Endülüs’te yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed el-Endülüsî el-Hazrecî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs el-Basîr’dir. İbn-ül-Gazâle dive tanınır. Hicrî altıncı asrın ikinci yarısında yaşadı. Yedinci asrın hemen başlarında vefât etti.
Kurâfe-i Sugrâ denilen yerde defnedildi. Kabri orada bilinmekte, her Cum’a günü ziyâretçiler ile dolup taşmaktadır. Safiyyüddîn bin Ebü’l-Mensûr, risalesinde bu zâtı zikretmekte, kendisini çok övmekte ve şöyle demektedir: “Ebü’l-Abbâs (r.a.), küçüklüğünden i’tibâren ibâdetine çok dikkat ederdi. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yetiştirdiği evliyâdan olan Ebû Ahmed Ca’fer el-Endülüsî hazretlerinin huzûrunda yetişti. Onun talebesidir. Ebü’l-Abbâs’ın (r.a.) büyüklüğü, üstünlüğü, herkes tarafından bilinmekte ve tanınmakta idi. Ebü’s-Sü’ûd bin Ebi’l-Âşir’in (r.a.) muâsırıdır. Ya’nî aynı zamanda yaşamışlardır. Birbirleriyle irtibâtları vardı.”
İbn-ül-Gazâle (Ceylân yavrusu) olarak isimlendirilmesine, böyle meşhûr olmasına sebeb olan hâdise şöyle anlatılmaktadır: “Ebü’l-Abbâs (r.a.) doğduğu gün, annesi, onun iki gözünün de a’mâ olduğunu gördü. Efendisi (çocuğun babası) o memleketin sultânı idi ve o günlerde seferde bulunuyordu. Kadıncağız, sultânın gözleri görmeyen bir çocuğunun olmasını istemiyeceğini, bu hâli beğenmiyeceğini, hakîr göreceğini düşünerek çocuğu yanına aldı ve evlerinden ayrıldı, çok uzak bir yere gitti. Çocuğunu orada bir yere bıraktı. Efendisi geldiğinde de, ona bir oğlanlarının olduğunu, fakat çocuğun doğumdan hemen sonra öldüğünü söylemeye karar verdi. Bu sırada, kadının ıssız bir yere bıraktığı çocuğa, Allahü teâlâ bir ceylân gönderdi. Bu ceylân muntazam olarak gelip bu yavruyu emziriyordu. Nihâyet sultân seferden döndükten sonra, hanımı kendisine; “Bir oğlumuz oldu. Fakat doğumdan hemen sonra öldü” dedi. Sultân, Allahü teâlânın takdîrine teslim olarak ve görünüşte mahzûn olan hanımını teselli için; “Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ o ni’meti almakla, bize ondan daha hayırlısını ihsân eder” dedi. Bir zaman sonra sultân ava çıktı. Bir yerde, av için arkadaşları ile geniş bir halka teşkil edip, geniş biryeri kontrolleri altına aldılar. Arazi kontrol edilip, halka iyice daraltıldığında, sultân, ortada bir çocuğu emziren bir ceylânı gördü. Yanına gidip çocuğu şefkatle bağrına bastı. “Oğlumun yerine bunu alayım” diye düşündü. Onu alıp, evine getirdi. Gayet sevinçli idi. Hanımına; “Oğlumuzun yerine, Allahü teâlâ bize bu çocuğu verdi. Bunu al! Yetiştir! Bizim oğlumuz olsun” dedi. Kadın çocuğa bakınca, kendi çocukları olduğunu anladı ve şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendisine de; “Vallahi bu benim oğlumdur” dedi. Hâdiseyi de olduğu gibi anlattı. Sultan da; “Onu bize kavuşturan Allahü teâlâya hamdolsun” diyerek, Allahü teâlâya şükretti. Kadın, çocuğu emzirip ihtimâm ile büyüttü. Kur’ân-ı kerîm okumasını öğretti. Yedi yaşına gelince, Kur’ân-ı kerîmin kırâatine âit ilimleri öğrenmeye başladı. Güzel bir şekilde yetişti. İnsanlardan ayrı ve uzak bir hâli vardı. Dünyâ malına rağbet etmezdi. Babası memleketinin sultânı olduğundan, dünyâ ni’metlerinden fazlasıyla çok çok fâidelenmek elinde ve gayet kolay olduğu hâlde, o bunlara hiç iltifât etmez, kalın kumaşlardan elbise giyer, fakirler arasında bulunur, peksimet, limon ve tuz yerdi. Evliyâlık yolunda bulunanlara mahsûs olan bu hâlini anlıyamıyan ba’zı insanlar, elinde çok fazla imkânları olduğu hâlde, dünyâ ni’metlerinden niçin istifâde etmiyor diye buna hayret ederlerdi. Ebü’l-Abbâs hazretleri de, bu insanların niçin bu kadar gaflette olduklarına, dünyânın gelip-geçici, aldatıcı ve çabuk bitici zevk ve eğlencelerine dalarak, sonsuz olan âhıret için hazırlanmayı ihmâl etmelerine ve böylece ebedî olan, bitmeyen hakîkî saadete, sonsuz ni’metlere kavuşmaktan mahrûm kalmalarına çok hayret ediyordu. Ebü’l-Abbâs el-Basîr, memleketinde bir zaman kaldıktan sonra Mısır’a gitti. Nil nehri kenarında yerleşti. Nil nehri kıyısında Bâb-ül-hark denilen yerde bulunan tekkesinde, talebelerine ders verirdi. Ebü’s-Sü’ûd’un tekkesi ise, Nil’in karşı kıyısında Bâb-ül-Kantara denilen yerde idi. Bu iki zât, birbirleri ile mektûplaşırlardı. Ebü’l-Abbâs hazretleri mektûp göndereceği zaman, mektûbu Nil nehrine su üzerine bırakırdı. Mektûbu karşı kıyıdan alırlardı. Orada bulunan Ebü’s-Sü’ûd hazretleri cevap yazarak yine aynı şekilde nehrin üzerine bırakır, bu taraftan alırlardı. Alınan ve gönderilen mektûplar. Allahü teâlânın izni ile hiç ıslanmazdı.
Evliyâdan Hâtem isimli bir zât şöyle anlatır: “Ben, Ebü’s-Sü’ûd hazretlerine yirmi sene hizmet ettim. Kendisinden, bana bu yolda ahd vermesini (beni me’zûn etmesini) istedim. Bana; “Sen benim evlâdımdan, (benim yanımda yetişecek kimselerden) değilsin. Sen, Magrib memleketinden gelecek olan kardeşim Ebü’l-Abbâs’ın evlâdındansın” buyurdu. Nihâyet Ebü’l-Abbâs hazretleri Mısır’a gelince, Ebü’s-Sü’ûd hazretleri, Hâtim’e dedi ki; “Senin üstadın, seni yetiştirecek zât bu gece geldi. Bulak şehrine git! Orada o zât ile konuş!” Bunun üzerine Hatim, Bulak şehrine gelip Ebü’l-Abbâs’ı buldu. Bu sebeble Ebü’l-Abbâs ile Mısır’da ilk karşılaşan zât, bu Hatim oldu. Ebü’l-Abbâs, Hâtim’i görünce, kendisiyle müsâfeha etti. Hatim hiçbir şey söylemeden, Ebü’l-Abbâs (r.a.); “Evlâdım Hatim, hoşgeldin. Allahü teâlâ, kardeşim Ebü’s-Sü’ûd’a hayırlı karşılıklar ihsân buyursun ki, biz gelinceye kadar seni korudu, himâye etti” buyurdu.
Bir defasında Ebü’l-Abbâs hazretlerinin hanımı, yüksek rütbeli emirlerden birinin evinde verilecek olan bir düğün yemeğine da’vet edildi. Hanım, efendisine danıştı. O da, bu düğün yemeğine gidebileceğine dâir kendisine izin verdi. Bu hanımın da, yamalı bir elbisesi vardı ve başka elbisesi yoktu. “Bu elbise ile gidebilirim değil mi?” diye arzedince; “Evet, bu elbise ile gidiniz!” buyurdu. Hanımı hiç i’tirâz etmeden “Peki efendim” deyip gitti. Yolda giderken, Allahü teâlânın izni ile mantosunun altındaki o yamalı elbise ipeğe çevrildi. Hem öyle ki, bu ipek elbise, gümüş tel ipliklerle çok güzel süslenmişti. Ayrıca yüzük ve benzeri şekilde öyle kıymetli zînet eşyası olmuştu ki, bunlar, sultânların bile hazînelerinde bulunmayan cinstendi. Ebü’l-Abbâs hazretlerinin hanımı bu hâl ile düğün evîne vardığında, orada bulunan kadınlar hayretler içinde kaldılar. “Bu fakir bir kadın idi. Bu zînet nasıl oluyor?” dediler. Hattâ orada bulunan zengin kadınlardan biri, gelen hanımın üzerinde bulunan çok, kıymetli mücevherlerden sâdece bir tanesini bin dinara almak istedi ise de, o; “Benim bunları satmak için iznim yok” dedi. Daha sonra da’vet bitip, hanım eve dönünce. Ebü’l-Abbâs hazretlerine olanları anlattı. O da tebessüm ederek buyurdu ki: “Allahü teâlâ kullarından dilediğini gizler. Ya’nî, Allahü teâlâ indinde senin derecen çok yüksek olmakla beraber, Allahü teâlâ seni o yamalı elbise içinde gizliyor.” Bu söz üzerine, Ebü’l-Abbâs hazretlerinin hanımı çok sevindi ve hâline çok şükretti.
İmâm-ı Menâvî ve Sehâvî (r.aleyhimâ) diyorlar ki: Ebü’l-Abbâs Ahmed el-Endülüsî el-Hazrecî (r.a.) çok yüksek âlimlerdendir. Talebe yetiştirmekte tam bir üstâd idi. Doğruluk ve cömertlik kaynağı idi. Vaktinin kutbu ve gavsı idi. Zamanında bulunan evliyânın en yükseklerinden idi. Babası, Magrib beldesinden birinde sultân idi.” Ebü’l-Abbâs (r.a.) Mısır’dan yürüyerek hacca gitti. Mekke-i mükerremede. Ebü’l-Haccâc el-Aksarî ile karşılaştı. Harem-i şerîfte bir yerde oturup sohbet ediyorlardı. Bir ara Ebü’l-Haccâc, Ebü’l-Abbâs’a; “Siz Kâ’be-i muazzamayı çok tavaf ettiniz mi?” diye sordu. Ebü’l-Abbâs hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, beytini (Kâ’be-i muazzamayı) o kulların etrâfında tavaf ettirir.” Bu söz üzerine Ebü’l-Haccâc etrâfına bakındı. Bir de ne görsün, Kâ’be etrâflarında dönüyordu. Bu hâdiseyi nakleden Burhan el-Enbâsî isimli zât anlattıktan sonra diyor ki: “Bu hâdise inkâr edilemez.. Sâlihlerden buna benzer haberler çok gelmiştir.”
Yukarıda da geçtiği gibi, Ebü’l-Abbâs hazretleri, yemek olarak peksimet, limon ve tuzlu şeyleri, zarûret miktarı yer, gelenlere de onlardan ikram ederdi. Ebü’s-Sü’ûd bin Ebi’l-Âşir ismindeki zâtın ve talebelerinin âdeti ise, tatlı ve lezzetli yemekler idi. Ebü’l-Abbâs’ın talebelerinden bir grup, bu güzel yemeklere kavuşmak arzusuyla bu zâtın yanına gitmeye karar verdiler. O yemeklere meyletmeleri sebebiyle Ebü’s-Sü’ûd hazretlerinin dergâhına geldiler. O zât, kalb gözüyle bunların niyetlerini, maksadlarını anladı. Onlara ikram olarak, dilimlenmiş peksimet ve ekşi limon verdi. Onlar kendi kendilerine; “Biz hocamızın yanına dönelim ve Allahü teâlânın bizim için taksim ettiği rızka kanâat edelim” dediler. Hocalarının yanına geldiklerinde, Ebü’l-Abbâs (r.a.) kalb gözüyle bunların hâlini anladı ve onlardan birine; “Şu tuğlayı al! Kuyumcuya git! Onu sat!” buyurdu. O kimse tuğlaya bakınca, sapsarı altın olduğunu gördü. O altını bin dînâra satıp, parasını aldı, hocasına getirdi. Hocası orada bulunanlara: “Burada, bulunanlar içinde kaç taneniz fakirdir?” diye sordu. “On tane” dediler. O on kişiye; “Her biriniz buradan yüzer dînâr alsın ve sohbetimizden ayrılsınlar. Çünkü biz fakirler, dünyalık istiyenler ile sohbet etmeyiz. Sizler dünyâya ve dünyâ malının aldatıcı güzelliğine meylettiniz” buyurdu. O talebeler bu hâle çok fazla üzülerek ve yalvararak dediler ki; “Ey efendim! Bizim ona ihtiyâcımız yok. Biz dünyâ malını istemiyoruz. Sizin sohbetinizden başka birşeye rağbet etmiyoruz” dediler. O zaman buyurdu ki: “Bu bin dînârı kuyumcuya iade ediniz! Ona verdiğiniz tuğlayı da bana getiriniz!”
Getirdiler, o altın hâlinde bulunan tuğla eski hâline gelip, normal tuğla oldu. Ebü’l-Abbâs hazretleri, o tuğlayı bir köşeye doğru attı. Sohbetine devam etti.
Ebü’l-Abbâs hazretlerinin vefâtından bir zaman sonra, talebelerinden biri, o zamanda bulunan meşhûr âlimlerden Abdürrahîm el-Kınâvî’nin huzûruna giderek, ona talebe olmak istedi. Müsâfeha etmek üzere elini uzattığı sırada, Abdürrahîm el-Kınâvî henüz elini uzatmadan evvel, duvardan Ebü’l-Abbâs hazretlerinin elinin çıktığı görüldü ve talebesinin elini tutarak müsâfeha etti. Bunun üzerine Abdürrahîm el-Kınâvî buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kardeşim Ebü’l-Abbâs’a rahmet eylesin ki, hayâtında da vefâtından sonra da talebelerine sahip çıkıyor ve başkalarına gitmesine mâni oluyor.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 302
2) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 3