EBÜ’L-ABBÂS EL-MÜLESSEM (Ahmed bin Muhammed bin Ömer el-Kurtubî)

Kelâm âlimlerinden. İsmi. Ahmed bin Muhammed bin Ömer bin Yûsuf bin Ömer bin Abdülmün’im el-Kurtubî’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs ve lakabı Ziyâüddîn’dir. Devamlı olarak yüzünü peçe ile örttüğü için el-Mülessem diye tanınır. Mısır’da Nil sahilinde bulunan Kûs ve Sa’îd şehirlerinde ikâmet ederdi. Doğum târihi kat’î olarak bilinmemektedir. 672 (m. 1274) senesi Receb ayının 24. Salı günü Kûs şehrinde vefât etti. Orada bulunan dergâhının bahçesine defn olundu. Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhâniyetinden feyz almaktadırlar. Talebelerinin en büyüklerinden olan Abdülgaffâr bin Nûh, “El-Vahîd fî ehl-it-tevhîd” kitabında, hocasının kerâmetlerini uzun yazmıştır. Bu kitapta zikredildiğine göre, Ebü’l-Abbâs el-Mülessem garîb hâller ve kerâmetler sahibi idi. Dünyâya düşkün olmamak, Allahü teâlâdan gâfil olmamak için kıldan yapılmış bir elbise giyerdi. Gömlek ve aba gibi diğer elbiseleri, bu kıldan yapılmış elbisenin üzerine giyerdi. Orta boylu, yakışıklı, hoş sohbetli bir zât idi. Yanına birşey sormak için biri gelse, daha o kimse birşey söylemeden, suâlinin cevâbını söylerdi. Devamlı ibâdet ve tâatle, Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûl olurdu. Geceleri de ibâdet eder, bir an ibâdetten uzak kalmazdı. Kendisini sevenlerin evlerine gider, onları sevindirirdi. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okur, boş durmazdı. Kendisini ziyârete gelenleri, babalarının ve dedelerinin isimleriyle hitâb ederek ve hepsi için duâ ederek karşılardı. Acem, Irak. Çin ve başka yerlerden gelenleri de böyle isimleriyle hitâb ederek, baba ve dedelerinin isimlerini söyleyerek karşılardı. Gelenlere memleketlerinden haber verir, “Akrabalarınızdan falanca kimse bizi severdi” derdi. Abdülgaffâr, Ebü’l-Abbâs’a birşey sormak istese veya onu görmek arzu etse, bu düşünce hatırından geçer geçmez, Ebü’l-Abbâs hazretleri o sırada orada olsa da, olmasa da, Abdülgaffâr’a görünür, onun arzusu böylece yerine gelmiş olurdu. Abdülgaffâr bin Nûh diyor ki: “Sâlihlerden biri bana geldi ve Ebü’l-Abbâs (r.a.) hakkında insanlar arasında söylenen ba’zı şeyleri kendisine sormamı istedi. Söylentiler, Ebü’l-Abbâs’ın, Yûnus aleyhisselâmın kavminden olduğu ve İmâm-ı Şafiî’yi görerek onun arkasında namaz kıldığı idi. İnsanlar arasında böyle bir şayia yayılmıştı. Bu sırada bir çocuk geldi ve “Ebü’l-Abbâs evdedir, seni çağırıyor” dedi. O esnada elbisemi yıkamış idim. Başka elbisem de yok idi. Hemen üzerime birşeyler bürünerek (örtünerek) hocamın evine gittim. Selâm verdim ve oturdum. Ona Mekke’de olanları sordum, inanıyordum ki, o her sene hac yapıyordu. Zîrâ her hac mevsiminde ortadan kayboluyor, hac mevsimi geçmeyince de ortalarda görünmüyordu. Hacda ne olduğunu sorunca, olanları anlattı. Bundan sonra o sâlih kimsenin sorduğu şeyi düşündüm. Bu daha hatırıma gelir gelmez, bana döndü ve; “Ey genç! Ben, Yûsuf aleyhisselâmın kavminden değilim. İmâm-ı Şafiî’ye gelince, o ne zaman yaşadı? Onun vefâtından sonra çok zaman geçti. Onun zamanında Câmi-i Mısır yoktu ve Kâhire de küçük bir yer idi” buyurdu. Bunu iyice anlamak istedim ve “İmâm-ı Şafiî Muhammed bin İdrîs’in arkasında namaz kıldınız mı?” dedim. Tebessüm etti: Buyurdu ki: “Uykuda ey genç, uykuda ey genç” diyor ve tebessüm ediyordu. Ben anladım ki, hocam, rü’yâsında İmâm-ı Şafiî’nin (r.a.) arkasında namaz kılmış idi. Hayâtında değildi.”

Yine Abdülgaffâr (r.a.) şöyle anlatır: “Birgün hocam Ebü’l-Abbâs sohbet ediyor, biz de dinliyorduk. Sohbeti dinliyenler çok büyük zevk alıyorlardı. O sırada, ileride bir genç de abdest alıyordu. Abdestini bitirdikten sonra, hocam o gence; “Nereye ey evlâdım! diye sordu. O da “Câmiye, namaz kılacağım” diye cevap verince, hocam; “Ben namazı kıldım” buyurdu. Yanımızdan hiç ayrılmadığına göre, namazı ne zaman kılmış olabileceğini düşünerek hemen mescide gittim. İnsanlar mescidden çıkıyorlardı. Cemâate hocamı sordum. İçeride olduğunu, namazdan sonra biraz sohbet ettiğini onun için biraz geciktiklerini söylediler. Ben anladım ki, bu bir kerâmet idi. Ya’nî hocam, Allahü teâlânın izni ile bir anda hem namazda bulunmuş, hem de bizim yanımızda görünmüştü.”

Abdülgaffâr diyor ki: “Hicaza gitmek istedim. Hocamdan izin istedim. Şimdilik yola çıkmamın uygun olmadığını bildirip izin vermedi. Gönlümde şiddetli bir sıkıntı vardı. Bir gece, dar bir yolda karanlıkta yürüyordum. Birden bir eli göğsümde gördüm. Bende bulunan sıkıntı kayboldu. Baktığımda o zâtın, hocam Ebü’l-Abbâs olduğunu gördüm. Buyurdu ki: “Ey evlâdım! Beraber gitmek istediğin kâfile esîr oldu. Hacıların seyahat ettikleri gemi battı, boğuldular. Sen ise, sözümüzü dinleyip onlardan ayrı gittiğin için kurtuldun.” Daha sonra öğrendim ki, hepsi, aynen dediği gibi olmuştu.”

Yine Abdülgaffâr anlatıyor: “Ebü’l-Abbâs (r.a.) hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur’ân-ı kerîm okur, geceleri namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defasında kendisine; “Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri şeyleri söylüyorsunuz. Hâlbuki Peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâlleri ve kuvvetleri ile beraber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi. Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?” dedim. Hocam bana dönerek tebessüm etti ve buyurdu ki: “Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteğimle değildir?

Birgün kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse, Ebü’l-Abbâs’ın büyüklüğünü inkâr edici sözler söyledi. Ona; “Ey fakîh! Sen başkasını bırak! Kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!” buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.

Rivâyet edilir ki, Ebü’l-Abbâs’ın bulunduğu şehrin kadısı, onun büyüklüğünü inkâr ederdi. Birgün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zabtı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü’l-Abbâs’a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olmasını emretti. Ertesi gün güneş doğarken. Ebü’l-Abbâs kadı efendinin yanına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamadı. Çok hayret etti. Anahtarı kimseye vermemişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü’l-Abbâs (r.a.) cebinden, kadı efendinin akşam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, kadıya da; “Senin dolabından bu zabtı almaya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın evliyâsına karşı gelir, büyüklüklerini inkâr edersen, sana ceza olarak kalbinden îmânı çıkartabilir” buyurdu. Bu hâl karşısında kadı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü’l-Abbâs’ı muhakeme etmek düşüncesinden de vaz geçti.

Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnasında Kâdı Izâb isminde bir zât, Ebü’l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahsediyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere i’tirâz ederek: “Bize böyle sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sahibi ise, hemen şu anda buraya gelir” dedi. Orada bulunanlardan ba’zıları da bunu tasdik ederek aynı şeyi istediler. Ebü’l-Abbâs o sırada, bunların bulundukları yerden uzakta bir yerde bulunuyordu. O kimseler böyle şeyler söyler söylemez, Ebü’l-Abbâs hazretleri içeri girip; “Selâmün aleyküm” dedi. Orada bulunanlar, Ebü’l-Abbâs’ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü’l-Abbâs (r.a.) orada bulunan ve kendisine i’tirâz edip, büyüklüğünü inkâr edenlere dönerek; “Aleyhimde konuştunuz” buyurdu ve oradan ayrılıp gitti. Orada bulunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.

Talhâ isminde bir zâtın hanımı anlatır: “Birgün efendim bana, yarın eve Ebü’l-Abbâs hazretlerinin geleceğini, bunun için yemek hazırlamamı söyledi. O günlerde hâmile idim. Bir iş yapmaya mecâlim yoktu. Canım sıkıldı ve yine bana iş çıktı diye üzüldüm. O gece rü’yâmda, ateşten bir kuyu gördüm. Dün. Ebü’l-Abbâs hazretleri hakkında düşündüğüm uygunsuz şeyler sebebiyle, o kuyuya atılmak üzere iken uyandım. Önceki düşüncelerime pişman oldum ve bundan sonra kendisine çok muhabbet ettim.”

Necmüddîn isminde birisi bir yere gidiyordu. Yolda Ebü’l-Abbâs el-Mülessem’e rastladı. Bineğine onun da binebileceğini söyledi ise de, Ebü’l-Abbâs teşekkür edip kabûl etmedi. Necmüddîn de sür’atle ilerleyip gideceği yere vardı. Orada Ebü’l-Abbâs hazretlerinin kendisinden çok önce şehre varmış olduğunu öğrendi. Onun bu kerâmetine şâhid olduktan sonra, ona olan muhabbeti ve bağlılığı fazlalaştı.

Ebü’l-Abbâs el-Mülessem (r.a.) bir defasında uyuyordu. Uyandığında, rengi solmuş, benzi sararmış ve korku içinde idi. Sebebi sorulduğunda şöyle anlattı: “Rü’yâmda Cehennemi gördüm. Cehennem meleklerinin reîsi olan Mâlik bana; “Sen burada ne arıyorsun? Sen Cehennem ehlinden değilsin” dedi. Böyle olduğu hâlde, bana çok yumuşak konuşup, hoş davrandığı hâlde, onun heybetinin fazlalığından bu hâle geldim.”

Ebü’l-Abbâs’ın geleceğe âit hayret verici keşifleri vardı. Olacak diye haber verdiği şey, Allahü teâlânın dilemesiyle, bildirdiği gibi olurdu. Bunları kendi irâdesi, düşüncesi ile söylemediğini, Allahü teâlâ tarafından kalbine ilham olunduğunu, bildirildiğini söylerdi.

Buyurdu ki: “Allahü teâlâya yaklaşmak yolunda bulunan bir velî Resûlullah (s.a.v.) efendimize olan hürmet, muhabbet ve bağlılığı, O’nu anlaması, O’nun bildirdiği İslâmiyet yoluna sımsıkı sarılması, hürmette kusur etmemesi ve O’nun edebi ile edeblenmesi nisbetinde velîdir. Başka şekilde ilerlemek bu yolda mümkün değildir.

“Zecr-ül-müfterî alâ Ebü’l-Hasen-i Eş’arî” isimli eseri vardır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 308

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 157

3) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 35

4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 521

5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 141

6) Tabakat-ül-evliyâ sh. 420

7) El-Vahîd fî sulûki ehl-it-tevhîd (Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad efendi kısmı No: 1794, Lâleli kısmı No: 1583/2)