İBN-İ HÂRESTÂNÎ (Abdüssamed bin Muhammed)

Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Abdüssamed bin Muhammed bin Ebi’l-Fadl bin Ali bin Abdülvâhid el-Ensârî el-Hazrecî el-Ubâdî es-Sa’dî ed-Dımeşkî’dir. Künyesi Ebü’l-Kâsım olup, “Kâdı Cemâleddîn” lakabı ile tanınırdı. “İbn-i Hârestânî” diye meşhûr oldu. 520 (m. 1126) senesinde Dımeşk’da (Şam’da) doğdu. Babası, aslen Dımeşk’ın yakınında “Hârestâ” adı verilen bir köydendir. O, bu köyden Şam’a gelip, Bâb-ı Tûmâ’daki evine yerleşmiş ve Mescid-i Zeynebî’de imamlık yapmıştı. Ondan sonra oğlu Cemâleddîn de, Cüveyriyye’deki meskenine geçinceye kadar orada imamlık yaptı. Şam’da, Irak’ta, İsfehan’da ve Horasan’da birçok âlimden ilim tahsil edip, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Bu âlimlerden birçoğu kendisine icâzet verdiler. Şam’da Kâdı’l-kudât (Temyiz mahkemesi reîsi) olarak görev yaptı. Vâlilik vazîfesi kendisine verilmek istendi ise de, bunu kabûl etmedi. Yüksek ilim sahibi bir âlim ve adâletten ayrılmayan bir kadı (hâkim) idi. Vefât edinceye kadar, câmide cemâatle namaz kılmayı hiç terk etmedi. Zühd ve vera’ sahibi bir zât olup, dünyâ malına hiç kıymet vermez, haramlardan ve şüphelilerden çok sakınır, haramlara düşmemek için mübahların çoğunu terk ederdi. 614 (m. 1217) senesi Zilhicce ayında Şam’da vefât etti. Cebel-i Kâsyûn’a defnedildi. Vefât ettiğinde 95 yaşındaydı.

Şafiî mezhebinde büyük bir fıkıh âlimi olarak yetişen Cemâleddîn ibni Hârestânî, daha beş yaşında iken hadîs-i şerîf dinleyerek ilim tahsil etmeye başladı. 525 (m. 1131) yılında Şam’da Ebû Muhammed Abdülkerîm bin Hamza es-Sülemî’den, Tâhir bin Sehl el-İsferâînî’den, Mâlikî fakîhi olan Ebü’l-Hasen Ali bin Ahmed bin Mensûr’dan ve Şafiî fakîhi olan Cemâl-ül-İslâm Ebü’l-Hasen Ali bin Müslim bin Muhammed’den, Câmi-i Dımeşk’ın İmâmı Ebû Muhammed Hibetullah bin Ahmed bin Abdullah bin Ali bin Tâvus’dan ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip öğrendi. Hâfız Ebü’l-Kâsım Ali bin Hasen’in Şam’da hadîs-i şerîf dinlediği hocalarının çoğundan, o da hadîs-i şerîf dinlemiştir. Başka şehirlerdeki hadîs âlimlerinden de icâzet alarak hadîs-i şerîf öğrendi. Bir müddet Haleb’e gidip, orada Hâfız Beyhekî’nin kitaplarının çoğunu ezberleyen Hâfız Ebü’l-Hasen Ali bin Süleymân el-Murâdî’den ve başkalarından hadîs-i şerîf dinledi. Sonra Şam’a döndü ve oraya yerleşti. Abdülkerîm el-Haddâd’dan ve Cemâl-ül-İslâm’dan dinleyerek hadîs-i şerîf rivâyet eden kimselerin sonuncusu oldu. Nişâbûr âlimlerinden Ebû Abdullah el-Fürâvî, Hibetullah bin Sehl es-Seyyidî, Zâhir bin Tâhir eş-Şehâmî, Ebü’l-Meâlî el-Fârisî, Abdülmün’im bin Ebi’l-Kâsım el-Kuşeyrî, Bağdad âlimlerinden Mâristân kadısı İbn-i Semerkandî el-Enbâtî ona icâzet veren hadîs âlimlerindendir. O, kırk seneye yakın bir zamanda hadîs-i şerîf rivâyet ederek ilim tahsil edip, öğrendiklerini neşretti. Uzun zaman ders okuttu.

Onun ilim meclisleri tam bir sükûnet ve olgunluk içinde geçerdi. Kendisi, heybet ve vekâr sahibiydi. O, beş vakit namazı cemaata devam ederek, dâima câminin kıble tarafında ve ilk safta Hızır aleyhisselâmın gelip namaz kıldığı Maksurede kılardı. Namazlardan sonra burada toplanan büyük bir cemaata, dinleyip öğrendiği hadîs-i şerîfleri okur, onlara anlatırdı. Ders esnasında kimseden bir ses duyulmaz, rahatsız edici bir gürültü olmazdı. O, Şafiî mezhebinde çok yükselmiş bir fıkıh âlimiydi. Mısır’da yaşayan büyük fıkıh âlimi İzzeddîn Ebû Muhammed İzz bin Abdüsselâm şöyle anlatır: “Hakîkat şudur ki; İbn-i Hârestânî’den daha hüyük bir fakîh görmedim ve ben de ilk defa ilim öğrenmeğe onun yanında başladım. Sonra Fahrüddîn İbni Asâkir’in derslerine devam ettim, İbn-i Asâkir’e, suâl ettiğimde; İbn-i Hârestânî’ye dönmemi, onun derslerine devam etmemi tercih etti ve dedi ki: “O, İmâm-ı Gazâlî’nin “Vesît” adındaki eserini ezberlemiştir.” Şerefüddîn bin Ebî Asrûn zamanında, Şam’da kadı yardımcılığına önce İbn-i Hârestânî ta’yin edilmişti. Onun mahkemedeki bütün sicil evrakını o yazardı. Şerefüddîn’in işleri artınca yardımcılık görevine, Şerefüddîn bin Ebî Asrûn’un oğlu Muhyiddîn bin Asrûn ile beraber devam etti. Sonra bu vazîfeden alınıp, yerine Muhyiddîn bin Zekî, tek başına ta’yin edildi. Hâlbuki, Muhyiddîn bin Zekî daha genç olup, hiç yardımcılık hizmetinde bulunmamıştı. İbn-i Hârestânî, evine çekilerek ilim tedrisâtına devam etti. Bir müddet sonra, Râsif’te bulunan Mücâhidiyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Orada ilim tedrisâtına devam etti. Sultan Seyfeddîn Ebu Bekr bin Eyyûb, Şam’da bulunan Kâdı’l-kudât Zekîyyüddîn Zâhir bin Muhammed bin Ali el-Kureşî’yi, 612 (m. 1215) senesinin Rebî’ul-evvel ayında Şam kadılığından azledinceye kadar Maksûre-i Hızır’da hadîs-i şerîf okutmaya devam etti. Sultan, Kâdı Zekîyyüddîn’i Azîziyye ve Takviyye medreselerindeki görevlerinden de azl etmişti. Takviyye Medresesi’ne Fahrüddîn İbni Asâkir’i ta’yin etti. Azîziyye Medresesi’ne de Şam kadılığı vazîfesi ile beraber yürütmek üzere, Cemâleddîn İbni Hârestânî’yi ta’yin etti. İbn-i Hârestânî de bu vazîfesini büyük bir i’tinâ ile, adâlet üzere yürütmeye çalıştı. Tam ve mükemmel bir şekilde vazîfesine sarıldı. Sultan kendisine çok hürmet eder, ikramlarda bulunurdu, insanların işlerini görmek ve aralarında hüküm vermek için bulunduğu mecliste, oturması ve yaslanması için ona husûsî minder ve yastık gönderdi. Çok yaşlanmış ve zayıflamış olduğundan, yastığa dayanarak oturması mümkün oluyordu. O, kadılık ve fetvâ işlerini Mücâhidiyye Medresesi’nde yürütürdü. Bu işinde, kendisine İmâmüddîn Abdülkerîm’i yardımcı ta’yin etti. O da, devamlı onun huzûrunda bulunurdu. Daha sonra onun yerine o günkü kadıların büyüklerinden Şemseddîn bin Şîrâzî’yi yardımcı olarak ta’yin etti. O, Mücâhidiyye Medresesi’nin büyük bir salonunda otururdu. Onun için, medresesinin batısında kubbeli bir zaviye yaptırıldı. Hanefî âlimlerinden Şerefüddîn bin el-Mûsulî oradaki mihrâbda oturup ders veriyordu. Cemâleddîn İbni Hârestânî, iki sene yedi aya yakın kadılık vazîfesinde bulundu. Zilhicce ayının dördüncü Cumartesi günü vefât etti. Cenâzesinde büyük bir kalabalık bulundu. Cebel-i Kâsyûn’a defnedildi. Bâb-ül-Ferâdîs kabristanındadır. Vefât ettiği gün 95 yaşındaydı. Bu ihtiyâr yaşında kadılık yapmasına herkes hayret edip, şâirler vefâtından dolayı şiirler söylediler.

Yaşının çok ilerlemesine rağmen, kadılık vazîfesine bıkıp usanmadan devam etti. Kâdılığı müddetince, dirayetli, âdil, dîn-i İslâmın hükümlerinden hiç ayrılmadan hüküm veren, giyinişinde, yeme ve içmesinde, işlerinde, iffet, şeref ve haysiyetini korumada, dînine bağlılıkta, mahkemede hüküm verme esnasında kimsenin şefaatini, aracılığını kabûl etmemek husûsunda, Selef-i sâlihînin yolunda bir hayat sürdü.”

Ebû Şâme el-Makdisî anlatır: “Bana şöyle anlatıldı: Bir kadın, Kâdı İbn-i Hârestânî’ye müracaat ederek, beyt-ül-mâl’de bir hakkı bulunduğunu ve bu hakkını da isbât etmiş olduğunu bildirdi. Hakkının, beyt-ül-mâl’den alınıp kendisine teslim edilmesi için, Cemâleddîn-i Mısrî’yi vekîl ta’yin etmişti. Kâdı, vekîl tarafından bu hakkın kadına hemen teslim edilmesini istedi. Vekîl, vaktin darlığı sebebiyle özür beyân ederek; “Güneş batmak üzeredir. Yarın ona teslim ederim” dedi. Kâdı da dedi ki: “Belki bu gece ben ölürüm ve kadının hakkı da böylece zayi olur.” Zâten hanım, iddiasında, kendi hakkının daha önceki vekîlleri tarafından el konulup alındığını da ileri sürüyordu. Bu hakkın, kadına âit olduğu mahkeme hükmü ile sabit olmuştu. Kâdı, vekîle; kadının hakkının teslim edilmesini ve ayrıca hakkın zayi olması hâlinde, o kadın hakkında şâhidlik yapmasını vekîle emretti. Vekîl, akşamın girmesi sebebiyle mühlet istedi. Daha onlar medresede iken, kandiller yanmağa başlamıştı. Kâdı dedi ki: “Ey Vekîl!

Belki, ben bu gece ölebilirim. Sen de sağ kalabilirsin. Olabilir ki, sen de o kadının hakkına göz dikerek, hâkimin yanında ondan bir delîl isteyip, malın kendine âit olduğunu ileri sürebilirsin. Hâlbuki bu hakkın delîli, benim yanımda sabit olmuştur.” Kadının hakkı alınıp, kendisine teslim edilinceye kadar işin üzerinde durdu. Sanki kendisi, kadının vekîli idi. Bu sırada kadı ayağa kalktı. Seccadesini omuzuna alıp, âdeti üzere Maksûre-i Hızır’da namazını kılmak için câmiye doğru yürüdü. Onun câmiye gelişi, akşam ezanına denk gelmişti. Kâdı İbn-i Hârestânî namazını  cemâatle kılıp evine geldi. Mahkeme zabıtlarında kadının hakkının kaydedildiği defterleri getirtip, baştan sonuna kadar tekrar inceledi. Hakkın sabit olduğunu anladığından bu işi ta’kib ederek, kadının hakkının kendisine teslimini te’min etti.”

İbn-i Cevzî’nin torunu Ebü’l-Muzaffer şöyle anlatır: “Kâdı Cemâleddîn İbni Hârestânî, zühd ve iffet sahibi bir zât olup, çok ibâdet ederdi. Vera’ ve takvâ ehli idi. Nezîh bir hayat yaşardı. Kimsenin ayıplaması, onu Allah rızâsı için iş yapmaktan alıkoymazdı. Şam halkı, onun Şam Câmii’nde hiç bir vakti kaçırmadan cemâatle namaz kılmayı hiç terk etmediğini ittifâkla bildirdiler. Giyiminde ve her türlü yaşayışında iktisâda çok riâyet ederdi. Herkese karşı çok mütevâzi, alçak gönüllü davranırdı. Mahkemede görevli diğer me’mûrlarla beraber yürürken, hiçbir kimseyi ondan ayırmak mümkün olmazdı. Oğlu bana şöyle anlattı: “Kıvâm’ın oğullarından birisi, Sekere’de Melik-ül-Muazzam Îsâ adına iş ve onun malı ile ticâret yapıyordu. Kıvâm’ın oğlu vefât ettiğinde, Melik-ül-Muazzam’ın dîvânı (Beyt-ül-mâl’ın ilgili dâiresi) kimsesi olmadığı için onun terekesine el koydu, hazînenin ilgili bölümüne irâd (gelir) kaydetti. Melik, kadıya haber göndererek; “Bu ölen kişi, benim malımla adıma ticâret yapıyordu. Terekesi bana âittir. Onların teslimini istiyorum” dedi. Kâdı da, kendisine haber göndererek; “Ben, ölenin terekesinin sahibi olduğuna dâir yemîn etmedikçe, sana onları teslim etmiyorum” diye cevap yazdı. Melik-ül-Muazzam da: “Yemîn olsun ki, benim hakkım olan şeyi onun yanında bırakmam” dedi. Bunun üzerine kadı; “Allaha yemîn ederim ki, ben de, sen yemîn edinceye kadar teslim etmiyorum” dedi. Melik yemîn etmediği için, kadı da ona hiçbir şey vermedi.”

Şam’daki âlimlerden bir kısmı şöyle anlatır: “Mısır sultanlarından Melik-ül-Âdil Seyfüddîn, adamlarından birisine bir mektûp vererek, mektûba, mektûp sahibi ile biri arasındaki husûmeti hakkında yardımcı olmasını yazdı, İbn-i Hârestânî’ye gelip mektûbu verdi. O da: “Bu hangi şey hakkındadır?” diye sordu. O ise, “Benim bir işimle ilgilidir” diye cevaplandırdı. Kâdı da: “Hasmını mahkeme de hazır et!” dedi. Mektûp elinde olduğu hâlde, mahkemeye başladı. Fakat mektûbu açmadı. Adam, mektûbu getirene karşı hakkını isbât ettiğinden, onun aleyhinde hüküm verildi. Kâdı, karardan sonra mektûbu açıp okudu ve onu getirene doğru fırlatıp attı ve dedi ki: “Allahın kitabı ile hükmedildi.” Adam, Sultan’a gidip huzûrunda ağladı ve ona hâkimin söylediklerini haber verdi. Sultân Âdil de; “Elbette doğru söyledi. Allahın kitabı, benim yazdıklarımdan daha üstündür” dedi. Kâdı, Sultan’a şöyle haber gönderdi: “Ben, ancak kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve sünnet ile hükmederim. Ben, senden kadılık istedim. Dilersen, bu işi benden başkasına gördür.” Şems bin Haldûn anlatır: “Birgün İbn-i Hârestânî’nin oğlu Kâdı Alâüddîn, babasının huzûruna gelip, pişirdiği helva sahanını önüne koyarak; “Buyurun efendim, bundan yiyiniz!” dedi. Ona; “Bu neredendir? Benim ateşte yanmamı mı istiyorsun?” deyip yemedi. Çünkü onun, hüküm vereceği şeyin karşılığı olarak verilen bir hediye olduğunu zannetmiştir.”

Yine oğlu anlatır: “Birgün babama, Şeref bin Uneyn gelip yanına oturdu ve ona: “Sultan sana, selâm ediyor ve filân kimse hakkında da muhakemede şöyle şöyle davranılmasını tavsiye ediyor” deyince, kadı öfkelenip: “Dînimiz, bu konuda tavsiyeyi kabûl etmez. Sultan ile başkaları arasında fark gözetmez. Hak konusunda, herkese eşit davranmayı emreder” dedi. Sultan, onun bu cevâbı için; “Elbette doğru söyledi” deyip, istediğinden rücû’ ettiğini söyledi.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 196

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-1, sh. 445

3) Tekmiletü vefeyât-in-nakile cild-4, sh. 303

4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 60

5) Zeyl-i Ravdateyn sh. 106

6) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 170