Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Humeyd (veya Ahmed) bin İsmâil bin Yûsuf el-Kûsî es-Saîdî olup, Künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Mısır’da, Nil nehrinin sahilinde bulunan Kûs kasabasındandır. Buna nisbetle Kûsî denilmiştir. Doğum târihi kâtî olarak bilinmemekte olup, 612 (m. 1215)’de başka bir rivâyette 613 (m. 1216) senesi Şa’bân ayının ortalarında, Mısır’da Nil nehri sahilinde bulunan ve Kûs’a yakın şehirlerden olan Kınâ şehrinde vefât etti. Ders verdiği medresenin bahçesine, hocası Abdurrahim el-Kınâvî hazretlerinin yanına defnedildi. Kabrini ziyâret edip, onun hürmeti için, onu vesile edilerek yapılan duânın kabûl olunduğu çok görülmüştür.
Ebü’l-Hasen el-Kûsî hazretleri, o zamanda bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdürrahîm el-Kınâvî hazretlerinin dâmâdı ve en üstün talebesi idi. Zâhirî ve batınî bir çok ilimleri ondan öğrendi. Ayrıca; İbn-i Dakîk-il-Iyd (Muhammed bin Ali el-Kuşeyrî), Ebû Yahyâ bin Şafiî, Ebü’l-Kâsım el-Meragî gibi meşhûr âlimlerin sohbetlerinde bulunup, kendilerinden ilim öğrendi. Kendisinden ise; Ebû Yahyâ, Yûsuf bin Muhammed bin Ali Ebû İshâk bin Adîs, İlmüddîn Ebû Tâhir İsmâil bin İbrâhim bin Ca’fer el-Menfelûtî ve başka âlimler ilim öğrendiler.
Ebü’l-Hasen el-Kûsî hazretleri, hâli ve yaşayışı insanlara örnek fazîletler ve kerâmetler sahibi çok yüksek bir zât idi. Tasavvuf ehli zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Babası, elbise ve kumaş boyacılığı yapardı. Oğluna da; “Bana yardım etmiyorsun, gidip sûfîlerin sohbetinde bulunuyorsun” diyerek ona kırılıyordu. Birgün Ebü’l-Hasen (r.a.), boyanacak elbiselerden birini, boyanın içine batırdı. Babası, hiddetlenip; “Ne yaptın? O elbise, o boya ile boyanmayacaktı. Elbisenin sahibine ne cevap vereceğim?” diye çıkıştı. Ebü’l-Hasen, elbiseyi boyanın içinden çıkarınca, o boyanın rengine değil, olması istenilen renge boyanmış olduğu görüldü. Babası, bu hâlden sonra oğlunu serbest bıraktı. Sûfîlerin sohbetlerinde bulunmasına hiç mâni olmadı.
Ebü’l-Hasen bin Sabbag hazretlerinin, talebelerine ders verdiği bir hânegâhı vardı. Hergün ve gecesinde bir defa hânegâha giderek, talebelerinin hâllerini kontrol ederdi. Bir Ramazân-ı şerîfin son gecesi yine hânegâha geldiğinde, talebelerden birisinin ağlamakta olduğunu görüp, sebebini sordu. O talebe şöyle anlattı: “Efendim! Bu gece rü’yâmda, bu gecenin Kadir gecesi olduğunu müşâhede ettim (gördüm). Herkes secde ediyordu. Ben de secde etmek istedim. Ne kadar gayret ettiysem de secde edemedim. Sanki karnımda demirden bir direk vardı ve ben de eğilemiyordum. Bu demir direk, secde etmeme mâni oluyordu.” Talebenin bu anlattıklarını dinleyen Ebü’l-Hasen hazretleri, tebessüm edip buyurdu ki: “Evlâdım! Bunun için hüzünlenme! Korkma! O demir bir direk gibi secde etmene mâni olan şey, senin içine bizim tarafımızdan konulmuş bir şeydir. Senin gördüğün o hâl, şeytanî bir hâldir. Eğer sen secde etmiş olsaydın, şeytan senin içine girmek için yol bulmuş olacaktı.” Bu sözleri dinleyen talebe; “Bu hâlin böyle olduğunu ben nereden bileyim? Hâl gerçekten bu anlatılan gibi midir?” diye düşündü. Hatırına gelen bu ve bunun gibi şüpheye düşürücü düşünceler içindeyken, Ebü’l-Hasen hazretleri o talebeye: “Ben sana böyle söylüyorum. Yoksa delîl mi istiyorsun?” buyurdu. Bundan sonra da sağ elini uzattı. Talebe gördü ki, hocasının sağ eli, meşrıka kadar uzandı. Sonra sol elini uzattı. O da magribe kadar uzandı. Sonra sağ elini sol eline doğru yaklaştırdı. O kadar ki, iki elinin birleşmesi için arada çok az bir mesafe kalmıştı. Nihâyet iki eli arasında, gördüğüm nûr, insan şeklinde duruyordu. Benim nûr şeklinde gördüğüm o şey, şimdi siyah ve çok çirkin bir şekildeydi ve Ebü’l-Hasen hazretlerine, kendisini bırakması için yalvarıyordu. Ebü’l-Hasen (r.a.) ellerini biraz daha yaklaştırdı. O elindeki acâib şeyin bağırması, feryadı daha da fazlalaştı. Nihâyet, o iğrenç ve çirkin şekil bir duman hâline geldi. Havada yok olup gitti. Bu hâli müşâhede eden talebenin gönlüne gelen i’tirâz ve şüphe şeklindeki düşünceler de yok oldu.
Ebü’l-Hasen Ali İbn-üs-Sabbag hazretlerinin talebelerinden Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kureşî (r.a.) şöyle anlatıyor: “Ben, Ebü’l-Hasen bin Sabbag’ın hizmetinde bulunuyordum. Memleketim, bulunduğum yere çok uzaktı, ben de dokuz aydır ailemden hiç kimseyi görmemiştim ve kendilerini çok özlemiştim. Kınâ şehrinde, hocam Ebü’l-Hasen hazretlerinin hânegâhında bu düşünceler içinde iken, birden bire hocam bana; “Aile efradını çok özledin değil mi?” dedi. “Evet” dedim. Beni bir odaya götürdü. Gözlerimi kapamamı emretti. Kapadım. Biraz sonra, “Başını kaldır! Gözlerini aç!” buyurdu. Gözlerimi açtığımda, kendimi memleketimizdeki evimin önünde buldum. Hâlbuki, Kınâ şehri ile benim memleketimin arası 15 günlük yol idi. Eve girdim. Çoluk çocuğum ile görüştüm. Bir gün kaldım. Evimdekiler ile beraber iki defa yemek yedim. Anneme de, evin ihtiyâçları için 20 dirhem para verdim. Akşam ezanı okununca evden çıktım. Allahü teâlânın izni ile, bir anda kendimi Kınâ şehrindeki hocamın hânegâhında buldum. Akşam namazından sonra hocam bana iltifât ederek; “Arzu ve iştiyâkın, özlemin geçti mi?” diye sordu. “Evet efendim” dedim. Bir ay sonra hocam bana tekrar izin verdi. Bu sefer normal olarak, yürüyerek memleketime geldim. Evimdekiler beni görünce çok sevindiler. Önceki gelişimde, kendilerinden habersiz olarak ayrıldığım için beni çok merak etmişler. Hattâ bir yerlerde ölmüş olabileceğimi tahmin etmişler. Ben kendilerinden özür dileyerek lâfı kestim ve hocamın bu kerâmetini kendileri hayâtta iken hiç kimseye anlatmadım.”
İlmüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Menfelûtî (r.a.) şöyle anlattı: “Birgün hocam Ebü’l-Hasen Ali bin Humeyd hazretleri ile beraber deniz sahilinde bulunuyorduk. Hocam abdest alıyordu. Birden bir feryâd sesi işittik. Bir kargaşalık meydana geldi. Sebebini sorduk. Timsahın, kıyıda durmakta olan bir adamı yakalayıp, denizin içine doğru götürdüğünü söylediler. Baktık, timsah yakaladığı kimse ile beraber, kıyıdan uzaklaşıyordu. Hocam, timsaha “Dur!” buyurdu. Timsah olduğu yerde kaldı. Sonra hocam; “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek, deniz üzerinde yürüdü. Timsahın yanına vardı. “O adamı bırak!” dedi. Timsah adamı bıraktı. Sonra timsahın üzerine elini koydu ve “Öl!” dedi. Timsah o anda öldü. Sonra o adama “Haydi, kıyıya git” buyurdu. Adam, “Bu kabarık dalgalar arasında kıyıya nasıl giderim?” dedi. Hocam ise; “Sen kıyıya doğru git! Hiçbir şey olmaz. Deniz de sana birşey yapamaz. Çünkü bu yol senin için kurtuluş yoludur” dedi ve kendisi de beraber, yer üzerinde yürüyorlar gibi, deniz üzerinde yürüyerek sahile geldiler. Orada bulunan herkes hocamın bu kerâmetini gördüler. Büyük hadîs âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri diyor ki: “Ebü’l-Hasen bin Sabbag (r.a.) ile 606 (m. 1209) yılında Kınâ şehrinde karşılaştım. Onun bereketli sohbetinde bulunanların hâllerinin değiştiğini, bunun açıkça belli olduğunu gördüm. Talebe yetiştirmekte pek mahir idi. Kendisinden birçok kimse istifâde etti. Allahü teâlâ, onun vâsıtası ile birçok kimseye hidâyet, kurtuluş nasîb etti.”
Bir defasında Ebü’l-Hasen hazretleri yedi kişilik yemek hazırlattırdı. Bu yemekten yüz kadar kimse yediler. Yemek hepsine yetti. Hattâ bir miktar da arttı.
İmâm-ı Menâvî hazretleri şöyle anlatıyor “Ebü’l-Hasen Ali bin Sabbag hazretlerini, vefât hastalığında ziyâret ettim. Kendisine; “Sana fakirlik verdik. Şikâyette bulunmadın. Çok ni’metler verdik. Sen onlarla meşgûl olmadın. Hep bizimle meşgûl oldun. Sana belâ ehlinin hâlini veriyoruz ki, öncekiler gibi bunu da hoş karşılayasın ve bela ehline huccet (delîl) olasın” buyurulduğunu söyledi.”
Ebü’l-Hasen Ali bin Humeyd İbn-üs-Sabbag’ın (r.a.) sohbetinde bulunmak ve kendisine talebe olmak için biri geldiğinde, başını önüne eğerek bir müddet düşünür, Allahü teâlânın izniyle, kalb gözüyle o gelen kimsenin Levh-ül-mahfûz’daki hâlini görür, ona göre o kimseyi talebeliğe kabûl eder veya geri gönderirdi.
Yine birgün bir kimse gelerek sohbetinde ve hizmetinde bulunmak istediğini söyledi. Ebü’l-Hasen hazretleri o kimseye; “Bizim yanımızda sana verebileceğimiz bir vazîfe yok. Ancak, istersen her gün bir bağ halfâ (kandırma) otu getirirsen, hizmette bulunmuş olursun” buyurdu. O kimse, “Peki” deyip ayrıldı. Hergün orağını alıp gider bir bağ halfâ otu getirirdi. Bir zaman sonra usanıp, bu işi terketti. Rü’yâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş ve kendisi ateşe düşmek üzere idi. Ebü’l-Hasen hazretlerinin hânegâhına getirdiği bir bağ halfânın, ateş ile kendisi arasında set, siper olduğunu gördü. O halfâ bağı kendisini ateşten uzaklaştırdı. Ebü’l-Hasen hazretlerine gelip gördüklerini anlattı. Ebü’l-Hasen (r.a.); “Biz sana ne dedik? Bizim yanımızda seni ıslâh edecek hizmetin, halfâ taşımak olduğunu söylemedik mi?” buyurdu. Bunun üzerine o kimse istiğfar etti ve aynı hizmetine devam etti.
Rivâyet edilir ki: “Ebü’l-Hasen hazretlerinin türbesine yakın bir yerde, çirkin bir günah işlenmek üzere idi ki, tam bu sırada, Ebü’l-Hasen hazretlerinin kabrinden şöyle bir ses duyuldu: “Ey filân! Bu işi yaparken Allahü teâlâdan haya etmiyor musun?
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 163
2) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 516
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 52
4) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 161
5) Tabakât-ül-evliyâ sh. 452