EBÜ’L-ABBÂS-I MÜRSÎ

Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Ömer bin Muhammed el-Endülüsî, el-Mürsî, el-Ensârî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs’dır. Aslen Endülüs’te bulunan Mürsiyye şehrinden olup, Mısır’da İskenderiyye şehrinde otururdu. Buna nisbetle kendisine Endülüsî ve Mürsî denilmiştir. 616 (m. 1219) senesinde doğdu. 686 (m. 1287) senesinde İskenderiyye’de vefât etti.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerinin yetiştirdiği evliyânın en büyüklerindendir. Evliyâlık yolunda talebeleri yetiştirmek, ma’nevî yönden terbiye etmek için, Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerinin vefâtından sonra halîfesi oldu. Kendisi de; Tâcüddîn-i İskenderî, İmâm-ı Busayrî ve Abdullah-i İsfehânî gibi meşhûr evliyâyı yetiştirdi. Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri, daha sağlığında iken talebelerine, kendisinden sonra Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’ye tâbi olmalarını işâret ederek şöyle buyurdu: “Ebü’l-Abbâs’a bağlanınız. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kendini temiz tutmaktan âciz, yürüyemiyen bir köylü ona gelse, huzûrunda bulunmakla, Allahü teâlânın izni ile evliyâlık yolunda çok yükseklere çıkar. Yine Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şimdiye kadar ne kadar velî zât gelmiş ise, bundan sonra ne kadar velî zât gelecek ise; hepsinin isimlerini, sayılarını, hâllerini, Allahü teâlâya olan yakınlıklarını, evliyâlık yolundaki derecelerini, Allahü teâlâ hem ona, hem de bana bildirdi.”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (r.a.) hocası Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerine kavuşmasını ve ona talebe olmasını şöyle anlatır: “Mürsiyye’den Tunus’a gelmiştim. O zaman daha genç idim. Orada Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerinin ismini, büyüklüğünü duydum. Kendisiyle görüşmek istedim. Bir kimse bana, kendisiyle beraber gidebileceğimizi söyledi. Ertesi günü gidecektik. O gece rü’yâmda gördüm ki, bir dağın tepesine doğru çıkıyorum. Tepeye varınca, orada üzerinde yeşil bir hırka bulunan bir zâtı oturuyor gördüm. Sağında ve solunda iki kimse vardı. Ben ortada oturmakta olan heybetli zâta baktım. Bana zamanın halîfesi ile karşılaşıyorsun” buyurdu. Sonra uyandım. Sabah olunca, sözleştiğimiz kimse ile buluşup, Ebü’l-Hasen-i Şâzilî’nin huzûruna gittik. Bir de ne göreyim, Ebü’l-Hasen hazretleri, gece rü’yâmda gördüğüm zât idi. Aynen rü’yâmda gördüğüm gibi oturuyordu. Çok hayret ettim. Ben bu hâlde iken bana; “Zamanın halîfesi ile karşılaşıyorsun” buyurdu. Sonra ismimi sordu. İsmimi ve nesebimi söyledim. “Sen bana, on sene evvel arzedilmiş idin” buyurdu. Beni talebeliğe kabûl etti. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, zamanında bulunan evliyânın en büyüklerinden, kerâmetler ve hârikalar hazînesi çok yüksek bir zât idi. Onun sohbetlerine devâm etmekle, huzûrunda yüksek derece ve makam sahibi olan evliyâ pekçok olup, sayısı bilinmemektedir. Herkes, her taraftan sohbetine koşar, çok kıymetli ve te’sîrli sözlerinden istifâde etmeye çalışırdı.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (r.a.) sohbetlerinde daha çok, akl-ı ekber denilen en büyük akıldan, İsm-i a’zamdan ve isimlerden, harflerden bahsederdi. Evliyâlık derecelerini, Allahü teâlâya yakın olanların makamlarını, Arş-ı a’lâya yakın olanların sahib oldukları üstünlükleri, evliyâdan yardım istendiği zaman imdâda yetiştiğini ve yardım ettiğini, sır ilimlerini, kader (kıyâmet) gününü, kişilerin ilimlerini, kıyâmet günü neler olacağını, Allahü teâlânın kullarına yumuşaklık, ni’met vermek, cömertlik ve intikam bakımından neler yapacağını ve bunun gibi yüksek ilimleri anlatırdı. “Akıllar zayıf olmasaydı (anlıyamıyacaklarından ve anlaşılamıyacağından korkmasaydım) Allahü teâlânın rahmetinden çok haberler verirdim” buyurdu.

Büyüklüğüne işâret olan kerâmetlerden ba’zıları şunlardır:

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin büyüklük hâlleri, kerâmetleri daha çocuk yaşlarda iken görülmüştür. Kendisi anlatıyor: “Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni gidiyordum. Bir defasında, bir levha üzerine ba’zı şeyler yazıyordum. O sırada yanıma bir kimse gelerek; “O beyaz levhayı karalama!” dedi. Ben de; “İş senin zannettiğin gibi değil. Ben buraya mühim şeyler yazıyorum. Asıl mühim olan, amel defterlerinin günah lekeleriyle karalanmamasıdır” dedim. Hocası Ebü’l-Hasen-ı Şâzilî hazretleri, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’yi çok sever, yetişmesi için husûsî gayret sarfederdi. Ebû Zekeriyyâ Yahyâ Belensî (r.a.) şöyle anlattı: “Bir müddet, Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri ile beraber kaldım. Sonra Endülüs’e gitmem icâb etti. Hocam Ebü’l-Hasen, vedalaşmamız sırasında bana; “Endülüs’e varınca, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî ile görüş! Onun hizmetinde bulun! Çünkü o, yüksek makamlara kavuştu, insanlar, onun bu durumunu bilmezler. Onu gördükleri gibi sıradan biri zannederler” dedi. Nihâyet yanından ayrıldım. Uzun bir yolculuktan sonra, Endülüs’e geldim. Doğruca Ebü’l-Abbâs’ın yanına gittim. Ebü’l-Abbâs beni görünce, ben birşey söylemeden; “Henüz senden önce beni kimse tanımadı. Ey Yahyâ! Elhamdülillah zamanın kutbu ile görüştün. Hocam Ebü’l-Hasen’in sana söylediklerini kimseye söyleme!” dedi.

Bir defasında zamanın sultânı, hizmetçilerine, bir tavuğu kesmelerini, başka bir tavuğu kesmeden boğazlamalarını, sonra ikisini de aynı kazanda pişirmelerini emretti. Hizmetçiler, sultânın dediği şekilde tavukları pişirip hazırladılar. Bu sırada Ebü’l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü’l-Abbâs’ın (r.a.) kerâmet sahibi bir zât olup olmadığını anlamak için, o tavukları, yemek olarak Ebü’l-Abbâs’a ikram etti. Ebü’l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boğulmuş olan tavuğu göstererek kaldırmasını emredip; “Bu, leştir yenmez” buyurdu. Kalan tavuk için ise; “Bu, leş değildir. Fakat leş olan tavuğun, suyunda, o tavuk ile beraber aynı kapta piştiği için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez” buyurdu.

Başka bir kimse Ebü’l-Abbâs hazretlerini imtihan için, ona helâl olduğu şüpheli olan bir yemek getirdi. Ebü’l-Abbâs hazretleri o yemeği kabûl etmedi ve; “Şüpheli birşey ile karşılaştığımda, vücûdumdaki damarlar hareket edip beni ikâz ederler” buyurdu. O kimse, hatâsını anlayıp pişman oldu. Hemen orada tövbe etti.”

Bir defasında, yanında talebelerinden beş kişi ile birlikte Kûs şehrine doğru yola çıktılar. Kendisine; “Bu yolculuğunuzdan maksat nedir?” diye suâl edildiğinde; “Bunları defnetmektir” buyurdu. Soranlar, bu sözden pek birşey anlıyamadılar. Nihâyet yola çıktılar. Gerçekten o yolculukta, yanında bulunan beş kişi de vefât etti. Ebü’l-Abbâs onları defnetti. İskenderiyye’ye döndü. Yola çıkacakları zaman kendisine sorulan suâle verdiği cevabın hikmeti, böylece anlaşılmış oldu.

İskenderiyye halkı, düşman hücumundan korkup silahlanmaya başlamışlardı. Ebü’l-Abbâs (r.a.); “Korkmayın! Ben aranızda oldukça düşman size zarar veremez” buyurdu. Hakîkaten o vefât etmeden önce, düşman o şehre giremedi.

Kadının biri doğum yaparken çok sıkıntı çekti. Bir türlü doğum yapamadı. Ölecek hâle geldi. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin takkesini, o kadının karnı üzerine koydular. Allahü teâlânın izni ile hemen doğum yaptı ve kurtuldu.

Birgün Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin huzûruna bir kimse geldi. Gelen kimse, Kur’ân-ı kerîmi ezbere biliyordu. Meşhûr onsekiz ilimde de ihtisası vardı. Ebü’l-Abbâs’ın (r.a.) yanında bir miktar konuştu. Ebü’l-Abbâs (r.a.) edebinin çokluğundan, tevâzu ile, sessiz olarak o kimsenin anlattıklarını dinledi. Bir müddet sonra o kimse, kendisinde bulunan ilimle öğünerek ve kendini ondan üstün görerek kibirli bir şekilde Ebü’l-Abbâs’a; “Şimdi biraz da sen konuş!” dedi. Ebü’l-Abbâs; “Ey bunun öğünmesine sebeb olan şey! Çık!” buyurdu. O zât, Kur’ân-ı kerîm ve diğer ilimlere âit ne biliyorsa, hepsini bir anda unuttu. Hepsi hafızasından silindi. Şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşır oldu. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (r.a.) kendisine acıyıp, namaz içinde okunacak kadar olan ve çok lüzumlu olan bilgileri o kimseye iade etti. O kimse, ölünceye kadar bu hâlde kaldı. Bu kimsenin hâlini görenler, Allahü teâlânın evliyâsına düşman olmanın, onları küçük görmenin, onlara düşmanlık etmenin ve onları imtihan etmeye kalkmanın cezasının pek ağır olduğunu, böyle kimselerin elbette cezalarını göreceklerini, dünyâda da, âhırette de perişan olacaklarını iyice anladılar.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’yi sevenlerden birisi gelerek, Cum’a namazından sonra velime (düğün yemeği) vereceklerini, kabûl ederlerse, kendilerini de yemeğe da’vet ettiklerini bildirdi. Ebü’l-Abbâs (r.a.); “Peki, inşâallah gelirim” buyurdu. Daha sonra, ayrı ayrı dört kişi daha gelerek, aynı zaman için kendisini yemeğe da’vet ettiler. Onlara da; “Peki, inşâallah gelirim” dedi. Cum’a namazı vakti oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle oturdu. Bir yere gitmedi. Daha sonra, o da’vet eden beş kişinin hepsi ayrı ayrı gelerek, yemeklerinde bulunmakla kendilerini çok sevindirdiğini ve teşekkür ettiklerini bildirdiler. Orada bulunanlar, Ebü’l-Abbâs’ın yanlarından hiç ayrılmadığını, bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladılar.

Yine Ebü’l-Abbâs’ı çok sevenlerden birisi şöyle anlattı: “Birgün Ebü’l-Abbâs’ın arkasında namaz kılıyordum. Mübârek bedenini nurla dolu gördüm. Güneş misâli etrâfa nûr saçılıyordu. O kadar nurlu idi ki, bakmaya tahammül edemedim.”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri şöyle anlatıyor Mevkî ve makam sahibi, varlıklı, zengin bir kimse, büyüklerden birisine; “Sana iyilikte bulunabilirim. Arzu ve ihtiyâçlarını bana bildirebilirsin” dedi. O evliyâ zât, o kimseye şöyle söyledi: “Sen, bana böyle söylüyorsun ama, benim iki tane kölem vardır ki, ben onlara hâkimim, onlar benim emrim altındadırlar. Sen ise, bu ikisinin hâkimiyeti altındasın. Onlar sana hükmediyorlar. Ben, o iki şeyi kahrettim. Seni ise, o ikisi kahretti. O iki şeyden birisi şehvet, diğeri ise hırstır. (Şehvet; nefsin, aşırı ve zararlı istekleridir. Hırs; azgınlık, kızgınlık, sonu gelmeyen arzu demektir.) Ya’nî sen, benim kölelerimin kölesisin. Kölelerimin kölesi olan birine ihtiyâçlarımı bildirmem, ondan fayda ve menfaat beklemem nasıl doğru olabilir?”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, sohbetlerinde hep; “Hocam Ebü’l-Hasen-i Şâzilî buyurdu ki: Hocam şöyle anlattı” şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Birgün bir kimse; “Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden birşey söylemiyorsunuz. Kendinizden birşey söylediğinizi hiç görmedik” dedi. Bunun üzerine Ebü’l-Abbâs şöyle cevap verdi: “Eğer istesem, “Allahü teâlâ buyurdu ki, Allahü teâlâ buyurdu ki” diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem, “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki” diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem, “Ben diyorum ki, ben diyorum ki” diyerek nefesler adedince, pekçok şey anlatırım. Ya’nî, Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edebde noksanlık olmaması için ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur.”

Ebü’l-Abbâs, çok sıcak bir günde, asîde diye bilinen bir çeşit bulamaç yemeği pişirdi. Hâlbuki, bu yemek kış mevsiminde pişirilirdi. Kendisine dediler ki: “Efendim! Bildiğimize göre bu yemek kış mevsiminde yapılır. Başka zamanlarda yapılmaz. Sizin bu sıcak günde bu yemeği pişirip bizlere ikram etmenizin hikmetini anlıyamadık.” Bunun üzerine; “Bu, Habeşistan beldelerinden birinde bu gün doğan oğlumuz Yakut’un doğum asîdesidir” buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerden de birşey anlıyamadılar. Fakat, hocalarının sözlerinde mutlaka bir hikmet bulunacağını bildikleri için, bu günün târihini kaydettiler. Bir zaman sonra, Habeşistanlı Yakut isminde bir genç, köle olarak, elden ele satılarak, nihâyet Ebü’l-Abbâs hazretlerinin yanına geldi, hizmetçisi oldu. Gelen gencin Habeşistanlı olduğunu. İsminin de Yakut olduğunu öğrenenler. Ebü’l-Abbâs hazretlerinin senelerce önce söyledikleri sözü hatırladılar. Hesâb ettiler. Ebü’l-Abbâs hazretleri, o sözü bu Yakut’un doğum gününde söylemişti. Böylece, o sözün hikmetini anlayıp, hocalarının büyük bir kerâmetine daha şâhid oldular.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin vücûdunda oniki çeşit hastalık; basur hastalığı, başka hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla beraber, meclisinde oturur, gelenlerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman of, of diye inlemezdi. Onda çeşitli hastalıkların bulunduğunu kimse bilmezdi. Sohbet esnasında, bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı, istemiyerek de olsa yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: “İnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup, adetâ bu iş için zorlandım. Bana: “Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız” denildi. Ben, onun için meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devam ediniz! Benden başka bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men etmiyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!” buyururdu. Bir ihtiyâcı olup, bunun devlet adamları tarafından görülebileceğini bilen kimseler, Ebü’l-Abbâs’a gelerek, bu hacetinin görülmesi için devlet adamlarına bir mektûp yazmasını istirhâm ettikleri zaman, mektûp yazmaz; “Ben, senin bu işinin hallolmasını Allahü teâlâdan istiyorum. O’na duâ ediyorum” buyururdu.

Ebü’l-Abbâs, her haliyle İslâmiyetin bildirdiği güzel ahlâk ile hareket eder, yanına ziyârete her gelen kimse, kendisinden memnun ayrılırdı. Talebelerine; “Ziyâretimize bir kavmin büyüğü gelirse, bizi haberdâr ediniz! Onlarla alâkadar olalım” buyururdu. Böyle kimseler, gelip ziyâret ettikten sonra ayrılırlarken, dışarıya kadar çıkarak onları uğurlar; “Onlar, uzaklardan bizi ziyârete geliyorlar. Biz ise onları ziyâret edemiyoruz. Hiç olmazsa bu şekilde yapalım” buyururdu. Kendisine gelenler yanından ayrıldıkları zaman, onlara duâ eder; müslümanın, müslüman kardeşinin gıyabında yaptığı duânın kabûl olacağını bildirirdi.

Kendisine az birşey hediye edilse, güleryüzle karşılar, kabûl ederdi. Çok fazla birşey hediye edilse, karşıdakine külfet olmamak için, kabûl etmekten çekinirdi. Hased edilmek tehlikesi olmaması için, talebelerinden birini, diğer talebeleri arasında övmezdi. Her hâli edebe tam uygun idi. Allahü teâlânın, Resûlullahın ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ve aşkı ile yanardı. Bunlara karşı lüzumlu edebi göstermeye her zaman gayret ederdi. Bu güzel hasletleri ile, evliyâlık yolunda çok yüksek derecelere kavuşmuş idi. “Kur’ân-ı kerîmi okuduğum zaman, Allahü teâlânın huzûrunda okuyor gibi oluyorum” buyururdu. Bir kimseden, Allahü teâlânın veya Resûlullahın (s.a.v.) mübârek isimlerini işitse, hemen ağzını o kimsenin ağzına yaklaştırarak öyle dinlerdi. O mübârek ismi anlatan, bildiren sesin, o kimsenin ağzından çıktıktan sonra havaya değil, kendi ağzına, dolayısı ile kalbine girmesini ister gibi bir hâl alırdı. Bir kimseden, “Bu gece Kadir gecesidir” sözünü duysa, “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bizim her ânımız Kadir gecesidir” buyururdu. Ya’nî, diğer insanların sâdece Kadir gecesinde yapabildikleri ibâdetleri, tâat ve zikri, Ebü’l-Abbâs hazretleri her vakitte yapmaya devam ederdi.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (r.a.), kendisine gelen kimselerin, hâllerini, derecelerini, Allahü teâlâ indindeki mertebelerini, Allahü teâlânın izni ile bilirdi. Gelen herkese de, bu hâllerine göre iltifât ve ikramda bulunurdu. Ba’zan huzûruna, görünüşte dînin emirlerine çok bağlı olan birisi gelir, ona hiç iltifât etmez, daha sonra görünüş i’tibâriyle günahkâr bir kimse gelir ona iltifât eder, yakınlık gösterirdi. Birincisinin, ibâdetine ve ilmine güvenerek geldiğini, ikincisinin ise, aşağı gönüllükle, kırıklıkla geldiğini, dolayısı ile ikinci gelenin birinciden hayırlı olduğunu bildirirdi.

Bir defasında hacdan gelen birisine; “Haccınız nasıl oldu?” diye sordu. O kimse, gayet rahat olduğunu, suların bol, her şeyin çok ucuza olduğunu ve buna benzer şeyler söyledi. Ebü’l-Abbâs hazretleri, o kimselerin verdiği bu cevaplara üzülerek; “Biz hacdan, orada, ilimden, feyzden ne bulduklarını suâl ediyoruz. Onlar ise, suyun bolluğundan, rahatlıktan her şeyin çok ucuz olduğundan anlatıyorlar” buyurdu.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, Sehl bin Abdullah-i Tüsterî’nin “Dehrin (zamanın) çocukları olmayınız. Ezelin çocukları olunuz” sözünü şöyle îzâh etti: “Ömrünüz müddetince, ilim ve amelinize güvenmeyiniz. Allahü teâlânın, ezelde sizin için ne takdîr ettiğini anlamaya çalışınız!”

Ebü’l-Abbâs hazretlerinin talebelerinden birisi, bir ara sohbetlere gelmez oldu. Birgün kendisini görüp: “Sohbetlere devam etmekten niçin ayrıldın?” diye sordu. Talebe; “Efendim, sohbetlerinizin bereketi ile olgunlaştım. Bunun için sohbetlere gelmiyorum” dedi. Bunun üzerine, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, o talebeye şöyle söyledi: “Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin zâtın yanında bir miktar yetişmekle onu terketmek icâb etmez, istifâde etmek husûsunda en ileride olan Hazreti Ebû Bekr’dir. Terk etse, o ederdi. Fakat değil terketmek, bir gün bile Resûlullahın (s.a.v.) sohbetinden, huzûrundan ayrılmadı. Gelmemezlik etmedi.” Bu sözleri dikkatle dinleyen talebe, bundan sonra hocasının sohbetlerine devam etti.

Ebü’l-Abbâs’ın kerâmetlerinden biri şöyle meşhûr olmuştur: Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, Humeyter denilen yerde yıkanıp, defnedilince, bundan sonra oranın suyu çoğalıp tatlılaştı. Hattâ, bir kâfileye yetecek hâle gelmişti. Hâlbuki önceden böyle değildi.

Ebû Abdullah Nu’mân, Ebü’l-Abbâs hakkında yazdığı bir şiirde der ki: “O, gerçekten Şâzilî’nin ilminin vârisi idi. O bir kutub idi. Vefâtından sonra inkarcıların bile şâhid olduğu garip hâdiseler meydana geldi. Onun vefâtından sonraki acâib hâdise; cenâzesinin yıkandığı suyun çoğalması ve tatlılaşmasıdır.

Necmüddîn-i İsfehânî şöyle anlattı: “Ebü’l-Abbâs birgün bana Acem beldelerinden falanca belde ile falanca belde arasında kaç nehir var?” dedi. Ben de dört nehir olduğunu söyledim. Bunun üzerine; “Bir de senin, boğulma tehlikesiyle karşılaştığın nehir” dedi. Gerçekten ben o nehri unutmuştum. Bu nehre girmiştim. Az kalsın, boğulacaktım.”

Ebü’l-Abbâs’ın yakınlarından birisi anlatır: Birgün fakîh (fıkıh âlimi) Mekîn-i Esmer’in yanından çıktım. Benim ile beraber Ebü’l-Hasen-i Cerîrî de çıktı. Bu, Ebü’l-Hasen’in talebelerinden idi. Ben kendisine selâm verdim. O da bana güler yüzle selâm verdi. Ona, beni nereden tanıdığını söyledim. Bana; seni nasıl tanımıyayım. Birgün ben Ebü’l-Abbâs’ın yanında oturuyor idim. O sırada sen de onun yanında idin. Sen onun yanından ayrılınca, ben kendisine; “Efendim! Bu genç benim pek hoşuma gidiyor, falan falan bizden ayrılıp irtibâtı kestikleri hâlde, bu genç ayrılmadı” dedim. Bunun üzerine Ebü’l-Abbâs; “Ey Ebü’l-Hasen Cerîrî! Bu genç, Allahü teâlâya da’vet eden, bir kimse olmadıkça ölmiyecektir” dedi ve dediği gibi de oldu.

Ebü’l-Hasen Cerîrî anlattı: “Bir gece Ebü’l-Hasen-i Şâzilî’nin yanında idim. Onun huzûrunda, Hakîm-i Tirmizî’nin Hatem-ül-Evliyâ kitabı okunuyordu. Bu sırada birisini gördüm. Oturuyordu. Fakat bizim geldiğimizde orada yoktu. Bizim ile beraber de gelmemişti. Yakınında oturan birisine onu sordum. Bana, mevcût görünen cemaattan başka kimse olmadığını söyledi. O zaman ben sustum. Anladım ki, o benim kastettiğim, oturan zâtı görmemiştir. Cemâat dağılıp gidince: Ebü’l-Hasen-i Şâzilî’ye onun kim olduğunu sordum. “Efendim, burada birisi var, geldiğimizde de yoktu. Bizim ile beraber de gelmiş değil. Bu kim?” dedim. O zaman Ebü’l-Hasen-i Şâzilî; “O, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’dir. Her gece Mukassim denen yerden gelir, sohbeti dinler, yine o gece yerine döner” dedi. Ebü’l-Hasen (r.a.) ise, o zaman İskenderiyye’de idi. Arada çok uzak mesafe vardı.

Ebü’l-Abbâs hazretlerini sevenlerden birisi şöyle anlatır: Abdest alırken bende çok defa vesvese meydana gelirdi. Bu durum Ebü’l-Abbâs’a ulaştı. Birgün bana dedi ki; “Duyduğumuza göre, abdest alırken sende vesvese olurmuş.” Ben de; “Evet öyledir” dedim. O zaman bana; “Bu taife (ehl-i tasavvuf) Şeytanla oynar, yoksa şeytan onlarla oynayamaz” dedi. Sonra aradan epeyce zaman geçti. Tekrar huzûruna girdim. Bana; “Vesvese durumun nasıl oldu?” deyince; “Aynen devam ediyor” dedim. Bunun üzerine bana; “Eğer bu vesveseyi terk etmezsen, bize gelmiyeceksin” dedi. Bu bana ağır geldi. Çok korktum. Ondan sonra Allahü teâlânın izni ile vesvese benden kayboldu.”

Ebü’l-Abbâs (r.a.) vesvese için; “Sübhânelmelik-il-Hallâk in yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti bihalkın cedîd. Ve mâ zâlike alallâhi biazîz” okunmasını tavsiye ederdi.

Âriflerden Necmüddîn İsfehânî anlattı: “Ebü’l-Abbâs birgün bana; “Falanca, falanca şeyin, Acem lisânında (dilinde) ismi nedir?” diye sordu. Benim kalbime, herhalde hocam Acem lisânını öğrenmek istiyor diye geldi. Kendisine Acem lisânını öğreten bir kitap getirdim. Bunu görünce tebessüm etti ve; “Acem lisânı ile istediğini sor, sana Arabca olarak cevap vereyim, Arabca istediğini sor, Acem dili ile sana cevap vereyim” dedi. Kendisine Acem lisânı ile sordum, bana Arabca ile cevap verdi. Arabca ile sordum, Acem lisânı ile cevap verdi. Sonra bana; “Sana, falanca falanca şeyin Acem dilinde ismi nedir demekten maksadım, sana latife yapmak, seni hoş tutmak içindir. Yoksa, bize herhangi bir dil yabancı olduğundan değil” buyurdu.”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri şöyle anlattı: “Bir gece rü’yâmda Hazreti Ömer bin Hattâb’ı gördüm. “Ey mü’minlerin emîri! Dünyâ sevgisinin alameti nedir?” dedim. Şöyle cevap verdi: “Kötülenme korkusu ve övülmeyi sevmektir.” Dünyâyı sevmenin alâmeti bunlar olunca, zühdün (dünyâyı terk etmenin) alâmeti, doğru yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve övülmeyi sevmemektir.”

Ebü’l-Abbâs anlattı: “Hocam Ebü’l-Hasen ile denizde gemide idik. Şiddetli rüzgâr vardı. Hocam: “Semâyı gördüm. Semâdan iki melek indi. Birisi, Mûsâ (a.s.) Hazreti Hızır’dan (a.s.) daha âlimdir diyor, diğeri ise, Hızır (a.s.) Hazreti Mûsâ’dan daha âlimdir, diyordu. Sonra semâdan başka bir melek indi. O şöyle söyledi: “Vallahi Hazreti Mûsâ’nın ilmine göre, Hazreti Hızır’ın ilmi, Süleymân’ın (a.s.) ilmine göre, Hüdhüd’ün ilmi gibidir.” O böyle deyince, ben anladım ki, Allahü teâlâ bize bu seferimizde selâmetle kurtulmayı nasîb edecek. Çünkü, Mûsâ’ya (a.s.) deniz musahhar kılınmıştı (emrine verilmişti). Denizi kolayca geçmişti” buyurdu.

O zamanda bulunan büyük âlimlerden birisi buyuruyor ki: Bu zamanda yeryüzünde, fıkıh ilminde İzzeddîn İbni Abdisselâm’dan, hadîs ilminde Zekîyüddîn Abdülazîm’den, hakîkat ilminde ise, Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’den daha büyük âlim yoktur.”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (r.a.) buyurdu ki:

“Peygamberlerin hepsi (aleyhimüssalâtü vesselâm), rahmetten yaratılmışlardır. Bizim Peygamberimiz ise (s.a.v.) rahmetin kendisidir.”

“Fakîh (fıkıh âlimi), kalb gözünden gaflet perdesi kalkan kimsedir.”

“Allahü teâlânın velî kulu, Allahü teâlâ katında, ana kucağındaki arslan yavrusu gibidir. Acaba o yavruya kötülük etmeyi kasd edene, anası imkân ve fırsat verir mi? Allahü teâlâ dostlarını muhafaza eder.”

“Şâzilî hazretlerinden dinledim. “Allah katında veliliği sabit olan bir kimse, ölümden korkmaz” buyurdu.”

“Allah tarafından O’nun dînini kullarına anlatmak vazîfesi alanın konuşması, çok te’sîrli olur. Âdetâ, onun üzerinde nûr parlar. Başkalarının konuşması ise, sönük ve te’sîrsiz olur.”

“Kırk seneden beri Resûlullah (s.a.v.) ile beraberim. Eğer göz kırpacak kadar Resûlullahtan ayrılırsam, kendimi mü’minlerden saymam.”

“Velîler, peygamberlerin, makamlarını görebilirler, ancak varamazlar.”

“Bir zâlimle işbirliği yapmağa taraftar olan kimse de zâlimdir.”

“Evliyânın büyüklüğüne i’tirâz ettikleri için helak olanlar, evliyâlık yoluna girerek kurtulanlardan daha çoktur.”

“Hocam Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerinden işittim. Buyurdu ki: “Şayet, mü’minlerden âsî bir kimsenin nûru görülebilmiş olsaydı, gök ile yer arasını doldurduğu görülürdü. Günahkâr olmakla beraber, kendisinde îmân bulunduğu için, âsî bir mü’minin nûru gök ile yer arasını doldurursa, mü’minlerden itaatkâr olanların nûrlarının ne kadar çok olacağını düşünmek lâzımdır.”

“Evliyâlık yolunda bulunan bir kimse, ortaya çıkmak, meşhûr olmak, herkes tarafından tanınmak isterse, şöhretin kölesi olur. Gizli kalmayı, bilinmemeyi istiyen, gizliliğin kölesi olur. Kim de Allahü teâlâya kul olmak arzusunda ise ve başka bir niyeti yoksa, ya’nî evliyâlık yolunda bulunmak da’vâsında samîmi ise, o kimse için, meşhûr olmak ile gizli kalmak aynıdır.”

“Tayy, (katlamak, dürmek, mesafe kat etmek) küçük tayy ve büyük tayy olmak üzere iki türlüdür: Küçük tayy; evliyâlık yolunda bulunan, evliyâ olan, fakat derecesi çok yüksek olmayanlara mahsûstur ki, bir nefeste, şarktan garba gitmeleri buna misâldir. İkincisi, büyük tayy; evliyânın çok yüksek derecede bulunanlarına mahsûstur ki, evliyâlık yolunun başında, ilk derecelerinde bulunan bir velîyi, Allahü teâlânın izni ile bir nefeste (bir anda) yüksek makamlara yükseltmek, kavuşturmak buna misâldir.”

“Bizim bu yolumuz, Hazreti Hasen’e dayanmaktadır. Hocalarımız silsile yoluyla Hazreti Hasen’e ulaşmaktadır. Her insanın da, kendilerinden ilim öğrendiği hocalarının silsilesini bilmesi elbette lâzımdır. Çünkü bu yolda esas olan rivâyet (nakil)dir. Dolayısiyle, rivâyet zincirinde bulunanları bilmek elbette lâzımdır.”

“İnsanların çoğu, zamanlarında bulunan evliyânın kıymetini anlayamazlar, hatırını saymazlar. Vefât ettiği zaman da; “O şöyle idi, böyle idi” diye konuşurlar.”

“Hocam Ebü’l-Hasen’den (r.a.) duydum; “Aralarında şu dört kimseden biri bulunan bir topluluk helak olmaz. İmâm, velî, sıddîk ve üstâd. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî, imamdır” buyurdu.

“Bir defasında, sohbetlerinde bulunmak niyetiyle hocamın yanına girmiştim. Bana; “Konuş ey evlâdım! Allahü teâlâ seni mübârek eylesin” buyurdu. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile çok fasîh ve beliğ olarak konuşmaya, insanlara te’sîrli sözler söylemeye başladım.”

Ebü’l-Abbâs hazretleri, birgün sakalını tutarak buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, çok uzaklarda, Irak’ta, Şam’da bulunan âlimler, bu sakalın sahibinin ne olduğunu (ilminin çokluğunu) bilmiş olsalardı, aradaki uzaklığa ve yol meşakkatine bakmadan, yüzüstü sürünmek pahasına da olsa yanımıza gelirlerdi.”

“Allahü teâlânın bize olan ihsânını görmek, verdiği ni’metlerin kıymetini daha iyi anlamak için, tasavvuf ehlinin sözlerini dikkatle okuyup öğreniyoruz.”

“Bir kimse, tasavvuf yolunda kemâle geldikten, evliyâlık yolunda yüksek dereceye ulaştıktan sonra, her lisândan konuşabilir. Her lisân, Allahü teâlâ tarafından bir ilham olarak kendisine tanıtılır.”

“Zâhirî ilimlerde âlim olan bir kimse, sıdk ile evliyânın sohbetinde bulunursa, o kimsenin ilmi artar.”

“Allahü teâlânın evliyâsından, sizi hatırlamasını, hatırında tutmasını taleb etmeyiniz. Bilâkis, siz devamlı olarak o velîyi hatırınızda tutmaya gayret ediniz. Çünkü, sizin yanınızda o ne ise (siz onu ne kadar çok hatırlar iseniz) onun yanında siz de öylesiniz (o da sizi o kadar hatırlar).”

“İnsanın Allahü teâlâyı tanıması kolaydır. Çünkü Allahü teâlâ her türlü kemâl ve cemâl sıfatlarıyla ma’rûftur, tanınmaktadır. Fakat, insanın, kendisi gibi yiyip içen, görünüş i’tibâriyle kendisine benzeyen bir velîyi tanıması, anlıyabilmesi çok zordur.”

“Allahü teâlâdan korkan, haram ve şüphelilerden çok sakınan, emirlere tam uyan kimse, Allahü teâlânın kendisini koruduğu kimsedir.”

“Dünyâsını düzeltmek veya âhıretini düzeltmek için değil de, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışan kimseyi, Allahü teâlâ ıslâh eder, düzeltir.”

“Allahü teâlâya yemîn ederim ki, üstünlük ve şerefi, mahlûklardan birşey beklememekte buldum. Birgün köpek gördüm. Yanımda bulunan emeği, yemesi için önüne koydum, hiç iltifât etmedi. Ben bu hâline hayret derek, ekmeği ağzına yaklaştırdım. Yine hiç iltifât etmedi. Ya’nî mahlûklardan birşey beklemiyor ve mahlûklardan gelen birşeyi kabûl etmiyordu, o sırada gizliden bir ses duydum, köpeğin, kendisinden daha zâhid olduğu kimseye yazıklar olsun!” diyordu.”

“İnsanların bağlandıkları çok ebepler, vâsıtalar vardır. Bizim sebeblerimiz: îmân ve takvâdır.” Ebü’l-Abbâs hazretleri bundan sonra, “Eğer memleketlerin halkı (küfür ve isyândan vazgeçip) îmân etseler, takvâ sahibi olsalardı (Allahü teâlâdan korksalardı), muhakkak ki, üzerlerine semâdan (yağmur yağdırarak) ve yerden (bitki bitirerek) bereketler açardık. Fakat onlar, peygamberleri yalanladılar. (Küfür ve isyanı) tercih etmeleri sebebiyle biz onları azapla yakalayıverdik.” (A’râf-96) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

“Allahü teâlânın bir velî kulu, kendisine eziyet, sıkıntı veren bir kimseye darılsa, o kimse o anda helak olur. Fakat velînin Allahü teâlâyı tanıması, mahlûklara merhameti pek fazla olduğundan, kendisine eziyet ve sıkıntı da verse, bir kimsenin helak olmasını istemediği için, insan ve cinlerden kendisine eziyet verenlerin sıkıntılarına tahammül eder. Kendisine sıkıntı verenlerden hiçbir kimseye de hiçbir zararı dokunmaz.”

“Eğer sana, “Allahü teâlâdan korkuyor musun?” derlerse, “Evet Allahü teâlânın kalbime koyduğu korku miktarınca Allahü teâlâdan korkarım” de!” Allahü teâlâyı seviyor musun? derlerse, yine böyle cevap ver!”

Evliyâdan ba’zılarının, “Velî, yirmi sene müddetle soldaki meleğe hiçbir günah yazdırmadıkça tam velî olamaz” sözü hakkında buyurdu ki: “Bunun ma’nâsı; yirmi sene ondan hiç günah sâdır olmaz demek değildir. Belki de bunun ma’nâsı, günah işlemekte ısrar etmez, günaha devam etmez, günah işlemiş olsa bile, vakit geçirmeden derhal tövbe ve istiğfar ederek o günahı yazdırmaz demektir.”

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, (Ey Resûlüm) deki: “Bu (tevhîde) Allahü teâlâya da’vet benim (me’mûriyetim, apaçık) yolumdur. Ben ve bana (îmân ve tasdik ile) tâbi olanlar basiret üzereyiz.” (Yûsuf-108) meâlindeki âyet-i kerîmede geçen “Bana tâbi olanlar”dan maksadın; “Her husûsta benim gösterdiğim yolda bulunan, bana uyan ve gittiğim yolda gidendir” demek olduğunu bildirmiştir.

Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, evliyâlık yolunda bulunan bir kimsenin, Allahü teâlâya duâ ederek; “Beni her ne sûretle imtihan etmek denemek istersen öyle yap! “dediğini, bunun üzerine kendisine idrar tutukluğu illeti verildiğini, bunun ise tahammülü kalmayıp, yakınlarına; “Yalancı amcanızın (benim), bu dertten kurtulması için Allahü teâlâya duâ edin!” dediğini, ya’nî sabredemediği için kendisini yalancı saydığını bildirerek, “Bu zât, ilk başta Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî; Beni affeyle!” diye yalvarsaydı, daha hayırlı olurdu” buyurdu.

“Zâhid dünyâda gurbettedir. Çünkü onun asıl vatanı âhırettir. Ya’nî o âhırete yönelmiştir. Zahidin dünyâda gurbette olması, kendisi gibi âhırete yönelmiş olanların yok denecek kadar az olup, insanların çoğunun dünyâya dalmış olması sebebiyledir. Kendisi gibi olanlar bulunmadığı için, dünyâda gurbette sayılmıştır.”

“Ben, iki defa doğduğuma yemîn etsem yalan olmaz. Birincisi, herkesin bildiği normal doğum, ikincisi Allahü teâlâyı tanımak yolunda rûhumun yeniden doğuşudur.”

“Allahü teâlâ, Âdemoğlunun bedenini üç kısım yaptı. İnsanın lisânı (dili) bir kısım, uzuvları, a’zâları bir kısım, kalbi de bir kısımdır. Allahü teâlâ bu kısımlardan her birine ba’zı şeyler emredip, bu emirlere uymalarını, vefa göstermelerini istedi. Kalbin vefası, Allahü teâlânın tekeffül ettiği, üzerine aldığı rızık için üzülmemesi, endişelenmemesi, kendisinde; hîle, düzen, oyun, hased gibi kötü düşüncelerin bulunmamasıdır. Lisânın (dilin) vefası, gıybet etmemesi, yalan söylememesi, dünyâsına ve âhıretine yaramıyan fâidesiz ve boş sözler söylememesi, böyle sözlerle vakit geçirmemesidir. A’zâların vefası, (Âdemoğlunun) a’zâ ile, hiçbir zaman herhangi bir günaha koşmaması ve o a’zâlar ile hiçbir kimseye eziyet vermemesidir.”

“Yağcıdan yağ satın alırken, normalinden kıl kadar fazla yağ istiyen, satın aldığı miktardan fazla olarak, satıcının elindeki malda gözü olan kimsenin dîninin kuvveti kıl kadar zayıftır. Bunun gibi, kömürcüden kömür alan kimse, normal alacağı tamam olduktan sonra, “Biraz daha ver!” diyen, ya’nî aldığı ile yetinmeyen, kalanda gözü olan kimsenin kalbi, o kömürden daha karadır.”

“Kâmil kimse, hâlini gizliyebilendir.”

“Bir kimsenin yemeğini yediğiniz zaman, onun yanında birşeyler de içiniz ki, o kimsenin ecri, sevâbı tam olsun. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Suyu olup da, bir mü’mine bir yudum su içiren kimse, sanki İsmâil aleyhisselâmın esîr olan evlâdından yetmiş tanesini azâd eden kimse gibidir.”

“Ârif olanın dünyâsı âhıret için, âhıreti de Rabbi içindir.”

“Vallahi karnıma, asla haram lokma girmedi.”

“Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir. Fakat Resûlullah (s.a.v.) efendimiz hediyyedir. Hediyye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara, hediyye ise sevilenlere verilir.”

“Hadîs-i şerîfte doğru olan tüccârın. Peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle birlikte haşrolunacağı bildirildi. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) husûsiyetleri; emâneti eda etmek, nasihatte bulunmaktır, işte doğru olan tüccâr; emâneti eda etmek ve başkalarına nasihatte bulunmak vasıfları ile peygamberlerle birlikte haşrolunur. Zâhir ve bâtın bakımından sıddîklar gibi olduğundan sıddîklarla birlikte haşrolunurlar. Sıddîkların husûsiyetleri odur ki; hem zâhiren, hem de bâtınen safa hâlinde bulunurlar. Şehîdlerin husûsiyetleri odur ki; cihâd ederler. Doğru olan tüccâr ise; nefsi, şeytanı ve hevâsı ile cihâd eder. Bu vasıfları sebebiyle şehîdlerle birlikte haşrolunur. Sâlihlere gelince, onlar, helâli alır, haramı terkederler, doğru olan tüccâr da helâli alır, haramı terkeder. Bu vasıfları sebebiyle sâlihlerle birlikte haşrolunur.”

“Ba’zı kimseler, şu kadar hatim yaptım. Şu kadar rek’at namaz kıldım, şu kadar hac yaptım v.s. derler. Hâlbuki, onlar kötülüklerini, hatâ ve kusûrlarını sayıp onları düşünseler daha hayırlı olur. Ba’zıları da; “Benim, Allah yolunda harcanmış şu kadar senem var” derler. Hâlbuki, “Allahü teâlânın ilminde sa’îdlerden mi yoksa şakilerden miyim? diye düşünmek, ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır.”

“Kulun iyiliği üç şeydedir. Allahü teâlâyı tanımak, nefsini tanımak ve dünyâyı tanımak. Allahü teâlâyı tanıyan ondan korkar. Dünyâyı tanıyan ona düşkün olmaz. Haramlardan, şüphelilerden ve mübahların çoğundan sakınır. Nefsini tanıyan da, Allahü teâlânın kullarına karşı mütevâzi olur.”

Tama’ üç harften (tı, mim ve ayn harflerinden) meydana gelen bir kelime olup, yine üç harften (be, tı ve nûn harflerinden) meydana gelen karın (batn) kelimesi gibidir. Karın; yer, acıkır, yer, acıkır ve bu, hayatta olduğu müddetçe devam eder. Ya’nî hiç doymaz. Bunun gibi, tama’ sahibi olan da hiç doymaz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 314

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 12

3) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 523

4) El-A’lâm cild-1, sh. 186

5) Tabakât-ül-evliyâ sh. 418

6) Neyl-ül-ibtihâc sh. 64

7) Nefehât-ül-üns trc. sh. 645

8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1000