Meşhûr tefsîr âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyn bin Hüseyn bin Ali et-Teymî el-Bekrî’dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü’l-Me’âlî, lakabı Fahrüddîn’dir. Fahr-i Râzî ve İbn-i Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi’nin oğlu) diye de tanınmıştır. Soyu Kureyş kabilesine ulaşmaktadır. Aslen Taberistanlıdır. 544 (m. 1149) senesinde İran’da bulunan Rey şehrinde doğdu. 606 (m. 1209) senesinde Hirat’da vefât etti. Rey şehrinde doğduğu için oraya nisbetle kendisine “Râzî” denilmiştir. Tefsîr ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi olup, kelâm, fıkıh, fizik, matematik ve tıb üzerinde çok kitap yazmıştır.
Hocaları: Fahrüddîn-i Râzî (r.a.) önce, büyük bir âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer’den ders aldı. Babası, Muhy-is-sünne Muhammed Begavî’nin talebelerinden idi. Gayet fasîh, beliğ ve te’sîrli hutbe okurdu. Fahrüddîn-i Râzî, Mecd-i Cîlî’den hikmet (fen bilgisi) okudu. Fıkıh ilmini Kemâl Simnânî’den öğrendi. İmâm-ı Haremeyn’in “Şâmil” adlı kitabını ezberlediği söylenir. Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), “Tahsîl-ül-hak fî tafsîl-il-Fark” isimli eserinde, dinin usûl bilgilerini babasından öğrendiğini bildirmektedir. Fahrüddîn-i Râzî bunlardan başka, asrının büyük âlimleriyle görüşmüş ve onlardan ilim almıştır.
Yolculukları: Fahrüddîn-i Râzî, tahsilini bitirip, ilimde yüksek derecelere ulaştıktan sonra, ba’zı yolculuklar yapmıştır. Harezm’e gidip orada bozuk bir i’tikâda sahip olan Mu’tezileye mensûp kimselerle münâzaralarda bulundu. Bu münâzaralar neticesinde Harezm’den ayrılma lüzumunu gördü. Buradan Mâverâünnehr’e gitti.
Fahrüddîn-i Râzî, fakîr ve yoksul bir kimse idi. Sonra, her şeyin sahibi ve mâliki olan Allahü teâlâ, kendisine ihsânlarda bulundu. Her taraftan ilim âşıkları onun ilim sofrasına koşuştular.
Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), Mâverâünnehr’den sonra bir ara memleketi olan Rey şehrine döndü. Burada mütehassıs ve zengin bir doktor var idi. İki kızını, Fahrüddîn-i Râzî’nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât etti. Külliyetli miktardaki serveti Fahrüddîn-i Râzî’nin ailesine geçti.
Fahrüddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan Şihâbüddîn’e ödünç olarak verdi. Daha sonra, ödünç verdiği malını teslim almak için Gazne’ye gittiğinde, Sultan Şihâbüddîn kendisine çok ikram ve iltifâtta bulundu. Buradan Horasan’a giden Fahrüddîn-i Râzî (r.a.) ilimdeki yüksekliği sebebiyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn Harzemşah Muhammed’in sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık onun ziyâretine giderdi. Bir müddet Hirat’da da Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), bozuk bir inanca sahip olan kerrâmiyye ve mensûplarının i’tikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etti. Bu husûsta müslümanları aydınlattı. Fahrüddîn-i Râzî, yalnız Arabî ilimlerde değil, zamanının bütün ilimlerinde mütehassıstı. Bu sebeble, gittiği bütün yerlerde sultanların iltifât ve teveccühlerini kazandı. Sultan Gıyâsüddîn onun için, Hirat’da bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye i’tikâdında olan halk, sultânın ona olan iltifâtlarını çekemeyip fitneye sebep olduklarından buradan da ayrılmak zorunda kaldı. Fahrüddîn-i Râzî gittiği her yerde ilim ile meşgûl oldu. İlim ve irfana susamış olanlar, âlimler, o nereye giderse peşinden gittiler.
Ne zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve talebelerden üçyüz kadar kimse beraberinde giderdi. Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin kalbinde heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusur etmemek için çok gayret gösterirlerdi.
Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), kitap mütâlâa etmeyi çok severdi. Hattâ, yemek yerken kitap okumadan geçirdiği zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi.
İlmî Yönü: Tefsîr, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dînî ilimlerde pek derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik ve kimya, astronomi, tıb gibi zamanının fen ilimlerinde de söz sahibi idi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkmış olan bid’at ve bozuk i’tikâd sahiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini en ince teferruatına kadar tedkik etmiş, onların bozukluğunu ve yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etmiş, müslümanları onların bozuk ve yanlış sözlerine aldanmaktan kurtarmıştır.
Fahrüddîn-i Râzî de, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Beydâvî gibi Selef-i sâlihînin mezhebinde ya’nî Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ve Tabiînin yolunda idiler. Bunların zamanlarında türeyen bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi karıştırdılar. Hattâ, îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. Bu üç İmâm, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, onların felsefelerine de geniş cevaplar verdiler. Onların bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis, kelâm ilmini, kendisine karıştırılmak istenen felsefi düşüncelerden temizlemektir.
İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî hakkında şu ma’nâdaki şiiri söylemiştir: “Yaşamakta olup, sanki karanlıkları gitmeyecekmiş gibi olan bid’atler, onun vâsıtasiyle söndürüldü. Onun ile İslâm kuvvet buldu, parlak devirlerinden birini yaşadı. Ondan başkası zaîfledi, pek sönük ve aşağılarda kaldı. Eğer Aristo onun bir tanecik bile sözünü dinleseydi, onun karşısında titremekten kendini tutamazdı. Vallahi Betlamyus, onun müşkil bir mes’elede getirdiği delîlleri görmüş olsaydı, şaşırıp kalırdı. Eğer bunlar (ve meşhûr filozoflar) onun yanında bulunsalardı, onun faziletlerini ve yüksekliğini kabûl etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi.”
Zamanındaki filozoflar, onun için ne muazzam bir insan demekten kendilerini alamamışlardır, insaf sahibi kimse, onun sözleri hakkında “Min ledün Hakim” (Allah vergisidir) derdi. İbn-i Sina bile, ondan çok aşağılarda olduğunu yemînle söylemiştir.
Fahrüddîn-i Râzî’nin va’zü nasîhatdeki şöhreti ise, ilmî şöhretinin de üstünde idi. Pek te’sîrli va’z ederdi. Vazlarında coşardı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken, çok defa gözlerinden yaşlar akardı. Birgün va’z ediyordu. Sultan Şihâbüddîn Gaznevî de orada bulunuyordu. Yine vecd (coşma) hâli gelip şöyle dedi: “Ey Dünyânın sultânı! Ne senin saltanatın kalır, ne de Râzî’nin bu hâli” deyip, meâlen: “Hepimizin dönüşü Allahü teâlâyadır” (Gâfir-43) âyet-i kerîmesini okudu.
Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarını okuyanlar, hep onunla meşgûl oldular. Onun ilminin yüksekliğine hayran kaldılar. Hirat’da kendisine Şeyh-ül-İslâm denirdi.
Edîb Şerefüddîn Muhammed Uneyn şöyle anlatır: “Gençliğimde bir defasında Fahrüddîn-i Râzî’nin (r.a.) dersinde bulundum. O gün soğuk bir kış günüydü. Çok kar yağmıştı. Bu sırada, İmâm’ın yakınına bir güvercin düştü. Onu yırtıcı bir kuş kovalamıştı. Güvercin yanımıza düşünce, o yırtıcı kuş geri dönüp gitti. Fakat güvercin uçamıyordu. Çünkü çok korkmuştu. Hava da soğuktu, İmâm dersi bırakıp ayağa kalktı ve o güvercinin yanında durdu. Güvercinin bu hâline acıyıp eline aldı. Bir rivâyette de; güvercin, kendini kovalayan yırtıcı kuştan kaçıp kendisini Fahrüddîn-i Râzî’nin meclisine attı. Kaftanının koluna girdi. Böylece kurtuldu. İbn-i Uneyn der ki, bu hâdise üzerine ben şu şiiri söyledim:
Sür’atli kanadıyle ölüm saçan hayvandan,
Vaktin Süleymânına şikâyete geliyor.
Korkanların melcei sensin, yok inanmıyan,
Güvercin haberi, bunu te’yîd ediyor inan.”
Ondan sonra İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî’nin yakınlarından oldu.
Mevlânâ Musannifek (Tuhfe-i Muhammediyye) isimli eserinde şöyle der: Fahrüddîn-i Râzî, sultan Muhammed Harzemşâh’a, mektûp yazıp ba’zı sâlih kimseler hakkında istirhâmda bulundu. Mektûbunda şöyle diyordu: Bu mektûbumu zâhirde sebeb siz olduğunuz için size gönderdim. Fakat bu durumu, hakîkatte hep var olan ve yokluğu mümkün olmıyan Allahü teâlâya arz etmiş bulunmaktayım, isteğimi verirseniz, hakikâtte veren Allahü teâlâdır. Bu vesile ile siz de teşekkür edilmeye müstehak olmuş olursunuz ve sevâb kazanırsınız, vesselâm. Bu fakîr derim ki: Fahrüddîn-i Râzî’nin hâli ve sözü, işlerinde tevhîd mertebesine eriştiğinin delîli ve şahididir.
Ebû Abdullah Hasen Vâsıtî de der ki: “Hirat’ta bulunduğum sırada İmâmı dinledim. Zaman zaman minberde, sitem şeklinde halka şu beyti okurdu.
“Diri iken insanı gerçi herkes tahkîr
eder.
Zor olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider.”
İbn-i Sübkî de yine şöyle der: İmâm tefsîrinde buyurur ki: Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir kimse, Allahü teâlâdan başkasına i’timâd eylese, bu i’timâdı onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebep olur. Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız ona dayanıp insanlara güvenip dayanmasa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum elliyedi yaşına kadar devam etmiş ve kalbime iyice yerleşmiştir, insan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından başka birşeye güvenip i’timâd etmesinde, Allahü teâlâdan başkasından istemesinde hiçbir fâide yoktur. Ya’nî insan birisinden birşey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet olarak bulunduğunu, o şeyin hakîkî sahibinin Allahü teâlâ olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan istemelidir.
Fahrüddîn-i Râzî, Hirat’a gittiği zaman, orada bulunan âlimler, sâlihler ve devlet ileri gelenleri, onun ziyâretine geldiler. Kendisine pekçok hürmette bulundular, İmâm, bir gün acaba görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye sordu. Yanında bulunanlar, evet sâlih bir zât var, o gelmedi dediler.
Ben müslümanların İmâmı olayım, herkesin bana hürmeti vâcib olsun da, o beni niçin ziyâret etmesin diye belirtti. Bu durumu, o sâlih zâta ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap vermedi. Şehrin ileri gelenlerinden birisi, Fahrüddîn-i Râzî ile o sâlih zâtı bir yemeğe da’vet etti. Onlar da bu da’veti kabûl ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o sâlih zâta; “Niçin ziyâretime gelmediniz?” diye sorunca, o sâlih zât şöyle konuştu. “Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple, ziyâretinize gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan birşey eksiltir.” Bunun üzerine İmâm; “Bu söz edeb sahiplerinin ya’nî ehl-i tasavvufun sözüdür, işin içyüzünü bana anlat da merakım gitsin” dedi. O sâlih zât; “Seni ziyâret hangi bakımdan vâcibdir?” dedi. İmâm; “Ben müslümanların hürmet etmeleri lâzım olan birisiyim” dedi. Bunun üzerine o sâlih zât; “Madem ki, ilimle iftihar ediyorsun, ilmin neticesi, ma’rifetullahdır. Şimdi sana soruyorum; “Allahü teâlâyı nasıl tanıdın ve matlûbuna nasıl yol buldun?” dedi. İmâm; “Yüz burhan ve delîl ile ilim ve yakîn elde ettim” dedi. O zaman o sâlih zât; “Burhan, şüpheyi gidermek içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi ki, onun olduğu yerde şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki, burhan ve huccete ihtiyâç duyulsun” buyurdu. Bu söz, İmâm’a çok te’sîr etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih zâtın elini öpüp tövbe etti. O zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere ulaştı. Ondan sonra “Tefsîr-i Kebîr” adlı eserini te’lîf eyledi. Bu sâlih zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleri idi. Fahrüddîn-i Râzî, Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan çok istifâde etti.
Fahrüddîn-i Râzî, vefâtına yakın, talebelerinden İbrâhim bin Ebû Bekr İsfehânî’ye şu nasîhatta bulundu: “Her katı kalbi yumuşatan âhıret yolculuğu yaklaşmış ve dünyâ hayâtının sonunda bulunan, Rabbinin rahmetini uman, mevlâsının keremine güvenen bu kul Muhammed bin Ömer bin Hasen Râzî der ki: Peygamberlerin, meleklerin en büyüklerinin yaptıkları, bildiğim ve bilmediğim, lâyık olduğu hamdler ile Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlânın rahmeti, Resûlullaha (s.a.v.), diğer Resûller, Nebiler (aleyhimüsselâm), mukarreb melekler ve sâlih kimseler üzerine olsun.
İnsanlar derler ki: “İnsan vefât ettiği zaman, ameli kesilir Dünyâ ile alâkası kalmaz.” Bu söz, iki yönden sınırlandırılabilir. Birincisi, eğer vefât eden kimse dünyâda insanlara fâideli şeyler bırakmış ise, bu ona duâ yapılmasına vesile olur. Şartlarına uygun duâ, Allahü teâlânın katında makbûldür, ikincisi, evlâda âit olan husûstur. (Sâlih evlâd da ölen anası-babası için faydalı olur.)
Biliniz ki ben, ilim âşıkı idim. Doğru olsun yanlış olsun, bir şeyin ne olup olmadığını öğrenmek için birçok şeyi öğrendim. Vallahi kelâm, (akâid) ilmi ile ilgili, doğru yanlış bütün i’tikâdları, filozofların görüşlerini çok tedkîk ettim. Ancak Kur’ân-ı kerîmde bulduğum fâideye müsavî (denk) olacak bir fâideyi hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın yüce kudretini ve azametini teslim ve kabûl etmeğe teşvik ediyor, i’tirâz ve karşı çıkmaktan, derin mücâdele ve münâzaradan men ediyor. Çünkü beşer aklı, derin ve anlaşılması zor mes’eleler arasında boğulup gitmektedir. Bu sebeble dînimizin bildirdiklerini aynen kabûl edip, üzerinde konuşmamak en sâlim yoldur.
Ey âlemlerin Rabbi! Mahlûkatın, senin Ekrem-ül-ekremin, merhametlilerin en merhametlisi olduğunda ittifâk etmektedir. Yâ Rabbî! Bu Zaîf kuluna müsamaha eyle. Dilimi sürçmekten muhafaza buyur, bana yardım et. Hatâ ve kusurlarımı setreyle. Kitabım Kur’ân-ı kerîm, yolum Resûlullaha (s.a.v.) uymaktır. Yâ Rabbî! Senin hakkında hüsn-i zan sahibiyim. Rahmetin hakkında çok ümitliyim. Çünkü sen; “Kulum beni zanettiği gibi bulur” buyurdun. Yâ Rabbî! Ben hiçbir şey getirmesem de, sen ganîsin, kerîmsin, ümidimi boşa çıkarma. Duâmı geri çevirme. Beni ölümden önce ve sonra azâbından kurtar, ölüm sırasında can çekişirken bana kolaylık ver. Çünkü sen erhamürrâhimînsin.
Kitaplarıma gelince, onlarda çok şeyler yazdım. Onları mütâlâa edip okuyan, ihsân ederek iyi duâ ile beni ansın. Eğer böyle bir duâda bulunmazsa, hiç olmazsa hakkımda kötü sözde bulunmasın. Benim mes’eleleri geniş yazmaktan maksadım, mevzûyu genişletmek, derinlemesine ele almak, zihinleri açmaktır. Bütün bunlarda, Allahü teâlâya güvenip, dayandım.”
Daha birçok şeyleri vasıyyet eden İmâm-ı Râzî (r.a.), daha sonra şunları söyledi: “Talebelerime ve üzerinde hakkım olanlara şunu vasıyyet ediyorum: Ben vefât edince, benim ölümümü her tarafa yaymasınlar. Dînin emirlerine uygun olarak beni defnetsinler. Beni defnettikleri zaman, okuyabildikleri kadar bana Kur’ân-ı kerîm okusunlar. Sonra “Yâ Kerîm! Sana fakîr ve muhtaç birisi geldi, ona lütuf ve ihsânda bulun” desinler sözleriyle vasıyyetini bitirdi.
Fahrüddîn-i Râzî hakkında müstakil eserler yazılmıştır. Onun büyük bir allâme olduğunu herkes tasdik eder. Hattâ tefsîr kitaplarında “Kâle-el-allâme” denilince, Fahrüddîn-i Râzî kasdedilir.
Fahrüddîn-i Râzî’nin yazdığı meşhûr tefsîrinin ismi, “Mefâtih-ül-gayb”dır. Tefsîr-i kebîr diye bilinir. Önce, oniki veya onüç cild olarak tertîb edilmiş, fakat daha sonra sekiz büyük cild hâline getirilmiş, çok defalar basılmıştır. Otuziki cildlik bir baskısı da vardır. İlim sahibleri arasında çok yaygın bir tefsîrdir.
Kâdı İbn-i Şühbe, Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîrini tamamlayamadan vefât ettiğini söyler. Vefeyât-ül-a’yân kitabının sahibi İbn-i Hılligân da böyle der. Öyleyse, bu tefsîri kim tamamladı ve Fahrüddîn-i Râzî bu tefsîrini nereye kadar yazdı? Bu suâllerin kesin cevâbını vermek gayet zordur. Çünkü âlimler, bu mevzûda değişik şeyler söylemişlerdir.
İbn-i Hacer-i Askalânî, ed-Dürer-ül-Kâmine kitabında şöyle der: “Fahrüddîn-i Râzî’nin tefsîrini tamamlayan Ahmed bin Muhammed bin Ebî Hazm Mekkî Necmüddîn el-Mahzûmî el-Kumûli’dir. 727 (m. 1326) senesinde vefât etmiştir ve Mısırlıdır.”
Keşf-üz-zünûn sahibi de: “Büyük âlim, Necmüddîn Ahmed bin Muhammed Kumûlî, Râzî tefsîrine bir tekmile yazdı. Kâdı’l-kudât Şihâbüddîn Halîl Hûyî ed-Dımeşkî de onun noksan kalan kısmını tamamladı. Bu zât, 639 (m. 1241) senesinde vefât etti” dedi.
Fahrüddîn-i Râzî’nin nereye kadar yazdığı husûsuna gelince, bu suâlin de önceki gibi kesin bir cevâbı yoktur. Çünkü, Keşf-üz-zünûn hamişinde şöyle bir ibâre vardır: Seyyid Murtezâ’nın, Şihâb’ın, Şerh-i Şifâ kitabından, bizzat kendi hattıyla şöyle bir nakil yapmış olduğunu gördüm: “Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır.” Et-Tefsîr vel-müfessirûn kitabının müellifi der ki: “Râzî tefsîrinde “Vâkıa” sûresi 24. âyet-i kerîmenin tefsîrinde şu ibâre mevcûddur. “El-Mes’elet-ül-ûlâ” ibâresi, usûl ile ilgili bir ta’birdir. Fahrüddîn-i Râzî bunu birçok yerde zikretmiştir. Biz şimdi onlardan birisini bildiriyoruz” demektedir. (Mefâtih-ül-gayb cild-8, sh. 68) Bu cümleler Fahrüddîn-i Râzî’nin bu sûrenin tefsîrine gelmediğini göstermektedir.
Yine bu tefsîrde, Mâide sûresi altıncı âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, abdestte niyet mevzûuna giriyor. Şafiî mezhebinde şart olduğuna dâir, Beyyine sûresi beşinci âyet-i kerîmesini şâhid getiriyor. Sonra, “Biz bu delîl üzerindeki sözümüzü, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde tahkîk ettik, mes’eleyi iyi kavramak için oraya müracaat edilsin (Mefâtîh-ül-gayb cild-3, sh. 539) demiştir. Bu ibâre de göstermektedir ki, Fahrüddîn-i Râzî, Beyyine sûresini tefsîr etmiştir. Ya’nî oraya kadar tefsîr yapmıştır. Yalnız bu mücerred ibârenin zâhirinden anlaşılan ma’nâdır.
Et-Tefsîr vel-müfessirûn müellifi, neticeyi şöyle izah etmiştir: Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır. Ondan sonra Şihâbüddîn Hûyî gelmiş, bu tefsîre tekmileye başlamış, fakat tamamlıyamamıştır. Ondan sonra, Necmüddîn Kumûlî kalanı tamamlamıştır. Hûyî’nin kendi tekmilesini tamamladığı, Kumûlî’nin Hûyî’nin yazdığından ayrı bir tekmile yazdığı da söylenebilir. Keşf-üz-zünûn sahibinin ibâresinin zâhiri budur. Fakat, Fahrüddîn-i Râzî’nin Beyyine suresindeki havale edişi, Beyyine sûresine kadar tefsîr yaptığı husûsunda açık değildir. Çünkü İmâm, Beyyine sûresi için husûsî bir tefsîr yazmış olabileceği veya sâdece bu âyet-i kerîme ile ilgili bir tefsîr yazmış olabileceği veya bu sûrenin tefsîrîni yaptığım zaman oraya müracaat edebilirsin, ma’nâları düşünülebilir.
Netice olarak derim ki: Bu mes’ele için kesin bir şey söylemek zor. Bizim sözümüz mes’eleye zan üzere bir açıklık getirmeye çalışmaktır. Zan, isâbet de, hatâ da edebilir.”
Şu var ki, bu tefsîri okuyan kimsenin dikkatini çeken husûs; tek bir elden çıkmış gibi, aynı üslûp, üzere olduğudur. Tefsîr, baştan sona kadar, tek bir üslûp ile yazılmıştır. Okuyan, asıl ile, tekmile arasını ayıran farklı birşey görmemektedir. Ne kadar asıl, ne kadar tekmile, buna vâkıf olmak çok güç, sanki mümkün değildir.
Bu tefsîr, âlimler arasında çok meşhûr olmuştur. Çünkü diğer tefsîrlere göre hem çok geniş ve hem de çeşitli ilimleri ihtivâ etmektedir. Bu sebeple İbn-i Hılligân; “Fahrüddîn-i Râzî bu tefsîrinde her türlü garîb bilgiyi topladı” dedi. Fahrüddîn-i Râzî bu tefsîrinde kendisine has bir usûl ta’kib etti.
Mefâtîh-ül-gayb’ın husûsiyetleri:
1. Fâtiha sûresinin tefsîrini bir cild tutacak derecede geniş yazmıştır. Bunun sebebini Fahrüddîn-i Râzî şöyle anlatır: “Bir mecliste, Fâtiha sûresinin fâideleriyle ilgili onbin mes’elenin çıkarılabileceğini söylemiştim.
Bunun zor bir iş olduğunu söyleyenler oldu. Ben de bu tefsîrime uzunca bir mukaddime yazarak, bunun mümkün birşey olduğunu ortaya koymuş oldum.” Bu mukaddime pek kıymetli bilgileri içerisinde bulundurmaktadır. Fahrüddîn-i Râzî’nin, ilimdeki yüksekliğine büyük bir delîldir.
2. Râzî tefsîri hem rivâyet ve hem de dirayet yolunu kendisinde toplamıştır. Âyet-i kerîmeler îzâh edilirken, hem Eshâb-ı Kirâmdan, hem Tabiînden ve diğer büyük âlimlerden nakledilen tefsîr şekilleri bildirilmiş ve hem de dirayet yoluyla açıklamalar ve tahliller yapılmıştır.
3. Âyet-i kerîmelerin ve sûrelerin ve kendi aralarındaki münâsebetleri en güzel şekilde açıklanmıştır, İmâm çok defa tek münâsebet ile yetinmemiş, birkaç münâsebet zikretmiştir.
4. Fahrüddîn-i Râzî, fıkıh bakımından Şafiî, i’tikâdca da Eş’arî olduğu için, fıkıh ve kelâm ile ilgili mes’elelerde, Şafiî mezhebi üzere yürümüştür.
5. O, ahlâk, ilâhiyat, felsefe ve hey’etle ilgili mevzûları, okuyanları yormıyacak bir şekilde ele almıştır, İslâm âlemine, daha önce girmiş olup ve her tarafa yayılmış olan felsefî nazariyeler, fikirler te’sîr etmeye başlamıştı. Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), filozofların İslâmiyete muhalif olan fikirlerini ele alarak onları red etmiş ve müslümanların yanlış fikirlere düşmelerini önlemiştir. İlahiyat mevzûlarında, delîlleri Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdına göre getirmiştir. Yine, eski hey’et (astronomi) âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiklerine zıd olan nazariyelerini de delîlleriyle çürütmüştür.
6. Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîri, birçok tasavvufî hakîkatleri ihtivâ etmektedir. Bu i’tibârla Nûr sûresi 35. âyet-i kerîmesini tefsîr ederken, İmâm-ı Gazâlî’nin (r.a.) “Mişkât-ül-envâr” ismindeki kitabı tamamen buraya alınmıştır.
7. Kelâm mes’elelerinde bozuk bir i’tikâda sahip olan Mu’tezile’nin sözlerini reddetmiştir.
8. Ahkam âyetlerine geldiği zaman, orada müctehidlerin, o mes’ele ile ilgili ictihâdlarını da bildirmiştir: Ancak kendisi Şafiî mezhebinde olduğu için, delîlleri kendi mezhebi üzere açıklamıştır.
9. Yine, zaman zaman usûl, nahiv ve belagat ile ilgili mes’elelere girmiş, fakat riyaziye, (matematik) ile ilgili ilimler; ve varlıklarla ilgili mes’elelerdeki gibi derine dalmamıştır. Bu bilgilere kısaca yer verdiği tefsîrinde, fen ilimleri ile ilgili husûslara geniş olarak yer verilmiştir. Bu husûs ba’zıları tarafından yadırganmıştır. Ancak bu tefsîrden çeşitli ilimlere dâir kaydedilen mevzûlar çıkarılsa bile, yine eseri tefsîr olma özelliğini korumaktadır. Hattâ diğer tefsîr kitablarının birkaçına denk olabilecek büyüklüktedir. Bu tefsîr, fen ilimleri ile uğraşanlar içinde doyurucu bilgileri ihtivâ etmektedir.
Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarından seçmeler:
İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (r.a.), Âl-i İmrân sûresinde, altmışbirinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmağa başladık. “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim. “Mûsâ’nın, Îsâ’nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mu’cizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mu’cizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği halindedir. Mu’cize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber olduğuna îmân etmelisiniz.”
Hıristiyan; “Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır.” (Tanrı, ma’bûd demekdir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allahdır, tanrı değildir. Hak olan, doğru olan tanrı, yalnız Allahü teâlâdır. Allah yerine tanrı demek, yanlıştır ve çok çirkindir.)
Fahrüddîn-i Râzî; “İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz, Îsâ aleyhisselâm cisim idi. Yok iken var oldu ve size göre öldürülmüştür, önce çocuk idi, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtaç idi. Muhtaç olan, ganî olur mu? Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî sonsuz var olur mu? Değişen birşey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahudiler yakalayıp astı diyorsunuz, Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz, İlâh veya ilâhdan parça olsaydı, yahudilerden korunmaz mı? Onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:
1- O ilâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahudilerin, yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?
2- O, tanrının oğludur diyorsunuz.
3- O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulul etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu inanışlarda yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve a’raz değildir ki, bir cisme hulul etsin. Cisme hulul eden şey cisim olur ve hulul edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulul eden parça tanrı olmakta te’sîrli ise, bu parça ilâhdan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?”
Hıristiyan; “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Beras denilen derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır.”
Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de yoktur demek olur, yaradanın varlığını red etmen lâzım gelir. Birşey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulul ederse, bana ve sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara hulul etmediğini nereden biliyorsun?”
Hıristiyan; “Onda mu’cizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulul etmediği anlaşılmaktadır.”
Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mu’cizeler bulunmayınca, hulul edemiyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fareye de hulul ettiğine inanman lâzım gelir, ilâhın, bu aşağı mahlûklara hulul ettiğini inandırmağa varan bir din, çok adî, pek bozuk bir din değil midir?
Asayı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asayı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz, Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz?”
Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek birşey bulamadı, susmağa mecbûr oldu.
Tefsîr-i Kebîr de şöyle buyurdu: “Ebû Bekr-i Sıddîk’ın cenâzesini, vasıyyeti üzerine, Resûlullahın (s.a.v.) kabri şerîflerinin yanına getirdiler. Selâm verip, kapına gelen Ebû Bekr’dir, yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı, içerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz) sesi işitildi.”
Fahrüddîn-i Râzî, Metâlib-i âliyye ve zâd-ı Me’âd adlı eserinde buyurdu ki: “Gelen insanın rûhu ile kabirdeki zâtın rûhu birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, herbirinin nûru ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse o toprağa bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kaza ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda ma’rifet, feyz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirayet eder. Bunun gibi, o zât öldükten sonra rûh aleminden ve Rahmet-i İlâhî’den ona gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler onun rûhundan, gelen kimsenin rûhuna sirayet eder, geçer.”
Fahrüddîn-i Râzî, Bekâra sûresi 29. âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî (r.a.), Batlemyus’un (Poteleme’nin) (Necisti) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmeyen biri, müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca Kaf sûresi, altıncı âyet-i kerîmesindeki; “Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?” Allah kelâmını tefsîr ediyorum, diyerek cevap vermiştir. İmâm-ı Râzî, Ebherî’nin bu cevâbının doğru olduğunu, Allahü teâlânın mahlûklarını inceleyen fen adamları, O’nun büyüklüğünü iyi anlar, demektedir.
Enbiyâ sûresi otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, “Ayın, güneşin, yıldızların felekde ya’nî mihverleri ve yörüngeleri (Mahrekleri) etrâfında döndüklerini, Dahhak ve Kelbî’nin de söylediklerini bildirmektedir.”
Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrinde şöyle bildirmektedir: İnsanın rûhu bedenden ayrılıp, dünyâ bilgisinden kurtulunca, melekler âlemine, kudsî makamlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler kendinde hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilirler, İnsan, hocasını rü’yâda görüp, bilmediklerini sorup öğrenir.”
Fahrüddîn-i Râzî (El-Metâlib-ül-âliyye) kitabının onsekizinci faslında da buyuruyor ki: “Rûhu olgun, nefsi pak ve te’sîri kuvvetli bir velînin kabri yanına gidip, bir müddet durulur ve o toprakdaki velî düşünülür ise rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile velinin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna gibi olur. Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır, ikisi de çok fâidelenir.”
Alâüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki: “Evliyânın kabirlerini ziyâret edene onları anladığı ve bağlandığı miktarda fâide hâsıl olur. Fakat, rûhlarına bağlanmak, onları sevmek, hatırlamak daha fâidelidir. Çünkü, uzak ve yakın olmanın bunda bir te’sîri yoktur.”
Tabakât-üş-Şâfiiyye’de şöyle der: İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, İsrâ sûresinin tefsîrinde cemâdâtın ve mükellef olmıyan canlıların Allahü teâlâyı lisân-ı hâl ile tesbîh ettiklerini tercih etmiştir. Sübkî, sonra şunları söylüyor:
Âlimlerden bir grup, her canlının ve büyüyen varlıkların tesbîh ettiğini, bunların hâricindekilerin tesbîh etmediğini söyler, İkrime’nin: Ağaç tesbîh eder, direk, sütun tesbîh etmez sözü bu ma’nâ üzerinedir.
Yezîd Rakkâşî ile Hasen yemek yiyorlardı. Önlerine sofra geldi. Yezîd Rakkâşî, Hasen’e (r.a.); “Bu sofra tesbîh eder mi yâ Ebâ Sa’îd?” dedi. Hasen (r.a.); “Meyve zamanında ve yerde dikili ağaç iken tesbîh eder, fakat şimdi tesbîh etmez” dedi.
Bunun delîli şudur: İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle bildirdi. Resûlullah (s.a.v.) iki kabre uğradı: “İkisi de azap görüyorlar” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye bölüp herbirini bir mezara dikti. Ve buyurdu ki: “Umulur ki, bunlar kurumadıkça, Allahü teâlâ, onlara azâbı hafif kılar.” Burada, o iki hurma dalının yaş kaldıkları müddetçe tesbîh ettikleri, kurudukları zaman cemad oldukları anlaşılmaktadır.
Bir grup âlim de, canlı cansız, hepsinin söz ile tesbîh ettiklerini söylemektedirler ki, bize göre tercih edilen budur. Çünkü bunda imkânsız bir durum yoktur. Bu husûsta birçok delîl vardır. Sa’d sûresi 18. âyet-i kerîme, Meryem sûresi 90-91 âyet-i kerîmeleri buna delîldir. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Müezzinin sesini işiten, cin, insan, ağaç, taş ve her şey kıyâmet günü onun için şâhid olur.” Sahîh-i Buhârî’de bildirildi ki: Eshâb-ı Kirâm, Resûlullahın yanında yemek yerlerken, yemeğin tesbîh ettiğini işitirlerdi. Sahîh-i Müslim’de ise: Resûlullah (s.a.v.) “Ben, bir taş biliyorum ki, Peygamber olarak gönderilmeden önce bana selâm verirdi” buyurdu. İbn-i Mübârek “Rekâik” adlı eserinde şöyle nakleder: İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: Dağ, dağa der ki, bugün sana Allahü teâlâyı zikreden birisi uğradı mı? Eğer, evet uğradı derse, o soran dağ sevinir. Bu husûsta haber çoktur. Yine âyet-i kerîmede (İsrâ sûresi-44) umûm üzerine buyurulmuştur. Ancak bu bizim duyacağımız bir tesbîh değildir. Bunun duyulması mu’cize olarak meydana gelir. Resûlullahın huzûrlarında yemeğin konuşması gibi veya kerâmet olarak meydana gelir.
Eserleri: 1. Mefâtih-ül-gayb: Tefsîr-i Kebîr diye bilinir. Burhâneddîn Nesefî, bu tefsîri telhis etmiş (kısaltmış) ve Vâdıh ismini vermiştir. Muhammed bin el-Kâdı Ayasuluğ da telhis etmiştir. 2. Muhassalu Efkâr-ül-mütekaddimîn vel-müteahhirîn min-el-ulemâ vel-hükemâ vel-mütekellimîn, 3. İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ letâif-il-esrâr, 4. Uyûn-ül-mesâil, 5. El-Mahsûl, 6. El-Burhân fir-Reddi alâ ehl-iz-Zeygi ves-sagyât, 7. Nihâyet-ül-İcâz fî dirâyet-il-İcâz. 8. Meâlimü usûl-id-dîn, 9. Kitâbü fedâil-is-Sahâbe. 10. Kitâb-ül-ahlâk, 11. Şerhü vecîz-ül-Gazâlî, 12. Menâkıbu İmâm-ı Şafiî (Matbû’dur), 13. Tehzîb-üd-Delâil. 14. Kitâb-ı Esrâr-ül-kelâm. 15. Şerhü nehc-ül-belâga, 16. Kitâb-ül-kazâ vel-kader, 17. Kitâbü ta’cîz-il-felâsife, 18. Kitâb-ül-Berâhim-il-Behâiyye. 19. Kitâb-ül-hamsîn fî usûl-iddîn, 20. Kitâb-ül-hak vel-ba’s, 21. Kitâbü ismet-il-eribiyâ, 22. Risaletün fin-nübüvvât. 23. El-Esrâr-ül-mevedde fî ba’dı süver-il-Kur’ân-il-kerîm, 24. Kitâb-ül-firâseti, 25. Kitâbün-fî-zemm-id-dünyâ, 26. Kitâb-üz-Zübde, 27. El-Mulehhas, 28. El-Metâlib-ül-âliyye, 29. Kitâbün fıl-hendese, 30. Kitâb-ül-Câmi’ül-kebîr. 31. Kitâbü musâderet-i Oklides, 32. Kitâbün fil-kabz, 33. Risâletün fin nefs, 34. Kitâb-ı Umdet-ün-nezzâr ve zînet-ül-efkâr, 35. Risâletün fit-tenbîh alâ ba’d, 36. Meâlimü usûl-iddîn.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 81
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 55
3) Târih-ül-Hükemâ sh. 291
4) Zeyl-i Ravdateyn sh. 68
5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 21
6) Tabakât-ül-müfessirîn sh. 39
7) Lisân-ül-mizân cild-4, sh. 426
8) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 116
9) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 340
10) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 107
11) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 248
12) Tabâkât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-7, sh. 260
13) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 79
14) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3345
15) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-1, sh. 290
16) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 213