EBÛ TÂHİR MAHALLÎ (Muhammed bin Hüseyn)

Hadîs, tasavvuf, Şafiî mezhebi fıkıh âlimi, vâ’iz ve hatîb. Künyesi Ebû Tâhir olup ismi, Muhammed bin Hüseyn bin Abdürrahmân’dır. 554 (m. 1159) yılında Mısır’da Dimyat taraflarında bir yer olan Cevcer’de doğdu. Mahallî ve Ensârî nisbet edildi. Câmi-i Mısr-ı Atîk’de ve Câmi-i Amr İbni Âs’da hatîblik yaptığı için Hatîb Ebû Tâhir diye tanındı. 638 (m. 1235) yılında Mısır’da vefât edip Sefh-i Mukattam’a defnedildi.

Önceleri kötü kimselerle arkadaşlık ediyor, Allahü teâlânın rızâsına uygun olmayan işlerle meşgûl oluyordu. Genç yaşta hâlinin kötülüğünü anlayıp tövbe etti. Kendini ilim ve ibâdete verdi. Zamanında Mısır’ın üç büyük fıkıh âliminden ders aldı. Bu âlimlerden Tâcüddîn Muhammed bin Hibetullah Hamevî’nin sohbetinde kemâle geldi. Ebû İshâk Irâkî ve Ali bin Zeyn et-Tüccâr da, onun diğer fıkıh hocalarıydı. Hadîs ilmini ise, Hâfız İbrâhim bin Ömer Si’ridî’den öğrendi. Eş-Şeyh-ül-Celî, es-Seyyid-ül-Kebîr Ebû Abdullah Kuraşî’nin sohbetlerinde bulundu. Fıkıh ve usûl ilimlerinde çok ilerledi, insanların sorularına cevap verir, sıkıntılarını giderirdi. Kendisine yapılan kadılık tekliflerini reddederdi. Câmi-i Atîk ve Câmi-i Amr İbni Âs’ta hatîblik yapar, tâliblerine usûl ve fıkıh dersleri verirdi. Şafiî mezhebine göre fetvâ verirdi. Kimseden hiçbir şey istemez, hiçbir şekilde hediye kabûl etmezdi. Mısır Eyyûbî Sultanı, Melik Nâsırüddîn Kâmil tarafından, kardeşi Şam Sultanı, Melik-ül-Eşref Muzafferüddîn Mûsâ’ya, aralarında sulh yapmak için elçi olarak gönderildi. İki kardeşin aralarındaki kırgınlıkları atarak barışmalarını sağlayıp, iki müslüman devletin birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarına vesile oldu. Allahü teâlânın rızâsını kazanabilmek gayesiyle kendisini ilim ve ibâdete verdi. Gece ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirirdi. “Dîn nasihattir” emrine uymak için, insanlara devamlı nasihatlerde bulunurdu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını çok iyi bilir ve bildiklerini tatbik ederdi. Allahü teâlânın rızâsına muhalif bir iş yapmamak, bir söz söylememek için çalışırdı. Selef-i Sâlihîn gibi yaşamaya gayret eder, Resûlullaha (s.a.v.) bütün hâl ve hareketlerinde uymağa çalışırdı. Dünyâ ve dünyâ malına hiç kıymet vermezdi. Eline geçeni Allahü teâlânın dîninin yayılması ve kullarının ihtiyâçlarının karşılanması için harcardı. Kimseden birşey istemez, ihtiyâcını cenâb-ı Hakka arz ederdi. Pekçok kerâmetleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı.

Birçok talebe yetiştirdi. İbn-i Kalyûbî’nin babası Ziyâüddîn Ebû Ravh Îsâ bin Rıdvan Askalânî, Ebü’l-Hüseyn Yahyâ bin Hüseyn bin Attâr Kuraşî, İbn-i Rif’a ve daha birçok âlim ilim öğrendi. İbn-i Kalyûbî, onun kerâmet ve menkıbelerini “Ez-Zâhir fî menâkıb-ı Ebi’t-Tâhir” adlı eserinde yazdı. Bu eserinden okunan Ebû Tâhir Mahallî hazretlerinin hâl ve kerâmetleri, dilden dile, gönülden gönüle aktarıldı.

Ebü’l-Hüseyn Ziyâüddîn Yahyâ bin Hüseyn Kuraşî anlatır:

“Birgün babam Ebû Abdullah Kuraşî Kurtubî, beni Ebû Tâhir Mahallî’ye gönderdi. Onu, câminin mihrabında otururken buldum. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Fakat âdeti, selâm verdiğim zaman oturuyorsa ayağa kalkardı. Babamın kendisine yazdığı mektûbu verip ayrıldım. O yine aynı şekildeydi. Münasip bir zamanda; “Her vakit ayağa kalktığınız hâlde, mihrabda selâm verince niçin kalkmadınız?” diye suâl edince, “Sen öyle bir yerde gelip selâm verdin ki, orada yalnız Allahü teâlâ için ayağa kalkılır” diye cevap verdi.”

İbn-i Kalyûbî anlatır: Zamanın sultânı yolculuğa çıkacağı zaman Ebû Tâhir Mahallî’ye uğrar, onun duâsını almadan yola çıkmazdı. O da her defasında; “Allahü teâlâ, sultânı muvaffak etsin” diye duâ ederdi. Yine bir seferinde Sultan ve arkadaşları kendisini ziyâret edip duâsını aldılar. Onlar ayrıldıktan sonra; “Sanki düşmanlarının üstüne gidiyormuş gibi benden nusret için duâ istedi” dedi. Daha sonra sultânın askerleri arasına katılıp, Avrupa’dan gelen zâlim Haçlı kuvvetlerine karşı çarpışmak için gitti. Mensûre’deki savaşta atından inip düşmanla savaştı. Yanındakiler, hep şehid oldular. O da pekçok kâfiri öldürdü. Ebû Tâhir Mahallî’ye de birçok ok ve kılıç darbesi isâbet etti. O, hiç savaşa girmemiş gibi geri döndü.”

Yine İbn-i Kalyûbî babasından şöyle nakleder: “Birgün Ebû Tâhir’in kitaplarından bir kitap aldım. Dışına bir şey bulaştı. Öyle bırakırsam eline bulaşır, diye düşündüm. Su ile yıkadım, temizlendi. Kitabı teslim etmek için götürdüğümde: “Kimden izin alıp da kitabın cildini yıkadın?” diye suâl etti. Ben de hiçbir şey söyleyemedim. Bir defasında da huzûrlarına vardım. Arkasında namaz kıldıktan sonra müthiş bir şekilde karnım ağrımaya başladı. O kadar şiddetlendi ki, yerimde duramaz oldum. Ebû Tâhir hazretleri ellerini uzattılar. Onun eline yapıştığım anda hiçbir şeyim kalmadı.”

Kâdı Şerefüddîn İbni Ayniddevle, minberde iken kendisi için duâ etmesini istedi. Uzun bir zaman sonra karşılaştılar. Kâdı Şerefüddîn’e; “Sen söylediğinden bu yana, hiçbir Cum’a hutbesinde, senin için duâ etmeyi unutmadım” dedi.

Yine İbn-i Kalyûbî anlatır: Ebû Tâhir 633 yılında vefât ettiği zaman, cenâze namazını çok kalabalık bir cemâat kıldı. İmâm-ı Şafiî hazretlerinin talebelerinden İmâm-ı Müzenî’nin cenâze namazından bu yana, Mısır’da böyle bir kalabalık görülmemişti. Âlim, âmir, fakir, zengin, câhil, sultan herkes onun cenâzesine iştirâk etti. Melik Kâmil Şam’da olduğu için, oğlu Sultan Âdil hazır bulundu. Mukattam dağı eteklerine, sıcak bir günde defnedildi. Kabri herkes tarafından bilinmekte ve ziyâret edilerek bereketlenilmektedir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 48

2) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 411