İBN-İ ESÎR

Fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi, Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Abdülkerîm el-Cezerî bin Abdülvâhid eş-Şeybânî el-Mûsulî olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Lakabı ise İzzeddîn’dir. İbn-i Esîr el-Cezerî diye meşhûr oldu. 555 (m. 1160) senesi Cemâzil-evvel ayında Cezere-i İbn-i Ömer denilen yerde doğdu. 630 (m. 1233) senesi Şa’bân ayında Musul’da vefât etti.

İbn-i Esîr, ilk tahsilini doğduğu yer olan Cezire-i İbn-i Ömer’de yaptı. Gençliği de burada geçti, İlim öğrenmek için, babası ve kardeşleri Mecdüddîn Ebû Se’âdet-i Mübârek, Ziyâüddîn Ebü’l-Feth Nasrullah ile beraber Musul’a gelip, oraya yerleşti. Musul’dan sonra Şam’a, Bağdad’a ve Kudüs’e gitti. Birçok âlimden ilim ve ahlâk öğrendi. İbn-i Esîr Musul’da Hatîb-i Ebü’l-Fadl Ebü’l-Ferec Yahyâ es-Sekafî ve Müslim bin Ali es-Sinciyyî’den, Bağdad’da; Abdülmün’im bin Küleyb, Fakîh Yaîş bin Sadaka, Abdülvehhâb bin Sükeyne’den, Şam’da; Ebü’l-Kâsım bin Sasrâ’dan ilim öğrenip hadîs-i şerîf dinledi.

Devrin âlimlerinden hadîs ilmi öğrenen İbn-i Esîr, tekrar Musul’a döndü. Zamanını okumak, yazmak ve ziyârete gelenlere ilim öğretmekle geçirirdi. Evi, Musul’a başka yerlerden gelen ilim talebesi ile her zaman dolup taşardı. İbn-i Esîr’den ise; İbn-üd-Dübeysî, eş-Şihâb el-Kûsî, el-Mûcîd İbni Ebî Cerâde, eş-Şeref İbni Asâkir, Sunkur el-Kadâi ve birçok âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.

İbn-i Hılligân onun hakkında; “İbn-i Esîr’in Musul’daki evi; âlim, kâmil, fazilet sahibi zâtların toplandığı, ilmî müzâkerelerin yapıldığı bir yerdi. Haleb şehrinde İbn-i Esîr’in meclisinde bulundum. Onu tevâzu, fazilet ve güzel ahlâkta kâmil ve mükemmil olarak gördüm” demektedir.

Hadîs-i şerîf ezberlemede, hadîsleri tanıma, bilme ve bildirmede, hadîslere âit bilgilerde İmâm idi. Eski târihleri bilmede insanların önderi ve rehberi idi. Arabların nesebini, olayları, haberleri ve târihleri iyi bilen büyük bir âlimdi.

İbn-i Esîr’in yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunladır: 1-Târih-üd-devlet-il-Atâbekiyye: Bu eserde; İmâdeddîn Zengî’nin babası Aksungur’un vâliliğinden, Sultan İkinci İzzeddîn Mes’ûd zamanına kadar geçen süre içinde Zengî hânedanının târihini anlatır. Bu kitap, Zengîler târihinin ana kaynağıdır ve İmâdeddîn Zengî’nin hayâtı hakkında çok geniş ve kıymetli bilgi vermektedir. İbn-i Esîr, bu hânedan hakkındaki geniş bilgileri, İmâdeddîn Zengî’nin himâyesi altında yaşıyan babasından nakletmiştir. 2- El-Lübâb fî tehzîb-il-ensâb: Ebû Sa’d Abdülkerîm Sem’ânî’nin “Ensab” kitabının kısaltılmış ve düzeltilmiş şeklidir. Üç cilddir. 3- El-Câmi-ül-kebîr fî ilm-il-beyân, 4- Âdâb-üs-siyâde, 5- Tuhfet-ül-acâib ve tarfet-ül-garâib, 6- Kitâb-ül-cihâd, 7-Târih-ül-mevsîl, 8- Üsüd-ül-gâbe fî ma’rifet-is-Sahâbe: Bu eser beş cild olup, yedibinbeşyüz Eshâb-ı Kirâmın hâl tercümesini bildirmektedir. İbn-i Esîr bu kitabını, hiçbir kitaba müracaat etmeden yazdığını bildirir. Bu eser 1280 (m. 1863) senesinde basıldı. Bu eserin önsözünde, İbn-i Esîr özetle şöyle demektedir:

“Dünyâ ve âhıret saadeti, din bilgilerini öğrenmekle ele geçer. Bu sebeble din bilgileri çok yüksek ve kıymetlidir. Dînî ilimlerin iki temel kaynağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir. Kur’ân-ı kerîmin nakli sözbirliği ile olduğu için râvilerinin hâllerini söylemeye lüzum yoktur. Helâl ve haramı bildiren ikinci kaynak hadîs-i şerîfler olduğu için, onların râvîlerini bilmeye ihtiyâç vardır. Bunların hâllerini, işlerini, neseblerini, rivâyet yollarını tanımak, dînimizin en önemli mes’elelerindendir. Bu râvî zincirinin ilk halkası Eshâb-ı kiramdır. Allahü teâlânın Peygamberini görmek ve O’nun güzel ahlâkını, ahvâlini müşâhede etmek ve hikmet dolu mübârek sözlerini işitmek ve ezberlemek, kendilerinden sonrakilere Peygamberimizi (s.a.v.) ve getirdiği yolu öğretmek gibi, İslâm dininin en mukaddes şereflerine nail oldular. Bu sebeple Kur’ân-ı kerîmde medh ve sena edilen, Muhammed aleyhisselâm tarafından övülen Eshâb-ı Kirâmın kıymetleri çok ve yüksek olduğundan, her şeyden önce onların hâllerini, vasıflarını öğrenmek mukaddes bir vazîfedir.

Bu sebeple İslâm âlimleri Eshâb-ı Kirâm hakkında pekçok eser meydana getirdiler, İbn-i Mende, Ebû Nuaym, el-İsfehânî, Hâfız İbni Abdilber, Hâfız Ebû Mûsâ bunlardandır. Allahü teâlâdan doğruluk ve muvaffakiyet diliyerek, Hâfızamdaki bilgi ile eserimi yazmaya başladım.”

9- El-Kâmil fit-Târîh: Bu eser on iki cild olup, büyük bir târih kitabıdır. Eserinde, vak’aları dünyânın başlangıcından i’tibâren alıp, 628 (m. 1230) senesine kadar getirir ve olayları gayet akıcı ve güzel ifâdelerle nakleder. Taberî’nin rivâyetlerinin en sağlam senetlerini bildirir. Bu kitabın Leiden ve Beyrut’da baskıları yapıldı. Bu eserden ba’zı bölümler.

İbrâhim aleyhisselâmın oğlunu kurban etmesi kıssası: Birgün İbrâhim aleyhisselâm ibâdet ettiği mihrâbda uyudu. Rü’yâsında oğlu İsmâil ile otururken bir melek gelip; “Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ bu oğlunu kurban etmeni istiyor” dedi. Hazreti İbrâhim (a.s.) korku ile uyandı. Rü’yâ Rahmânî midir, yoksa şeytanî midir? diye tereddüt etti. O gün hep bu rü’yâyı düşündü. İkinci gece aynı rü’yâyı gördü. Rahmânî olduğunu anladı. Bu güne Arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rü’yâyı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmadı. Hanımı Hâcer’in yanına geldi ve ona; “İsmâil’i yıka, temiz elbiseler giydir. Gözlerine sürme çek ve güzel koku sür. Çünkü bir dostumuzun yanına gideceğiz” dedi. İsmâil’e de; “Yanına bıçak ile ip al” deyince, İsmâil (a.s.); “Bunları ne yapacağız?” diye sordu. Hazreti İbrâhim (a.s.); “Allah rızâsı için kurban keseriz” buyurdu. Yola koyulduklarında, İsmâil (a.s.) babasına; “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Babası; “Dostuma” deyince, o; “Evi nerededir?” diye sordu. Hazret-i İbrâhim (a.s.); “O, evden ve mekândan münezzehdir. Yer ve gök O’nun mülküdür” dedi. İsmâil (a.s.); “Ey Babam! Bizimle oturup yemek yer mi?” diye sorunca, Hazreti İbrâhim; “O, yemekten ve içmekten de münezzehtir” buyurdu. O sırada şeytan, bir fırsatını bulup, yaşlı bir adam kıyâfetinde Hazreti İbrâhim’in hanımı Hâcer’in yanına geldi ve; “İbrâhim aleyhisselâm oğlunu nereye götürdü?” diye sordu. O da; “Bir dostunu ziyârete” diye cevap verince, şeytan; “Hayır, onu kesmeğe götürdü” dedi. Hâcer hanım; “Baba oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna mânidir” dedi. Şeytan; “Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir” deyince, Hâcer hanım; “Allahü teâlânın emrine uymak elbette lâzımdır. O’nun emri ise, cân-ı gönülden kabûl ederiz” dedi. Şeytan yüz bulamayınca, yine aynı kıyâfette İsmâil’in (a.s.) yanına geldi ve ona; “Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?” diye sordu. O da; “Dostunun ziyâretine” deyince, şeytan; “Vallahi seni öldürmeğe götürüyor” dedi. İsmâil (a.s.); “Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü?” dedi. Şeytanın “Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir” demesi üzerine, İsmâil (a.s.); “O emretti ise, cân-ı gönülden râzıyım” dedi. Şeytan ondan da yüz bulamayınca, Hazreti İbrâhim’in yanına yaklaştı ve; “Ey İbrâhim, sen yanlış hareket ediyorsun. Şeytan sana vesvese verdi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişman olursun. Ama fayda etmez” dedi. İbrâhim aleyhisselâm onun şeytan olduğunu anladı ve; “Vallahi bu Hak teâlânın emridir ve sen şeytansın, İbrâhim’e ve akrabasına zarar yapamazsın” buyurdu. Bunun üzerine şeytan rezîl olup döndü. İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu, nihâyet Büseyr dağına geldiler. Hazreti İbrâhim oğluna dönüp; “Ey oğlum! Rü’yâmda seni kurban etmem emredildi.

Buna ne dersin?” diye sordu. Oğlu İsmâil; “Babacağım, ne türlü emir almış isen onu yap. Allahü teâlânın izni ile benim sabredenlerden olduğumu göreceksin. Ey babam! Senin rızândan başka muradım yoktur. Senin gibi babanın hakkını ödemek, saadetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer izin verirsen, birkaç vasıyyetim vardır. Onu size söyliyeyim” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Söyle, ey saâdetli oğlum” dedi. İsmâil aleyhisselâm dedi ki: “Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemiyeyim. İkincisi; mübârek eteğini kaldır ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakma ki, babalık şefkatiyle emri geciktirmiyesin. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür. Benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona de ki, oğlun sana şefaatçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyâmet gününde cenâb-ı Haktan seni diler. Başka birşey istemez. Ümîd edilir ki, Hak teâlâ red eylemez. Altıncı vasıyyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla.” Hazreti İbrâhim (a.s.), oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinledi. Mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Çok ağladı ve; “Yâ Rabbî! Bana bu hâlimden dolayı rahmet et, acı. Eğer günahım sebebiyle bana acımıyorsan, bu temiz ma’sûma acı” dedi. Sonra İsmâil aleyhisselâm günahsız ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu belâ için bana sabır ver” diye niyazda bulunduktan sonra, babasına dönüp; “Ey babam! Görüyor musun? Gök kapıları açılmış, ba’zı melekler bize bakıp hayretlerinden cenâb-ı Hakka secde etmişler. Ba’zıları da Hak teâlâya münâcaat edip; “Yâ Rabbi! Bir peygamber bir peygambere bıçak çekmiş, başı ucunda duruyor. Senin rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor. Sen onlara merhamet eyle diyorlar” dedi.

Daha sonra İbrâhim aleyhisselâm oğlunu güzelce bağladı. Yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum, gözümün nûru, gönlümün sürûrudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurban etmeğe hazırım. Sana hamd ve sena ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver” deyip, bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve; “Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrar görüşmek kıyâmet günü olur” dedi. Bu arada İsmâil aleyhisselâm; “Ey babacığım! Acele et. Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emîr yapmakta geciktiğimiz için Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Ey babam! Elimi ayağımı çöz, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halîlinin oğlu, Allahü teâlânın işinden râzıdır desinler” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlunun sevgisini kalbinden çıkardı. Hak teâlânın ismini zikrederek bütün gücüyle bıçağı oğlunun boynuna sürdü. O anda Hak teâlâ, Cebrâil’e emr ederek; “Yetiş bıçağı çevir” buyurdu. O da Sidret-ül-Müntehâ’dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha sürdü, yine kesmedi. Ne kadar uğraştı ise kâr etmedi, İsmâil aleyhisselâm; “Ey babam! Ne kadar şefkatlisin ki, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma ki, hizmette kusur etmeyesin” dedi. Hazreti İbrâhim bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına kuvvetlice sürdü. Yine kesmedi. O anda Allahü teâlâdan şu nidâ geldi: “Yâ İbrâhim! Elbette sen rü’yânı tasdîk ettin. Sana düşen vazîfeyi tam olarak yaptın. Şimdi bana münâsib olan lütuf ve keremimi gör. Başını kaldırıp dağa bak!” Hazreti İbrâhim dağa baktı. Bir koç gördü. Kırk yıl Cennette otlamış idi. Cenâb-ı Hak; “Bu, senin oğluna fedadır” buyurdu. Hazreti İbrâhim koçu yakalayıp kurban ederken; “La ilahe illallahü vallahü ekber” dedi. İsmâil aleyhisselâm gözlerini açıp! “Allahü ekber ve lillâhil hamd” dedi. İbrâhim aleyhisselâmın koçu kurban ettiği yerin, Minâ olduğu rivâyet edilir.”

Lût aleyhisselâm ve kavminin kıssası: Lût aleyhisselâm Sedum’a yerleştikten sonra, Allahü teâlâ onu kavmine peygamber olarak göndermişti. Lût kavmi ahlâken çok düşük, fuhuş ve her türlü kötülükte ileri gitmiş, küfür ehli ve Allahü teâlâya âsî bir topluluk idi. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bu kavmi kötülemiştir. Bu kavmin insanları arasında livâta çok yaygınlaşmıştı. O mahalden geçen yolcuların bile ırzlarına tecâvüz ediyorlardı. Lût aleyhisselâm, kavmini îmâna çağırdı ve yaptıkları bu hayâsızlıktan vazgeçmelerini bildirdi. Eğer tövbe etmezlerse, acı bir azâba düşeceklerini onlara söyledi. Kavmi, Lût aleyhisselâmı dinlemedi ve onu küçümsiyerek; “Haydi, şayet söylediklerin doğru ise, Allahın azâbının nasıl olacağını bize göster” diyerek onunla alay ettiler. Hazreti Lût (a.s.) çaresiz kalarak Allahü teâlâya bu kavme azâb etmesi için niyazda bulundu. Hak teâlâ Peygamberinin duâsını kabûl ederek, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte iki meleği Lût aleyhisselâma gönderdi. Bunlardan biri Mikâil, diğeri İsrâfil aleyhisselâm idi. Bu üç melek, erkek insan kılığında yaya olarak Lût aleyhisselâmın evine geldiler. Kapıda Hazreti Lût’un kızı ile karşılaştılar ve ona; “Ey komşu kızı! Size misâfir olarak girelim mi?” dediler. Kız; “Evet, fakat babamı içeriden getirene kadar olduğunuz yerde durunuz” dedi. Zîrâ kız, bu güzel yüzlü misâfirlere kendi kavminin zarar vereceğinden korkmuştu, içeri girip babasına haber vererek; “Ey babam! Bize güzel yüzlü gençler misâfir olmak istiyor, sen onlara yetiş. Bu kavim onları yakalayıp zarar vermesinler” dedi. Kavmi, Hazreti Lût’a evine erkek misâfir almasını yasakladığı için, bu misâfirleri gizlice evine aldı. Bu misâfirlerden sâdece ev halkının haberi vardı. Fakat, Hazreti Lût’un hanımı gizlice evden çıkıp, kavmine; “Evimize öyle güzel yüzlü ve güzel kokulu misâfirler geldi ki, bunlar gibisini ömrümde hiç görmedim” diyerek, evinde bulunan misâfirleri haber verdi. Kavmi derhal Hazreti Lût’un evine geldiler. Hazreti Lût; “Ey kavmim! Allahü teâlâdan korkun. Misâfirlerimin önünde beni rezîl rüsvâ etmeyin, içinizde aklı başında hiç bir kimse yok mu?” dedi. “Biz sana misâfir kabûl etmeyi yasaklamadık mı?” dediler. Bunun üzerine Hazreti Lût (a.s.); “Keşke size karşı gücüm ve kuvvetim yeterli olsaydı, muhkem bir kaleye sığınabilseydim” diyerek kapısını kapattı. Fakat dışarıdakiler kapıyı o kadar zorladılar ki, Hazreti Lût kapıyı Cebrâil’in işâretiyle açtı. Cebrâil aleyhisselâm cenâb-ı Hakdan izin alarak kanadını şiddetle açar açmaz, içeri girenlerin gözleri tamamen kör oldu. İçeri girenler birbirlerini çiğneyerek, feryâd ettiler ve “Lût’un evini dünyânın en güçlü sihirbazları istilâ etmiş” diyerek bağırıştılar. “(Hazreti Lût’un misâfirleri) şöyle dediler: “Ey Lût! Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz, onlar asla sana dokunamazlar. Hemen gecenin bir vaktinde ev halkınla çık git ve içinizden hiçbiri geri kalmasın, ancak hanımın müstesna. Çünkü kavmine isâbet edecek azap, ona da gelecektir. Onların helak zamanı sabah vaktidir. Sabah, yakın değil mi?” (Hûd-81). Hak teâlâ, Hazreti Lût (a.s.) ile ev halkını Şam ülkesine doğru yola çıkardı.

Anlatıldığına göre; sabah olunca, Cebrâil aleyhisselâm kanadını açıp onların bulundukları beş köyün altına sokarak, köyde ne kadar canlı ve cansız varsa göklere doğru kaldırdı. Bu köyleri öyle yükseğe kaldırdı ki, gök ehli, köylerin horoz ve köpek seslerini işittiler. Sonra bunları ters çevirip, yere çarptı. Bu işten sonra sağ kalanların üstüne taş yağmuru gönderilerek, köylerde olmıyanlar da yok edildi. Bu sırada gürültüyü işiten ve sarsıntıyı duyan Hazreti Lût’un karısı; “Eyvahlar olsun, kavmime yazık oldu” diyerek kaçmaya başladı. Başına bir taş isâbet ederek, o da helak olanlar arasına katıldı.

Bir rivâyete göre, bu köylerde yaklaşık dörtyüzbin kişi yaşamakta idi. Helak edilen bu beş köyün isimleri şunlardır: Sedûm, Sab’a, Umra, Duma ve Sa’va. Bunların en büyüğü Sedûm köyü idi.”

Eyyûb aleyhisselâmın kıssası: “Bu Peygamber, Rum diyarına gönderilmişti. Hazreti Eyyûb’un annesi Lût aleyhisselâmın, babası Ya’kûb aleyhisselâmın soyundandır. Hazreti Eyyûb, müslümanların arasını bulmak, Allahü teâlânın bir olduğunu bildirmek ve herkese iyilik dilemekle vazîfelendirilmişti. Kendisinin bir şeye ihtiyâcı olunca, önce secdeye kapanır, sonra da Allahü teâlâdan isteğini dilerdi.

Eyyûb aleyhisselâmın başına gelen her türlü belâ, mel’ûn İblîs’in yüzünden olmuştur. Eyyûb aleyhisselâm, Allahü teâlâyı andığı zaman, göklerde bulunan meleklerin ona salât ve selâmla cevap verdiğini duyan şeytan, onu kıskanıp îmânını bozmak için Hak teâlâya yalvardı. Cenâb-ı Hak, Hazreti Eyyûb’u imtihan etmek için mel’ûn şeytana izin verdi. Şeytan bunun üzerine kendi toplumunun ileri gelenlerini toplayarak Hazreti Eyyûb’e sataşmaya başladı. Eyyûb aleyhisselâmın Şam civarında Beseniyye denilen yerde verimli ve geniş bir tarlası vardı. Bu yerde bin koyun, çobanları başında olduğu hâlde otlardı. Ayrıca üçbin dönümlük verimli bir toprağında da beşyüz köle çalışırdı. Şeytan, Hazreti Eyyûb’un malına musallat olup, malını ve mülkünün tamâmını yok etti. Buna rağmen Hazreti Eyyûb, bu âfet karşısında hiç bir şikâyette bulunmayarak, Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu. Allahü teâlâya yaptığı ibâdetlerde ve O’na bağlılığında bir adım dahî gerilemedi. Zîrâ cenâb-ı Hak, Hazreti Eyyûb’e verdiği belâlarla birlikte, ona bu türlü belâlara ve musibetlere katlanacak sabrı da vermişti. Şeytan onda bu sabrı görünce, Eyyûb aleyhisselâmın çocuklarına sataşmak için Allahü teâlâdan izin istedi. Allahü teâlâ şeytana bu izni verince, o da Hazreti Eyyûb’un çocuklarını helak etti. Fakat Hazreti Eyyûb sabr etti. Şeytan, bir türlü Hazreti Eyyûb’un bedenine, aklına ve kalbine girmek ve ona sataşmak imkânı bulamadı. Şeytan daha sonra yaralı bereli bir insan kılığında Hazreti Eyyûb’un yanına gelerek, başına gelenleri ve derdini anlattı. Hazreti Eyyûb şekil değiştirmiş olan şeytanın bu hâline acıdı, kalbi yumuşayarak ağlamaya başladı. Üzüntüsünden yerden bir avuç toprak alarak başına döktü. Şeytan onun bu davranışından hoşnut oldu. Biraz sonra Hazreti Eyyûb bu yaptığından pişmanlık duyarak tövbe ve istiğfarda bulundu. Yanında bulunan koruyucu melekleri, şeytandan önce Hazreti Eyyûb’un tövbesini Allahü teâlâya bildirmek üzere yükseldiler.

Şeytan, Eyyûb aleyhisselâmın cenâb-ı Hakka karşı yaptığı ibâdetlerinde gerilemediğini ve belâlara karşı gösterdiği sabrı görünce, Hak teâlâdan Hazreti Eyyûb’un bedenine musallat olmak için izin istedi. Allahü teâlâ, kalbi, dili ve aklı hâriç olmak üzere, İblîs’e, Eyyûb aleyhisselâmın bedenine musallat olmaya izin verince, şeytan Hazreti Eyyûb’un yanına gitti. Onu Allahü teâlâya secde ederken bulunca, bütün gücüyle burnuna öyle bir üfledi ki, Hazreti Eyyûb’un bedeni yanmaya ve etleri dökülmeye başladı, bedenini kurt ve böcekler sardı. Bu kurtların birisi yere düşünce, mel’ûn şeytan onu tekrar Hazreti Eyyûb’un üstüne koyarak kurda; “Allahın verdiği rızkı yemeğe bakmalısın” derdi.

Eyyûb aleyhisselâm böylece cüzzam hastalığına düçâr olup, vücûdunda iri iri kabarcıklar çıkmaya başladı. Bu kabarcıklar patlayıp cerahatli akıntılar vücûdunu sardı, öyle oldu ki, bu cerahatlerin kokusundan kimse yanına yaklaşamazdı. Bu yüzden köy halkı onu, hanımı hâriç yanına herhangi bir kimse yaklaşmamak üzere, köyün dışında bir yere çıkardılar. Eyyûb aleyhisselâm orada yedi sene yalnız başına kaldı. Allahü teâlâdan başka ona yardımcı bir kimse bulunmazdı.

Hazreti Eyyûb’un üzerine çöken bu belâ ve musibetler artınca, hanımı ona; “Sen, Allahü teâlâdan sana şifâ ihsân etmesini dile” dedi. Bunun üzerine Hazreti Eyyûb hanımına; “Biz, yetmiş sene rahat ve ni’metler içinde yaşadık. Şimdi de bir o kadar belâ ve musibetlere katlanalım. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ bana şifâ verir de sıhhatime kavuşursam, sana yüz sopa vuracağım” dedi.

Başka bir rivâyete göre: İblîs Eyyûb aleyhisselâmın hanımına görünerek; “Size ne kadar belâ ve musibet düştü?” diye sorunca, Hazreti Eyyûb’un hanımı; “Allahü teâlânın takdîr ettiği kadar belâ ve musibete düçâr oluruz” dedi. Şeytan ona; “Benimle gel. Bu da Allahü teâlânın takdîridir” diyerek, onu, onların elinden çıkan malların bulunduğu vadiye götürdü. Onları göstererek; “Bana secde edersen, bunları size geri vereceğim” dedi. Hazreti Eyyûb’un hanımı şeytana; “Benim beyim var. Ancak ondan emir alırım” dedi. Daha sonra Hazreti Eyyûb’un yanına gelerek durumu ona anlattı. Hazreti Eyyûb hanımına; “Bu teklifi yapanın şeytan olduğunu anlamadın mı? Şayet ben şifâya kavuşursam, sana yüz sopa vuracağım” diyerek hanımını yanından uzaklaştırdı ve ona şöyle dedi: “Senin getirdiğin yiyecek ve içecek bana haram olsun. Yiyecek olarak ne getirirsen getir, bir lokma almayacağım. Benden uzaklaş, seni görmek istemiyorum”. Bunun üzerine hanımı onu terk ederek, oradan uzaklaştı. Hazreti Eyyûb aleyhisselâm hanımını yanından uzaklaştırıp, kendisine yemek getirecek bir kimse bulamayınca secdeye kapanıp, Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Ey Rabbim! Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” (Enbiyâ-83). Bunun üzerine Allahü teâlâ meâlen; “Ayağınla yere vur. İşte hem yıkanacak, hem içecek serin bir su!.. (Yıkan ve iç, yorgunluğun ve hastalığın geçsin) (Sâd-42) buyurdu.

Hanımı Hazreti Eyyûb tarafından kovulduktan sonra, kendi kendine; “Ben onu neden yalnız bıraktım? Şimdi ona kim bakacak, açlıktan ölebilir. Onu canavarlar yerse ne yaparım?” diye düşünerek, kocasının yanına geri döndü. Oraya varınca, şifâ bulmuş, afiyette bir kişi görünce, şaşkın şaşkın ona; “Ey Allahın kulu! Burada hastalıktan bitkin düşmüş bir kişi vardı. Onu gördün mü?” diye sordu. Hazreti Eyyûb hanımına; “Onu görürsen tanıyabilir misin?” diye sorunca, hanımı; “Evet” cevâbını verdi. Hazreti Eyyûb; “İşte o zât benim” deyince, hanımı onu tanıdı. Derhal kocasının boynuna sarıldı. Bu kucaklaşma bir hayli uzun sürdü. Hazreti Eyyûb’ün mal ve çocukları eksiksiz olarak kendisine geri verilinceye kadar, hanımı Hazreti Eyyûb’ün boynundan ellerini çözmedi. Eyyûb aleyhisselâm, üzerinden dert ve belâlar kaldırıldıktan sonra yetmiş sene daha yaşamıştır. Kendisine şifâ verilince, Allahü teâlâ, üzerinde yüz hurma tanesi olan bir dal ile hanımına vurarak yemînini yerine getirmesini emretti. O da söylenileni yaparak, Allahü teâlânın emrini ve yemînini yerine getirmiş” oldu.”

Yûsuf aleyhisselâm kıssası: “Hazreti Ya’kûb’un, Yûsuf isminde bir oğlu vardı. Bakılıp yetiştirilmesi için kız kardeşinin yanına vermişti. Bu hanım, Yûsuf’u çok sevmişti. Onu gözü önünden ayırmaz olmuştu. Hazreti Ya’kûb, kız kardeşine; “Ey kardeşim! Yûsuf’u artık bana teslim et. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun benden biraz uzak kalmasına dayanamıyorum” dedi. Kız kardeşi, ona; “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben de ondan bir an uzak kalamıyorum” dedi. Kız kardeşi, babasının Yûsuf’u almaya niyetli olduğunu görünce, çocuğu vermemek için, babasının kuşağını alarak Yûsuf’a sardı ve Yûsuf’u evin bir köşesinde sakladı. Sonra ev halkına; “Babamın kuşağı kayboldu. Kimin aldığını araştıralım” dedi. Ev aranınca, kuşak Yûsuf’un beline bağlı olarak bulundu. Âdetlerine göre, evinden bir şey çalınan kimse, hırsızı bulunca, hırsız üzerinde hak sahibi olup, bulana müdâhale edilemezdi. Bu âdete dayanarak, Hazreti Ya’kûb’un kız kardeşi, Yûsuf’u ölünceye kadar yanında tuttu. Kızkardeşi vefât edince, Hazreti Ya’kûb oğlunu yanına aldı.

Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları arasında en çok Yûsuf’u severdi. Bu yüzden diğer kardeşleri onu çok kıskanırlardı. Hazreti Yûsuf, bir gece rü’yâsında, onbir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. Rü’yâsını babasına anlatır. Yûsuf o zaman oniki yaşında idi. Babası ona; “Yavrum, rü’yânı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana açık bir düşmandır” (Yûsuf-5) dedikten sonra, rü’yâsını yorumlayarak; “İşte bu rü’yân delâlet ettiği gibi, Rabbin seni seçecek ve sana rü’yâ ta’birini öğretecektir” (Yûsuf-6) dedi. Bu sırada Hazreti Ya’kûb’un hanımı, Yûsuf’un babasına rü’yâsını anlattığını ve babasının da bu rü’yâyı ne türlü ta’bir ettiğini duydu. Hazreti Ya’kûb hanımına; “Yûsuf’un anlattıklarını gizli tut ve kardeşlerine anlatma” diye ikâzda bulundu. Hanımı ona karşı peki dedi, fakat çocukları hayvan otlatmaktan geri dönünce onlara anlattı. Yûsuf’a karşı kin ve kıskançlıkları artan kardeşleri, annelerine rü’yâyı şöyle ta’bir ederler; “Babamız güneş, ay ise sensin. Onbir yıldız ise bizleriz.” Kendi aralarında anlaşarak, Yûsuf ile babasının arasını açmaya çalışırlar. “Kardeşleri aralarında şöyle demişlerdi: Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki, biz kuvvetli bir topluluğuz. Doğrusu babamız açıkça yanılmaktadır, (içlerinden biri dedi ki) Yûsuf’u öldürün, yâhud onu uzak bir yere atın ki, babanızın sevgisi, yalnız size kalsın ve ondan sonra tövbe edip sâlih bir kavim olasınız” (Yûsuf: 8-9) Kardeşler arasında en akıllı ve faziletlisi olan Yahûda şöyle dedi: “Yûsuf’u öldürmeyin de, bir kuyu dibine bırakın ki, bir yolcu kâfilesi onu kayıp mal olarak alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın” (Yûsuf-10). Böylece Yûsuf’u öldürmeyeceklerine dâir kardeşlerinden söz alır.

Sonra Yûsuf’la oyun oynamak üzere hep birlikte kıra çıkmağa karar vererek babalarının yanına gittiler. Babaları çocuklarına; “Ne sebeple geldiniz? Bir ihtiyâcınız mı var?” diye sordu. Çocuklar babalarına şöyle dediler; “Ey babamız, sen bize Yûsuf’u neden emniyet etmiyorsun? Biz onun için hayır isteyicileriz. Yarın onu bizimle beraber (kırlara) gönder de gezsin oynasın, muhakkak biz onun koruyucularıyız. Babaları dedi ki; “Onu götürmeniz, cidden beni endişeye düşürür. Siz kendisinden habersiz iken (oyuna dalmışken) onu kurt yemesinden korkarım.” (Yûsuf: 11-13).

Ya’kûb aleyhisselâmın şüphelenmesinin sebebi, bir gece gördüğü rü’yâ idi. Rü’yâsında Yûsuf’u, etrâfında onu yemek için bekleyen on kurt ile dağ başında gördü. Bu kurtlardan birinin Yûsuf’u korumaya çalıştığını, yer yarılarak Yûsuf’un içine düştüğünü, ancak üç gün sonra çıktığını, içlerinden birinin de, Yûsuf için korktuğunu görmüştü. Çocuklar babalarına; “Vallahi biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse, biz o hâlde çok ziyan ederiz dediler” (Yûsuf-14). Ya’kûb aleyhisselâm onların bu sözlerine güvenmiş, onlara inanmıştı. Bu arada Yûsuf da söze karışarak, babasına; “Babacığım, beni de onlarla gönder” dedi. Babası Yûsuf’a; “Gitmek istiyor musun?” diye sorunca, Yûsuf “Evet” cevâbını verdi. Bunun üzerine babası gitmesine izin verdi. Yûsuf da onlarla birlikte yola çıktı. Çayıra vardıkları zaman, kardeşler aralarında kavga çıkararak, Yûsuf’u ölesiye dövdüler. Büyük kardeşleri Yahûda onlara; “Hani bana öldürmeyeceğinize dâir söz vermiştiniz” diyerek, Yûsuf’u öldürmelerine mâni oldu. Daha sonra onlar Yûsuf’un üzerindeki gömleği alıp, bağlıyarak bir kuyuya attılar. Yûsuf, kuyunun içinde bulunan bir kayanın üstüne çıkıp oturdu. Kardeşleri yukarıdan onun ölüp ölmediğini anlamak için aşağıya bağırdılar. Yûsuf onlara cevap verince, yukarıdan ona, öldürmek için taş atmaya başladılar. Bu sırada yine Yahûda onlara mâni oldu. Sonra Allahü teâlâ Yûsuf’a meâlen şöyle vahy gönderdi: “Muhakkak sen onlara, hiç farkında değillerken bu işlerini haber vereceksin” (Yûsuf-15).

Kardeşleri Yûsuf’u kuyuya attıktan sonra, yatsı vakti ağlıyarak babalarının yanına geldiler ve babalarına; “Ey babamız, biz gittik koşu yapıyorduk. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Bir de gördük ki, onu kurt yemiş. Şimdi biz sana ne kadar doğru söylesek de, sen bize inanmazsın, dediler. Babaları onlara, hayır, nefsleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş. Artık benim işim güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı da, yardımına sığınılacak ancak Allahtır, dedi” (Yûsuf: 17-18). Daha sonra Ya’kûb aleyhisselâm, çocuklarından Yûsuf’un gömleğini göstermelerini istedi. Çocukları ona Yûsuf’un gömleğini gösterdiler. Hazreti Ya’kûb onlara; “Hayret, ben bunun gibi bir kurt görmedim. Oğlumu parçalayıp yesin de, gömleğine hiçbir şey olmasın” diyerek düşüp bayıldı. Kendine gelince uzun süre ağladı.

Yûsuf (a.s.) üç gün kuyuda kaldı, içlerinden biri Yûsuf’a yemek götürdüğü gün, onun, bir kervandakiler tarafından kurtarıldığını gördü. Kervandakilere; “Bu, bizim kölemiz idi, kaçtı” dedi ve Yûsuf’u onlara çok ucuz fiyata sattı. Yûsuf o zaman onsekiz yaşında idi. Kervandakiler onu Mısır’a götürüp, sultânın mâliye vekîli Azîz’e sattılar. Azîz hanımına şöyle dedi: “Bunun yerini iyi yap, kendisine güzel bak, umulur ki bize bir faydası dokunur veya onu evlâd ediniriz” (Yûsuf-21). Vekîlin hanımı genç ve güzel olup ismi Zeliha idi. Bir zaman sonra Zeliha Yûsuf’a âşık oldu. Birgün Yûsuf’u yanına da’vet etti. Bu esnada evin bütün kapılarını kilitledi, ikisi başbaşa kalınca, Yûsuf’u kendine çağırdı. Yûsuf ona; “Allaha sığınırım. Doğrusu o (kocan) efendimdir. Bana güzel bakmıştır. Gerçek budur ki, zâlimler (zinâ yapanlar) kurtulamazlar” (Yûsuf-23) dedi.

Zeliha, Yûsuf’u kendine çekmek istiyerek, onun güzelliğinden şöyle söz etti: “Ey Yûsuf! Gözlerin ne güzeldir.” Yûsuf ona; “Gözlerim, vücûdumda ilk türeyen nesnedir” deyince, Zeliha ona yine; “Ey Yûsuf! Gözlerin ne güzeldir!” dedi. Yûsuf ona; “Bedenimden ilk akıp gidecek olan nesnedir” dedi. Zeliha; “Ey Yûsuf! Yüzün ne güzeldir” deyince, o; “O, benden çok toprağın malıdır” cevâbını verdi. Zeliha, Yûsuf’a öyle dil döktü ki, Yûsuf artık dayanamaz hâle geldi. Tam Zeliha’ya yaklaşacağı sırada ilâhî ihtârı gördü. Bu durum, Kur’ân-ı kerîmin Yûsuf sûresinin yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kadın, gerçekten ona niyetlenmiş ve o da kadına niyetlenmişti. Eğer Yûsuf, Rabbinin burhanını (ilâhî ihtarını) görmemiş olsaydı, olacak olan olurdu, işte biz, ondan fenâlığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlâslı kullarımızdandır” buyuruluyor.

Yûsuf (a.s.) ilâhî ihtârı görünce, kalkıp kaçmak istedi. Kadın ise onu kovaladı. Kapıdan çıkacağı sırada, Zeliha Yûsuf’a yetişerek gömleğini arkasından yakalayıp çekince, gömlek yırtıldı. Yûsuf sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde buyurulduğu gibi; “Kapının yanında, hanımın efendisine rastgeldiler. (Hanım efendisine) dedi ki: Senin hanımına fenâlık yapmak istiyenin cezası, ancak zindana atılmak veya acıklı bir azaptır (onu dövmektir).. Yûsuf bu iftirayı kabûl etmemek için; “O, benim nefsime yaklaşmak istedi” dedi. Yûsuf efendisine, hanımının kötü maksadından kaçtığını, fakat onun kendisini yakalayıp gömleğini yırttığını anlattı. O sırada vekîlin yanında bulunan akrabası; “Durum ortada, Yûsuf’un gömleği önden yırtılmış ise, hanımın gerçeği söylüyor. Yok gömlek arkadan yırtılmış ise, Yûsuf gerçeği söylüyor” dedi. Gömlek getirildiğinde, arkadan yırtılmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine vekîl; “Bu söylediğin sözler sizin hîlenizdir. Gerçekten siz kadınların hilesi çok büyüktür” (Yûsuf-28) dedi. Vekîl Yûsuf’a; “Olanları unut ve bu olay hakkında kimseye birşey söyleme” dedikten sonra, hanımına da; “Sen de günâhına Allahtan mağfiret dile, doğrusu sen büyük günahkâr oldun” dedi. (Yûsuf-29).

Fakat bu olay çevrede hemen duyuldu. Saray kadınları vekîlin hanımı ile Yûsuf’u dillerine doladılar. Zeliha bu dedikoduyu duyunca, dayalı-döşeli bir sofra hazırlıyarak, saray kadınlarını evine da’vet etti. Kadınlar tam portakal soyacakları zaman, Zeliha Yûsuf’un odaya girmesini emretti. Yûsuf içeriye girince, kadınlar Yûsuf’un güzelliğini seyretmeye daldılar ve portakal yerine ellerini kestiler ve; “Bu bir insan değildir. Bu, ancak kerîm bir melektir” dediler. (Yûsuf-31). Zeliha misâfirlerine; “Benim hakkımda dedikodu yaptınız” dedi. Kadınlar Yûsuf’u gördüklerinde, akılları başlarından gittiği için, hatâlarını anladılar ve Zeliha’ya hak verdiler. Bunun üzerine Zeliha; “İşte, kendisi hakkında beni ayıplamış olduğunuz kişi budur. Yemîn ederim ki, ben onun nefsine yaklaşmak istedim de, o, iffet göstererek sakındı. Yine yemîn ederim ki, eğer emrimi yerine getirmezse, muhakkak zindana atılacak ve elbette zelîllerden olacaktır” dedi. (Yûsuf-32). Yûsuf, Allahü teâlâya karşı zelle işlemiş olduğundan, ceza olarak nefsine zindanı seçer ve şöyle duâ eder “Ey Rabbim! Bunların beni yapmaya çağırdığı işi yapmaktan, zindan bana daha sevimlidir. Eğer bu kadınların hilesini benden gidermezsen, ben onlara meylederim ve câhillerden olurum.” Bunun üzerine Rabbi, duâsını kabûl etti de, kadınların tuzaklarını kendisinden savdı. Çünkü Allah, söylenenleri işitir, yapılanları tamamen bilir” (Yûsuf: 33-34).

Vekîl, Yûsuf’un gömleğinin yırtıldığını, yüzünün tırmalandığını, Yûsuf’un şehâdetini ve misâfirlerin onu görünce ellerini kestiklerini görünce onu serbest bırakmağa karar vermişti. Fakat Zeliha, Yûsuf hakkında efendisine; “Bu köle, insanlar arasında haysiyet kırıcı bir olaya sebebiyet verdi. Namusumla oynadı, beni rezîl ve rüsvâ etti. Sözde beni elde ettiğini yaydı” iddiasında bulunarak, onun zindana atılmasına sebeb oldu. Yûsuf’la birlikte zindana Fir’avn’ın iki dostu da atılmıştı. Bu gençlerden biri Fir’avn’ın yemeğini hazırlar, diğeri ise içeceklerini getirirdi. Bu iki genç, efendilerini zehirlemeye çalıştıkları iddiasıyla zindana atılmışlardı. Bunlar bir gece rü’yâ gördüler. Rü’yâlarını Yûsuf’a anlattılar. “Biri; “Ben rü’yâmda kendimi şarap olacak üzüm sıkıyor gördüm” dedi. Öteki de; “Ben, rü’yâmda kendimi, başımın üstünde bir ekmek götürüyorum ve kuşlar ondan yiyor gördüm” dedi” (Yûsuf-36). Bunun üzerine Yûsuf onlara, Yûsuf sûresi otuzyedinci ve otuzdokuzuncu âyetlerinde bildirildiği gibi: “Size rızık olarak verilecek bir yemek, daha size gelmeden önce, onun ne çeşit ve nasıl bir yemek olduğunu size haber verdim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allaha inanmıyan ve topyekûn âhıreti inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa her şeye hâkim ve gâlib olan bir Allah mı?” dedi. Sonra Yûsuf bu iki hizmetkârın rü’yâlarını şöyle ta’bir etti: “Biriniz efendisine (eskiden olduğu gibi) yine şarap içirecek. Diğeri ise asılacak, sonra kuşlar başından yiyecek” (Yûsuf-41). Zindandan kurtulacak olana Yûsuf; “Beni efendinin yanında an. Benim hakkımda ona bilgi ver. Zîrâ ben, haksız yere zindana atıldım” dedi. Fakat o genç kurtulunca, Yûsuf’un söylediklerini unuttu. Bu arada Allahü teâlâ, Yûsuf’a vahy göndererek; “Ey Yûsuf! Benden başkasını mı kendine vekîl seçtin? Öyleyse zindan da kalma müddetini uzatacağım” buyurdu. Böylece Yûsuf, zindanda yedi sene kaldı. Fir’avn bir gece korkunç bir rü’yâ ile uyandı. Rü’yâsında yedi zayıf ineğin, yedi besili ineği yediğini ve yedi yeşil başağın da, diğer yedi kuru başağı sarmalayıp galip geldiğini gördü. Ülkesindeki bütün kâhinler ve sihirbazlar bu rü’yâyı ta’bir edemediler ve Fir’avn’a; “Bu gördüklerin, karma karışık rü’yâlardır. Biz böyle karışık rü’yâların ta’birini bilmeyiz, dediler” (Yûsuf-44). Bu sırada zindandaki “O iki delikanlıdan idamdan kurtulanı, nice zaman sonra (Yûsuf’u ve kendisine söylediklerini) hatırladı ve; “Ben, size onun ta’birini haber veririm, hemen beni (zindandaki Yûsuf’a) gönderin” dedi” (Yûsuf-45). Hizmetkâr, Fir’avn’ın emri ile zindana gönderildi. Rü’yâyı Yûsuf’a anlattı. Yûsuf hizmetkârın anlattığı rü’yâyı açıklıyarak şöyle dedi: “Yedi sene âdetiniz üzere ziraat yapınız. Hasad ettiğiniz ekinleri (bozulmamaları için) başaklarında bırakın, ancak yiyeceğiniz az bir miktarı öğütün. Sonra bunun arkasından yedi kurak yıl gelecek, tohumluk için saklıyacağınız az bir miktar hâriç olmak üzere, önceden biriktirdiklerinizi yiyip götürecek. Sonra bunun arkasından da bir yıl gelecek ki, onda insanlar sıkıntıdan kurtarılıp bereketlendirilecekler ve o zaman (üzüm, zeytin gibi mahsûllerini) sıkacak ve (süt hayvanlarını) sağacaklar” (Yûsuf: 47-49). Hizmetkâr Fir’avn’ın yanına dönerek, rü’yâsının ta’birini bildirdi. Fir’avn, Yûsuf’un verdiği haberlerin doğru olduğunu anladı ve adamlarına; “Yûsuf’u bana getirin” dedi. Yûsuf, kendisine gönderilen kişi ile zindandan çıkmadı ve ona; “Efendine dön de, o ellerini kesen kadınların hâli neydi, kendisinden sor. Muhakkak ki benim Rabbim, onların hilelerini bilendir” dedi. (Yûsuf-50). Elçi Fir’avn’ın yanına döndü ve Yûsuf’un söylediklerini ona bildirdi. Bunun üzerine Fir’avn, ellerini kesen bütün kadınları huzûruna çağırdı ve onlara, vaktiyle da’vet edildikleri yerde ellerinin kesilmesinin sebebini sordu. Onlar Fir’avn’a: “Hâşâ, Allah için biz onun aleyhinde bir fenâlık bilmiyoruz. (Fakat vekîlin hanımı, kölesi Yûsuf’tan muradına kavuşmak istediğini bize haber verdi)” dediler. Fir’avn, vekîlin hanımına gerçeği doğru olarak söylemesi için ısrar edince, Zeliha; “Şimdi hak, meydana çıktı. Onun nefsine yalaşmak isteyen ben idim. O ise, hakîkaten sâdıklardandır” dedi. (Yûsuf-51). Durum Yûsuf’a bildirilince, o şöyle dedi: “Kadınlara gerçeği i’tirâf ettirişim şunun içindi; vekîl bilsin ki, hakîkaten ben ona gıyabında hainlik yapmadım ve muhakkak ki, Allah hâinlerin hilesini muvaffakiyete ulaştırmaz” (Yûsuf-52). Bu sırada Cebrâil (a.s.) gelerek, Yûsuf’a; “O kadına karşı içinden bir istek duymadın mı?” diye sordu. Bunun üzerine Yûsuf; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder” dedi. (Yûsuf-53). Yûsuf aleyhisselâmın suçsuz ve emniyetli bir kimse olduğunu anlayan Fir’avn adamlarına; “Onu bana getirin, kendime onu has (yardımcı) edineyim, dedi” (Yûsuf-54).. Yûsuf’u zindandan çıkarmak için bir hizmetçi gönderdi. Hizmetçi Yûsuf’u hapisten çıkardı. Hazreti Yûsuf, zindanda bulunanların kurtulmaları için duâ etti ve zindanın kapısına; “Burası, canlıların mezarı, kederlilerin evi, dostlukların deneme yeri, düşmanları sevindiren bir yerdir” diye bir yazı yazdı. Sonra temizlenip giyindikten sonra, Fir’avn’ın huzûruna çıktı. Fir’avn ona; “Sen bugün yanımızda mühim bir mevki sahibisin, emînsin” dedi. (Yûsuf-54). Yûsuf aleyhisselâm Fir’avn’a; “Beni Mısır’ın hazîneleri üzerine me’mûr et. Çünkü ben iyi korur ve iyi bilirim” dedi. (Yûsuf-55). Fir’avn onu mâliye vekîline yardımcı ta’yin etti. Bir sene sonra mâliye vekîli ölünce, Yûsuf (a.s.) bu göreve getirildi, ölen mâliye vekîlinin hanımı Zeliha, Yûsuf ile Fir’avn tarafından evlendirildi. Yûsuf, Zeliha’ya; “Bu türlü evliliğimiz, önce yaptığın teşebbüsten daha hayırlı değil mi?” diye sordu. Zeliha ona; “Ey dost! Beni kınama. Çünkü o vakitler genç ve güzel bir kadındım. Allah seni çok güzel yarattığından, o vakitler nefsime yenilmiştim” dedi. Bu evlilikten iki oğlu ve Rahmet adında bir kızı oldu. Bolluk yıllarında çok zâhire toplandı. Kıtlık yıllarında her memleketten Mısır’a gelip, zâhire satın aldılar. Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri de, Ken’an ilinden Mısır’a erzak almaya geldiler. En küçükleri olan Bünyamin, Yûsuf’a çok benzerdi. Bu kardeşini babası göndermemişti. Yûsuf onlara; “Siz kimsiniz, casus olmayasınız?” dedi. Onlar, “Biz on erkek kardeşiz. Bir de sözü doğru, yaşlı bir babamız var. Biz, vaktiyle oniki kişi idik. Birgün kıra çıktık, kardeşimiz Yûsuf orada öldü. Bu kardeşimizi babamız çok severdi” dediler. Hazreti Yûsuf onlara; “Babanız ölen kardeşinizden sonra kimi çok sevdi?” diye sorunca, onlar; “Aramızda, ondan daha küçük olanı sevdi” dediler. Hazreti Yûsuf kardeşlerine; “Eğer onu bana getirmezseniz, benim yanımda bir ölçek (zâhire) yok ve bana yaklaşmayın” dedi. Onlar; “Onu (Bünyamini) babasından istemeye çalışırız ve herhalde başarırız” dediler” (Yûsuf: 60-61). Yûsuf aleyhisselâm hizmetçisine, kardeşlerinin verdiği zâhirenin bedelini, zâhirenin arasına koymasını söyledi. Kardeşleri memleketlerine varınca, durumu babalarına anlattılar ve Bünyamin’i de götüreceklerini söylediler. Babaları Ya’kûb (a.s.) onlara: “Bundan önce, kardeşi Yûsuf’u size emniyet ettiğim gibi, hiç onu size emniyet eder miyim? Allah en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” dedi. Nihâyet zâhire yüklerini açtıkları zaman, paralarını kendilerine iade edilmiş bulunca şöyle dediler: “Ey Babamız! Daha ne isteriz? İşte paramız da bize iade edilmiş, yine ailemize erzak getiririz, kardeşimizi de koruruz, hem bir deve yükü fazla zâhire alırız, şimdi bu aldığımız, pek az bir zâhiredir. Babaları; “Siz ölümle kuşatılmadıkça, muhakkak sûrette onu (Bünyamin’i) bana getireceğinize dâir Allahdan sağlam bir yemîni bana verişinize kadar, asla onu sizinle beraber göndermem” dedi. Onlar, babalarına te’minat verince, o şöyle dedi: “Allah söylediklerimiz üzerine vekîldir (onları yerine getirir)” (Mısır’a hareket etmek üzere olan çocuklarına) Ya’kûb dedi ki: “Ey yavrularım! Şehre bir kapıdan girmeyin de ayrı ayrı kapılardan girin (size nazar değmesin). Böyle olmakla beraber, Allahın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm ancak Allahındır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve tevekkül edenler de sâdece O’na dayanıp güvenmelidirler” (Yûsuf: 64-67). Çocuklar babalarının öğüdü üzerine Mısır’a değişik kapılardan girdiler. Yûsuf aleyhisselâm onlara ziyâfet verdi. Çok ikram eyledi.

Bünyamin’e gizlice kendini tanıttı. Ona; “Seni göndermiyeceğim, üzülme” dedi. Bünyamin’in yüküne bir altın tas koydurdu. Kardeşler memleketlerine dönerlerken, arkalarından “Hırsız var” diye sesler geldi. Onlar: “Biz hırsız değiliz” dediler. Bunun üzerine onlara; “Sözünüz yalan ise size ne yapalım?” diye sordular. Onlar da; “Çalınan mal hangimizde çıkarsa onu tutun. Biz böyle yaparız” dediler. Altın tas Bünyamin’in yükünde bulundu. Bunu yakalamak, Mısır kanunlarında yok idi. Fakat kardeşleri daha önce böyle birinin tutulacağını bildirmişlerdi. Böylece Bünyamin’i ellerinden aldı. Onlar Hazreti Yûsuf’a; “Babamız ihtiyârdır. Bunu çok sever. Bunun yerine bizim birimizi al” dediler. Hazreti Yûsuf onlara: “Biz, sizin sözünüzle bunu tutukluyoruz. Başkasını alırsak zâlim oluruz” dedi. Kardeşleri, utanarak ve sıkılarak babalarının yanlarına geldiler. Ya’kûb aleyhisselâm duruma çok üzüldü ve; “Bunda bir iş var! Mısır sultânı, bizim dînimizi ne bilir? Sabır güzel şeydir. Cenâb-ı Hak, beni çocuklarıma kavuşturabilir” buyurdu. Yûsuf, Yûsuf diye ağlamaktan, Hazreti Ya’kûb’un gözlerine perde geldi. Yûsuf kuyuya atılalı yirmibir yıl olmuştu. Kardeşleri ondan ümidi kesmişlerdi. Babası ise Allahü teâlâdan ümid kesmiyor ve onun küçük iken gördüğü rü’yâdan, kardeşlerinin ona boyun eğeceğini biliyordu. Hazreti Ya’kûb onlara; “Gidiniz, kardeşlerinizi arayınız! Allahdan ümid kesilmez” dedi. Mısır’a gittiler ve Hazreti Yûsuf’a; “Ey azîz! Biz fakiriz. Babamız ihtiyârdır. Bize lütuf ve ihsân et! Bize zâhire ver. Kardeşimizi de bağışla” deyip, yalvardılar. Hazreti Yûsuf gülerek onlara; “Yûsuf’a yaptığınızı unuttunuz mu?” diye sordu. Onlar; “Sen Yûsuf musun?” diye sorduklarında, o da; “Evet, ben Yûsuf’um. Bu da kardeşimdir. Cenâb-ı Hak bize ihsân etti. O, sabır edenleri mahrûm bırakmaz. Şu gömleğimi babamın gözlerine sürün ve hepsini buraya getirin” dedi. Onlar Mısır’dan gelirken, Ya’kûb aleyhisselâm; “Yûsuf’un kokusu geliyor” diyordu. Yanında bulunanlar ona; “Sen hâlâ, eski şaşkınlık üzeresin” dediler. Sonra, oğulları geldi. Hazreti Yûsuf’un gömleğini yüzüne koyunca gözleri açıldı. Hepsi birlikte Mısır’a gittiler. Yûsuf aleyhisselâm, Fir’avn ve ahâli ile onları uzaktan karşıladı. Onları saraya götürdü. Lâyık oldukları yere oturttu. Onlar da oğullarına kavuştukları için, derhal Allahü teâlâya secde-i şükür yaptılar. Onyedi sene sonra Ya’kûb aleyhisselâm vefât etti. Hazreti Yûsuf, babası vefât ettiği zaman ellialtı yaşında idi. Yüzon yaşında da Yûsuf aleyhisselâm vefât etti. Baba ve dedelerinin yanına gömülmesini vasıyyet ettiği için, Şam’a götürülüp babasının yanına defn edildi. Onu mâliye vekîli yapan Fir’avn daha önce vefât etti. Bundan sonra gelen fir’avnlar Benî-İsrâil’e kıymet vermediler.”

Mûsâ aleyhisselâm kıssası: Mûsâ aleyhisselâm, Ya’kûb aleyhisselâmın soyundandır. Hazreti Yûsuf’dan sonra, Mısır’da İsrâiloğulları iyice çoğaldı. Bunlar, Hazreti Ya’kûb ve Hazreti Yûsuf’un bildirdikleri dîne inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’ın eski yerlisi Kıbtî kavmi ise, yıldızlara ve putlara taparlardı ve İsrâiloğullarına hakaret gözüyle bakar, başlarında bulunan fir’avnlar onları esîr gibi ağır işlerde kullanırdı. Onların çoğalmasından endişe ederlerdi. Benî-İsrâil, Kıbtî kavminin kötü muâmelelerinden ve fir’avnların ağır işlerinden bezmiş, usanmışlardı. Bu bakımdan, dedelerinin eski yurtları olan Ken’an diyarına gitmek isterlerdi. Fakat fir’avnlar onların Mısır’dan çıkmasına izin vermeyip, eziyetlerini arttırırlardı. Mısır’ın idâresini elinde bulunduran ve fir’avn denilen krallar, kendilerine mezar olarak, dağ gibi piramitler yaptırıyorlar ve bu piramitlerin yapımında binlerce insanı zorla çalıştırıyorlardı. Allahü teâlâyı inkâr edip, ilâhlık da’vâsında bulunuyorlardı. Bu zamanda falcılık, sihirbazlık meslek hâline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler, sihirbazlar türemişti. Bu sırada Mısır halkının başında bulunan fir’avn, bir gece rü’yâsında Kudüs tarafından çıkan bir ateşin, Mısır’ın yerli halkı Kıbtileri yaktığını, İsrâiloğullarına ise hiç zarar vermediğini gördü. Bu rü’yâyı yorumlayan kâhinler, İsrâiloğullarından bir erkek çocuk dünyâya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve sen helak olacaksın, dediler. Bunun üzerine Fir’avn, oniki kabile hâlinde olan ve herbir kabilenin başında bir idârecisi bulunan İsrâiloğullarının birleşmesinden de iyice endişelendi, İsrâiloğullarından doğacak olan erkek çocuklarının öldürülmeleri için kanun çıkardı. Bu hâdise karşısında, İsrâiloğulları zor günler yaşadı. Fir’avn’ın emrine karşı gelenler ise, topluca öldürülüyordu. Bu sırada Mûsâ (a.s.) doğmuştu. Annesi, onun da öldürülmesinden korkarak çok endişeleniyordu. Kur’ân-ı kerîmde onun kalbine şöyle ilham edildiği bildirilmektedir: “Mûsâ’nın annesine şöyle ilham, ettik: “Bu çocuğu (Mûsâ’yı) emzir; sonra öldürülmesinden korktuğun zaman, onu suya (Nil nehrine) bırakıver, boğulmasından korkma, ayrılmasından kederlenme. Çünkü biz, muhakkak onu sana geri vereceğiz ve kendisini peygamberlerden yapacağız.” (Kasas-7) Mûsâ’nın annesi, onu bir sandığın içine koyup Nil nehrine bıraktı. Nehir üzerinde akıp giderken, akıntı onu Fir’avn’ın sarayına doğru sürükledi. Fir’avn’ın hanımı Âsiye, sandığı görerek, yakalayıp saraya götürdü. Sandığı açıp, içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce, ona cân-ı gönülden muhabbet edip; “Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar, yahut onu oğul ediniriz” dedi. Onu emzirmek için pek çok süt analar getirtti. Mûsâ (a.s.) hiç birisinin memesini almadı. Annesi, çocuğunun Fir’avn’ın sarayına alındığını ve süt annesi arandığını öğrendi. Hemen gidip süt annesi olabileceğini söyledi. Mûsâ (a.s.) derhal onun memesini aldı ve bunun üzerine Fir’avn’ın hanımı Âsiye onu süt annesi olarak kabûl etti. Böylece, kimsenin haberi olmaksızın, kendi oğlunu Fir’avn’ın sarayında emzirip büyüttü. Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn’ın sarayında büyüdükten sora, sarayı terk edip, akrabalarının ve büyük kardeşi Hârûn’un yanına gitti. Birgün gördü ki; “İsrailoğullarından biriyle bir Kıbti kavga ediyor. Hazreti Mûsâ aralarına girip, ayırmak için Kıbtî’yi itip göğsüne vurdu, kazara Kıbtî yere düşüp öldü. Hazreti Mûsâ, elinden böyle bir kaza çıkmasına üzüldü. Fir’avn’ın şerrinden çekinip, Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada peygamber olan Şuayb aleyhisselâm ile buluşup, on sene Medyen’de kaldı ve Şuayb’ın (a.s.) kızı ile evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı. Tur dağına geldiği sırada, bilinmeyen ve anlaşılmayan şekilde Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine peygamberlik verildi. Elindeki asasının yılan olması mu’cizesi ve elini koynuna sokup çıkarınca, bembeyaz olup ışık yayması mu’cizeleri verildi. Sonra da meâlen şöyle vahyedildiği Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir: “Bu iki mu’cize, Fir’avn ve adamlarına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar, yoldan çıkmış bir millettir. Fir’avn’a git, doğrusu o azmıştır” (Kasas: 32-33)

Hazreti Mûsâ Mısır’a varıp, kardeşi Hârûn (a.s.) ile görüşüp, durumu anlattı. Hazreti Hârûn’a peygamberlik verildi. Fir’avn’a gidip onu dîne da’vet ettiler. İsrâiloğullarını serbest bırakmasını istediler. Fir’avn ilâhlık da’vâsında bulunarak kabûl etmedi. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) elindeki asasını yere bıraktı. Kocaman bir ejderha olup, hareket etmeye başladı. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bembeyaz göründü. Bu mu’cize karşısında şaşırıp kalan Fir’avn, durumu vezirlerine anlatınca, o sihirbazdır dediler. Hazreti Mûsâ; “Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu, sihir değildir. Bu, herşeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın verdiği bir mu’cizedir” diyerek, onları îmâna çağırdı. Fir’avn ve adamları, Hazreti Mûsâ’nın bu sözlerini dinlemediler. Gösterdiği mu’cizelere inanmayıp sihirdir diye ısrar ettiler. Fir’avn; “Ey Mûsâ, sihirbazlığın ile bizi yurdumuzdan mı çıkarmaya geldin? Biz de sana sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer ta’yin et” diyerek ülkesindeki bütün sihirbazları topladı. Mûsâ (a.s.) Allahü teâlâya duâ ederek, sihirbazlarla karşılaşmayı kabûl etti. Mısır halkı önünde, sihirbazlarla karşı karşıya geldiler. Sihirbazlar, ellerindeki ip ve sopaları yere attılar, göz bağcılık ile bir takım yılanlar geziyor gibi gösterdiler. Bu sırada Mûsâ (a.s.) elindeki asasını yere bırakıverdi. Mu’cize olarak, dehşetli ve çevik bir ejderha olup, o sihirbazların yere attıkları ve yılan gibi gösterdikleri şeyleri yuttu. Bunu gören sihirbazlar; “Bu, mutlaka insan gücünün dışında bir mu’cizedir” dediler ve Hazreti Mûsâ ya imân ettiler. Bu hâdise karşısında Fir’avn iyice azgınlaşıp, baskı ve zulmünü arttırdı. Hazreti Mûsâ’ya (a.s.) îmân etmiş olan kendi hanımı Âsiye’yi de şehîd etti.

Fir’avn ve kavmi îmân etmemekte ısrar edince, Allahü teâlâ onlara çeşitli belâlar verdi. Önce şiddetli bir kuraklık oldu ve çetin bir kıtlığa tutuldular. Sonra su baskını, çekirge, haşerat ve kurbağa istilâsına uğradılar. Başlarına belâ geldikçe, Hazreti Mûsâ’ya gidip belânın kaldırılması için duâ etmesini ve îmân edeceklerini söylediler ise de, belâ kalkınca, azgınlıklarına devam ederek îmân etmediler. Tekrar başlarına belâlar geldi. Buna rağmen îmân etmediler. Fir’avn ve kavmine gönderilen bu belâlar, Kur’ân-ı kerîmde A’râf sûresinde bildirilmektedir.

Fir’avn ve kavmi, Mûsâ’nın gösterdiği mu’cizeler karşısında, İsrâiloğullarının Mısır’dan Ken’an diyarına gitmelerine izin verdi. Mûsâ (a.s.) bir vakit ta’yin ederek, bir gece vakti bütün İsrâiloğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Fir’avn izin verdiğine pişman oldu. Derhal askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. Önlerinde denizi, arkalarında düşmanı gören İsrâiloğulları endişeye kapılmıştı. Bu sırada Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; “Asan ile denize vur” diye vahyetti. Hazreti Mûsâ, bu emir üzerine asasını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı, her bir tarafı yüksek bir dağ gibiydi. Önlerine, çok geniş ve kupkuru oniki tane yol açıldı. Oniki sülâle olan İsrâiloğulları, bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Fir’avn, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp, denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu ve Fir’avn askerleriyle birlikte boğuldu. Fir’avn boğulmak üzere iken; “Îmân ettim” demiş ise de, onun ye’se kapılarak söylediği bu sözü kabûl olunmadı. Bu husûsta Kur’ân-ı kerîmde, Yûnus sûresi doksan, doksanbir ve doksanikinci âyet-i kerîmelerde, meâlen şöyle buyurulmaktadır: “İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Fir’avn ve askerleri, haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Fir’avn boğulacağı anda; “İsrâiloğullarının îmân ettiğinden (Allahdan) başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de müslümanlardanım dedi, fakat Allahü teâlâ Fir’avn’ın îmânını kabûl etmedi ve ona Cebrâil vasıtasıyla şöyle hitâb buyurdu: “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin. Biz de, bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın.

Bununla beraber, doğrusu insanlardan birçok kimseler, âyetlerimizden (ibret verici mu’cizelerimizden)gâfildirler.”

Mûsâ aleyhisselâm Kızıldenizi geçtikten sonra, İsrâiloğullarını Ken’an diyârına doğru götürdü. Yolda Amelika kabilelerinden bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim, öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören İsrâiloğulları, onlara meyl ettiler. Hazreti Mûsâ’ya; “Yâ Mûsâ, onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap” dediler. Hazreti Mûsâ onlara; “Siz câhil bir kavimsiniz, Allahü teâlâ size ni’met ve kurtuluş verdi. Allahü teâlâya îmân ediniz, şirkten ve putlardan kaçınınız...” diye nasihat etti. Vardıkları Ken’an diyârında en büyük şehirler; Eriha, Nablüs ve Kudüs’tü. Buralara ulaşabilmek için, hemen önlerine rastlayan Eriha beldesine doğru gittiler. Fakat buralar, o vakit Amelika kabilelerinden bir takım güçlü kimselerin elinde olup, onlarla savaş yapmak gerekti, İsrâiloğulları, biz savaşmayız diyerek geri çekildiler. Tih sahrasına düştüler ve kırk sene orada dolaştılar. Bir tarafa çıkıp gidemediler. Mısır’da çektikleri eziyeti ve yaşadıkları zor günleri unutarak; “Keşke Mısır’dan çıkmasaydık” demeye başladılar. Aç ve susuz kaldılar. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) duâ edip, Allahü teâlâdan yardım diledi. Asasını bir taşa vurduğunda, o taştan su fışkırıyor ve o suyu içiyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın duâları neticesinde, gökten “Men” denilen kudret helvası ve selva (bıldırcın) denilen kuş eti indi. Bunları yiyerek günlerini geçiriyorlardı. Nihâyet; “Biz bunları yemekten usandık; bakla, soğan gibi hububat ve sebze isteriz” dediler. Mûsâ (a.s.) onlara bu azgınlıktan vazgeçmelerini söyledi. Ancak onlar bu hâllerinde ısrar ediyorlardı.

Allahü teâlâ, Mûsâ’ya (a.s.) bir kitap indireceğini va’detmişti. Tûr dağına çıkması bildirildi. Mûsâ (a.s.) kardeşi Hârûn’u (a.s.) yerine vekîl bırakıp, kendisi, Tûr dağına gitti. Kırk gün Tûr dağında kalıp, ibâdet etti. Vasıtasız olarak Allahü teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrat kitabı nâzil oldu.

Mûsâ (a.s.) Tûr dağında iken, İsrâiloğullarının içinden Samîri adında bir münâfık, İsrâiloğullarının ellerindeki altınları toplayarak, eritip bir buzağı heykeli yaptı ve işte sizin ilâhınız budur diyerek İsrâiloğullarını aldattı ve onlar da buzağıya tapmaya başladılar. Hârûn (a.s.) her ne kadar nasihat etti ise de, dinlemeyip ona karşı çıktılar. Mûsâ (a.s.) Tûr dağından dönünce, onların bu hâline çok gadaplanıp Samîri’yi reddetti ve yaptığı buzağı heykelini denize attı. Hârûn’a (a.s.) durumu sorunca; “Nasihat ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi” dedi. Böylece Hazreti Mûsâ’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrat’ın indirildiğini bildirdi. Bundan sonra İsrâiloğulları Tevrat’ta bildirilen şeylerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan ve şirkten kurtulup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ettiler. Nihâyet aradan epey bir zaman geçip, İsrâiloğullarının çocukları itaatkâr ve savaşacak bir tarzda yetiştiler.

Mûsâ (a.s.), İsrâiloğullarını alıp, Lut gölünün güney tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek, Uç bin Unk adında bir kralın ordusu ile savaş yapıp gâlib geldiler. Böylece Şeria nehrinin doğusuna sahip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada, Mûsâ (a.s.) yüzyirmi yaşında iken vefât etti. Yerine Yûşa’ (a.s.) peygamber olarak gönderildi.”

Eshâb-ı Kehf kıssası: “Eshâb-ı Kehf; Tarsus’taki mağarada bulunan yedi kişi ve bir de “Kıtmîr” adındaki köpekleridir. Mağarada bulunan yedi kişinin isimleri şunlardır: 1-Yemlîhâ, 2-Mekselînâ, 3-Mislînâ, 4-Mernûş, 5-Debernûş, 6-Sâznûş, 7-Kefestatayyûş. Efsûs (ya’nî Tarsus) şehri havâlisindeki Rakim adlı vadide, Betahlûs dağında, kehf, ya’nî büyük bir mağara vardı. Efsûs şehri, hükümdâr Dakyanus’un mülkü olup, ahâlisini putperestliğe zorlardı. Hükümdârın emrine itaat eden kurtulur, etmiyen öldürülürdü. Allahü teâlâya inananlardan altı genç, bir köşede, bu zâlimlerin fitnesinden kurtulmak için duâ ile meşgûl idiler. Onlar bu hâlde iken, Dakyanus’a haber verildi. Bunun üzerine sultan onları çağırıp tehdit etti. Onlar îmân yolunda sebat gösterip, şirki, putperestliği kabûl etmediler. Dakyanus onların bütün mallarını alıp: “Siz gençsiniz, size iki-üç gün mühlet veriyorum. Kurtulmak mı, ölmek mi, hangisini tercih ediyorsunuz?” deyip, kendisi başka bir şehre gitti. O gençler fırsatı ganîmet bilip, birbiriyle meşveretten sonra, kaçmaya karar verdiler. Her biri, babasının evinden azık ve nafaka için bir miktar altın alıp, şehre yakın bir dağa doğru yola çıktılar. Yolda giderken bir çobana rast geldiler. Çoban da îmânından ötürü onlara katıldı. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından onları ta’kib etti. Ne kadar mâni olmak istedilerse de mümkün olmayıp, nihâyet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip köpek şöyle dedi: “Benden korkmayın! Ben Allahü teâlânın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken, ben size gözcülük ve bekçilik yaparım.” Dağa yaklaştıklarında, çoban bunlara dedi ki: “Ben bu dağda bir mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür.” Sözbirliği edip o mağaraya geldiler ve şöyle duâ ettiler: “Yâ Rabbî! Bize senin katından rahmet, ya’nî rızk, mağfiret, düşmandan emniyet ver!” Büyükleri olan Yemlîhâ, mağaraya giderlerken, yolda arkadaşlarına dedi ki: “Kavmimiz Allaha ibâdet etmeyip ibâdette putları O’na ortak ettiklerinden, onlardan ayrılmak istedik. O hâlde şimdi mağarayı mesken edinip, Allahü teâlâya ibâdet edelim. Rabbimiz iki cihanda rahmetini bize saçar, din ve dünyâ işlerimizi kolaylaştırır.”

Dakyanus Efsûs’a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını haber verdiklerinde, onların getirilmesi için babalarını zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler” dediler. Dakyanus adamları ile gidip o mağarayı bulunca, burada ölsünler diye, mağaranın ağzını kuvvetlice kapattırdı. Dakyanus’un yakınlarından iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini bir taşa nakşedip, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara, Betahlûs Dağı’nın güney tarafında idi. Güneş doğarken ve batarken oraya vurup, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf’in uyurken gözleri açık idi. Allahü teâlâ, meleklerle onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri, dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Gözleri açık olup, nefes alırlar, saçları ve tırnakları uzardı. Allahü teâlâ, kemâl-i kudreti ile, ceset ve elbiselerini değiştirmedi. Eshâb-ı Kehf uzun müddet uyuduktan sonra, Allahü teâlâ onları uyandırdı, içlerinden Mekselînâ arkadaşlarına; “Ne kadar zaman yatıp uyudunuz?” dedi. Onlar, güneş doğarken mağaraya girmişlerdi. Uyandıkları zaman güneş batmak üzere olduğundan, cevab olarak; “Bir gün veya günün bir miktarını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp birbirlerine dediler ki: “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz bilir.” Sonra Mekselînâ dedi ki: “Biriniz şu parayı alıp, Tarsus’a gitsin. Baksın, hangi yiyecek helâl ve temiz ise, ondan bize satın alsın, getirsin. Bizi şehirde bulunanlara haber vermesin. Eğer Dakyanus’a tâbi olan ahâli bizi bulurlarsa, recm ederler, ya’nî taşa tutup öldürürler veya zorla kendi bozuk dinlerine döndürürler. Onların dînine girersek, bizim için sonsuz olarak artık kurtuluş yoktur.” Bunların en olgunu ve en akıllıları olan Yemlîhâ, bu nasihatleri kabûl edip şehre geldiğinde, durumu çok değişmiş ve bir başka âlem buldu. Hayret etti. İçi burkuldu. Nihâyet ekmekçi dükkânına girdi. O parayı, ya’nî Dakyanus zamanında, onun adına olan sikkeyi ekmekçiye verince, ekmekçi, bu adamın hazîne bulduğunu sandı ve hemen elden ele göstererek zabıtaya vardı. Yemlîhâ’yı yakalayıp; “Bulduğun hazîneyi ver” diye tehdit ettiler. Yemlîhâ onlara; “Ben hazîne bulmadım. Dün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. Onlar; “Burada o isimde kimse yoktur” deyip, yalan söylediğini belirttiler. Yemlîhâ’nın canı çok sıkıldı ve onlara; “Beni Dakyanus’a götürün, o benim işimi bilir” dedi. Onlar, onun bu sözünü de alaya alıp; “Dakyanus öleli üç yüz seneye yakın oldu. Sen bize hikâye mi anlatıyorsun?” dediler. Sonunda Yemlîhâ’yı, pâdişâhları olan Sâlih Melik Tendrus’a götürdüler. Bu pâdişâh mü’min idi. Vaktindeki insanların çoğu, cesetlerin dirilmesini inkâr ederdi. Pâdişâh onlara bu husûsta ne kadar nasihat ettiyse fayda vermedi.

Yemlîhâ, başından geçenleri o pâdişâha anlatınca, pâdişâh, oğlu, eşrâfı ve yakın adamları ile birlikte, mağaraya geldiler. Yemlîhâ varıp, arkadaşlarına haber verdi. Pâdişâh dahî ona yetişip, önceki hâllerinin üzerinde yazılı olduğu taşı getirip okudular. İsimleri ve hâlleri anlaşıldı. Onlara selâm verip cevap aldı. Hepsinin boynuna sarılıp veda ederken, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar, ilk uykuları üçyüz sene sürmüştü.

Resûlullah efendimiz zamanında, Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ali. Eshâb-ı Kehf’e gittiler. O zaman Eshâb-ı Kehf uykudan uyanıp onları gördüler. Resûlullaha (s.a.v.) îmân ettiklerini bildirdiler ve selâm gönderip duâ istediler.”

Hazreti Ebû Bekr’in, Yezîd bin Ebû Süfyân’a yaptığı tavsiyelerden ba’zıları şöyledir: “Ey Yezîd, Allahü teâlâdan kork. Muhakkak O, senin dışını gördüğü gibi, aynı şekilde içini de görür. Allahü teâlâya en yakın olan kişi, insanlar arasında O’nu herkesten çok dost edinendir. Hak teâlâya en yakın kişi, tâatıyla O’na en çok yaklaşandır. Ben sana Hâlid’in görevini veriyorum. Câhiliyet devrinin taassubuna kapılmaktan çok sakın. Zîrâ Allahü teâlâ, cahiliyet devrine ve o devrin halkına buğz eder. Askerlerin yanına gittiğin zaman, onlarla sohbette bulun. Onlara hayır va’d et. Onlara nasihat ettiğin zaman, sözünü kısa kes. Zîrâ fazla konuşmanın bir kısmı, diğerini unutturur, önce kendini terbiye et ki, emrindekiler de terbiyeli olsun. Namazlarını ta’dîl-i erkâna uygun olarak ve vaktinde kıl. Düşmanların gönderdikleri elçilere ikramda bulun, onların, ordugâhında kısa bir süre kalmalarını sağla. Onlar, senin yanından hiçbir şey bilmeden ayrılsınlar. Onlara hiç birşey göstermemeye çalış. Aksi takdîrde senin zayıf taraflarını görür ve senin bilmediklerini bilirler. Onları misâfir ettiğin zaman, yanındakilerin onlarla konuşmalarına mâni ol. Gizli şeyler hakkında konuşma. Birisinden fikir sorduğun zaman sen doğru konuş ki, o sana samimî olarak fikrini söyleyebilsin. Hak eden kimseyi cezalandırmaktan çekinme ve tereddüt de etme. Ceza verirken aceleci olma, gevşek de davranma, İnsanların sırlarını açığa çıkarmaya çalışma. Bu işlerle uğraşanlarla beraber olma. Doğru ve fakir kimselerle beraber ol. Korkma! Zîrâ sen korkarsan, maiyetindekiler de korkar, Ganîmeti haksız dağıtmaktan uzak dur. Zîrâ bu, insanı fakirliğe yaklaştırır, zaferi ise uzaklaştırır.”

Hazreti Ebû Bekr’in, Hazreti Ömer’e yaptığı tavsiyeler: “Ey Ömer! Allahü teâlânın, gündüz yerine getirilmesi gereken bir takım hakları vardır. Onları gece kabûl etmez. Geceleyin yerine getirilmesi gereken bir takım hakları vardır. Onları da gündüz kabûl etmez. Allahü teâlâ, farz yerine getirilmediği müddetçe, hiçbir nafileyi kabûl etmez. Dikkatini çekmedi mi yâ Ömer? Kıyâmet gününde terazileri ağır gelenler, O’na tâbi olanlar ve O’nun kendilerine yüklediği mes’ûliyetleri taşıyanlardır. Yarın haktan başka hiçbir şeyin konulmadığı bir terazinin ağır gelmesi, elbetteki bir haktır. Yâ Ömer! Kıyâmet gününde bâtıl şeylerin konduğu bir terazinin hafif gelmesi de hakkın ta kendisidir. Yâ Ömer, rahat ve huzûr âyeti azap âyeti ile birikte, azap âyeti de rahat ve huzûr âyeti ile birlikte inmiştir. Böylece mü’minin Allahü teâlânın Cennetinden ümitli, Cehenneminden ise korkması sağlanmıştır. Yâ Ömer! Benim tavsiyelerime iyice kulak vermişsen, gâib hiçbir şey, hazır olan ölümden senin için daha sevimli olmamalıdır. Zâten sen ona karşı hiçbir şey de yapamazsın.”

Hazreti Ali’nin halîfe olunca mescidde okuduğu hutbe şöyledir: “Allahü teâlâ, kullarına doğru yolu gösteren, her türlü hayrı ve şerri açıklayan bir kitap indirmiştir. Sizler bu kitapta yazılı olan hayırları alınız ve zikredilen kötülüklerden uzak durunuz. Allahü teâlânın size farz kılmış olduğu emirleri yerine getiriniz ki, onlar sizi Cennete götürsün. Hak teâlâ sizlere ba’zı şeyleri haram kılmıştır. Müslümanın kanının akıtılmasını da, bütün haramların en üstünde tutmuştur. Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden sâlim olduğu kimsedir. Bir müslümanın kanı gerekli hâller dışında hiçbir şekilde dökülmez. İnsanların haklarına ve hukuklarına dikkat ediniz. Özellikle ölümü iyi hatırlayınız, insanlar sizin önünüzde duruyor. Fakat arkanızda sizi tehdit eden bir kıyâmet saati vardır. Şu dünyâda, cenâb-ı Hakkın kullarının hakları konusunda cenâb-ı Hakdan korkunuz. Yarın kıyâmet gününde, her türlü ufak şeylerden, hayvanlara karşı olan hareketlerinizden bile sorumlu olacaksınız. Ey insanlar! Her konuda Allahü teâlâya itaat ediniz. O’na isyan etmeyiniz. Bir yerde hayır gördüğünüz zaman onu mutlaka alınız, şer gördüğünüz zaman da ondan uzak olmaya çalışınız.”

Tarık bin Ziyâd’ın İspanya seferinde gördüğü rü’yâ ve bir kadının, Tarık bin Ziyâd’ın adayı feth edeceğinin, kocası tarafından söylenmesi şöyle anlatılır: Tarık bin Ziyâd, ordusu ile gemilere binip denize açılınca, kendisini uyku bastırdı. Rü’yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmı, kılıç ve yaylarını kuşanmış olarak gördü. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona; “Ey Tarık! Sen işine devam et” diyerek müslümanlara iyi davranmasını ve verdiği sözde durmasını tenbîh etti. Daha sonra Tarık bin Ziyâd, Resûl-i ekremin (s.a.v.) ve Sahâbe-i Kirâmın önden gidip Endülüs’e girdiklerini gördü. Uykusundan, büyük bir sevinçle uyandı. Arkadaşlarına bu müjdeyi verdi. Tarık bin Ziyâd, bütün ordusu Cebel’de toplanınca, düşmana saldırarak bütün yeşil adayı feth etti. Esîrler arasında yaşlı bir kadın bulunuyordu. Bu yaşlı kadın, Tarık bin Ziyâd’a; “Benim bir kocam vardı. Bu olayları çok iyi bilirdi. Buraları feth edecek bir emirden söz eder dururdu. Bu emîrin özellikleri arasında, büyük başlı ve sol kolunda üzerinde kıl bulunan bir ben olduğunu söylemişti” dedi. Tarık bin Ziyâd elbisesinin kolunu açınca, kadının bahsettiği şekilde bir ben ile karşılaşıldı. Tarık bin Ziyâd, yanındakiler ile birlikte, bu olayı da fethin bir başka müjdesi olarak değerlendirdiler.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 228

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 299

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 139

4) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1399

5) Zeyl-i Ravdateyn sh. 162

6) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 137

7) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 253

8) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 348

9) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 706

10) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 82, 179, 571 cild-2, sh. 1380, 1410

11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 642, 914, 1017

12) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 26

13) El-Kâmil fit Târih

14) Brockelmann Gal-1 sh. 345, Sup-1 sh. 587