağım şey neyse, onu lütfeyle. Çünkü ben, Habîbin (s.a.v.) ile bildirdiğin şeylerin hepsine inandım ve onları tasdik ettim.”

Diğer bir şiirin tercümesi: “Evine girmeni istemeyen, ben ona müdârâ etmesem, o benim işimi görmez diyen kimsenin kapısının önünde oturma. Onu bırak, herşeyin sahibi ve mâliki olan hakîkatte senin ihtiyâçlarını gideren Allahü teâlâya yönel. Eğer böyle yaparsan, o istemese de Allahü teâlâ senin ihtiyâçlarını giderir.”

Muvaffakuddîn’in vefâtı: O, Dımeşk’da Ramazân-ı şerîf bayramı günü vefât etti. Kâsiyûn eteklerindeki kabristana defnedildi. Cenâze namazı için gelenler çok kalabalıktı. Yollar insanlarla dolu idi.

Vefâtından önce görülen rü’yâlar: İbn-i Cevzî’nin torunu Ebû Muzaffer nakletti. İsmâil bin Hammâd el-Kâtib el-Bağdâdî şöyle anlattı: “Ramazân-ı şerîf bayramı günü bir rü’yâ gördüm. Sanki, Osman’ın (r.a.) mushafı, Dımeşk Câmii’nden semâya doğru yükseliyordu. Sonra beni şiddetli bir üzüntü kapladı. O gün Muvaffakuddîn vefât etti.”

Sâlihlerden Ahmed bin Sa’d anlattı: “Ramazân-ı şerîf bayramı günü, melekleri, topluca semâdan inerken gördüm, içlerinden biri “Sıra ile ininiz” diyordu. Ben; “Birşey mi var?” diye sorunca; “Muvaffakuddîn’in temiz rûhunu nakletmekte olduklarını” söylediler.”

Abdürrahmân bin Muhammed Ulvî anlattı: “Bir rü’yâ gördüm. Sanki Resûlullah (s.a.v.) vefât etmiş de, Ramazân-ı şerîf bayramı günü Kâsiyûn’a defnedilmişti. Biz Hilâloğulları dağında bulunuyorduk. Kâsiyûn’a bakınca, büyük bir ışık gördük. Dımeşk’ın yandığını sandık. Köylülerle birlikte merakla o tarafa doğru baktık. Bayram günü Muvaffakuddîn’in vefât haberi geldi. Kâsiyûn denilen yere defnedildi.”

Muvaffakuddîn’in ölümü sebebiyle, Şeyh Selâhaddîn Ebû Îsâ Mûsâ bin Muhammed’in söylediği kasidenin bir kısmının tercümesi şöyledir:

“Muvaffakuddîn’den sonra benim için artık hayâta bir rağbet kalmadı. O, zamanın en büyük âlimi, zühd ve takvâ sahibi idi. O, ilimler ve faziletler deryası idi. Müslümanların müşkil mes’elelerini çözer, İslâm dînini, ona muhalif olanlara karşı müdâfaa ederdi. Onun vefâtıyla sanki ağlayanlar ilim için ağlamaktadır. İlim meclisleri onun gitmesiyle artık kurulmaz oldu. Keşke o, tekrar dönüp gelse idi. Ey Muvaffak! Senden başka, insanların ilim sohbetleri dinliyebilmesi uzak bir ihtimâl oldu. Allahü teâlâ sana ne kadar geniş ilim vermişti. Her faziletten haberin vardı. Rabbinin rızâsından ayrılmayan itaatkâr bir kul idin. Ne kadar da çok ibâdet ederdin. Nice gecelerinde herkes uyurken sen ibâdet ediyordun. Gece ortasında, Davud’un (a.s.) Zebur’u okuduğu gibi, sen de Kur’ân-ı kerîmi okurdun. Senin yerine can feda etmek izni verilseydi, nice gönüller senin için feda olurdu.”

İbn-i Kudâme, fürû’, usûl, hadîs-i şerîf, lügat, zühd ve rekâik ile ilgili pek kıymetli eser yazmıştır. Usûl-i dîne (akaide) dâir yazdığı eserler gayet güzel olup, hadîs-i şerîfler ve Eshâb-ı Kirâmdan gelen haberlerle süslüdür. Aynı zamanda, bunları rivâyet eden râvîleri de bildirmiştir. Nitekim, Ahmed bin Hanbel ve hadîs âlimlerinin yolu da bu idi. Ancak akâid mevzûlarını anlatırken, cevap vermek için bile olsa, kelâm ilminin ince mes’elelerine girmemiştir. Ahmed bin Hanbel ve mütekaddimîn (önce gelen âlimler) de akâid mevzûlarını anlatırken öyle yapmışlardır. İbn-i Kudâme, gerek akâid ve gerekse başka mevzûlarda olsun, daha çok nakle tâbi olmuştur. Nakilde gelmeyen bir şeyi söylediği görülmemiştir. Allahü teâlânın sıfatları ile ilgili husûslarda, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde nasıl gelmiş ise, aynen kabûl edilmesini, nasıl ve ne şekilde olduğunun, keyfiyyetinin üzerinde durulmamasını söylerdi.

Onun eserlerinden, bütün müslümanlar, bilhassa Hanbelî mezhebinde olanlar pekçok istifâde etmişlerdir. İhlâsla yazması sebebiyle, eserleri her tarafta yayılıp meşhûr olmuş ve okunmuştur, özellikle “Mugnî” kitabı çok fâideli bir eser olup, âlimler bu kitabı övmüşlerdir.

Talebelerinden hadîs âlimi Ziya der ki: Ahmed bin Hanbel’i rü’yâmda gördüm. Bana fıkıh ile ilgili bir mes’ele sordu. Ben; “Bunun cevâbı Hırakî’de var” deyince; “İbn-i Kudâme, bunu Hırakî şerhinde genişçe anlattı” buyurdu.

Yine büyük âlim Tâcüddîn Abdürrahmân bin İbrâhim Kazâzî bildirdi ki: Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm, İbn-i Arabî’nin “Mühallâ ve Mücellâ” kitabını, İbn-i Kudâme’nin “Mugnî” kitabını çok beğenirdi. Yine Yahyâ Sarsarî de, İbn-i Kudâme’yi ve kitaplarını metheden bir kaside yazmıştır.

Eserleri: Akâid ile ilgili olanlar: 1. El-Burhân fî mes’elet-il-Kur’ân, 2. Cevâbü mes’eletin veredet min sarhadin fil-Kur’ân, 3. El-İ’tikâd, 4. Mes’elet-ül-ulüvv, 5. Fedâil-üs-Sahâbe, 6. Kitâb-ül-Kader, 7. Minhâc-ül-kâsidîn fî Fadl-i hulefâ-ir-Râşidîn.

Hadîs-i şerîfle ilgili eserleri: 1. Muhtasâr-ül-ilel, 2. Meşîhât-ı Şüyûhihi.

Fıkıhla ilgili eserleri: 1. El-Mugnî, 2. El-Kâfî, 3. Menâsık-ül-hac, 4. Zemm-ül-vesuas.

Usûl-i fıkıhla ilgili eseri: Er-Ravda, Kun’at-ül-erîb fil-garîb. Lügatle ilgili: 1. Et-Tedyîn fî neseb-il-Kureşiyyîn, 2. El-İstibsâr fî neseb-il-ensâr: Neseblere dâirdir.

Ahlâk ile ilgili: 1. Kitâb-üt-tevvâbîn, 2. Kitâb-ül-mütehâbbîne fillâh, 3. Kitâb-ür-rikka vel-bükâ, 4. Fedâil-i Aşûrâ, 5. Fedâil-ül-aşer.

İbn-i Kudâme Abdullah bin Ahmed Merrâkûşî, Süleymâniye Kütüphânesinin Şehîd Ali Paşa kısmı 4445 numarada kayıtlı, Hülefâ-i Râşidîn’in bu ümmete üstünlüğü ve bu ümmetin de diğer ümmetlere olan üstünlüğü hakkındaki “Fedâil-ül-Hülefâ-il-Erbe’a ve tertîbihim fil-fadl ve fadl-i hâzihil-ümmeti alâ gayrihâ min-el-ümem” adlı eserinde buyuruyor ki:

Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, bizi ümmetler içinde en hayırlı ümmet yaptı. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakla şereflendirdi. Varlığımızın sebebi ve bütün mahlûkatın en şereflisi, onsekizbin âlemin sultânı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve selleme, Ehl-i beytine ve O’nun güzel ve güzide Eshâbına (r.anhüm) salât ve selâm olsun.

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetini diğer ümmetlerden üstün kıldı. O’nun ümmeti arasından, O’nun Eshâbını seçti. Onları, O’na (s.a.v.) akraba ve yardımcı yaptı. Bunlar arasından bana ilk yardımcı ve yakın olanları O’nun için seçti. Bunlar arasında Aşere-i mübeşşereyi seçip, onları Cennetle müjdeledi. Diğerlerinden üstün kıldı. Cennetle müjdelenen bu on mübârek kimse arasından da dört mübârek kimseyi seçti. Onları Habîbine (s.a.v.) hayâtta iken vezîr vefâtından sonra halîfe kıldı. Bunlar arasından Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’i seçti. Onların halifeliklerini önce yaptı. Dînini onların vasıtasıyla kuvvetlendirdi. Onları adâlette mahlûkâtına delîl kıldı. Onlara, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın yanına defnolunmayı nasîb eyledi. Hazreti Ebû Bekr’i de, Hazreti Ömer’den üstün kıldı. Onu, Resûlullahtan (s.a.v.) sonra ümmetinin en faziletlisi kıldı. Resûlullahtan (s.a.v.) sonra, O’nun minberinde ilk hutbeyi Hazreti Ebû Bekr okudu. Namazda, müslümanların işlerini görmekte, Resûlullahın (s.a.v.) ilk halîfesi oldu. Allah yolunda mal sarfedenlerin, köle azâd edenlerin ilki idi. O, Resûlullahı (s.a.v.) ilk önce tasdik edenlerden, Kur’ân-ı kerîmi ilk toplayanlardandır. O, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi üzere yürüyenlerin, Resûlullahtan (s.a.v.) sonra ordular gönderip fetihler yapanların, Resûlullahın (s.a.v.) yanına defnedilenlerin ilkidir.

Ben bu kitapta, Allahü teâlânın izniyle, okuyanların onlara karşı sevgilerini artırmaları ve onların kadrü kıymetlerini bilmeleri için Hulefâ-i Râşidîn’in (r. anhüm) faziletlerini ve mertebelerini anlatacağım.”

Sekiz bölümden müteşekkil olan kitabın birinci bölümü, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin fazileti ve diğer ümmetlerden üstünlüğü hakkındadır.

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti için Âl-i İmrân sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz, insanlar için hayırlı bir ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz” buyurdu. Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden müfessirlerden biri de, bu âyet-i kerîmeyi; “Siz, insanlar içinde en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz, iyiliği emrediyor, kötülükten men ediyorsunuz, İnsanları İslâm’a da’vet ederek, onların Cehenneme girmeyip, Cennete girmelerine vesile oluyorsunuz” şeklinde tefsîr etti.

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı ve ümmetini, diğer Peygamberlerin ümmetlerine tebligatta bulunduklarına dâir şâhid yaparak diğer ümmetlere üstün kıldı. Nûh kavminin kıyâmet günündeki hâli, bunun misâllerinden biridir:

Kıyâmet gününde, “Yâ Nûh!” diye bir nidâ gelip, Nûh (a.s.) huzûr-i ilâhiye çağırılır. Nûh (a.s.) titreyerek huzûr-i ilâhiye gelir. Ona hitaben; “Yâ Nûh! Cebrâil (a.s.), senin resûllerden olduğunu söylemektedir. (Sen ne dersin?) buyurulur. Nûh (a.s.); “Evet, doğrudur yâ Rabbî” diye cevap verir. “Kavminle ne iş gördün?” diye sorulur. “Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmâna da’vet eyledim. Benim da’vetim onlara fayda vermedi. Benden kaçtılar” diye cevap verir. Bunun üzerine, “Ey Nûh kavmi” diye nidâ olunup, Nûh kavmi bir grup hâlinde getirilir. Onlara, “Bu kardeşiniz Nûh, benim gönderdiklerimi size tebliğ ettiğini söylemektedir. (Siz ne dersiniz?)” buyurulur. Onlar; “Ey bizim Rabbimiz! O yalan söylüyor, bize birşey tebliğ etmedi” deyip, kendilerine gönderilen ve Nûh (a.s.) tarafından tebliğ edilen şeyleri inkâr ederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Yâ Nûh! Senin (tebliğ ettiğine dâir) şahidin var mıdır?” buyurur. Nûh (a.s.); “Yâ Rabbî! Benim şahidim, Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir” diye cevap verir. Allahü teâlâ; “Yâ Muhammed! Bu Nûh, benim gönderdiklerimi ümmetine tebliğ ettiğine seni şâhid kılıyor. (Sen ne dersin?)” buyurur. Peygamberimiz (s.a.v.), Hazreti Nûh’un risâletini tebliğ ettiğine şâhidlik edip, kendisine indirilen Kur’ân-ı kerîmden Nûh sûresini sonuna kadar okur. Cenâb-ı Hak, Nûh’un (a.s.) kavmine; “Sizin üzerinize azap hak oldu. Zîrâ, azap kâfirler üzerine lâyıktır” buyurur. Böylece hepsinin Cehenneme atılması emrolunur.

Ne amelleri tartılır, ne de hesapları görülür, doğru Cehenneme gönderilirler.

Sa’lebî tefsîrinde, İbn-i Abbâs’dan (r.a.) şöyle nakletmektedir. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Benim ümmetimden daha üstün bir ümmet yarattın mı?” diye suâl eyledi. O zaman Allahü teâlâ; “Ey Mûsâ! Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin diğer mahlûklara üstünlüğü, benim, yarattıklarıma olan üstünlüğüm, gibidir” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Keşke, ben Muhammed aleyhisselâmın ümmetini görseydim” der. Allahü teâlâ da: “Sen onları göremiyeceksin. Keşke onların sözlerini işitmeyi isteseydin” buyurur. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm; “Onların sözlerini işitmek istiyorum” deyince, Allahü teâlâ; “Ey Ümmet-i Muhammed!” diye hitâb buyurdu. Biz de, babalarımızın sulbünden, analarımızın rahminden: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lâ şerike leke lebbeyk, innelhamde ven-ni’mete leke vel-mülk lâ şerike lek” diye cevap verdik. Yine Allahü teâlâ; “Ey Muhammed (aleyhisselâmın) ümmeti! Benim rahmetim gazâbımı, affım cezamı geçmiştir. Ben, size istemeden verdim. Kim bana kıyâmet gününde, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, “Muhammed’in benim peygamberim ve kulum olduğuna şehâdet ederek gelirse, onun yerini Cennet yaparım. Günahları deniz köpükleri kadar çok olsa bile” buyurdu.

Yine Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği şefaat hadîs-i şerîfinde, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ben başımı kaldırırım. “Ümmetim! Yâ Rabbî! Ümmetim! Yâ Rabbî! Ümmetim!” derim. Bunun üzerine: “Yâ Muhammed! Ümmetinden üzerlerine hesap olmıyanları, Cennetin sağ kapısından içeri koy, onlar, Cennetin diğer kapılarında da insanlara ortaktırlar” denilir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Cennet kapılarının iki kanadı arası, Mekke-i mükerreme ile Himyer veya Mekke-i mükerreme ile Busrâ arası kadardır.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ümmetime merhamet edilmiştir. Ahırette onlara azap yoktur. Kıyâmette onlar yerine bedel olarak, bâtıl din ehlinden bir adam verilir.”

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bu kadar çok övülen Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin en üstünü Eshâb-ı kirâmdır (r.anhüm). Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

“Allah ve Resûlüne îmân edenler, vatanlarından hicret edenler ve Allah yolunda cihâd edenler (varya!) İşte onlar, Allahın rahmetini umarlar. Allahü teâlâ, (hatâ ile ihtiyâtsızlıkla işlenen günahları) mağfiret eder, Rahmetiyle kullarını Cennete kor” (Bekâra-218.).

“Fakat Resûlullah ve O’nunla birlikte olan mü’minler, (Allahü teâlânın yolunda) mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. Onlar için dünyâda nusret ve ganîmet, âhırette Cennet ve saadet vardır. Umduklarına erenler de bunlardır” (Tevbe-88).

(Hudeybiye’de) ağaç altında sana bî’at eden mü’minlerden Allahü teâlâ râzıdır” (Feth-18).

“Muhammed, Allahü teâlânın insanlara gönderdiği Peygamberidir. O’nunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı çok şiddetlidirler. Fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükû’da ve secdede görürsünüz. Herkese, dünyâda ve âhırette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Çok secde ettikleri, yüzlerinden belli olur. Onların hâlleri ve şerefleri, böylece Tevrat’ta ve İncîl’de bildirilmiştir, İncîl’de de bildirildiği gibi, onlar ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaştığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zamanda etrâfa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları dünyâya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızdılar” (Feth-29).

“O (Benî-Nadr yahudilerinden alınan ganîmetler) yurtlarından ve mallarından çıkarılan muhacirlerin fakirleri içindir ki, onlar ancak Allahü teâlânın fadl ve rızâsını aramışlar, Allahü teâlâya ve Resûlüne (canları ve malları ile) yardım etmişlerdi. İşte onlar, îmânlarında sâdık olanlardır” (Haşr-8).

Eshâb-ı Kirâmın (aleyhimürrıdvan) üstünlükleriyle ilgili olarak hâdis-i şerîflerde buyuruldu ki:

İmrân bin Hasîn’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin en hayırlıları, en üstünleri, zamanımda bulunanlardır. Onlardan sonra en hayırlıları, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra en hayırlıları, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra öyle insanlar gelir ki, istenmeden şâhidlik ederler ve emîn olmazlar. Hâin olurlar. Adaklarını yerine getirmezler. Keyflerine, şehvetlerine düşkün olurlar” buyuruldu.

Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Beni gören ve beni görenleri gören müslümanların hiçbiri Cehenneme girmez” buyuruldu.

Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Kim benim Eshâbımın (r.anhüm) hepsini sever, onlara dost olur, onlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilerse, Allahü teâlâ, o kimseyi kıyâmet gününde Cennette onlarla beraber kılar.”

Abdürrahmân İbni Sâlim (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ beni seçti. Benim için de Eshâbımı seçti. Onları bana yardımcı ve akraba kıldı. Kim ki onlara kötü söz söylerse; Allahın, meleklerin ve bütün insanların la’neti onun üzerine olsun. Kıyâmette Allahü teâlâ, böyle kimselerin ne farz ve ne de nafile ibâdetlerini kabûl etmeyecektir.”

Ebû Sa’îd (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Eshâbımın hiç birine dil uzatmayınız, lekelemeğe uğraşmayınız! Onun kudreti ile yaşamakta olduğum Allaha yemîn ederim ki, sizlerden biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd arpa sadakasının sevâbını bulamaz.”

Abdullah bin Mugaffel Müzenî (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Eshâbıma dil uzatmakta Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler, onları sevmeyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyet edenler, gücendirenler, Allahü teâlâya eziyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhazesi, ibret cezası gecikmez, verilir.”

Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, beni bütün insanlar arasından ayırıp seçti. Bana eshâb ve akraba olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, Eshâbıma ve akrabama dil uzatırlar. Onlara yakışmayan iftiralar söyleyerek, kötülemeğe uğraşırlar. Böyle kimselerle oturmayınız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz!”

Hasen (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Eshâbım, yemekteki tuz gibidir.”

Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet etti: Resûlullahtan (s.a.v.), insanların en hayırlısının kimler olduğu soruldu. “Ben ve benim ile beraber olanlar, benim ve Eshâbımın yolunda bulunanlardır” buyurdu.

İbn-i Ömer (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Eshâbıma dil uzatana, Allahü teâlâ la’net eylesin!”

“Ey Resûlüm de ki: Allahü teâlâya hamd ve O’nun seçtiği kullarına selâm olsun” meâlindeki Neml sûresi 59. âyet-i kerîmesini Abdullah İbni Abbâs tefsîr ederken buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîmede bahsolunan; Muhammed aleyhisselâmın Eshâbıdır. Allahü teâlâ, kullarının kalbine baktı, Muhammed aleyhisselâmın kalbini, kullarının kalblerinin en hayırlısı buldu. O’nu, kendisine Peygamber olarak seçti. Sonra kulların kalblerine baktı. Eshâbının kalbini, O’nun kalbinden sonra, kullarının kalblerinin en iyisi olarak gördü. Onları, O’nun arkadaşları olarak seçti. Kim kendisine bir yol tutmak isterse, Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının yoluna girsin, onların izinden yürüsün. Vallahi onlar, bu ümmetin en üstünleri, kalbleri en temiz olanları, ilimleri en derin olanlarıdır. Onlar öyle bir topluluktur ki, Allahü teâlâ onları Muhammed aleyhisselâma Eshâb kılmış, O’nun yüksek sohbetinde bulunmayı, dînine yardım ediciler olmayı onlara nasîb etmiştir. Öyleyse, onların faziletlerini biliniz! Onların yolunda bulununuz! Gücünüz yettiği kadar onların ahlâkını, güzel ve yüksek yaşayışlarını, kendinize nümûne ve örnek alınız! Çünkü onrar, dosdoğru yol üzeredirler.”

Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) arasında en üstün olanlar, Resûlullaha (s.a.v.) ilk önce îmân edenler, ya’nî Muhacir ve Ensâr’dır (r.anhüm). Nitekim Hadîd sûresinin onuncu âyet-i kerîmesinde, Allahü teâlâ meâlen; “Mekke şehri alınmadan önce, din düşmanları ile harb edenler ve mallarını Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıktan sonra, bunları yapanlar, müsavî, eşit değildir. Birinciler elbette daha yüksektir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı, ya’nî Cenneti söz verdi” buyurdu.

Feth sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allahü teâlâ râzı oldu. Hepsini sevdi” buyurdu.

Sehl bin Mâlik anlattı. Resûlullah (s.a.v.) Veda Haccı’ndan dönünce minbere çıktı. Allahü teâlâya hamdü senada bulundu. Ebû Bekr-i (r.a.) tavsiye ettikten sonra, şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Ben, Ömer, Osman, Talhâ, Zübeyr, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve ilk hicret edenlerden râzıyım, bunu biliniz. Ey insanlar! Allahü teâlâ, Bedr muharebesinde ve Hudeybiye’de bulunanları af ve mağfiret buyurdu. Ey insanlar! Müslümanlar hakkında dilinize sahip olunuz. Birisi vefât edince onun hakkında hayır söyleyiniz.”

Önce gelenler arasında en üstün olanları, dört Halîfe’dir (r.anhüm). Allahü teâlâ, onları, sevgili Peygamberine (s.a.v.) halîfe, dînine ve sevdiklerine yardımcı olarak seçti. Resûlullah (s.a.v.) mü’minlere, onların yoluna sarılmayı, onların izinden gitmeyi nasihat eyledi. Onların halifeliklerinin müddetini de beyân eyledi.

Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Şu dört kişinin sevgisi, ancak mü’minin kalbinde bir araya gelir. (Bu dört kişi) Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’dir (r.anhüm).

Hulefâ-i Râşidîn içerisinden en faziletlisi Ebû Bekr ile Ömer’dir (r.anhümâ). Huzeyfe (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Aranızda ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Benden sonra, iki kişiye uyunuz” buyurarak, Ebû Bekr ile Ömer’e (r.a.) işâret buyurdu.

Dahhâk, İbn-i Abbâs’dan (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ben ilkim, Ebû Bekr ikinci, Ömer üçüncüdür.”

Ebû Ervâ Devsî (r.a.) anlattı. Resûlullahın (s.a.v.) yanında oturuyordum. Bu sırada Ebû Bekr ile Ömer (r.anhümâ) çıka geldiler. O zaman Resûlullah (s.a.v.); “Beni ikinizle te’yîd eden Allahü teâlâya hamdolsun” buyurdu.

Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhümâ) faziletlerinin bir delîli de; Resûlullahın (s.a.v.) mecliste, konuşmada ve istişârede onlara öncelik vermesi, bu durumun Eshâb-ı Kirâm arasında meşhûr olmasıdır.

İsmâil bin Umeyye (r.a.) anlatır: “Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’in Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yanındaki yerleri belli idi. Onlar Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına geldikleri zaman, Hazreti Ebû Bekr, Resûlullahın (s.a.v.) sağına, Hazreti Ömer sol tarafına otururdu. Onlar bulunmadıkları zaman yerlerine kimse oturmazdı.”

Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) Eshâbının yanına teşrîf buyurdukları zaman, onların hepsi başları önlerinde Resûlullahın mübârek sözlerini dinlerlerdi. Yalnız, Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer, Resûlullahın yüzüne tebessümle bakarlar, Resûlullah da onlara tebessüm buyururlardı.”

Mücâhid (r.a.) anlattı: “Resûlullah (s.a.v.), Eshâbı (r.anhüm) ile istişâre ettikleri zaman, Ebû Bekr’le Ömer (r.anhümâ) konuşmadan önce kimse konuşmazdı.”

İbn-i Ömer (r.a.) anlattı: “Bir keresinde Resûlullah (s.a.v.) birisini bir ihtiyâcı için bir yere göndermek istemişti. Bu sırada Hazreti Ebû Bekr sağ taraflarında, Hazreti Ömer de sol taraflarında bulunuyordu. Eşhes bin Kays (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.), Ebû Bekr veya Ömer’den (r.anhümâ) birini gönderseydiniz demesi üzerine, Resûlullah (s.a.v.); “Onları nasıl gönderirim? Başa göre, göz ve kulağın durumu ne ise, onların da dindeki durumu öyledir” buyurdular.”

Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhümâ) faziletlerine delâlet eden şeylerden birisi de, Resûlullahın (s.a.v.) defnedildiği yere, sâdece onların defnedilmeleridir. Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik’e, Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhümâ) Resûlullahın (s.a.v.) yanındaki mertebelerini sorunca, onların Resûlullah efendimiz yanındaki durumları, vefâtından sonraki durumları gibidir, dedi. Onların, diğer Eshâb-ı Kirâm efendilerimize (r.anhüm) üstünlük sebeplerinden birisi de; Resûlullahın (s.a.v.) hayâtında ve vefâtından sonra İslama hizmet ve yardımcı olmakta ilk sırada yer almaları ve en önde bulunmalarıdır. Ebû Bekr (r.a.), ilk îmân edenlerden olup, hiç tereddüt etmeden ve duraklama göstermeden Resûlullaha (s.a.v.) îmân etmiştir. Resûlullah (s.a.v.); “Her kime îmânı arzetsem, yüzünü buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekr-i Sıddîk, îmânı kabûl etmekte hiç tereddüt ve duraklama göstermedi” ve “Ey insanlar! Allahü teâlâ, beni size gönderdi. Siz beni tasdik etmeden önce, Ebû Bekr tasdik etti. Bana canı ile, malı ile yardım etti” buyurdu.

Sonra Hazreti Ebû Bekr, İslama girince, insanları İslama da’vete başladı. Resûlullah (s.a.v.) yalnız iken, kuvvetli görüş ve keskin basiret sahibi, sözü doğru, azmi kavi, malı ve ilmi çok birisine pekçok ihtiyâcı var iken, Resûlullaha (s.a.v.) çok yardımcı oldu. İlk İslama girenlerin müslüman olmalarına vesile oldu. Onlardan altı tanesi Aşere-i mübeşşere arasında yeraldı. Yine Eshâb-ı Kirâmın ileri gelenlerinden ba’zılarının İslama ilk önce girmesine de Hazreti Ebû Bekr vesile oldu. İslama girip, bu yüzden müşrikler tarafından eza ve cefâ gören müslüman köleleri satın alıp onları azâd etti. Bilâl ve Âmir bin Füheyre (r.anhümâ) bunlardandır. Malını, canını, her şeyini İslâm için, Allah için feda etti. Bu husûsta hiç kimse onun mertebesine çıkamadı. Hattâ yaklaşamadı bile.

Resûlullah (s.a.v.) husûsiyetle Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ) ile istişâre ederlerdi. O ikisini. Peygamberlere ve meleklere benzetirlerdi. Ebû Bekr’i meleklerden Mikâil’e (a.s.) Peygamberlerden İbrâhim ve Îsâ’ya (a.s.) benzetirdi. Hazreti Ömer’i de kafirlere ve münâfıklara şiddetli olması bakımından Nûh ve Mûsâ aleyhimüsselâma, meleklerden de Cebrâil’e (a.s.) benzetirlerdi.

Resûlullah (s.a.v.) âhırete teşrîf buyurduktan sonra, Ebû Bekr ile Ömer (r.anhümâ) müslümanların işlerini üzerlerine aldılar. Resûlullahın (s.a.v.) sünneti seniyyesini, O’nun yolunu ve gidişatını ta’kib ettiler. Allahü teâlâ onların vasıtasıyla birçok memleketin fethini nasîb ve müyesser eyledi. Pekçok insan İslama girdi. Dîn-i İslâm onların vasıtasıyla kuvvet buldu. Fethettikleri yerlerdeki insanlar, onların vasıtasıyla İslama girdiler. Hazreti Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ) için, İslama girmelerinde vâsıta oldukları kimselerin ecir ve sevâbları kıyâmete kadar devam edecektir. Hazreti Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhüm) bu faziletlerini inkâr mümkün değildir. Onların bu faziletleri pek meşhûrdur. Hattâ önceki ümmetlere indirilen mukaddes kitaplarda bile onların bu faziletleri yazılıdır. Ehl-i kitap, kiliselerinde onların resimlerini dahî yapmışlardır, İbn-i İshâk anlatır: “Ebû Süfyân’dan (r.a.) duydum, şöyle anlattı: Rum İmparatoru Herakliyus ile görüşünce bana: “Sen aranızda çıkan o Peygamberi tanıyor musun?” dedi. Ben, “Evet” dedim. Sonra beni resimlerle dolu olan bir yere götürdü. Burada; “Sizin aranızdan çıkan o zâtı tanıyabiliyor musun?” dedi. Ben de; “Evet” dedim. Fakat bir de ne göreyim, ortada Resûlullah (s.a.v.) sağında Resûlullaha yaslanmış vaziyette Hazreti Ebû Bekr, solunda Hazreti Ömer vardı. Ben; “Evet, bu Muhammed, şu Ebû Bekr, şu da Ömer bin Hattâb’a benziyor” dedim.

Bir rivâyete göre! Ebû Süfyân tanıdığını söyleyip onların isimlerini bildirince, Herakliyus; “Biz kendi mukaddes kitabımızda, bu ikisi (Hazreti Ebû Bekr ve Ömer) ile Allahü teâlânın dînini tamamlıyacağını okuyoruz” demiştir.

Süveyd bin Gafele anlattı: Bir topluluğun yanına uğramıştım. Ebû Bekr ile Ömer (r.anhümâ) hakkında lâyık olmıyan sözler sarfediyorlardı. Ben gidip, durumu Ali’ye (r.a.) arz ettim. Bunun üzerine Ali (r.a.): “Bu sözlerden Allahü teâlâya sığınırım. Allahü teâlâ, Ebû Bekr ile Ömer’e (r.anhümâ) rahmet eylesin deyip, gözleri yaşlı olarak kalktı. Elimden tutup, beni mescide götürdü. Minbere çıktı eliyle sakalına dokunarak, cemaata baktı. Sonra şu vecîz ve beliğ hutbeyi okudu: “O kimselere ne oluyor ki, Kureyş’in iki efendisi ve müslümanların büyüğü olan Ebû Bekr ile Ömer’e (r.anhümâ) dil uzatıyorlar? Vallahi! Onları sâdece takvâ sahibi mü’minler sever. Onlara yalnız, alçak ve fâcir olan kimseler buğzeder. Onlar, Resûlullahın sâdık ve vefakâr dostlarıdır. Onlar Resûlullahın vezirleri idi. Onlar, iyiliği emreder, kötülükten alıkorlardı. Onlar, yaptıkları hiçbir işte, Resûlullahın sünnet-i seniyyesinin dışına çıkmazlardı. Resûlullah (s.a.v.) onların görüşlerine çok kıymet verirdi. Resûlullah (s.a.v.) onları sevdiği kadar başka birisini sevmemiştir. Bu dünyâdan, onlardan râzı olarak ayrıldı. Onların halifelikleri zamanında müslümanlar kendilerinden râzı idiler. Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekr’e (r.a.) mü’minlere namaz kıldırmasını emir buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) zamanında, müslümanlara dokuz gün namaz kıldırdı. Resûlullahın (s.a.v.) âhırete teşrîflerinden sonra, Allahü teâlâ Habîbinin yerine, Ebû Bekr’i (r.a.) seçti. Müslümanlar, hiçbir zorlama olmadan, istiyerek Hazreti Ebû Bekr’e bî’at ettiler. Ebû Bekr’den (r.a.) sonra hilâfeti Ömer (r.a.) aldı. Müslümanlar istişâre edip, Ömer’i (r.a.) halîfe seçtiler. Ben de onu seçenler arasında idim.”

Hulefâ-i Râşidîn’in en üstünü Hazreti Ebû Bekr’dir. Ebû Bekr (r.a.) Hazreti Ömer’den gerek tertîb, gerek hilâfet ve gerekse fazilet bakımından üstündür.

Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Bekr’i kendisinden üstün tutmuştur. “Vallahi Ebû Bekr’in bir gecesi ve gündüzü, Ömer’den ve onun ailesi ve akrabalarından daha hayırlıdır”. “Cennette, keşke Ebû Bekr’i (r.a.) görebilecek bir yerde olsaydım”, “Vallahi Ebû Bekr, miskten daha hoştur” mübârek sözlerini Hazreti Ömer söylemiştir.

Hayseme bin Süleymân, “Fedâil-üs-Sahâbe” kitabında şöyle bildirir: Birisi. Ömer bin Hattâb’ı (r.a.) gördü. “Bu, Resûlullahtan (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünüdür” deyince, Hazreti Ömer ona değnekle dokunup; “Ebû Bekr, benden, babamdan, senden ve senin babandan da daha hayırlıdır buyurdu.

Hazreti Ali: “Resûlullahtan (s.a.v.) sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekr’dir” buyurdu.

Üseyd bin Safvân anlattı: Hazreti Ebû Bekr, hicretin onüçüncü yılında vefât edince, Medine’de herkes ağladı. Hazreti Ali işitince, ağlayarak geldi ve; “Hilâfet bugün tamam oldu” buyurdu. Kapı önünde durup: “Yâ Ebâ Bekr! Sen. Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşaviri idin. Önce İslama gelen sensin. Senin îmânın, hepimizin îmânından daha saf oldu.

Senin yakînin daha kuvvetli, Allahtan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin.

Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzûrunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun, ikramda, ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen sen oldun. Allahü teâlâ, sana çok mükâfat versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken, sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ, seni Kur’ân-ı kerîmde “Sıdk” ismi ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda O’nun huzûrunda, harplerde O’nun yanında idin. O’nun ümmetinin halîfesi, O’nun dîninin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dînine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en beliği, en edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın.

Mü’minlere şefkatli ve affedici baba idin. İslâmın ağır yükünü sen taşıdın. İslâmın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk ve ilim idi. Sözün, mertçe doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dînin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allahın dînini sen doğrulttun. İslama, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir” buyurup, çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı.

Sonra; “Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabûl ettik. Yâ Ebâ Bekr! Resûlullahdan ayrılık acısından sonra, bize senin vefâtından daha acı bir musibet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münâfıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzûruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun” buyurdu. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, sessizce Hazreti Ali’nin sözlerini dinlediler. Sonunda hepsi hüngür hüngür ağladılar.

Hazreti Ebû Bekr, Allahü teâlânın rızâsı, Habîbullahın aşkı için, seksenbin altını fakirlere sadaka verdi. Kırkbin altını gizli, kırkbini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmadı. Sonra keçi kılından dokunmuş eski bir elbiseyi arkasına giydi. Namaz vakitleri hâricinde göğsüne kadar tandıra girer, kıl elbiseyi arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah (s.a.v.) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı Kirâma dönerek; “Ebû Bekr Sıddîk üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım” buyurdular. O sırada Cebrâil aleyhisselâm siyah mutaf (kıl elbise) giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem, Cebrâil aleyhisselâmı görünce rengi değişti. “Ey kardeşim Cebrâil, bu ne hâldir?” diye sordular. “Yâ Resûlallah! Gökteki bütün melekler böyle giydiler” dedi. “Neden bu şekilde giydiler?” diye sorunca, “Yâ Resûlallah! Hazreti Ebû Bekr, Hak teâlânın rızâsı ve senin dînin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksenbin altın sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için, üç gündür mescide gelemedi. Hak teâlâ sana selâm edip, Hazreti Ebû Bekr’e bir elbise gönderilmesini emir buyurdu” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) Eshâbına; “Kimde bir fazla elbise varsa versin! Hak teâlâ ona çok sevâb verip, Firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır” buyurdu. Eshâb-ı Kirâmın hiçbirinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir Sahâbi, başka birisinden bir elbise bulup, Hazreti Ebû Bekr’e gönderdi. Hazreti Ebû Bekr o elbiseyi giyip, Resûl-i ekremin huzûru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzûra varmadan, Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Yâ Resûlallah! Hak teâlâ sana selâm edip, Ebû Bekr’i karşılamanı emir buyurdu” dedi. Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr’e karşı çıkıp müsâfeha etti. Bütün Eshâb-ı Kirâm da müsâfeha edip, hepsi candan Hazreti Ebû Bekr’e duâ ettiler.

Cebrâil’in (a.s.) yukarıdaki sözüne ilâveten, Hak teâlâ; “Ebû Bekr kuluma haber gönderip, bu fakir haliyle benden râzı mıdır?” diye suâl eyledi. Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr’e bu haberi gönderince, ağlayarak feryâd edip; “Ben kim oluyorum ki, Rabbimden râzı olmayayım. Ben herşeyi yaratan ve besleyen Rabbimden râzıyım, râzıyım, râzıyım” dedi.

Hazreti Ebû Bekr’in üstünlüğünü gösteren hadîs-i şerîflerden ba’zıları şöyledir:

Ebüdderdâ (r.a.) anlatır: Ebû Bekr’in önünde yürürken, Resûlullah (s.a.v.) beni görüp; “Ey Ebüdderdâ! Neden Ebû Bekr’in önünde yürüyorsun, onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle yürümek edebe aykırı değil midir?” buyurdu.

Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) anlatır: Resûlullah hasta olunca, mescide geldi. Uzun bir hutbe okudu. Önce Uhud şehîdleri için duâ ve istiğfar etti. Sonra; “Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile âhırete gitmek arasında serbest bıraktı. O da, Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşmağı istedi” buyurdu. Bu sözlerin, Resûlullahın yakında vefât edeceğini gösterdiğini yalnız Ebû Bekr (r.a.) anlayıp, ağladı ve; “Yâ Resûlallah, sen ölme! Senin yerine biz ölelim. Çocuklarımız ölsünler!” dedi. Ebû Bekr-i Sıddîk bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın (s.a.v.) ona; “Ey Ebû Bekr, ağlama! Bana arkadaşlığı ve malı, Ebû Bekr’den daha bereketli olan yoktur. Eğer ümmetimden dost edinseydim. Ebû Bekr’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr’in mescide açılan kapısı hâriç, diğer bütün kapıları kapattırdı. “Onun kapısında nûr görüyorum” buyurdu.

Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.); “Mi’râc gecesi uğradığım semâlarda, ismimin ve peşinden de Ebû Bekr’in isminin yazılı olduğunu gördüm” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.), mi’râca çıkıp döndüğü gecenin sabahı, Kâ’be yanına gidip mi’râcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. “Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış” dediler. Müslüman olmağa niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekr’in (r.a.) evine geldi. Çünkü onun akılı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular; “Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gidip geldin, iyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip-gelmek, ne kadar zaman sürer?” dediler. Ebû Bekr; “İyi biliyorum. Bir aydan fazla” dedi. Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülüp alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek; “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor. Artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekr’e sevgi, saygı ve güvenç gösterdiler.

Ebû Bekr (r.a.) Resûlullâhın (s.a.v.) mübârek adını işitince, “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir ânda gidip gelmiştir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadılar. Önlerine bakıp gidiyor ve; “Vay canına! Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihr yapmış” diyorlardı.

Ebû Bekr (r.a.) hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük bir kalabalık arasında, yüksek sesle; “Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi olmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun!” dedi. Ebû Bekr’in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah (s.a.v.) o gün Ebû Bekr’e “Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.

Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli imânına, Peygamberin (s.a.v.) her sözüne hemen inanmalarına, onun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullahı mahcup, mağlûb etmek için, imtihan etmeğe yeltendiler. “Yâ Muhammed (aleyhisselâm)! Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım. Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?” gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, hazret-i Ebû Bekr, “Öyledir yâ Resûlallah, öyledir yâ Resûlallah” derdi. Hâlbuki, Resûlullah (s.a.v.) edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı.. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ’da etrâfıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O ânda Cebrâil (aleyhisselâm), Mescid-i Aksâ’yı gözümün önüne getirdi. (Televizyon gibi görüyor) sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.” Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi, “İnşâallah Çarşamba günü gelirler” buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını arttırdı.

Bir sohbet esnasında Hazreti Ebû Bekr’in ismi geçince. Hazreti Ömer şöyle dedi: “Ömrümdeki bütün amelimin Hazreti Ebû Bekr’in, bir gün ve gecelik ameli gibi olmasını isterdim. O’nun o mes’ûd gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte hicret ederken Hira dağındaki mağaraya gitti. Mağaraya varınca; “Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içeride zararlı birşey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin” dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda, irili ufaklı birçok delik gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı, onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullaha, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekr’in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca; “Ne oldu yâ Ebû Bekr” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr; “Ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem, çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum” dedi. Resûlullah (s.a.v.); “Ayağını çek” buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. Resûlullah (s.a.v.); “Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?” buyurdu. Yılan; “Ey Allahın Habîbi, insanların ve cinlerin Peygamberi! Sana yalnız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi âşıktır. Hattâ bu gözü yaşlı köleniz, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübârek yüzünüzü görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip yolunuzu bekliyorum. Sıddîkın, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîkın sizi görmeme mâni olunca, benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesâret ettim” diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özrünü kabûl etti. Hazreti Ebû Bekr’in yarasına mübârek tükrüğünden sürdü. Hemen iyi oldu.”

Hazreti Ebû Bekr’e, Resûl-i ekrem (s.a.v.) Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabûl etmişti. Babası, annesi, çocukları ve torunları da müslümanlığı kabûl etti. Peygamberimizi görüp Eshâb-ı Kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı Kirâmdan hiçbiri, böyle bir şerefe nail olamamıştır.

Ebû İshâk Hemedânî, Şa’bî’den (r.a.) Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ın müslüman olmasını şöyle nakleder:

Hazreti Ebû Bekr, İslâmiyeti kabûl etmeden yirmi sene önce şöyle bir rü’yâ görmüştü: Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekr’in (r.a.) evine düşen parça ise, gökyüzüne yükselmemişti. Hâdiseyi gören Ebû Bekr (r.a.), hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mâni olmuştu. Ebû Bekr (r.a.) heyecanla rü’yâdan uyanmış, sabah olunca, hemen yahudi âlimlerinden birisine koşup rü’yâsını anlatmıştı. O âlim cevâbında: “Bu, karışık rü’yâlardan biridir, onun için ta’bir edilmez” demişti. Fakat bu rü’yâ, Ebû Bekr’in (r.a.) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahudinin cevâbı onu tatmin etmemişti. Bundan dolayı, bir zaman sonra ticâret yolculuklarından birinde, yolu rahip Bahira’nın manastırına uğramıştı. Gördüğü rü’yâsının ta’birini Bahira’dan istemişti. Bahira; “Sen neredensin?” dedi. Hazreti Ebû Bekr; “Kureyştenim” diye cevap verince, Bahira; “Mekke’de bir Peygamber ortaya çıkıp, hidâyet nûru Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen, hayâtında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halîfesi olacaksın” deyince, Ebû Bekr (r.a.) bu cevaba çok hayret etmişti. Hattâ râhib, ona şöyle demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce O’na îmân eyle!” Ebû Bekr (r.a.) daha Şam’da iken, Resûlullahın (s.a.v.) insanları İslama da’vet ettiği haberi ulaştı. Hazreti Ebû Bekr buyurdu ki: “Gördüğüm bu rü’yâ, beni teşvik etti. Resûlullahın huzûrlarına gitmeyi çok arzu ediyordum.” Ebû Bekr (r.a.), Mekke-i mükerremeye gelince, Mekkelilerin durumunu anlayıp, bu husûsta ne dediklerini dinledikten sonra;İslâmı kabûl etmesiyle Kureyşlilerin kendisine pekçok kızacaklarını gördü. Ancak Kureyşliler, Ebû Bekr’in (r.a.) müslüman olacağına hiç ihtimâl vermiyorlardı. Onu kendi düşünceleri istikâmetinde, isâbetli görüş sahibi olarak biliyorlardı. Daha sonra, onlardan ayrılıp evine gitti. O gece kendisine pek uzun gelmişti. Bir an evvel Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına gitmek, huzûrlarından müslüman olarak O’nun Allahın Resûlü olduğunu tasdik etmiş olarak çıkmak istiyordu. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına gitti. Resûlullah (s.a.v.) kendisine; “Seni, Allahü teâlâya kulluk etmeye, O’na itaat etmeye da’vet ediyorum. Ey Ebû Bekr! Ben Allahın Resûlüyüm. Allahü teâlâ beni kendine peygamber olarak seçti. Beni, dîni ile gönderdi. Allahü teâlânın katında bulunanlar, sizin elinizdekilerden hayırlıdır” buyurdu.

Hazreti Ebû Bekr, Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bu nübüvvetime delîl, o rü’yâdır ki, bir yahudi âlimden ta’birini istedin. O âlim, karışık rü’yâdandır, i’tibâr edilmez dedi. Sonra Bahira râhib doğru ta’bir etti” diye cevap verip; “Ey Ebû Bekr! Seni Allaha ve Resûlüne da’vet ederim” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekr; “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın Resûlüsün ve senin Peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nûrdur” diyerek, O’nu tasdik edip müslüman oldu. Herhangi bir husûsta Resûlullah efendimizle sözü uzatmadı. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrundan itaatkâr bir müslüman olarak ayrıldı. Kureyş kâfirleri Ebû Bekr’in (r.a.) durumunu merak ediyorlardı. Onun, Resûlullah efendimizin huzûrundan İslâmı kabûl etmeden çıkmasını bekliyorlardı. Ebû Bekr (r.a.) onların yanına gidip, orada bulunan Hazreti Osman, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’e seslendi. Onlar da ayağa kalktılar. Onları alıp götürdü. Müşrikler, onları nereye götürdüğünü bilmiyorlardı. Hazreti Ebû Bekr, onları doğru Resûlullahın (s.a.v.) mübârek huzûrlarına götürdü. Bu arada onlara gördüğü rü’yâdan ve Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın Resûlü olduğundan bahsedip, onları İslâma da’vet ediyordu. Yemîn ile onlara; “Vallahi, Muhammed aleyhisselâmın da’vâsı, rü’yâda gördüğüm nûrun karanlığa üstün gelmesi gibi, kendisine karşı olanlara üstün gelecektir” diyordu. Nihâyet Resûlullahın (s.a.v.) mübârek huzûrlarına girmekle şereflendiler. Resûlullah (s.a.v.) onları İslama da’vet etti. Onlar da, derhal bu da’vete icabet edip, müslüman oldular. Sonra dışarı çıktıklarında; Abdürrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.anhüm) ile karşılaştılar. Onların da ellerinden tutup Resûlullahın huzûruna götürdüler. Resûlullah (s.a.v.) onlara İslâmı teklif etti. Onlar da müslüman oldular, ertesi gün, Osman bin Maz’ûn, Ebû Seleme bin Abdülesed. Erkâm bin Ebi’l-Erkâm’ı da Resûlullahın huzûrlarına götürdü. Onlar da İslâmiyeti kabûl ettiler. Kısa zamanda Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbının (r.anhüm) sayısı otuzüçe çıktı.

Birgün Resûlullah efendimiz (s.a.v.) müslümanlardan birkaçı ile birlikte Erkâm bin Ebi’l-Erkâm’ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde sohbet ediyorlardı. Başta Hazreti Ebû Bekr olmak üzere, hepsi bu yeni dînin müşriklere açıkça teklif edilmesini arzuladıklarını bildirdiler. Henüz açıkça tebliğ edilmek emri verilmemişti. Peygamber efendimiz de, “Ey Ebû Bekr! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz” buyurdu ise de, Ebû Bekr’in ve arkadaşlarının arzularının çokluğundan onları kıramadı. Hemen Mescid-i Haram’ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu hâlde bulunuyorlardı. Hazreti Ebû Bekr ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü teâlâya ve O’nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu anlatmaya başladı. Müşrikler, hep birden Ebû Bekr’e ve arkadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı alt-üst ettiler. Hazreti Ebû Bekr’i fenâ hâlde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarını Ebû Bekr’in (r.a.) yüzüne çarpa çarpa yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı, tanınmaz hâle getirdi. Benî-Teym kabilesi mensûplan yetişip ayırmasaydı, öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler, bitkin ve perişan bir hâle gelen Hazreti Ebû Bekr’i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ’be’ye geldiler: “Eğer Ebû Bekr ölecek olursa, yemîn olsun ki, biz de Utbe’yi gebertiriz!” dediler ve yine Hazreti Ebû Bekr’in yanına gittiler.

Hazreti Ebû Bekr, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Benî-Teymliler, onu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz, ezik bir sesle; “Resûlullah ne yapıyor? O, ne hâldedir? O’na da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi” diyebilmişti. Onun bu sözünü duyan akrabâları, “Kendi ne hâlde, kimi düşünüyor?” diye onu kınadılar. Annesi Ümm-ül-Hayr’a; “Sor bakalım, birşey yer içermi?” deyip, onları yalnız bıraktılar. Hazreti Ebû Bekr’in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü. Ev tenhâlaşınca, annesi ona; “Ne yersin, ne içersin!” diye sordu. Hazreti Ebû Bekr gözlerini açtı ve; “Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi; “Vallahi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” dedi. Ebû Bekr (r.a.) “Hattâb’ın kızı Ümm-i Cemil’e git, Resûlullahı ondan sor!” dedi. Annesi Ümm-ül-Hayr, kalkıp Ümm-i Cemil’in yanına gitti ve; “Oğlum Ebû Bekr, senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor. Acaba ne hâldedir?” dedi. Ümm-i Cemil de; “Benim ne Muhammed, ne de Ebû Bekr hakkında bir bilgim var! istersen seninle birlikte gidelim!” dedi. Ümm-ül-Hayr olur deyince, beraberce kalktılar, Hazreti Ebû Bekr’in yanına geldiler. Ümm-i Cemil, Hazreti Ebû Bekr’i böyle perişan bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendini tutamıyarak çığlık kopardı ve; “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allahtan dileğim. Onlardan öcünü almasıdır” dedi. Hazreti Ebû Bekr, Ümm-i Cemil’e; “Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?” diye sordu. Ümm-i Cemil, ona; “Burada annen var, söylediğimi işitir” dedi. Hazreti Ebû Bekr de; “Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz” deyince, Ümm-i Cemil; “Hayattadır, hâli iyidir” dedi. Tekrar; “Şimdi O nerededir?” diye sordu. Ümm-i Cemil; “Erkâm’ın evindedir” dedi. Hazreti Ebû Bekr; “Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de birşey içerim!” dedi. Annesi; “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhâlaşınca, Hazreti Ebû Bekr, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımı ile, yavaş yavaş Resûlullahın yanına vardı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen o yüce Peygambere muhabbetle sarıldı. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekr’in (r.a.) bu hâli, Peygamber efendimizi çok üzdü. Hazreti Ebû Bekr; “Yâ Resûlallah! Babam, anam sana feda olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren annem Selmâ’dır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirhâm ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz. Selmâ’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullahın (s.a.v.) duâsı kabûl olundu. Annesi de hidâyete kavuşup müslümanlığı kabûl etti. Böylece ilk müslümanlardan biri olmakla şereflendi.

Resûlullah (s.a.v.) müslümanların kuvvet bulması için, Ömer bin Hattâb ve Ebû Cehl bin Hişâm’dan birisinin de müslüman olması için duâ etmişti. Ömer (r.a.) müslüman oldu. Ömer (r.a.) müslüman olunca, Resûlullah (s.a.v.) tekbîr getirdi. Erkâm’ın evinde bulunan müslümanlar da tekbîr getirdiler. Müslümanların tekbîr sesleri Mekke semâlarında dalgalandı. Sonra Hazreti Ömer; “Kardeşlerimiz ne kadardır?” diye sordu. “Seninle kırk olduk” dediler, “Öyle ise, ne duruyoruz? Haydi çıkalım, Harem-i şerîfe gidelim açıkça Kur’ân-ı kerîm okuyalım” dedi. Resûlullah kabûl buyurdular. Önde Hazreti Ömer, sonra Hazreti Ali, ondan sonra Resûlullah, sağında, Hazreti Ebû Bekr, solunda Hazreti Hamza, arkasında öteki Sahâbiler yürüyerek Harem-i şerîfe gittiler. Müşriklerin ileri gelenleri, orada Hazreti Ömer’den müjde bekliyorlardı. “Ömer, Muhammedîleri toplamış getiriyor” dediler. Sevindiler. Ebû Cehl, zekî, cin fikirli olduğundan, bu gelişi beğenmedi, ileri varıp; “Yâ Ömer! Bu ne?” dedi. Hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dedi. Ebû Cehl, ne diyeceğini şaşırdı, dona kaldı. Hazret-i Ömer bunlara dönerek; “Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki, Hattâb oğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen, yerinden kıpırdasın” dedi. Hepsi geriye çekilip dağıldılar. Ehl-i İslâm, Harem-i şerîfte saf olup, yüksek sesle tekbîr aldı. İlk olarak meydanda namaz kıldılar. Hazret-i Ömer, o günden sonra dayısı Ebû Cehl’e ve kâfirlerin ileri gelenlerine meydan okudu.

Hazreti Ömer müslüman olunca; “Ey Peygamberim, sana, Allah ve mü’minlerden senin izinde gidenler yetişir” meâlindeki Enfâl sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesi indi. Hazreti Ömer müslüman olduktan sonra, hicrete kadar Resûlullahın (s.a.v.) yanından ayrılmadı. O da, diğer müslümanlarla birlikte İslâmiyetin yayılmasına hizmet etti. Müşriklerin safha safha ilerlettikleri düşmanlıkları ve işkenceleri karşısına dikilip, kahramanca mücâdele etti.

Ebû Bekr (r.a.) müslüman olduktan sonra, Resûlullahın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmazdı. Resûlullaha yardımcı olurdu, İstenmiyen durumlarda Resûlullahın yanında bulunur, bütün mübârek sözlerini tasdik ederdi. Resûlullahın mi’râcını da tereddütsüz kabûl etmiş, kâfirleri sükût-i hayâle uğratmıştı.

Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr’in evine, sabah ve akşam vakitleri olmak üzere iki kere teşrîf ederdi. Bu durum, hicrete kadar devam etti. Hicrette de Resûlullah (s.a.v.) ile beraberdi. Allahü teâlâ, Ebû Bekr’i (r.a.) böyle bir yolculuk ile şereflendirmiş, Kurân-ı kerîmde ondan bahis buyurmuştur. Allahü teâlâ bu husûsta Tevbe sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer siz (Resûlüme) yardım etmezseniz, Allahü teâlâ, O’na (Evvelce yardım ettiği gibi) yine yardım eder. Hani Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi (Ebû Bekr) (Sevr dağında) bir mağarada idiler. Peygamber, arkadaşına (Hazreti Ebû Bekr’e); “Korkma! Allah bizimle beraberdir” demişti. Allahü teâlâ ona sekînetini indirdi” buyuruldu. Âlimlerden ba’zıları; “Âyet-i kerîmede üzerine “sekînet” indirilen Hazreti Ebû Bekr’dir” buyurmuşlardır.

Ebû Bekr (r.a.), bu hicret sırasında Resûlullaha binek verdi. Kendilerine yol gösterecek olan delîli kiraladı, beraberinde Ebû Bekr’in (r.a.) azâdlısı Âmir bin Füheyre de vardı. Bu sırada Resûlullahın hizmetini bizzat Hazreti Ebû Bekr yaptı. Medîne-i münevvereye gelinceye kadar, bütün masraflarını ve koruma işlerini Hazreti Ebû Bekr üzerine aldı.

Kureyş müşrikleri, zaîf ve güçsüz mü’minleri, Mekke’nin çocuklarına teslim ediyorlar, onlara alay ettiriyorlar, kendileri de yoruluncaya kadar onlara eziyet ve işkence ediyorlardı. Onları tutuyorlar, kızgın güneş altında dövüyorlar, göğüslerine büyük taşlar koyuyorlar, “Muhammed’i (s.a.v.) inkâr edinceye kadar böyle kalacaksınız!” diyorlardı. Böyle işkenceye ma’rûz kalanlardan birisi de, Bilâl-i Habeşî (r.a.) idi. Canını Allah yolunda feda eden Bilâl-i Habeşî (r.a.), müşriklerin yaptıkları bu işkenceler esnasında sâdece “Allah bir! Allah bir!” diyordu. Bu sırada, Hazreti Ebû Bekr bu hâlde iken Bilâl-i Habeşî’yi görmüş, onu satın alıp azâd etmiş, onların elinden kurtarmıştı.

Hazreti Ebû Bekr’in Allah yolunda harcadığı şeyler, İslâmın başlangıcında, en ihtiyâç duyulan zamanda olduğu için, Eshâb-ı Kirâmın ve diğer bütün ümmetin Allah yolunda verdiklerinden daha üstün ve öndedir. Nitekim, Hadîd sûresinin onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’d etti” buyuruldu.

Eshâb-ı Kirâmın ve diğer bütün ümmetin Allah yolunda harcadığı malların hepsi bir araya toplansa, Ebû Bekr’in (r.a.) yaptığı yarım müdlük infakın (harcamanın) derecesine ulaşamayacağı bildirildi.

Resûlullahın âhırete teşrîflerinden sonra, Allahü teâlâ, müslümanların durumunu Hazreti Ebû Bekr ile telâfi etmiştir. Hazreti Ebû Bekr, müslümanların işlerini derleyip düzenledi.

Resûlullahın emri üzerine hazırlanan Üsâme’nin (r.a.) komutasındaki İslâm ordusunu, Rumlar üzerine gönderdi. Bunda pek büyük faydalar oldu. Resûlullahın (s.a.v.) âhırete teşrîfleri ile Rumlar, artık müslümanların dağılıp bozulacaklarını sanıyorlardı. Fakat Üsâme’nin (r.a.) ordusu üzerlerine gönderilince, Rumlar, zihinlerindeki bu yanlış zannı attılar.

Hazreti Ebû Bekr, bundan başka da ordular hazırlayıp etrâfa gönderdi. Kısa zamanda Allahü teâlâ, onun vasıtasıyla bütün Hicaz, Bahreyn ve Yemen’in büyük bir kısmının fethini nasîb eyledi. Şam ve Irak taraflarına ordular gönderdi. İran ve Rum orduları mağlup edildi. Hazreti Ebû Bekr’in vesilesiyle çok kimse İslama girdi. Bu sebeble hiç kimsenin kazanamayacağı sevâba kavuştu.

Hazreti Ebû Bekr’in yaptıklarının kıymetli olmasının sebebi, İslâmın ve müslümanların onun vasıtasıyla kuvvetlenmiş olmasıdır. Ayrıca Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra, zekâtlarını vermek istemeyenlere tavizsiz hareket etmiş, Üsâme’nin (r.a.) ordusunun gönderilmesi husûsunda Resûlullahın emrini aynen tatbik etmiştir. Eshâb-ı Kirâm da, Hazreti Ebû Bekr’in dediklerini kabûl etmiş, Allahü teâlâ onun vasıtasıyla fetihler nasîb etmiştir. Büyük ordular teşkil edilmiş, müslümanlar kuvvetlenmiş, şirk ve şirk orduları kırılmış, zayıflatılmıştır.

Hazreti Ebû Bekr, kendisinden sonra Hazreti Ömer’in halîfe olmasını istemiştir. Çünkü Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer’in kuvvetini ve faziletini biliyordu. Hazreti Ebû Bekr, kendisinden sonra dirayetli birisinin müslümanların halîfesi olmasını te’min etmiş, büyük bir hayra daha vesile olmuştur. Bu sebeble, Hazreti Ebû Bekr, kendi yaptıklarının sevâbına ilâveten, Hazreti Ömer’in yaptıklarının sevâbına da kavuşmuştur. Bu sebebten dolayı, Cebrâil (a.s.) Resûlullaha (s.a.v.); “Ömer, Ebû Bekr’in hasenelerinden bir hasenedir” demiştir.

Aşağıdaki hadîs-i şerîfler, âlimlerin birçoğu tarafından, Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra Ebû Bekr’in (r.a.) halîfe olacağının delîli olarak gösterilmiştir.

Resûlullah (s.a.v.) vefâtına yakın hastalanınca, namaz vakti geldi. Resûlullah (s.a.v.) cemâate gitmek istedi. Cemâate gidecek takat bulamayınca; “Ebû Bekr’e söyleyin, namazı kıldırsın” buyurdu.

Resûlullahın mübârek ve mutahhâre zevcelerinden Hazreti Ömer’in kızı Hafsa (r.anhâ), Resûlullaha (s.a.v.); “Sen hasta olunca, Ebû Bekr’i (r.a.) öne geçirdin” deyince, Resûlullah (s.a.v.); “Onu takdim eden ben değilim; Allahü teâlâ onu takdim etti” buyurdu.

Hazreti Âişe’nin rivâyetinde, Resûlullah (s.a.v.); “Aralarında Ebû Bekr varken, bir kavme, ondan başkasının İmâm olması lâyık değildir” buyurdu.

Yine Âişe’nin (r.anhâ) rivâyetinde, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek zevcesi ve Hazreti Ebû Bekr’in kızı Aişe’ye (r.anhâ); “Babanı çağır! Babanı çağır! Bir kimsenin, “Ben daha lâyıkım” demesinden korkuyorum. Allahü teâlâ ve mü’minler, sâdece Ebû Bekr’den râzıdır” buyurdu.

Birgün Hazreti Abbâs, Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına girdi. Resûlullah (s.a.v.). “Ey Abbâs! Ebû Bekr Allahü teâlânın dîninde benim hâlîfemdir. Onu dinlerseniz, felah bulursunuz. Ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz” buyurdu.

İbn-i Mes’ûd (r.a.) anlatır: Resûlullah (s.a.v.) âhırete teşrîf buyurdukları zaman, Ensâr (r.anhüm); “Bir emîr Ensârdan, bir emîr Muhacirlerden (r.anhüm) olsun” deyince, Hazreti Ömer; “Ey Ensâr! Siz Resûlullahın (s.a.v.) insanlara namaz kıldırmak için Ebû Bekr’i (r.a.) öne geçirdiğini bilmiyor musunuz?” dedi. Onlar da; “Evet” deyip, bildiklerini söylediler. Bunun üzerine Hazreti Ömer; “Öyleyse, hanginiz Hazreti Ebû Bekr’in önüne geçmek ister?” dedi. Ensâr ise; “Kendimizi Ebû Bekr’e takdim etmekten Allahü teâlâya sığınırız” dediler.

Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Ebû Bekr’e (r.a.) bî’at etmek, onun halîfe olmasını tasdik etmek, “Allahın Resûlünün halîfesi” diye isimlendirmek, ona itaat etmek, onunla beraber muharebe etmek husûsunda ittifâk etmişlerdir.

Allahü teâlâ, İslâm dînini Hazreti Ömer’le kuvvetlendirdi. Abdullah İbni Mes’ûd hazretleri bu husûsta şöyle buyurdu; “Biz, Hazreti Ömer müslüman olunca kuvvetlendik. Ömer (r.a.), müslüman olmadan önce Kâ’be-i muazzamaya gidip açıkça namaz kılamazdık. Hazreti Ömer müslüman olunca, müşriklerle mücâdele ederek, Kâ’be-i muazzamada serbestçe namaz kılmamızı te’min etti”

İbn-i Abbâs (r.a.) anlattı: “Ömer (r.a.), müslüman olunca, Cebrâil (a.s.) inip; “Ey Muhammed! Ömer’in (r.a.) müslüman olmasıyla semâdakiler sevindiler” dedi. Ömer (r.a.) müslüman olunca, Resûlullahın yanında, çekilmiş hazır bir kılıç oldu.”

Hazreti Ömer, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi ve Ebû Bekr’in (r.a.) yolu üzere yürüdü. Zayıf olan mü’minlere yardım eder, mazlûmun hakkını zâlimden alırdı. Allahü teâlâ, hakkı onun dili üzere kıldı. Bu yüzden “Fârûk” lakabı verildi. Allahü teâlâ, onun Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretini dîne destek yaptı. Müslümanları sevindirdi. Münâfıkların kalbine korku verdi. Kâfirlere karşı pek şiddetli, müslümanlara karşı ise pek şefkatli idi.

İnsanların kınaması, Ömer’i (r.a.) Allah yolunda bulunmaktan, O’nun dızâsına uygun iş yapmaktan alıkoyamazdı.

Ebû Leylâ (r.a.) anlatır: Hazreti Ömer, yanında bir çubuk taşırdı. Bu çubukla, kendisini, Hazreti Ebû Bekr’den üstün tutanları, iftiracılara verilen ceza ile cezalandırırdı. Birgün, Basra ve Kûfe’den ba’zı kimseler geldi. Aralarında Hazreti Ebû Bekr’in mi üstün, yoksa Hazreti Ömer’in mi üstün olduğu hakkında sözler söylerlerdi. Hazreti Ömer, kendisini, Ebû Bekr’den (r.a.) üstün tutanlara yanında bulundurduğu sopa ile gerekli cezayı verdi. Akşam olunca, Mescid-i Nebevî’de minbere çıkıp şöyle buyurdu: “Dikkat ediniz! Bu ümmetin Resûlullahtan (s.a.v.) sonra en üstünü Ebû Bekr’dir (r.a.). Kim bugünden sonra bunun aksini söylerse, iftiracı durumuna düşer. Ona, iftiracılara verilen ceza verilir.”

Osman bin Affân’ın (r.a.) azâdlı kölelerinden biri şöyle anlatır: “Bir yaz günü, Aliye denen yerde, Osman bin Affân’la (r.a.) beraber bir evdeydik. Uzaktan, iki deveyi çekip gelen birisini gördük. Hava çok sıcaktı. Hazreti Osman; “Keşke onları ortalık serinleyince götürse idi” dedi. Yanımıza yaklaşınca, onun Hazreti Ömer olduğunu gördük. O zaman Hazreti Osman, kalkıp başını kapıdan dışarı çıkardı, tekrar içeri çekildi. Hararetin fazlalığından hâli değişti. Hazreti Ömer hizâlarına gelince, Hazreti Osman; “Ey mü’minlerin emîri bu saatte niçin dışarı çıktınız?” dedi. Hazreti Ömer; “Bunlar, zekât develeridir. Geride kalmışlardı, onları götürüyorum. Kaybolurlarsa, yarın huzûr-i ilâhîde Allahü teâlâ, onları benden sorar” dedi. Bunun üzerine Hazreti Osman; “Ey mü’minlerin emîri! Şurada gölgede biraz dinlenip su içseniz, biz onları götürürüz” dedi. Fakat Hazreti Ömer, dinlenmeden yoluna devam etti. Hazreti Ömer gidince, Osman (r.a.), “Kuvvetli ve emîn bir kimseye bakmak isteyen, Hazreti Ömer’e baksın” buyurdu. Hazreti Ali buyurdu ki: “Resûlullahtan sonra bu ümmetin en hayırlısı, Ebû Bekr ile Ömer’dir.”

Allahü teâlâ, Ebû Bekr ile Ömer’e (r.anhümâ), güzel ve yüksek bir hayat ve ömür nasîb etmiştir. Gerek Resûlullahın hayâtında ve gerekse âhırete teşrîflerinden sonra dîne hizmette; Hicaz, Şam, Yemen, Irak, Horasan ve fethedilen diğer yerlerde İslâmın galip gelmesine onları vesile kılmıştır. Adâletleri ile örnek olduklarından, onların izinden gidenlerin sevâblarına da kavuşmaktadırlar.

İnsanlar arasında örnek olan Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’in İslâmı yaşayışları ve adâletleri her tarafa yayılmış ve meşhûr olmuştur. Hattâ darb-ı mesel olmuş, “Âdil bir hayat (yaşayış) için Ömereyn’in sîreti (gidişatı)” denilmiştir. Burada Ömereyn’den maksad, Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’dir. Anne baba için ebeveyn dendiği gibi, Ömer ismi teleffuzda hafif olduğu için Ömereyn denmiştir.

Hazreti Ebû Bekr ile Ömer (r.a.), Resûlullahtan (s.a.v.) sonra, onun sîreti üzere yürümüşler, adâletli yolunu tutmuşlardı. Bu husûsta; “Ebû Bekr ile Ömer, Allahü teâlânın kullarına huccettir” denilmiştir. “Resûlullahın sünnet-i seniyyesi üzere kim yürüyebilir?” denilse, “Hazreti Ebû Bekr ile Ömer yürümüştür” denilir.

O ikisi, bu ümmetin ekserisinin İslama girmelerine, her memleketin fethine ve dolayısıyla halkının da İslâma girmelerine, kıyâmete kadar bu dînin devamına vesîle olmuşlardır. Kendi şahısları ile ilgili sevâba ilâveten, her müslümanın kazandığı sevâb kadar da sevâba nail olmaktadırlar. Onlara, bu husûsta bu ümmetten hiç kimse müsavî olmadığı gibi, onların derecelerine yaklaşamazlar bile.

İbn-i Ömer (r.a.) anlattı: Resûlullah (s.a.v.) bir fitneden bahsettikten sonra, Hazreti Osman’ı (r.a.) işâret ederek: “O fitnede, bu, mazlûm olarak katledilir” buyurdu.

Âişe (r.anhâ) rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.), “Bana kardeşimi çağırın!” buyurdu. “Yâ Resûlallah, kardeşin kimdir?” denilince, “Ebû Bekr’dir” buyurdu. Yine; “Bana kardeşimi çağırın!” buyurdu. Kim olduğu sorulunca, “Ömer’dir.” buyurdu. Yine; “Bana kardeşimi çağırın!” buyurdu. “Yâ Resûlallah (s.a.v.) kardeşin kimdir?” denildi. “Osman’dır” buyurdu. Hazreti Osman çağırılıp, Resûlullahın (s.a.v.) yanlarına yaklaştı. “Ey Osman! Allahü teâlâ sana (hilâfet denen) bir gömlek giydirecektir. Eğer münâfıklar onu soymak isterlerse, bana kavuşasıya kadar sakın çıkarma!” buyurdu.

Hazreti Âişe buyurdu ki: Resûlullah (s.a.v.) evinde, mübârek baldırları, ya’nî topuğu ile dizi arası açık bir hâlde uzanmıştı. Hazreti Ebû Bekr kapıya gelip izin istedi. Habîb-i ekrem izin verdiler. Hâllerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübârek baldırları açık olarak sohbet ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi gittikten sonra, Server-i âleme sordum: “Babam Ebû Bekr (r.a.) içeri girdi. Hiç hareket etmediniz. Hazreti Ömer içeri girince, yine aynı vaziyette durdunuz. Hazreti Osman içeri girince, doğrulup oturdunuz ve elbisenizi düzelttiniz. Bunun hikmeti nedir?” Cevâbında; “Meleklerin haya ettiği bir kimseden ben haya etmez miyim?” buyurdular. Bir rivâyette ise, Resûlullah (s.a.v.); “Osman, çok haya sahibi bir kimsedir. Eğer o hâlde izin verseydim, içeri girip söyleyeceğini anlatamazdı” buyurmuştur.

Hazreti Osman’ın dört halîfe içinde üstünlük sırası, halifelik sırası gibidir. Ya’nî, üçüncü mübârek kimsedir. Hazreti Ömer’in tesbit etmiş olduğu altı kişilik şu’râ ehli, onu Hazreti Ömer’den sonra halîfe seçtiler. Hazreti Osman’ın, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) arasında dört mühim husûsiyeti vardı, İkisi, Resûlullah (s.a.v.) o hayatta iken, ikisi de Resûlullahın (s.a.v.) âhırete teşrîflerinden sonradır. Hazreti Osman’ın Resûlullah hayatta iken mevcût olan iki bariz husûsiyetinden biri, Allah yolunda çok mal harcaması ve müslümanlara faydasının çokluğudur. Osman (r.a.) Tebük Seferi’ne iştirâk eden ve sıkıntılarının çokluğundan dolayı “Ceyş-ül-Usret” (Zorluk askeri) olarak isimlendirilen İslâm ordusunu 930 deve, katır ve yetmiş at ile donattı. Resûlullaha (s.a.v.) bu yolda harcaması için 1.000 dînâr verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) p; “Bugünden sonra Osman’a yaptığı şeyler zarar vermez” buyurdu. Rûme kuyusunu satın alıp herkesin ondan içmesini sağladı.

Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği ilk günlerde, şehirde su sıkıntısı çekiliyordu. Rûme kuyusundan başka içecek su yoktu. Bu kuyu ise bir yahudiye âit olup suyunu satardı. Resûlullah (s.a.v.); Rûme kuyusunu kim satın alıp, kendi kovasını müslümanların kovası ile beraber tutarsa, Cennetteki kovası bundan hayırlı olur” buyurdular. Hazreti Osman kuyuya varıp, yahudi ile pazarlık etti. Yahudi kuyunun hepsini satmadı. Hazreti Osman da, nöbetleşe, bir gün kendisinin, bir gün yahudinin olmak üzere yarısını satın aldı. Hazreti Osman, kendi nöbet gününde kuyuyu müslümanlara serbest bırakırdı. Yahudi, nöbetinde suyu para ile satardı. Müslümanlar, Hazreti Osman’ın nöbetinde iki günlük sularını alır, yahudinin nöbetinde kuyunun yanına bile uğramazlardı. Yahudinin işi böylece bozuldu. Yahudi, işi bozulunca, yarısını onikibin dirheme sattığı kuyunun diğer yarısını sekizbin dirheme satmayı teklif etti. Hazreti Osman, diğer yarısını da alıp, kuyunun müslümanlara hergün hizmet vermesini te’min etti.

Resûlullah (s.a.v.); “Kıyâmete kadar, Rûme kuyusundan içen her kimsenin her içimine karşılık, Osman için bir köle azâd etmiş sevâbı vardır” buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) hayatta iken mevcût olan husûsiyetlerinden biri de, Hazreti Osman’ın, Resûlullahın (s.a.v.) iki mübârek kerîmeleriyle evlenmiş olmasıdır. Böyle bir üstünlük, ondan önce ve sonra kimseye nasîb olmamıştır. Bu sebeple Hazreti Osman, Zinnûreyn (iki nûr sahibi) olarak isimlendirilmiştir.

Resûlullahın (s.a.v.) âhırete teşrîflerinden sonraki iki durum ise: Hazreti Osman’ın (r.a.) pekçok gayr-i müslim memleketi fethetmesidir. Bu sebeble pekçok insan müslüman olmuştur. Hazreti Osman, fetihleri sebebi ile müslüman olanların sevâbları kadar sevâba sahiptir.

Hazreti Osman, Kur’ân-ı kerîmi meşhûr kırâatler üzerine cem’ etmek sûretiyle, müslümanlar arasındaki okuyuş farklılıklarını gidermiş oldu. Böyle büyük bir işin sevâbına da kavuştu.

Hazreti Osman, şehîd edilmek istendiği zaman, buna sabretti. Arkadaşlarını, muhaliflerle muharebeye girmekten menetti.

Hammâd bin Zeyd; “Emîr-ül-mü’minîn Hazreti Osman, kırk gece muhasara altında tutulduğu zaman, karşı tarafa delîl olacak hiçbir şey konuşmadı” buyurdu.

Sa’îd bin Müseyyib anlattı: Hazreti Osman, birgün insanların yanına yaklaştı ve; “Aranızda Talhâ bin Ubeydullah var mı?” diye sordu. Orada bulunan Talhâ (r.a.); “Buradayım ne arzu ettiniz?” deyince, Hazreti Osman; “Allah aşkına söyle, sen Resûlullahın; “Her peygamberin Cennette bir refîki vardır. Benim Cennetteki refîkim Osman’dır” buyurduğunu duydun mu?” diye sorunca, Talhâ (r.a.); “Evet duydum” deyip, onu tasdik etti.

Dört halîfenin sonuncusu Hazreti Ali’dir. Resûlullah (s.a.v.) müslümanlara, onların yoluna sarılmayı emretmiştir. Hazreti Ali, Nebilerden, Resûllerden ve kendisinden önceki üç halîfeden sonra, mahlûkâtın en üstünüdür.

Resûlullah (s.a.v.); “Benden sonra hilâfet otuz senedir” ve “Benden sonra, benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılınız” buyurmuştur.

Hazreti Ali, Resûlullaha soyca pek yakın idi. İlmi çoktu. Çok cesurdu. Resûlullah (s.a.v.) onu pekçok severdi. Onu, Hazreti Fâtıma vâlidemiz ile evlendirdi. O, Cennet gençlerinin efendileri olan Hazreti Hasen ile Hazreti Hüseyn’in (r.anhümâ) babasıdır. Resûlullah efendimizin pak ve şerefli soyu “Hazreti Hasen ve Hüseyn ile devam etmiştir. Hazreti Ali’nin zühdü ve vera’ı pekçok idi. O, Resûlullahın (s.a.v.) amcasının oğludur.

İbn-i Abbâs (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.) ile ilk önce namaz kılan Hazreti Ali’dir dedi. Sa’îd bin Müseyyib, Hazreti Ali’den başka Sahâbiden (r.anhüm) hiç kimse, “Bana sorunuz” dememiştir” derdi. Hazreti Ali’nin ilimdeki yüksekliğine Resûlullah efendimiz şehâdet edip, “Sizin kazayı en iyi bileniniz Ali’dir” buyurmuştur.

Hazreti Ali’nin (r.a.) şecâat ve kahramanlığı da, meşhûrdur. Harb meydanında, karşısına çıkan kimselerin hepsine galip geldi. Tebük harbine, Resûlullah efendimizin bulunduğu diğer bütün gazâlara katıldı. Uhud’da, müslümanların müşrikler tarafından sıkıştırıldığı sırada, müşriklerin ileri gelen cengâverlerini öldürdü. Müslümanların sancağını taşıdı. Onun hakkında Üseyd bin İyâs; “Kureyş müşrikleri onu öldürmek için teşvikte bulunuyorlar, onun kendilerine galebe çalmasından dolayı kendilerini ayıplıyorlardı” demiştir.

Câbir bin Abdullah anlatır: “Biz Cuhfe denilen yerde idik. Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) yanımıza geldi. Ali’nin (r.a.) elini tutup; “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır” buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) Hayber’in fethinde; “Bu bayrağı, Allah ve Resûlünün sevdiği birisine vereceğim” buyurup, Hazreti Ali’ye verdi.

Yine Resûlullah (s.a.v.) Hazreti Ali için; “Mûsâ’nın yanında Hârûn nasıl idi ise, sen de benim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmiyecektir” buyurdu. Ancak, burada bildirilen husûs, İslâma hizmet ve müslümanlara daha faydalı olmakla alâkalıdır.

Amr bin Meymûn bin Mihran’a, Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ali’den hangisinin daha önce müslüman olduğu sorulunca; “Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir ki, ilk müslüman olan Ebû Bekr’dir” dedi. Hazreti Ebû Bekr, rahip Bahira zamanında Resûlullaha îmân etti. Resûlullah ile Hazreti Hatice’nin nikâhında bulundu. Bütün bunlar, Hazreti Ali’nin doğumundan önce idi. Ancak, Hazreti Ali müslüman olduğu zaman daha çocuk idi. Resûlullahın terbiyesinde ve evinde yetişiyordu. Onun müslüman olması, sâdece kendisi için olup, çevresinde te’sîr bırakacak bir durumda değildi. Fakat Hazreti Ebû Bekr’in durumu öyle değildi. O, müslüman olması ile kendisinden başka dokuz kişinin daha müslüman olmasına vesile oldu. Müşriklerin işkencesi altında bulunan yedi müslüman köleyi satın alıp azâd etti. O dönemde, İslâmın kuvvet bulmasına yardımcı oldu.. Resûlullah efendimize pekçok yardımda bulundu.

Allahü teâlâ, dört halîfeyi, Peygamberlerden sonra mahlûkâtının en üstünü yapmıştır. Nasıl Peygamberlerini birbirine üstün kılmış ise, dört halîfeyi de birbirine üstün kılmıştır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 30

2) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh. 133

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 99, 100

4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 88, 92

5) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 158

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 451, 460

7) Keşf-üz-zünûn sh. 343, 828, 924, 1164, 1378, 1406, 1415, 1416, 1420, 1626, 1809

8) Fedâil-ül-Hulefâ-il-Erbe’a Süleymâniye Kütüphânesi, Şehîd Ali Paşa kısmı, No: 4445