Endülüs’ün İşbîliyye şehrinde yetişen hanım evliyâdan. İsmi, Fâtıma binti Müsennâ’dır. 7. asırda yaşamıştır. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Rûh-ül-kuds isimli eserinde şöyle anlatıyor: “Ben, Fâtıma binti Müsennâ’ya (r.aleyhâ) yetiştim. On sene sohbetlerine devam ettim. Dikkat ettim, hiçbir şey yemiyordu. İnsanlar yemek olarak kapısının önüne birşey koyarlarsa, onlardan ölmeyecek kadar yerdi. Ben yanına oturduğumda, yüzüne bakmağa utanır, haya ederdim. 90 yaşının üzerinde olduğu hâlde, kendisini gören çok genç zannederdi. Kendi hâlinde yaşardı. Dünyâ ile alâkası yoktu. Kimseden birşey istemezdi. Bir ihtiyâcı olsa, görülmesi icâb eden bir işi meydana çıksa, Fâtiha-i şerîfeyi okur, Allahü teâlânın izni ile o şey hemen hallolurdu. Onun kalması için, kendi elimle hurma dallarından bir ev yaptım. Orada kalırdı. Huzûruna benden başka kimsenin girmesine müsâade etmezdi. “Niçin sâdece ona izin veriyorsunuz da başkalarına müsâade etmiyorsunuz?” diye suâl edildiğinde, cevaben buyurdu ki: “Başkaları yanıma geldikleri zaman yarım olarak gelirler. Ya’nî kendileri gelirler, fakat kalbleri; işlerinin, dünyalıklarının, evlerinin, ailelerinin yanında kalıyor. Ancak Muhammed İbni Arabî benim evlâdımdır. Gözümün nûrudur.
Yanıma geldiği zaman, tam gelir. Oturduğu zaman tam oturur. Diğerleri gibi, geride birşey bırakmaz. Düşünceleri, kalbi geride olmaz.”
Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, her an Allahü teâlâyı düşünürdü. Hep onu hatırlardı. “Ente, ente (Sensin, sensin) senden başka herşey boştur” derdi. Onun hâlini ve durumunu anlayamayanlar, kendisine ahmak derlerdi. Hakkında böyle uygunsuz şeyler söylendiğini haber alınca; “Asıl ahmak, Rabbini tanımayanlardır” buyururdu. Fâtıma binti Müsennâ (r.aleyhâ) o zamanda bulunanlar için âleme, Allahü teâlânın bir rahmeti idi.
Bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, Fâtıma binti Müsennâ, bulunduğu beldenin câmisinin önünden geçiyordu. O câminin müezzini Ebû Âmir isminde bir kimse idi ve elindeki sopa ile Fâtıma binti Müsennâ’ya vurdu. O da müezzine baktı ve birşey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle evinde ibâdet ve tâatine devam etti. Kendisine sopa ile vuran müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca. Fâtıma binti Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. Biliyordu ki, Allahü teâlâ bir velî kulunu inciten kimseyi mutlaka cezalandırır. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin da’vetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle cezalandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona ceza verme! Âmin!” O gün (Ramazan bayramı günü), fıkıh âlimleri toplanarak vâli ile bayramlaşmaya gittiler. Ebû Âmir ismindeki o müezzin de, dünyalık ba’zı menfaatler te’min etmek niyetiyle âlimler ile beraber vâlinin yanına gitti. Vâli onun kim olduğunu sordu. “Câminin müezzinidir” dediler. “Sizinle beraber buraya gelmesi için ona kim izin verdi?” dedi. Bunun maksadını anlamıştı, hemen kendisini dışarı attırdı. Daha sonra âlimler bunun içeri alınması için şefaat ettiler. Nihâyet içeri alındı. Bu hâl, Fâtıma binti Müsennâ’ya anlatıldığında, o da akşamki hâdiseyi ve sabah ezanı okunurken yaptığı duâyı anlattı ve; “Ben onda olan hakkımdan vazgeçtim. Ya’nî hakkımı ona helâl ettim. Allahü teâlâya duâ ettiğim için o, bu kadarlık bir kovulma ile işi atlatmış oldu. Ben hakkımdan vazgeçmemiş olsaydım, o müezzin mutlaka öldürülürdü” buyurdu.
Muhyiddîn-i Arabî (r.a.), Fütûhât-ı Mekkiyye kitabında şöyle anlatıyor “Birgün Fâtıma hazretlerinin yanında oturuyorduk. Bir kadın gelerek; “Ey kardeşim! Benim kocam. Endülüs’te Şeriş (yahut Şerş) beldesinde bulunuyor. Haber aldım ki, orada birisi ile evlenmiş. Siz bu hâle ne dersiniz?” dedi. Ben de o kadına; “Siz ona kavuşmak (ulaşmak) istiyorsunuz değil mi?” dedim. Kadın; “Evet” dedi. Bunun üzerine Fâtıma hazretlerine dönerek; “Ey anacığım! Bu kadıncağızın söylediklerini duydunuz. Ne dersiniz?” “Ey evlâdım! Bu kadının arzusu, ihtiyâcı nedir?” dedi. “Kocasının gelmesi” dedim. Fâtiha-i şerîfe ve başka şeyler okudu. Ben de onunla beraber okudum. “Fâtiha-i şerîfeden, bu kadının kocasını getirmesini istedim” buyurdu. Okuduğu Fâtiha, Allahü teâlânın izni ile insan sûretine (şekline) geldi. Ona; “Ey Fâtiha-ül-kitâb! (Fâtiha sûresi) Şeriş şehrine git! Bu kadının kocasını getir! Gelmek istemezse bile sen bırakma! Mutlaka getir!” dedi. Aradaki mesafe çok uzun olmasına rağmen, Allahü teâlânın izni ile o kadının kocası bir anda evine geldi. Çoluk çocuğu çok sevindiler. Böylece, Fâtıma hazretlerinin bir kerâmetine daha şâhid olmuş olduk.”
Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, Muhyiddîn-i Arabî’yi çok severdi. Kendisine; “Ben senin ma’nevî annenim. Nûr ise senin normal annendir” buyururdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin annesinin ismi nûr idi ve sık sık Fâtıma hazretlerini ziyâret ederdi. Fâtıma hazretleri Nûr hâtuna; “Ey Nûr! Bu Muhyiddîn benim evlâdımdır. Senin de baban gibidir. Ona dikkat et ve kendisini üzme!” derdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 232
2) Nefehât-ül-üns trc. sh. 703
3) Meşâhir-ün-nisâ