İBN-İ KAVVÂM

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ebû Bekr bin Kavvâm bin Ali bin Kavvâm bin Mensûr bin el-Hilâlî el-Bâlisî’dir. 584 (m. 1188) senesinde Meşhed-i Sıffin’da doğdu. Limni şehrine giderek orada ilim öğrendi. İbn-i Kavvâm ismiyle meşhûr oldu. İbn-i Kavvâm, âlim, zâhid, güzel ahlâklı, edebli, vera’, takvâ, tevâzu ve haya sahibi bir zât idi. İbn-i Kavvâm, 658 (m. 1260) senesi Receb ayının altısına rastlıyan Pazartesi günü, Haleb’e yakın olan Alem köyünde vefât etti. O köye defn edildi. Vasıyyeti dolayısıyla on iki sene sonra Kaysun dağına nakil edilip oraya defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Torunu Muhammed bin Ömer, İbn-i Kavvâm’ın kerâmetlerini anlatan bir kitap yazdı.

Kendisi şöyle anlatır: “Edeb ve tasavvuf yolunu öğrenmeye başladığım zaman, beni bir takım hâller kapladı. Bu durumları hocama haber veriyordum. O da bu husûsta beni konuşmaktan men ediyordu. Yanında bir kamçı vardı. Bana: “Bu mevzûda konuştuğun zaman, seni bu kamçı ile döverim” buyurdu. Hocam bana, devamlı hayırlı amel işlemeyi emrediyor ve diyordu ki “Sâhib olduğun bu hâllerin hiçbirine rağbet etme.” Hocamın yanında bulunduğum müddetçe buyurduğu gibi davrandım. Ba’zı geceler hocamın yanında kalıyordum. Benim a’mâ bir annem vardı. Annemin, benden başka hizmet edecek kimsesi yok idi. Bir akşam hocamdan, annemin yanına gitmek için izin istedim. Bana izin verdi ve buyurdu ki: “Bu gece, sana hayret verici bir iş olarak. Sakın ondan korkma.” Hocamın yanından, anneme gitmek için yola çıktım. Yolda giderken birden semâ tarafından bir ses duydum. Başımı kaldırdım. Birde ne göreyim, zincir şeklinde bir nûr. Bu nûr sırtıma dokundu. Sırtımda soğukluğunu hissettim. Sonra hocamın yanına dönerek, olan biteni ona anlattım. Hocam; “Elhamdülillah” dedi ve beni alnımdan öptü. Sonra; “Yavrum, senin üzerindeki ni’met tamâm oldu. Bu nûr silsilesinin ne olduğunu biliyor musun?” buyurdu. Ben “Hayır” cevâbını verdim. Bunun üzerine; “Bu nûrdan zincir, Resûlullahın (s.a.v.) sünnetidir” buyurdu. Bu hâdiseden sonra hocam, daha önce bana yasaklamış olduğu hâllerle ilgili husûsta konuşmama izin verdi.”

Yine kendisi anlatır: “Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; “Kalk yâ Ebâ Bekr!” dedi. Kalkıp onu ta’kib ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûruna götürdü. Resûl-i ekremin (s.a.v.) huzûrunda; Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (r.anhüm)’de vardı.

Ben selâm verdim. Onlar selâmıma cevap verdiler. Sonra Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey Ebû Bekr bin Kavvâm!” Ben de; “Emret yâ Resûlallah!” dedim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ seni, velî (dost) kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç.” Allahü teâlâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve; “Yâ Resûlallah! Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum” dedim. O anda şöyle diyen bir ses işittim: “Öyleyse sana dünyâda yiyeceğin gıdadan âhıretin sahibinin elinden (ya’nî Resûlullahtan) gelenden başka birşey vermeyeceğiz.” Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana; “Ey Ebû Bekr bin kavvâm! Bize namaz, kıldır” buyurdu. Resûlullahın, Eshâbının ve birçok evliyânın hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum. Kendi kendime; “İçinde Resûlullahın bulunduğu bir cemâatin önüne nasıl geçerim” diye düşündüm. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Öne geç. Zîrâ senin öne geçmende vilâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir İmâm olursun.” Resûlullah efendimizin (s.a.v.) emri üzerine, öne geçip iki rek’at namaz kıldırdım, ilk rek’atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek’atta Fâtiha’dan sonra İhlâs sûresini okudum.”

Bulunduğu beldenin tüccârlarından biri şöyle anlatır: “Bâlis şehrinden Hama şehrine gitmek için yola çıktık. Bize yolun tehlikeli olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm hazretlerine gittik. Ona; “Efendim, Hama şehrine gideceğiz. Fakat yolun tehlikeli olduğu bize söylendi. Bizi yalnız bırakmayıp, bize duâ etmenizi diliyoruz” deyince, Ebû Bekr bin Kavvâm; “İnşâallah” buyurdu. Biz yola çıktık. Ben hayvan üzerinde idim. Hama şehrine yaklaştığımız sırada beni uyku bastırdı. Tam uyuyacağım sırada yanımdaki zât elini omuzuma koyup; “Biz uyumadık ve sizi koruduk. Şimdi sen de uyuma” buyurdu. Ben gözlerimi açınca, yanımdaki böyle konuşan zâtın Ebû Bekr bin Kavvâm olduğunu gördüm. O bana selâm verdi ve beraber yola devam ettik. Hama’ya girdiğimizde yanımızdan ayrıldı.”

Temmâm bin Ebî Gânim şöyle anlatır: “İlkbahar mevsiminde, Ebû Bekr bin Kavvâm ile şehrin dışında bir yerde oturuyorduk. Etrâfımızda bir grup insan vardı. Ebû Bekr bin Kavvâm buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemîn, ederim ki, sizin yüzünüzü gördüğüm gibi, Arş-ı a’lâ’yı görüyorum.”

Hâce Eyyûb Besmankî şöyle anlatır: “Ebû Bekr bin Kavvâm zamanında hacca gitmiş idim. Minâ’da bineğimin üzerinde otururken, Kur’ân-ı kerîmden ba’zı sûreleri okuyordum. Bu sırada birden, yanıbaşımda birisinin durduğunu hissettim. Omuzumdan tutup selâm verdi ve gitti. Bâlis’e geldiğimde, beni karşılamaya çıkanlar bana; “Seni Ebû Bekr bin Kavvâm’dan sorduk. O da; “Şu anda Minâ’da oturuyor ve şu şu sûreleri okuyor. Şu anda elim onun omuzunda idi” dedi” dediler. Ben de; “Evet, aynen buyurduğu gibi idi” dedim.”

Beldenin tüccârlarından biri anlatır: “Amcamla beraber Haleb’e gitmiştik. Daha genç idim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; “İç!” dedi. Ben tam kadehe uzanıp içeceğim zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâm’ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! “Kalk ve buradan çık!” dedi. Yüksekçe bir yerde idim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; “Bunu kim yaptı?” diye sordu. Ben de olanı biteni anlattım. Amcam dedi ki: “Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun.”

Ebü’l-Mecd bin Ebî Sena şöyle anlatır. “Birgün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanında idim. O anda Necmüddîn Bâderânî Bağdad’dan gelmişti. Halîfe onu kadılığa ta’yin etmişti. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanına geldi ve ona; “Halîfe beni Bağdad kadılığına ta’yin etti. Ben ise kadılığı istemiyorum” dedi. Ebû Bekr bin Kavvâm, Necmüddîn Bâderânî’ye; “Kalbini ferah tut. Sen orada hüküm vermiyeceksin” buyurdu. Aynen Ebû Bekr bin Kavvâm’ın dediği gibi oldu.”

Torunu şöyle anlatır: “Birgün dedem İbn-i Kavvâm hanımına; “Senin oğlun falan yere gitmiş. Fakat eşkiyalar onu ve arkadaşlarını yakalamışlar” dedi. Bunun üzerine hanımı ağlamaya başladı ve; “Eşkiyalar benim oğlumu ve arkadaşlarını öldürürler” dedi. İbn-i Kavvâm ona; “Hayır, o eşkiyalar onların canlarına zarar veremiyecekler. Ancak mallarını ellerinden alacaklar ve Allahü teâlânın izni ile yarın falan saatte buraya geleceklerdir” dedi. Sabah olunca İbn-i Kavvâm’ın dediği saatte, oğlu ve arkadaşları köye geldiler. Onlara, yolda eşkiyaların ne yaptığını sordular. Onlar da, İbn-i Kavvâm’ın dediğinin aynısını anlattılar. Ben o sırada altı yaşında idim ve 656 (m. 1258) senesi idi.”

Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: “Birgün İbn-i Kavvâm’ın ziyâretine gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime; “Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanına vardığım zaman, ona rûhun ne olduğunu sorayım” diye düşündüm. Yanına girdiğim zaman, Ebû Bekr bin Kavvâm sohbet etmeye başladı. Çok heybetli olduğu için, heybetinden ona ne suâl soracağımı unuttum. Daha sonra İbn-i Kavvâm’ın yanından ayrıldım ve tam sefere çıkacağım zaman, Ebû Bekr bin Kavvâm’ın bir talebesi benim yanıma gelerek; “Hocamız seninle konuşmak ister” dedi. Ben de onun yanına varınca bana; “Yâ Ahmed sen Kur’ân-ı kerîmi okudun mu? diye sorunca, ben de; “Evet efendim, okudum” dedim. Bunun üzerine bana; “Ey evlâdım! İsrâ sûresi seksenbeşinci âyet-i kerîmesini oku” dedi ve âyet-i kerîmeyi okudum. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ meâlen; “(Ey Resûlüm bir de sana rûhdan (ruhun hakîkatından) soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir” buyuruyor. Sonra bana dönerek; “Ey evlâdım! Bak, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) hakkında konuşmadığı rûh hakkında ben nasıl konuşurum” buyurdu.

İbrâhim bin Ebû Tâlib Betâihî şöyle anlatır: “Birgün Ebû Bekr bin Kavvâm Haleb’e gitti. Ben de yanında idim. Oradakilere dönerek; “Vallahi ben, Yemen’in halkının ahvâlini, şark halkının ahvâlinden daha iyi tanırım. Eğer isterseniz hepsini size söyleyeyim. Fakat, biz bununla emr olunmadık. Zâten Hakkın sırrı halka açıklanmaz” buyurdu.

Mikdâd bin Hâmid bin Havle şöyle anlatır: “Bâlis beldesinde Zübeyde kanalı denilen bir kanal vardı. O kanal, Fırat nehrinden Bâlis beldesine kadar suyun gelmesini sağlardı. O beldenin halkı bu kanalın suyundan çok faydalanırdı. Bir süre sonra bu kanal tıkandı, senelerce tıkalı kaldı. Bâlis beldesinin halkı çok susuzluk çekti. Sonunda kanalın açılması için Sultan Melik Nâsır’a müracaat ettiler. Sultan Melik, kanalın açılması ve temizlenmesi için emir verdi. Fakat yarısına gelmeden çok masraflı olduğu için, Sultan Melik, kanalın temizlenme işini bıraktırdı. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm. bu kanalın açılmasının lâzım olduğunu görerek, talebeleriyle birlikte Fırat nehrinin kenarına gitti. Bir yer göstererek: “İşte kanalın başı burasıdır” dedi ve kendisi de kanal açma işinde çalışmaya başladı. Bu durumdan haberdâr olan halk, Allah rızâsı için çalışmak üzere oraya geldiler. Birgün kanal açma çalışmalarını sürdürürken, şimşek çakıp gök gürledi. Arkasından iri taneli dolu yağmaya başladı. Bunun üzerine talebelerinden biri, “Ey efendim! Bu havada çalışılmaz” dedi. İbn-i Kavvâm talebesine: “Çalışınız ve kalbinizi ferah tutunuz” dedi. Sonra buluta işâret etti ve “Allahü teâlânın izni ile sağa sola dağıl! Allahü teâlânın bereketi sende olsun” dedi. Bulut sağa sola dağılıp güneş açtı. Oradakiler çalışmalarına devam ettiler. Beldeye su gelinceye kadar, böyle soğuk hava bir daha olmadı. Kanal temizleme çalışmaları İbn-i Kavvâm’ın bereketiyle kısa sürede tamamlandı. Şimdi o kanala, “Şeyh Ebû Bekr” kanalı denilmektedir.”

Yine İbrâhim bin Ebû Talih Betâihî şöyle anlatır: “Birgün Ebû Bekr Kavvâm hazretlerinin yanında idim. Ona, o anda bir hâl oldu. Bana dönerek; “Yâ İbrâhim! Merrâkûş şehri nerededir?” diye sordu. Ben de; “Merrâkûş batıdadır” dedim. Sonra yine “Bağdad nerededir?” diye sorunca, ben; “Bağdad doğudadır” dedim. Bunun üzerine: “Allahü teâlâ, bana şu anda öyle bir hâl verdi ki, eğer ben istesem, şu anda Bağdad’a, Merrâkûş’un yerine git ve Merrâkûş’a da Bağdad’ın yerine git desem, ikisi de birbirlerinin yerine giderlerdi” buyurdu.

Yine birgün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanında idim. Orada bulunanlardan birisi; “Mütemekkin (şânı şerefi yüksek) insanın alâmeti nedir?” diye sordu, İbn-i Kavvâm’ın yanında çeşit çeşit meyvaların bulunduğu bir tabak vardı. O suâli sorana dönerek; “Mütemekkin o kimsedir ki, şu tabağa işâret ettiği an. İçinde ne varsa harekete başlar” buyurdu. Bizler tabağın içindeki meyvaların İbn-i Kavvâm’ın işâreti ile hareket etmeye başladığını gördük.”

İsmâil bin Ebû Hasen şöyle anlatır: “Bir sene, annem ve babamla hacca gitmek için yola çıktık. Hicaz topraklarına girdiğimiz zaman, daha önce Mekke’ye ulaşalım diye gece de yol alıyorduk. Annem ve babam hayvan üstünde idi. Ben ise onların arkasında yaya olarak yürüyordum. Bir ara, kulunç hastalığım olduğu için şiddetli bir sancı tuttu. “Bir kenara çekilip biraz istirahat edeyim sonra anne ve babama yetişirim” dedim. Sonra uzanıp yattım. Uyandığımda bir de ne göreyim, güneş doğmuş. Onların ne tarafa gittiklerini anlıyamadım. Onların benden başka hizmetini görecek kimse yoktu. Üzüntümden ağlamaya başladım. Bu sırada: “Sen Ebû Bekr bin Kavvâm’ın talebelerinden değil misin?” diye bir ses duydum. Ben de: “Evet, onun talebelerindenim” dedim. Bunun üzerine o ses; “Onu vesile ederek Allahü teâlâdan yardım iste” dedi. Ben de hocamı vesile ederek Hak teâlâya yalvarmaya başladım. Vallahi daha duâmı bitirmemiştim. İbn-i Kavvâm hazretlerinin yanıbaşımda olduğunu gördüm. Bana; “Niçin ağlıyorsun? Ağlanacak ne var ki” deyip, elimden tutarak hızlı bir şekilde beni anne ve babamın yanına ulaştırdı. Onların yanına vardığımda, onların da benim için ağladıklarını gördüm. Onlara başımdan geçenleri bir bir anlattım.”

Ebû Abdullah şöyle anlatır: “Emîr Ehderî birgün babama şöyle anlatıyordu: Şarka giderken. Melik Kâmil ile berâberdim. Bâlis şehrine gelince. Fahrüddîn Osman ile beraber İbn-i Kavvâm’ı ziyârete gittik. İbn-i Kavvâm, talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Biraz sonra bir asker gelip: “Efendim! Bizim bir katırımız vardı, üzerinde beşbin dirhem para vardı. O katır kayboldu. Ne kadar aradık ise bulamadık. Sizden yardım istemeye geldik” dedi. Ebû Bekr bin Kavvâm o askere; “Otur!” buyurdu ve “Allahü teâlânın izni ile inşaallah katırın kapımızın önüne gelecektir ve sen de hayvanını alır gidersin” dedi. Bir süre sonra İbn-i Kavvâm kalktı ve kapıya doğru gitti. Dışarıda bir katırın durduğunu gördük. Sahibi katırı alıp gitti. Biz de sultânın yanına geri döndük. Gördüklerimizin hepsini sultâna anlattık. Sultan onunla görüşmek istedi. Fakat İbn-i Kavvâm’ın bulunduğu beldeye giremiyordu. Onu kendi tarafına çağırmak için Fahrüddîn Osman’ı gönderdi. Fahrüddîn Osman da, İbn-i Kavvâm’a; “Efendim! Sultan sizinle görüşmek istiyor. Fakat bu beldeye girmesine müsâade edilmiyor. Sultan, “Acaba Şeyh hazretleri bize gelebilir mi? diye soruyor” dedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm; “Senin, melikinin yanından ayrılıp, Rum melikinin yanına gitmen olur mu?” diye sorunca, Fahrüddîn Osman, “Hayır” cevâbını verdi. O da; “Aynen, bizim de dostlarımızı bırakıp onun yanına gitmemiz uygun değildir” buyurdu ve da’veti kabûl etmedi.”

Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: “Haleb’deki Nizâmiyye Medresesi’nde ilim tahsil ederken, orada bulunanlara Ebû Bekr bin Kavvâm’ı çok medh ederdim. Ba’zı fıkıh âlimleri; “O mübârek zâtı gidip görelim. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilminden ba’zı şeyler suâl edip, ondan istifâde edelim” dediler. Bunun üzerine ben, onlarla birlikte tam Bâlis’e gitmek için yola çıkacağım sırada, bir talebe geldi ve bana; “Ebû Bekr bin Kavvâm sizi çağırıyor” dedi. Ben ona, İbn-i Kavvâm’ın nerede olduğunu sordum. O da; “Ebû Feth’in dergâhındadır dedi. Ben, onu görmek isteyenleri de yanıma alarak, Ebû Feth’in dergâhına onunla görüşmeye gittim. İbn-i Kavvâm’ın huzûruna girince, fıkıh âlimlerini göstererek; “Bunların burada ne işi var?” dedi. Ben de; “Sizi ziyâret etmek ve ba’zı suâller sormak için geldiler” dedim. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm onların hepsine birer birer baktı. Onlara çok heybetli gözüktüğünden, hiçbirinin konuşmaya cesâreti kalmadı. İbn-i Kavvâm her birinin yüzüne bakarak; “Niçin konuşmuyorsunuz? Niçin suâl sormuyorsunuz?” diye sordu. Bu soruyu birkaç kere tekrarladığı hâlde, hiç biri suâl sormaya cesâret edemedi. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm, sırayla herbirine;

“Senin suâlin şu idi, cevâbı da şudur” diyerek, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Bunu gören fıkıh âlimlerinin hepsi tövbe ve istiğfar ettiler.

Yine Şemseddîn Hâbûrî anlatır: “Birgün İbn-i Kavvâm ile bir yere gittik. Hocamın yüzü bir ara acâib bir şekil aldı. Yüzü tekrar eski durumuna gelince, niye böyle olduğunu sordum. O da; “Buraya girdiğimiz zaman, köyün mevtalarının rûhları beni karşılamaya geldiler. Aralarında yüzü çok güzel olan bir genç vardı. Bana; “Ben zulmen öldürüldüm. Köyün ahâlisinden iki kardeş vardı. Ben onların çobanlığını yapıyordum. Onlardan biri, kızının yüzünden Melik Azîz zamanında beni öldürdü. Bana iftira etti. Fakat ben o iftiradan beriyim” dedi” diye sebebini anlattı. Köyde bu durumu sorunca, aynı hocamın anlattığı gibi anlattılar.”

İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî anlatır: “Babam Şam’da vefât ettiği zaman, talebeleri bana; “Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâzet (diploma) getirmeden babanın yerine geçemezsin” dediler. Bunun üzerine, Seyyid Ahmed’den icâzet almak için Betâih’e gitmek üzere yola çıktım. Bâlis, yolumun üzerinde idi. Bâlis’e geldiğim zaman, Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret ettim. Bana izzet ve ikramda bulundu ve nereden geldiğimi ve Betâih’e niçin gideceğimi söyledi. Sonra; “Oradaki Seyyid Ahmed’den icâzeti kolayca alırsın” dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih’e vardığım zaman, Seyyid Ahmed’in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarmadan, icâzetname ve birde seccade verdi. Şam’a geri dönerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm’ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; “Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm’a talebe olayım” diye düşünerek, icâzetnamemi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; “Yâ İbrâhim, sen benim talebemsin” buyurdu. Orada bulunanlar sebebini sordular. O da; “Yüzüne bakın” deyince, hepsi benim yüzüme baktılar. “Ne görüyorsunuz?” diye sorunca; “İki gözünün arasında hilâlden bir nûr görüyoruz” dediler. Bunun üzerine o; “O nûr, benim talebelerimin işâretidir” buyurdu. Bundan sonra ona bağlı bir talebe oldum ve ondan ders aldım. Bir zaman sonra Irak taraflarına gitmek için İbn-i Kavvâm’dan izin istedim. Bana gitmem için izin verdiler ve üzerime bir hil’at giydirerek; “Bununla oturduğun zaman, sana gelen kimse bunun sebebi ile sana bağlanır ve sana hizmet eder” dedi. Hocamın söylediği gibi oldu. Kiminle karşılaştı isem, bana hizmette bulundu. Birgün Bağdad’a gittim. Orada ba’zı yerlere uğradım. Orada bulunan herkes, bana hizmet etmek için yarıştılar. Birgün beni bir yere da’vet ettiler. Orada bir Türk ayağa kalkarak; “Arkadaşlar, ben bu zâtın üzerindeki gibi hil’at görmedim” dedi. Ben de; “O, hocamın hediyesidir” deyince, oradakiler; “Allahü teâlânın ve onun gibilerin bereketi, bizlerin üzerine olsun” dediler.”

İsmâil bin Sâlim şöyle anlatır: “Bizim bir miktar koyunlarımız vardı. Koyunlarımızı, bir çoban her sabah otlatmaya götürür, akşamları geri getirirdi. Birgün yine koyunlarımızı otlatmak için götürdü. Fakat akşam olunca koyunlarımızı getirmedi. Biz merak içinde kaldık. Doğruca İbn-i Kavvâm’a gittim. Beni görünce, daha birşey demeden; “Koyunların mı kayboldu?” diye sordu. Ben de; “Evet” dedim. Bunun üzerine; “Senin koyunlarını oniki kişi aldı. Sizin çobanı falan yerde bağladılar. Şimdi onlar falan yerde uyuyorlar. Çünkü, Allahü teâlâya onlara derin bir uyku vermesi için duâ ettim. Sizin koyunlarınızdan biri de yavruladı, şu anda yavrusunu emziriyor” dedi. Biz hemen İbn-i Kavvâm’ın dediği yere gittik. Herşeyin, onun anlattığı gibi olduğunu gördük.”

Feleküddîn bin Huzeyme şöyle anlatır: “Bağdad’ın düşman eline geçtiği sene, ben Şam’da idim. Ailem ise Bağdad’da kalmıştı. Onların durumlarını ve hâllerini çok merak ettiğim için, Bağdad’a gitmek üzere yola çıktım. Bâlis’den geçerken. İbn-i Kavvâm hazretlerini ziyâret ettim ve durumu ona anlattım. O da bana; “Senin hanımın ve çocuklarının hepsi sağdır. Fakat kardeşin öldürülmüştür. Senin hanımına bir kimse hizmet ediyor. Onun eşkali şöyle şöyledir. Hanımın falan sokak üzerinde, bahçesinde ağaçlar olan bir evdedir” dedi. Ben bunları işitince, rahatladım ve yola çıktım. Bağdad’a girince, hiç kimseye sormadan doğruca İbn-i Kavvâm’ın ta’rîf ettiği yere gittim. Gerçekten söylediği gibi, hanımının bulunduğu evin bahçesinde çeşitli ağaçlar vardı.”

İbrâhim bin Ebî Tâlib Betâihî anlatır: “Birgün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanında otururken, bir kişi gelip; “Ey Efendim! Benim, üzerinde kıymetli eşyalar bulunan bir devem kayboldu. Nerede bulabileceğimi söyler misiniz?” diye sorunca, Ebû Bekr bin Kavvâm sükût edip birşey söylemediler. O kişi, üzgün bir hâlde oradan ayrıldı. Ben; “Efendim! O kişiye niçin cevap vermediniz?” diye sordum. O da; “O kişi bana devesini söylediği an, ben devenin yularının onun elinde olduğunu gördüm. Fakat birisi gelip devenin yularını elinden kesti. Anladım ki, bu kişinin bu deveden nasîbi kesilmiştir. Fakat, ona bu cevâbı vermeye haya ettim” dedi.”

Şöyle anlatılır: “Birgün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın bulunduğu yerde bir kişi vefât etti. Cenâze namazında, o beldenin ileri gelenleri de bulundu. Cenâze defnedilirken; vâli, kadı ve İmâm bir tarafa oturdular. Ebû Bekr bin Kavvâm ve talebeleri bir tarafa oturdular. Vâli ve kadı, evliyânın kerâmetleri hakkında konuştular. Evliyânın kerâmetleri için, hakîkat olmadığını söylediler. İmâm ise, sâlih bir kimse olduğu için, o konuda hiçbir şey söylemedi. Defin işi bittikten sonra, orada bulunanlar Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanına gelip selâm verdiler. O da, İmâma dönüp; “Yâ İmâm! Senin selâmına cevap vermem” dedi. O da sebebini sorunca; “Çünkü sen, evliyâ hakkında gıybeti reddetmedin ve onlara mâni olmadın” buyurdu. Sonra kadı ve vâlinin bulunduğu yere gitti ve onlara; “Siz evliyânın kerâmetlerini mi inkâr edersiniz? Sizin ayaklarınızın altında ne olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Onlar, ne olduğunu sordular. Ebû Bekr bin Kavvâm da; “Sizin ayaklarınızın altında bir mağara var. İçinde bir kimse ile hanımı medfûndur. Onlar şimdi kalkacak ve benimle konuşacaktır. Bu kişi, bundan bin sene evvel bu beldelerin meliki idi. Kendisi, hanımıyla birlikte bir sedirin üzerinde oturmaktadır” dedi. Sonra kimsenin gitmesine izin vermedi ve orayı kazmalarını emretti. Orayı kazdıklarında, herşeyin İbn-i Kavvâm’ın söylediği gibi olduğunu gördüler. Bu olaydan sonra, vâli ve kadı, evliyânın kerâmetlerini inkâr etmedi.”

İmâm Muhyiddîn bin Nehhâs anlatır. “Bir zamanlar, Ebû Bekr bin Kavvâm, Türeyden köyüne gider gelirdi. Köyde küçük bir mescid vardı. O mescidde okunan ezanı ve ikâmeti kimse işitmezdi. Ben, evde kendi kendime; “Köyün güneyine bir câmi yaptırayım” diye düşündüm. Mescide gidince, İbn-i Kavvâm’ın yanına oturdum. Birden İbn-i Kavvâm bana dönerek; “Yâ Muhyiddîn! Sen neden büyük bir câmi yapmıyorsun?” diye sordu. Ben de; “Efendim! Ben böyle birşey yapmayı düşünüyorum” dedim. O da bana; “Câmiyi bina etmek istediğin yeri bana göstermeden câmiyi yapma” dedi. Birlikte câmi yaptırmak istediğim yere gittik. Orada biraz durduktan sonra bana dönerek; “Burada bir ev varmış, o ev yıkılmış ve içindekiler toprağa gark olmuştur” dedi. Bunun üzerine, oraya câmi yapmaktan vaz geçtim. Bir süre sonra, başka bir iş için orayı eştim. Gerçekten bir ev enkazı çıktı. İçinde, toplu hâlde ölüler vardı.” Ali bin Sa’îd Zûreyzir şöyle anlatır: “Ben, Ebû Bekr bin Kavvâm’dan ilim öğrenmeye başladığım zaman daha çok genç idim. Birgün Kudüs’e gitmek istedim. Hocam Ebû Bekr’den izin istedim. O izin vermedi. Ve; “Ey evlâdım! Çok gençsin, başına birşey gelebilir” dediyse de, ben çok ısrar edince, izin verdiler. Giderken de bana; “Benim himmetim senin üzerinedir. Seni demir kafes gibi muhafaza ederim. Şam’ın Kureyş köyüne vardığında, orada bulunan Ali bin Cemel ismindeki zâtı ziyâret et. Çünkü o, Allahü teâlânın evliyâsındandır” dedi. Ben de “Başüstüne” deyip yola koyuldum. Kureyş köyüne vardığım zaman, o zâtın evini sordum. Oradakiler o zâtın evini gösterdiler. ben de doğruca onun evine gittim. Kapıyı bir çocuğu açtı ve; “Yâ Ali! içeri gir. Babam bize, bugün Ali isminde, Ebû Bekr bin Kavvâm’ın bir talebesi gelecek diye haber verdi” dedi. Ben evde yokken gelirse, onu içeri alın, beni beklesin” dedi. Ben de, misâfir odasında Ali bin Cemel’i beklemeye başladım. Ali bin Cemel gelince benimle müsâfeha etti ve; “Biraz önce hocan geldi ve seni bize tavsiye etti.

Himmetinin senin üzerinde olduğunu söyledi” dedi. Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün tekrar yola çıktım. Kudüs’e yaklaştığım sırada, bir gölgeliğin altında oturan bir kişi gördüm. Ona selâm verdim. O da selâmımı aldı ve bana; “Ey Genç! Benim yanıma gel, sabahtan beri seni bekliyorum” dedi. Ben, onun kötü niyetli bir kişi olacağını düşünerek yanına gitmekten çekindim. Bunu fark edince; “Yâ Ali! Hocan Ebû Bekr bin Kavvâm yanıma gelerek, seni bana tavsiye etti” dedi. Bunun üzerine onunla beraber evine gittik. Birlikte yemek yedik. Namaz vakti gelince; “Gel, Harem’de namaz kılalım dedi. Mescid-i Harem’de vakit namazlarını kılıp eve geri döndük. O zât sabaha kadar namaz kıldı. Ertesi gün ben, İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret için onun yanından ayrıldım, İbrâhim aleyhisselâmın kabri şerîflerine yaklaşırken, karşıma dört tane soyguncu çıktı. Ben onlardan korktum. O anda yanımda beyaz elbiseli bir kişi peydah oldu ve; “Sen yoluna devam et!” dedi. Onların arasından geçerek yoluma devam ettim. Onlar bana hiçbir şey yapamadılar, İbrâhim aleyhisselâmın kabrini ziyâret ettim ve orada çok duâda bulundum. Sonra hocamın yanına döndüm. Denildi ki: “Evliyâ, seni huzûruna getiren, ondan ayrı olduğun zaman koruyan, ahlâkı ile senin ahlâkını, edebi ile senin edebini güzelleştirendir.” Dönüşümde hocamın huzûruna girince, bana seferim esnasında olanların hepsini anlattı ve; “O beyaz elbiseli zât olmasa idi, soyguncular senin elbiselerini dahî alacaklardı” dedi. Ben o beyaz elbiseli zâtın hocam olduğunu anladım.”

Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin Eyyûb şöyle anlatır: “Moğollar Bağdad’ı istilâ ettikleri zaman, amcam ile Haleb’de idik. Amcam, Ebû Bekr bin Kavvâm’ın talebelerinden idi. Amcam beni Bâlis’e, İbn-i Kavvâm’ın yanına gönderdi ve; “Sen Ebû Bekr bin Kavvâm’ı hiç görmedin, hem onu ziyâret et, hem de Bağdad’daki akrabalarımız ve mallarımız ne hâldedir? Oğlum Hüseyn ne hâldedir? diye sor” dedi. Ben Bâlis’e varıp onun huzûruna girince, bana; “Sen, Ebû Bekr bin Eyyûb müsün?” dedi. Ben de, “Evet” deyince; “Seni amcan gönderdi.

Bağdad’daki akrabalarının, oğlu Hüseyn’in ve mallarının durumunun ne olduğunu soruyor değil mi?” dedi. Ben, “Evet” dedim. Bunun üzerine; “Akrabalarından ba’zıları esîr düştü. Ba’zıları sağ sâlim evlerinde. Bütün malları kapının altındaki kuyuya gömüldüğü için, Moğollar mallarını gasb edememişler. Oğlu Hüseyn ise onların elinde esîrdir” dedi. Bağdad’a gidip gitmeme hakkında hiçbir şey söylemedi. Sonra bana; “Sen Şatîbeyt sarayını tanır mısın?” diye sorunca, ben; “Evet tanırım. Fakat hiç içine girmedim” dedim. Bunun üzerine; “Şu anda Moğollar o sarayın mallarını talan ediyorlar” dedi. Ben hemen târihi, saati ve günü bir yere not ettim. Benim, Haleb’de sevdiğim genç ve güzel bir kadın vardı. Birgün onunla tenhâ yerde buluştuk. Beni kendi nefsi için istedi. Fakat ben onu reddettim. Bunun üzerine bana bir yüzük verdi. Ben de o yüzüğü parmağıma taktım. Bu durumu Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Ebû, Bekr bin Kavvâm’ın yanından vedâlaşıp ayrılırken, elimi tuttu. Sonra; “Bu yüzük kimindir?” diye suâl etti. Ben utancımdan cevap veremedim. Bana; “Tövbe et oğlum, tövbe et!” buyurdu. Ben de tövbe edip Haleb’e varınca, o kadınla bir daha görüşmedim. Bir süre sonra Bağdad’a gittim. Akrabalarımızın durumunun Ebû Bekr hazretlerinin söylediği gibi olduğunu gördüm. Amcamın oğlu Moğolların elinde esîr idi. Orada birisine, sarayın Moğollar tarafından yağma edildiği günü ve saati sordum. O da; “Şu gün, şu saatte sarayı yağmaladılar” dedi. Ben de not ettiğim gün ve saatlere baktım. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın söylediği saat ve gün olduğunu gördüm.”

İbrâhim bin Ebû Tâlib Betâihî anlatır: “Birgün Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret etmek için yola çıktım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Onlar yol boyunca, içkiden ve içki meclislerinden bahsettiler. Bâlis’e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm’ın huzûruna girdim. Beni görünce; “Hayırdır yâ İbrâhim bu hâlin nedir?” dedi. Ben de; “Benim hâlim nasıldır efendim?” dedim. O zaman; “Elinde içki ve âletleri var” deyince, ben de; “Yolda gelirken bir kervandakilerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demekki onların bu konuşmaları bana da te’sîr etmiş” dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm; “Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhırette yüz karasıdır” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) El-A’lâm cild-2, sh. 68

2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 295

3) Fevât-ül-vefeyât cild-1, sh. 224

4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 401

5) Câmiu kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 132

6) Tabakât-ül-evliyâ sh. 486