Hadîs, tasavvuf, kelâm ve şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebû Abdullah olup ismi, Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed bin Tâhir’dir. 528 (m. 1134) yılında doğdu. Fîrûzâbâdî, Şîrâzî ve Fârisî nisbet edildi. Fahrüddîn lakabı verildi. Fahr-ül-Fârisî nâmıyla meşhûr oldu. 622 (m. 1225) yılında Mısır’da vefât etti. Kurâfe’de Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin mescidi, yanında yaptırdığı zaviyeye defnedildi.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Fahr-ül-Fârisî, genç yaşta din ve âlet ilimlerini öğrendi. Şam, Hicaz, Bağdad gibi ilim merkezlerini dolaştı. Mısır’a gidip yerleşti. Hadîs ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Tâhir Silefî ve İbn-i Asâkir gibi zamanın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Şâfiî mezhebine göre fetvâ verirdi. Müslümanların işlerini kolaylaştırdı. Tasavvuf ilmini, babası Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldı. İlimde çok ilerledi. Zamanın büyüklerinden de feyz alıp, yüksek derecelere kavuştu. Kâhire’de Kurâfe’ye, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin türbesi yanında bir zaviye yapıp yerleşti. Orada tâliblerine ilim öğretmek ve ibâdet etmekle meşgûl oldu. Bir bakışıyla kararmış kalbler aydınlanırdı. Zamanında zulmet perdeleri yırtılıp, âlem nûra boğuldu. Birçok kimse onun elinde tövbe edip sâlih müslüman oldu. Dâima güler yüzlü ve tatlı dilli idi. Kimseye sert söylemez, herkese yumuşaklıkla nasihatte bulunurdu, insanlara olan merhameti çok fazla idi. Bütün çalışmaları, Allahü teâlânın kullarını Cehennem ateşinden kurtarabilmek içindi, ilmi, cömertliği, güzel ahlâkı, her işinin ve sözünün Allahü teâlânın rızâsı için olması sebebiyle, âlim ve âmir herkesin sevgi ve saygısını kazandı. Hâlleri ve hareketleriyle, sözleri ve kitaplarıyla, talebeleriyle insanlara emr-i ma’rûf yapar, onların doğru yola kavuşmaları için gayret ederdi.
Birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Eberkûhî onun talebeleri arasındaydı. Daha çok tasavvuf ve tasavvuf hâllerine dâir olan eserlerinden ba’zıları şunlardır: “El-Esrâr ve sırr-ül-iskâr”, “Tezkire menâhic-üs-sâlikîn,”, “Belâgat-ül-fâsil ve urvet-ül-vâsıl”, “Metiyyet-ün-nakl ve atıyyet-ül-akl”, “El-Fark beyn-es-sûfi vel-fakîr”, “Cemhât-ün-nehy an lemhât-il-mehâ”, “Berk-ün-nukâ ve şems-ül-lükâ”. “Netâic-ül-kurbe ve nefâis-ül-gurbe”.
İbn-i Sâbûnî anlatır: Babamla beraber Mısır’a gittik, İmâm Fahrüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed Fârisî’yi ziyâret edip, sohbetiyle bereketlenmek istedik. Huzûruna vardığımızda beni yanına oturttu ve ikramda bulundu. Bana ba’zı suâller sordu. Babamın da hazır bulunduğu bir sırada, tasavvuf yoluna girip girmediğimi sordu. Babam da; “Sühreverdî ve Sadrüddîn bin Hammeveyh’den ders aldığımı arzetti. Bunun üzerine Fahr-ül-Fârisî hazretleri; “Evet, onların yolları ve dersleri kıymetlidir. Ancak bizim yolumuzdan ve derslerimizden de istifâde edersen, dedenle aynı yolda yürümüş olursun. Çünkü onunla biz aynı derecedeyiz” buyurdu. Bereketlenmek için ondan da ders aldım. Bundan sonra, Fahr-ül-Fârisî hazretleri, Resûlullaha (s.a.v.) kadar hocalarını şöyle saydı: “Biz, babam ve hocam İmâm Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldık. O da Nasır bin Halîfet-il-Beydâvî’den, o da Ebû İshâk bin İbrâhim bin Şehriyâr-il-Kâzrûnî’den, o da Ebû Muhammed Hüseyn bin Ekâr’den, o da Ebû Abdullah İbni Hafif Şîrâzî’den, o da Ca’fer Huzâ’dan, o da Ebû Ömer Estahrî’den, o da Ebû Türâb Nahşebî’den, o da Şakîk-i Belhî’den, o da İbrâhim bin Edhem’den, o da Ebû İmrân Mûsâ bin Yezîd Râî’den, o da Veysel Karânî’den, o da Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’den, onlar da Resûlullahdan (s.a.v.) aldılar” buyurdu.
Fahr-ül-Fârisî lakabıyla meşhûr olan Ebû Abdullah Muhammed bin İbrâhim Fârisî (r.a.) Süleymâniye Kütüphânesi’nin, Ayasofya kısmı 1785 numaradaki, “Delâlet-ül-müstenhic” adlı eserinde, İslâm âlimlerinin söz ve sohbetlerinden nakiller yapmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir:
Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Selh bin Atâ Ademî (r.a.) buyurdu ki: “Kim sünnet-i seniyyeye yapışırsa, Allahü teâlâ onun kalbini ma’rifet nûruyla nurlandırır.”
“Âriflerin kalbi neye meyleder?” diye kendisine sorulduğunda: “Bismillâhirrahmânirrahîm’e meyleder. Çünkü, “Bismillâh”da ârifler için heybet, “Errahmân”da yardım, “Errahîm”de onlar için muhabbet vardır” dedi.
“İstenmiyen durumlar kişinin başına gelince, kalbin buna rızâ göstermesi sâdık amelin alâmetidir” buyurdu.
Mimşâd Dîneverî (r.a.) “İnsanların hâl bakımından en iyisi; kendisini insanlara beğendirmek arzusundan kurtaran, yalnız iken hâlini muhafaza edebilen, bütün işlerinde Allahü teâlâya tevekkül edendir” buyurdu.
Ebû Abdullah Hüseyn bin Abdullah Subhî’ye, “Bir kişinin dinde sağlam olduğu nasıl belli olur?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: Allahü teâlâya muhtaç olduğu inancında samîmî olduğunu isbât etmek ve Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymaktır. Bunların da mevcûdiyeti, şu dört şeyle bilinir: 1. Ahde vefa, 2. Haddîni bilip bunu muhafaza etmek, 3. Mevcûda rızâ gösterip kanâat etmek. 4. Olmayana sabretmek.”
Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed buyurdu ki: “Amellerin en üstünü: Allahü teâlânın, lütuf ve ihsânlarını görebilmektir.”
“Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, dünyâdaki cezasının yaklaşmasının alâmetidir.”
Ebû Hasen Muhammed bin Sa’d Verrâk (r.a.): “Allahü teâlânın kuluna nasîb eylediği şeylerin en üstünü takvâdır. Bütün hayırlar ve Allahü teâlâya yakınlık sebebleri takvâdan doğar. Takvânın aslı, ihlâstır” buyurdu.
Ebû Hafs Ahmed bin Hamdân bin Ali Nişâbûrî buyurdu ki: “Kendisini gerçekten Allahü teâlânın rızâsına vermiş olan kimsenin alâmeti; Allahü teâlâdan alıkoyacak şeyleri kendisine yüklememesidir.”
“Kişinin güzelliği, sözünün güzelliğindedir.”
“Kişinin kemâli, işlerinin doğru ve samîmi olmasındadır.”
“Rabbini tanıyan kimse, O’na ta’zimde ve kullukta bulunur. Rabbine ta’zim edip kullukta bulunan kimseye, Allahü teâlâdan başka herşey küçük ve ehemmiyetsiz gelir.”
“Tövbeden gâfil olmak da günahtır.”
Ebû Ali Muhammed bin Abdülvehhâb Sekâfî, talebelerinden birisine nasihat edip; “Doğru söz, doğru ve samimî amel, doğru ve samimî sevgi ve emânete sadâkatten ayrılma” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, doğru ve şartlarına uygun yapılan amellerden, ihlâsla, sırf Allah rızâsı gözetilerek yapılanları ve sünnet-i seniyyeye uygun olanları kabûl eder.”
“Büyüklerin yanında hürmet ve edeb üzere bulunmayan, onların nazarlarının bereketinden ve onlardan elde edeceği fâidelerden mahrûm kalır. Ona, onların nûrlarından ma’nevî güzelliklerinden hiçbir şey görünmez.”
“İlim, cehâletle ölmüş olan kalbi diriltici, zulmet ve karanlık sebebiyle göremez hâle gelmiş olan gözleri de nurlandırıcıdır.”
Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed Nişâbûrî buyurdu ki: “Sen sözde kulluk iddiâsındasın, kul olduğunu söylüyorsun. Fakat hakîkatte, ilâhlık vasıflarını içinde gizliyorsun. Onlardan kurtulmadıkça hakîkî kul olamazsın.”
“Kul, kendisine hizmetçi istemediği müddetçe kuldur. Kul, kendisine hizmetçi istediği zaman, kulluk derecesinden ve buna âit edeblerden uzaklaşır.”
Ebü’l-Hayr Akta (r.a.): “Gerçek zikir. bir karşılık beklemeden yapılandır. Bir karşılık bekliyerek yapılan zikir (Allahü teâlâyı anma) makbûl değildir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Medine’de beş gün aç kalmışdım. Hücre-i se’âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdim. Aç olduğumu bildirdim. Bir yana çekilip uyudum. Rü’yâda, Resûlullahın (s.a.v.) geldiğini gördüm. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer-i Fârûk ve önünde Aliy-ül-Mürtezâ vardı. Hazret-i Ali gelip, “Yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor!” dedi. Hemen kalktım. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Çok aç olduğum için hemen yemeğe başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.”
Yine, “Kim, kendi amelini insanların görmesini isterse, riyâkârın ta kendisidir” buyurdu.
Ebû Bekir Muhammed bin Ali bin Ca’fer Kettânî buyurdu ki: “Gâfiller, Allahü teâlânın hilmi altında, zikredenler Allahü teâlânın rahmeti altında, ârifler Allahü teâlânın lütfu altında, sâdıklar O’nun kurbunda yaşarlar.“
Ona, “Sûfî kimdir?” diye sorulduğunda; “Nefsini dünyâdan (haramlardan ve şüpheli şeylerin kötülüğünden) uzak tutan, âhıretini kazanmak için himmeti ve gayretini yükselten, nefsi cömert olup Rabbine yönelmiş olandır.” cevâbını verdi.
Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Sâlim Mısrî (r.a.) buyurdu ki: “Kişinin aklı, cömertliği ve hilmi (yumuşaklığı) ayıplarını örter.”
“İhlâs ile kalbden riyanın karanlığı, doğruluk ile yalanın karanlığı yok olur.”
“Nefsine muhalefet edip, onun Allahü teâlânın rızâsına muhalif olan isteklerine uymayan kimseyi, Allahü teâlâ kendisine yakın olan kullarından yapar.”
Ebû Abdullah Muhammed bin Aliyyân Nesevî buyurdu ki:
“Dünyâya karşı zühd sahibi olmak, âhırete rağbetin anahtarıdır.”
“Evliyânın kerâmetlerinin ilki, takdîr-i ilâhî olarak insanların başına gelen belâ ve musibetlere rızâ göstermesidir.”
“Mürüvvet: dini muhafaza, nefsi korumak, mü’minlerin haklarını muhafaza edip, mevcûtla cömertlikte bulunmaktır.”
“Bir an bile, lütuf ve ihsânından ayrı kalmadığın, O Zât-ı vâcib-ül-vücûdü nasıl sevmezsin?”
Ebû Bekr Muhammed bin Dâvûd Dîneverî (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti, Allahü teâlâdan başkasından bağını kesmektir.”
“Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan ümidini kesmez. Nefsini, kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip kibirlenmez. Rabbini tanıyan. O’na sığınır. Rabbini unutan, O’nun yarattıklarına sığınır.”
Ebû Osman Sa’îd bin Selâm Kayrevânî; “Zenginlerle beraber olmayı, fakirlerle beraber olmaya tercih eden kimsenin kalbi ölür” buyurdu.
Muhammed bin Ahmed bin Hamdûn Kassâr; “Allahü teâlânın rızâsını her şeye tercih etmeyenin kalbi, ma’rifet nûrundan nasîb alamaz” buyurdu.
Fahr-ül-Fârisî (r.a.) eserinin değişik bölümlerinde, tövbe, takvâ, gıybet, huşû’ ve tevâzu hakkında; âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve büyüklerin sözlerinden nakiller yaparak buyurdu ki:
Tövbe hakkında Allahü teâlâ, Nûr sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz. Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyurdu.
Resûlullah da (s.a.v.) Eshâbına (r.anhüm) “Sizden biriniz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?” diye sordu. Onlar da; “Evet, sevinir yâ Resûlallah!” deyince. Resûlullah (s.a.v.): “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki sevinmesinden daha fazla sevinir” buyurdu. Allahü teâlânın sevinmesi: tövbe eden kulunu af ve mağfiret ederek ihsânda bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikram etmesidir.
Tövbenin üç şartı vardır: Yapmış olduğu günahlara pişman olmak, o anda günahtan el çekmek, yapmış olduğu günahları ve benzerlerini bir daha işlememeğe karar verip azmetmektir.
Resûlullahın (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde; “Nedamet, pişmanlık tövbedir” buyurması, yapılan günâha pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır.
Nitekim Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Hac, Arafat’da vakfe yapmaktır” buyurarak, Arafat’da vakfe yapmanın, haccın rüknlerinin en büyüğü ve ehemmiyetlisi olduğunu bildirmişler, başka hadîs-i şerîflerinde de, haccın diğer rüknlerini beyân buyurmuşlardır. Bunun gibi, yapılan günaha pişmanlık, tövbenin en mühim rüknü olup, o, tövbenin diğer rüknlerinin de meydana gelmesine vesile olmaktadır. Tövbe, rücû’ demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Dikkat ediniz! Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalbdir.” Kalb, yapılan günah ve kötülük sebebiyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları terkettirecek ve bir daha o günahlara döndürmiyecek bir durum hâsıl olursa; insan. Hakka tâate, O’nun rızâsını kazanmaya dönme sebeplerine hazırlanmak için harekete geçer ki, bunun kapısı da tövbedir.
Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü arkadaşları terketmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan uzaklaşmak, onlarla düşüp kalkmamak, kalbde Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kaldırır. Kötü arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla beraber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar, onun cehâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe, dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel sahibi olmaktan zühde (dünyâya rağbet etmemeye), ayrılıktan birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten başkalarını kendisine tercih etmeye, ya’nî Îsâra, dünyâdan âhırete, gülmekten yaptığı kötülükler ve günahları için ağlamağa, onlar için pişman olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık hâline dönmesini te’min ederler.
Ebû Süleymân Râzî (r.a.) anlattı: “Güzel şeylerden bahseden birisinin yanına gitmiştim. Anlattıkları kalbime te’sîr etti. Yanından kalkıp gidince, o zâtın anlattıklarının te’sîri kayboldu. Tekrar yanına dönüp onu dinleyince, o güzel hâl kalbimde yine hâsıl oldu. Fakat oradan ayrılıp eve giderken, o hâl kalbimden yine kayboldu. Üçüncü defa o zâtın yanına gidip, sözlerini dinleyince, o güzel hâl kalbimde yine hâsıl oldu. Evime kadar, o hâlim devam etti. O mübârek zâtın yanına çok gidip gelmekle, onunla beraber olmakla, kalbimde Allahü teâlânın emirlerine uymak, şevki meydana geldi. Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme, hâli kırıldı.”
Ebû Amr bin Nahîd anlattı: “Gençliğimde, büyük âlim Ebû Osman Hayrî’nin sohbetlerine gidip gelirdim. Sözleri ve sohbetleri bana te’sîr edip tövbe etmiştim. Fakat bir ara, onun sohbetlerine gitmez oldum. Onu gördüğümde, kendisinden kaçar oldum. Birgün yolda karşıdan gelirken onu görünce yolumu değiştirdim. Fakat o, ta’kib edip bana yetişti; “Ey oğul! Seni sâdece ma’sûm günahsız bir çocuk olduğun için seven birisinden kaçıyor, onunla beraber olmak istemiyorsun. Ondan sana dâima fâide gelir” dedi. Bunun üzerine, ben tekrar tövbe edip, onun sohbetlerine devam ettim. Bir daha iyi yoldan ve sâlih kimselerden ayrılmadım. Bu sayede kötülüklerden uzak kaldım.”
Kuşeyrî (r.a.) Ebû Ali Dakîk’den nakletti: “Birisi tövbe ettikten sonra, tekrar kötülüklere dalmıştı. Bir ara kendi kendine; “Tekrar tövbeye dönsem, acaba hâlim ne olur? Önceki tövbemi de bozdum” diye düşündü. Bu sırada gizliden gelen bir ses kendisine; “Ey Filân! Sen bize itaat ettin, biz sana teşekkür ettik. Bizi terkettin. Sana mühlet verdik. Eğer tekrar bize dönersen, seni yine kabûl ederiz!” diye seslendi. O şahıs, bu sesi duyup tekrar tövbe etti. Allahü teâlâya itaat üzere bulundu. Hâlis niyetle günahlarına pişman olup, kalbi kötülüklerin pisliğinden temizlendi.”
Tövbe, yapılış gayesine göre üç çeşittir. Birincisi, herkesin bildiği tövbedir. O da; günâhından dolayı ceza görmekten kurtulmak için tövbe eden kimsenin tövbesidir. İkincisi; “İnâbe”dir ki, bu da; daha fazla sevâba ve yüksek derecelere kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçüncüsü de; “evbe”dir ki, o da; sevâb arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir.
Gıybet hakkında Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey mü’minler! Zannın çoğundan sakınınız! Çünkü, zan etmenin ba’zısı günâh olur. Birbirinizin kusurunu araştırmayın! Birbirinizi gıybet etmeyin!” (Hucurât-12) buyurdu. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarında bulunan birisi, orada bulunmayan birisi hakkında; “Ne kadar da âciz birisi!” deyince, Resûlullah (s.a.v.); “Kardeşinizin etini yediniz. Çünkü onu gıybet ettiniz” buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Gıybetten tövbe ederek ölen kimse, Cennete girenlerin sonuncusu olacaktır. Gıybete devam ettiği hâlde ölen kimse ise, Cehenneme girenlerin ilki olacaktır” diye vahyetti.
Anlatılır ki, İbrâhim bin Edhem (k.s.), bir yere da’vet edilmişti. İbrâhim bin Edhem (r.a.) oraya vardığında, gelmesi gereken fakat daha gelmemiş olan birisi hakkında; “O zâten ağır adamdır” dediler, İbrâhim bin Edhem (k.s.) “Keşke buraya gelmeseydim. Çünkü, burada gıybet yapılmaktadır” dedi.
Takvâ hakkında Allahü teâlâ, Hucurât sûresi onüçüncü âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O’ndan ençok korkanınızdır” buyurdu. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) rivâyet etti: Resûlullaha (s.a.v.) bir kimse gelip; “Yâ Resûlallah, bana nasihat buyur, hangi amele devam edeceğimi bildir” deyince, Resûlullah (s.a.v.): “Sen takvâ üzere ol. Zîrâ takvâ bütün iyilikleri kendinde toplamaktadır. Sen cihâda devam et. Zîrâ cihâd, İslâm dîninin ruhbanlığıdır. Sen Allahü teâlâyı zikretmeğe devam et. Zîrâ Allahü teâlânın zikri, senin için nûr ve hidâyettir” buyurdu.
Şu üç şey takvânın icâbıdır Birincisi; Allahü teâlâyı tanıyıp O’na şirk koşmamak. İkincisi; Allahü teâlâya itaat edip, isyan etmemek. Üçüncüsü; Allahü teâlâyı anıp O’nu unutmamaktır.
Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî (r.a.) buyurdu ki: “Takvâ, kulun Allahü teâlâdan başkasından korkmamasıdır. Takvâya yapışan kimse, dünyâdan uzaklaşır. Çünkü Allahü teâlâ, A’râf sûresi 169. âyet-i kerîmede meâlen; “Takvâ sahipleri için âhıret hayırlıdır” buyurdu.
Hazreti Ali, “Dünyânın efendileri, cömertlik sahipleri. Âhıretin efendileri ise, takvâ sahipleridir” buyurdu.
Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Mü’minler, herhalde kurtulacaklardır. Onlar, namazlarını huşû’ ile kılanlardır” buyurdu. Huşû’; zâhiren ve bâtınen Hakka boyun eğmek. Tevâzu da; Hakka teslim olmak, boyun eğmek, Hakkın hükmüne i’tirâzı terketmektir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-ı usûliyyîn cild-2, sh. 56
2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 101
3) Lisân-ül-mîzân cild-5, sh. 29
4) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 452
5) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 286
6) Tabakât-ül-evliyâ sh. 466, 498
7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 191
8) El-A’lâm cild-5, sh. 296