Fıkıh âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Yahyâ el-Hadramî’dir. Künyesi, Ebû Abdullah olup, Ebû Şu’be diye tanınır. Doğum târihi bilinmeyen Ebû Şu’be (r.a.). 676 (m. 1277) senesinde vefât etti. Doğruluğu ile meşhûr bir âlim idi. Zamanının önde gelen tanınmış âlimlerinden fıkıh ve diğer ilimleri öğrendi. Kendisinden ise birçok kimse ilim öğrendiler. Uzun müddet Aden’de, Mescid-i tövbe diye bilinen mescidde kaldı. Ebû Şu’be hazretlerinin orada çok kalmasına nisbetle o câmi, ondan sonra Mescid-i Ebû Şu’be diye tanınır oldu. Büyüklüğünü, yüksekliğini tasdîk husûsunda, zamanında bulunan insanların kendisine çok büyük i’tikâdı, güveni vardır. Herkes, onun feyz ve ilminden istifâde etmek maksadıyla ziyâretine gelir, kendisi ile birlikte bulunmakla bereketlenirdi. Kendisinde çok kerâmetler görüldü. Ebû Şu’be hazretlerinin güvenilir talebelerinden birinin şöyle haber verdiğini Cündî bildiriyor: “Günlerden birgün hergünkü âdeti üzere, kendisinden ders okumak üzere yanına gittim. Ders verdiği mescidin kapısına vardığımda, içeride bir grup kimsenin hocam ile konuştuklarını duydum. Yanında ziyâretçileri olduğunu düşündüm ve içeri girmedim. Bir miktar bekledim. Konuşma sesleri kesilince, kapıda beklemekte olduğumu bildirmek bakımından, öksürür gibi ses çıkardım. Hocam; “Kim o?” deyince. İsmimi söyleyerek: “Hizmetçiniz filân kimse” dedim. “Gir!” buyurdu. İçeri girdiğimde hocamın yanında hiçbir kimsenin bulunmadığını gördüm. Dedim ki: “Ey efendim! Biraz önce sizinle beraber ba’zılarının konuştuğunu, size ba’zı şeyler sorup, sizin de cevap verdiğinizi duymuştum ve ziyâretçilerinizin bulunduğunu zannetmiştim. Fakat şimdi burada sizden başka kimse göremiyorum. Hikmeti nedir?” Ben bunları söyleyince, hocam hayret edici bir hâl ile; “Sen o konuşmaları duydun ha!” buyurdu. “Evet” dedim. Bunun üzerine, “Yanımda cin taifesinden olan talebe kardeşlerinizden bir grup vardı. Bana ba’zı mes’eleleri suâl ediyorlardı. Ben de suâllerini cevaplandırdım. Sonra gittiler” buyurdu. Şems-ül-Büleykânî, devlet adamlarının ileri gelenlerinden bir kimse idi. Bir zaman bu kimse çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. O kadar ağırlaştı ki, yaşıyacağından ümid kesildi. Geceyi bu hâlde geçiren Büleykânî, sabah olunca iyileşmiş, sıhhatine kavuşmuş görüldü. Hemen yola çıkacakmış gibi hazırlıklara başladı. Ailesine ve dostlarına; “Fakîh Ebû Şu’be’nin ziyâretine gitmek istiyorum” dedi. Sonra yanında bulunan birine yaslanarak, ondan destek alarak sıçrayıp ayağa Kalktı ve fakîh hazretlerinin yanına gitti. Huzûruna girince, fakîh Ebû Şu’be ona hâlini sordu. O da şöyle anlattı: “Ey efendim! Sizin bereketinizle şifâ hâsıl oldu. Sıhhate kavuştum, ölmek üzere idim. Hayâttan ümidi kesmiştim. Dün gece, rü’yâmda amcamın oğlunu gördüm. O bir müddet önce vefât etmiş idi. Bana geldi. Elimden tuttu. Beni götürdü. Nihâyet sizin bu mescidinizin kapısına geldik. Ben ona; “Sen beni bırak! içeri gireyim. Fakîh hazretlerine selâm vereyim. Ondan sonra, seninle beraber istediğin yere giderim” dedim. Sonra içeri girip size selâm verdim ve size amcamın oğluna söylediklerimi haber verdim. O, dışarıda beni bekliyordu. Siz şu pencereye yaklaşıp, dışarıda bekleyen amcamın oğluna dediniz ki; “Ey fülân! içeri gel! Zîrâ amcanın oğlu artık seninle gelmiyor.” Siz böyle söyleyince ben uyandım. Hiçbir rahatsızlığım kalmamıştı. Ey efendim! Anladım ki bu sıhhate kavuşmam sizin bereketiniz ile olmuş idi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 133