CELÂLEDDÎN MUHAMMED RÛMÎ

Evliyânın büyüklerinden. Kadirî yolunda idi. Babası Muhammed Behâeddîn-i Veled hazretleri; Peygamber efendimizin (s.a.v.) rü’yâda medhettiği ve “Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı” ismini verdiği pek kıymetli bir âlim ve evliyâ idi. Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’ın (r.a.) soyundandır. Annesi Mü’mine Hâtun, sâliha ve veliyye bir hanım olup, İbrâhim Edhem hazretlerinin torunudur. Asıl ismi Muhammed, lakabı Celâleddîndir. Horasan’ın Belh şehrinden olduğu hâlde, Rum diyârı olan Anadolu’ya hicret etmelerinden dolayı “Rûmî’ diye anıldı. Ünvânındaki “Mevlâ” efendi, “Mevlânâ” efendimiz demektir.

Ayrıca; “Hüdâvendigâr”, “Sultân-ül-âşıkîn”, “Sultân-ül-Mahbûbîn”, “Molla Hünkâr” diye de anıldı.

604 (m. 1207) senesinde Rebî’ul-evvel ayının altıncı günü Belh’de doğdu. Beş yaşlarında iken, melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen evliyâ kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Onlarla konuşur, arkadaşlık ederdi. Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, renginin bu değişikliğinin, meleklerin ve evliyâların oğlunu ziyâret etmeleri sebebiyle olduğunu bildiği için müteessir olmaz, hattâ memnun olurdu. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden bir kaçını oğluyla meşgûl olması için vazîfelendirip buyurdu ki: “Oğlum Muhammed’e görünen şahıslar, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhametleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, oğlum daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir arıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun.”

Sultân-ül-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: “Hocam Muhammed Behâeddîn-i Veled’in mübârek el yazısından bir sâhifede şöyle yazılıydı: Belh’te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cum’a günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâima Kur’ân-ı kerîm okurdu. Belh’in büyüklerinin oğulları da, her Cum’a hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Birgün onların arasında bir çocuk ötekine; “Gel de bu damdan öteki dama atlayalım” deyip ve bunun için de bahse tutuşurlar. Oğlum onlara gülümseyerek; “Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhanî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım” diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmağa başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn’in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn’e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp, “Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, ba’zı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler” dedi. “Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim” dedi.

Babası Sultân-ül-Ulemâ, ba’zı sebeblerden dolayı üçyüz kadar yakınıyla birlikte Belh’ten ayrılıp, Nişâbûr’a doğru yola çıktılar. Nişâbûr’a geldiklerinde, Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikramlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında olan Celâleddîn Muhammed, bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında nûr yüzlü bir ihtiyâr, kendisine altı tane dalı olan bir gül verdi. Bu rü’yâyı babasına anlattığında, Sultân-ül-Ulemâ rü’yâyı şöyle ta’bîr etti: “Altı tane dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir.” O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attar da; “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz” diyerek, “Mantık-ut-tayr” isimli kitabı Celâleddîn’e hediye etti. Meğer rü’yâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş.

Ferîdüddîn-i Attâr, Mevlânâ’yı sevip okşadı ve yaşını sordu. Üstün bir kabiliyete sahip olan Mevlânâ; “Hudâdan bir yıl önce doğdum” diyerek, Arabca Huda kelimesinin ebced hesabiyle 605 senesinde doğduğunu söylemek istedi. Bunları işiten Ferîdüddîn-i Attâr kendisine çok duâ etti.

Nişâbûr’dan Bağdad’a gelip, Müstensıriyye Medresesi’ne yerleştiler. Âdet olduğu üzere medresenin kapıları her gece kilitlenirdi. Mevlânâ gece yarısı eline abdest ibriğini alıp, medresenin kapısına geldiği zaman, Allahın izni ile kapı açılır, o da ibriğini Dicle nehrinden su doldurup abdest için babasına getirirdi. Bir defasında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Ba’zı kimselere de söyledi. Mevlânâ’nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp: “Bu hâli kimseye açma, yoksa helak olursun” dedi.

Daha sonra Bağdad’dan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Sonra Şam’a ve Erzincan’a, oradan da Larende’ye (Karaman’a) gelip yerleştiler.

Larende beyi Emîr Mûsâ, kendilerine bir medrese yaptırdı. Burada da Mevlânâ’yı, babası Sultân-ül-Ulemâ zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseltti. Bu sırada evlenme çağına gelen Mevlânâ’yı, babası, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî Lala hazretlerinin kerîmesi Gevher hanımı nikâh ederek evlendirdi. Larende’de, Mevlânâ’nın muhterem annesi Mü’mine hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn vefât etti. Bunun akabindeki yıllarda Mevlânâ’nın, Sultan Veled ve Alâeddîn Çelebi isimlerinde iki oğlu dünyâya geldi. Larende’de geçirdikleri bu yedi yıl zarfında, Sultân-ül-Ulemâ hazretlerinin ismi, Selçuklu Devleti’nin her köşesinde duyuldu. Konya’da oturmakta olan Sultan Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-Ulemâ’yı Konya’ya da’vet etti. Mevlânâ’nın babası, 628 (m. 1230) senesinde yakınlarıyla berâber Konya’ya hicret etti. Sultan Alâeddîn, Konya’da onlara bir medrese yaptırdı. Mevlânâ hazretleri, burada da babasından ilim öğrenmeye devam etti. Konya’da iki seneyi doldurduğu sıralarda, babası büyük âlim ve velî Sultân-ül-Ulemâ hazretleri vefât etti. O zaman Mevlânâ yirmiyedi yaşında idi. Mevlânâ’nın çocukluk yıllarında mürebbîsi olan ve kendisini ilk defa zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmîzî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ’nın ileri gelen talebesiydi. Tirmîz şehrinde yaşardı. Birgün talebeleriyle sohbet ederken birden, “Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım” diyerek, talebeleriyle gıyaben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki gecelerden birinde, rü’yâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ; “Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed’e ilim öğretmeye devam et!” emri üzerine, yollara düştü. Konya’ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Larende’de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. İlk hocasının Konya’ya geldiğini duyunca, derhal Konya’ya dönüp tahsiline devam etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ’yı, ma’rifet (Allahü teâlâyı tanıma) ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn’e riyâzet ve mücâhede yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Haleb’e ve Şam’a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ’ya anlattı. Mevlânâ’yı Haleb’e ve Şam’a gönderdi. Kendisi de Kayseri’ye gitti.

Mevlânâ Şam’a giderken, Nusaybin’de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar ba’zı olağanüstü şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ’yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. “Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim” dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; “O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helak olurum” dedi. Papazlar, ister istemez Mevlânâ’ya yalvardılar. Mevlânâ; “Onu birşey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır” buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ’nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi de müslüman olmakla şereflendiler.

Haleb’de ve Şam’da; Muhyiddîn-i Arabî, Sa’deddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhâdeddîn Kirmânî gibi zamanın âlim ve evliyâsıyla sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesi’nde zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa, Hızır (a.s.) ortaya çıkıp mes’elelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyat, matematik, fen, tıb gibi pekçok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet ederek, Allahü teâlâyı zikrederek, Kur’ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Fecir vakitlerinde tövbe ve istiğfar ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı. Allahü teâlânın muhabbeiyle yanar, O’na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de pek büyük derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet (diploma) alıp, önce Kayseri’ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan beraber Konya’ya döndüler.

Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ’nın dört senelik Haleb ve Şam tahsilinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devam ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret miktarı kullandırdı. Buyururdu ki; “Karnınızı aç tutunuz. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; Kalb gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur.” Rivâyet edildiğine göre, Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin, onbeş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; “Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye, veya beni bu hâlimle kabûl et!” diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri, işte böyle bir rehberin terbiyesi altında yetişiyor, olgunlaşıp pişiyordu. Böylece aylar birbirini kovaladı. Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayınca, Seyyid Burhâneddîn birgün ona; “Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman Tebrîz’li Şems’in (Şems-i Tebrîzî’nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, ma’nevî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Ben de Kayseri’ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm” buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri’ye gitmeyip beraber kalmaları için çok ısrar ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri’ye uğurladı. Kayseri’de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, birgün abdestini alıp hizmetçisine; “Git kapıyı kapa ve dışarıda, “Seyyid Burhâneddîn vefât etti” diye bağır” buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; “Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddîne ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda ana-baba gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri’ye gitti. Hocasının kabri başında Kur’ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ’ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî’nin hazırladığı meşhûr “Makâlât” isimli eseri de vardı.

Mevlânâ hazretleri, Konya’da bulunan zamanın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine mazhar oldu, ma’nevî yolda yüksek derecelere kavuştu. Sadreddîn-i Konevî anlatır: “Rü’yâmda Fahr-i kâinat efendimizi (s.a.v.) gördüm. Yanlarında Eshâb-ı Kirâm ile medreseye teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Mevlânâ’ya çok iltifât ettiler ve Hazreti Ebû Bekr’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile, diğer peyamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur” buyurdular. Mevlânâ’yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz (s.a.v.), bu rü’yâ ile, talebelerimden Mevlânâ’nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere anlattım ki, onun hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlasınlar.”

Birgün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya’nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccade üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccadeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; “Terbiyesizlik edip sizin seccadenize oturursam, kıyâmette bunun hesabını nasıl verebilirim?” deyince, Sadreddîn hazretleri; “Senin oturmakta fayda görmediğin seccade bize de yaramaz” buyurup, seccadeyi oradan kaldırdı.

Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî’dir. “Şems-i Tebrîzî=Tebrîz’in Güneşi”, seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların neticesi olarak rü’yâsında, Konya’da bulunan Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması icâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükür ederek; “Böyle dosta canım feda olsun” dedi. Konya’ya gelip. Şekerciler ismindeki hana indi.

Günlerini orada geçirirken, birgün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devam etti. Kendi kendisine de; “Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nurlu bir yüzü var” diye düşünürken, aniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sahibinin o yabancı olduğunu görünce; “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?” dedi. O kimse; “İsminizi öğrenmek istiyorum?” deyince, o da; “Mevlânâ Celâleddîn Muhammed” diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; “Bir suâlim var. Acaba Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defa duyan Mevlânâ hazretleri, “Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O’nun hürmetine yaratıldı” buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî, “Peki Muhammed aleyhisselâm, “Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!” dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; “Sübhânî” “Benim şânım ne yücedir” diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?” diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: “Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek kalbi öyle bir derya idi ki, ona ne kadar ma’rifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip, “Yâ Rabbî! verdiğin bu ni’metleri daha da artır” der idi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî’nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemiyerek tecellî ile dolup taşardı”. Bu izahata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, “Allah” diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî’yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeble evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince, “Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide va’zü nasihate gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Hergün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkür ederler, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tazelerlerdi.

Birgün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ’nın kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve “Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan “Mantık-ut-tayr” kitabı ıslanmasaydı” diyerek ah etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap “Mantık-ut-tayr” idi ve hiç ıslanmamıştı.

Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Birgün, Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu. Mevlânâ; “Sen bunları anlamazsın” dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı. Mevlânâ; “Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!” diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ; “Bu nasıl iştir?” dedi. O da; “Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.” buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz, bir kale gibi oldu. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: “Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etrâflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî babama ma’rifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O’na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems’e uyar oldu. Şems, babamı bu muhabbete da’vet ettikçe babam. Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu. Şu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük ma’nevî derecelere yükseldi.”

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen ba’zı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: “Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizden tamamen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebrîz’den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.” Bu söylentilere Mevlânâ; “Hiç toprağa i’tibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye galip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya’da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbabını bırakarak Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi, Mevlânâ’yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems’in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. “Şems, Şems!” diyerek ciğeri yakan kasideler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektûpları Şam’a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse “Şems’i gördüm” diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defasında birisi; “Şems-i Tebrîzî’yi Şam’da gördüm. Sıhhati yerindeydi” dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; “O, Şems-i Tebrîzî’yi görmedi, yalan söylüyor” deyince, Mevlânâ da; “Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm” diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlânâ, artık dayanamıyacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp, “Sür’atle Şam’a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir, selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir, içinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşrîflerini tarafımdan istirhâm et!” dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının ta’rîf ettiği handa Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hâdiseye sebep olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya’ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in ata binmesi için ne kadar ısrar ettiyse de O; “Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz. Hizmetçilerin, efendisinin arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik” diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya’ya yaklaştıklarında babası Mevlânâ’ya haberci gönderip, Konya’ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya’da tellâllar bağırtılarak, Şems’in Konya’ya teşrîf etmek üzere olduğu bildirildi. Konya’nın başta sultan olmak üzere ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled güründüler. Sultan Veled atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems’in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstadının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hafızlar Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur’ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şemseddîn-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ’nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî. Sultan Veled’in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ’ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; “Benim bir serim (başım) birde sırrım vardır. Başımı sana feda ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled’e verdim. Eğer Sultan Veled’in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra ya’nî evliyâlıkta ilerlemesine sebep olduğum derecelere kavuşamaz” dedi.

Mevlânâ Cclâleddîn ile Şems-i Tebrîzî. Eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, ma’nevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasihat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ’yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devam ederken, halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Birgün bu söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince. Sultan Veled’e dedi ki; “Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni, Mevlânâ’dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!” 645 (m. 1247) senesi Aralık ayının beşine rastlıyan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı. Fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp durumun tetkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rü’yâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın dostlarından bir kaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıstı. Cesedi alıp Mevlânâ’nın medresesine defn ettiler.

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pekçok üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile pekçok beyitler, kasideler söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamana kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazreti Ali’den (r.a.) gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî’ye olan muhabbetinden dolayı eserinde “Şems” ve “Hâmûs” kelimelerini mahlas olarak kullandı.

Mevlânâ hazretleri, artık talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye başladı. Pekçok evliyânın yetişmesine sebep oldu. Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. Câmilerde cemâate nasihat etmeye başladı, İnsanların hasta olan kalblerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.

İlim ve fazileti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret bulmuşdu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için acele ediyordu. Her zaman etrâfında dört-beşyüz dinleyici bulunurdu. Evine gider gelirken de, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.

Mevlânâ, kitâb ve sünnetten zerre kadar ayrılmıyarak, tasavvufda emsalinden üstün oldu. Binlerce talebesi oldu. Onları büyük bir i’tinâ ile yetiştirmeğe çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti.

Şemsi Tebrîzî anlattı ki: “Hocam Ebû Bekr Sellebâf hazretlerinin hizmetinde çok yüksek kerâmetlere nail olmuştum. Fakat bende mühim olan husûsî bir hâl var idi ki, bu sırrın keşfinde hocam âciz kalırdı. İşte ben de Mevlânâ hazretlerinin gizli hâllerini bilmekte âciz oldum. Zîrâ çok evliyâ, keşke biz de Mevlânâ’nın ziyâretine yetişmiş olsaydık diye arzu ederlerdi.” Yine Şems-i Tebrîzî anlatır: “Her kim “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse. Mevlânâ’nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın makbûl bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsalsizdir. Şimdi Cennet onun rızasında, Cehennem onun gazâbındadır. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ’nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî’nin talebelerinin en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Birgün Mevlânâ, Selâhaddîn’in dükkânının önünden geçerken, içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; “Allah, Allah!” diye ses çıkardığını kalb gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkân sahibi olan Selâhaddîn’i medreseye da’vet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn, Mevlânâ’nın sohbetlerinden çok haz, duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık hergün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ’nın sözlerini sahrada susuz kalan kimse gibi, damlasını telef etmiyerek adetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi. Selâhaddîn’i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled’e, Selâhaddîn’in kızını istiyerek nikâh yapıp akraba oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi. Selâhaddîn, Mevlânâ’nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn’in vefâtına çok üzülen Mevlânâ hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn’in, Mevlânâ’ya en mühim yardımı Mesnevî’yi yazması oldu. Mevlânâ hazretleri, Mesnevî’nin ilk onsekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn’e yazdırdı. Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i şerîf meydana geldi.

Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ birgün câmide va’z ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmiş idi. Bu kıssayı, öyle fesahat ve belagat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş birşeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. Şöyle diyordu: “Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin” diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. “Anladım, sen Hızırsın, ne olur, bana ihsân eyle!” dedim. Cevaben: “Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder” deyip, gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben söze başlamadan, o; “Ey Attâr. Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur” diyerek benim sözümü kesti.

Mevlânâ birgün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu görür. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali’nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahudî bir ihtiyârı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeble namaza geç kalınca, birinci rek’atın rükû’unda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullahın sırtına lutf ile elini koyup durdurduğunu ve hazreti Ali’nin yetiştiğini anlatıp; “Yahudi ihtiyâra hürmet edilince, müslüman ihtiyâra daha çok hürmet edilir.” Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyârlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin. Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir” buyurdu. Bu nasihati dinliyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafında oturmadı.

Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. Âlimlerden biri, bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim dedi. Sadreddîn Konevî ona çok nasihat etti ise de, o sözünde ısrar etti. O sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver” buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ’nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu.

Sultan Rükneddîn’in hanımı anlatır: “Birgün Mevlânâ hazretleri aniden aramızda peyda olup. “Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın” buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ’nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak. Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ’nın medresesinde okuyan, talebelere dağıttı.

Ba’zı beyler, Sultan Rükneddîn’i Aksaray’a da’vet ettiler. Mevlânâ gitme dedi. İkinci da’vette sormadan gitti ve orada öldürüldü.

İmâm İhtiyârüddîn anlatır: “Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi’nin bağına gidiyorduk. Ben. Mevlânâ’nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm. Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gitmiş. Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek: “İnsan oğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun?” buyurdu. Bağa vardık. Sohbet esnasında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi’ye; “İsterim ki, Şeyh ziyâeddîn’in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi’nin olsun” buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; “Efendim! Başkalarının makamında gözüm yoktur” dedi. Mevlânâ, “İyi ama benim gönlümden öyle geçti” buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden gelenler. Şeyh Ziyâeddîn’in dergâhında aniden öldüğü haberini getirdiler. İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris olarak ta’yin edildi.”

Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sahibi idi. Birgün Nefîsüddîn Sivâsî’ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir viraneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu ta’kibe başladı. Gördü ki, Mevlânâ o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yediriyor. Mevlânâ dönüşünde, Nefisüddîn’in kendisini ta’kib ettiğini anlayıp ona dedi ki; “Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; “Merhametlilerin en büyüğü olan Rahmân, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O’nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin” buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ’nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; “Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder” buyurdu.

Bir gece Mevlânâ’yı dostlarından kırk kişi ayrı ayrı kendi evlerine da’vet ettiler. O da aynı saatte herbirinin da’vetinde bulunup, herbiriyle sohbet etti. Ertesi sabah herbiri, dün gece Mevlânâ hazretleri bizde idi ve sohbet etti dediler. Hâlbuki Mevlânâ, o gece kendi husûsî odasında idi ve sabaha kadar ibâdetle meşgûl olmuş idi.

Hanımı anlatır: “Birgün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık. Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ’yı namaz kılarken gördüm. Mübârek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar gördüm. Sorduğumda; “Mekke’de bir velî dostum vardır. Biraz onunla sohbet ettim. O kum, Hicaz’ın kumudur” buyurdu. Bu kadar kısa zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp buyurdular ki: “Allahü teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir.” Böylece tayy-i mekânı ta’rîf ettiler. Ya’nî kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar.”

Oğlu Sultan Veled şöyle anlatır: “Birgün babamla beraber halvethânede otururken, yeşil cübbeli üç kişi gelip selâm verdiler ve oturdular. Bunlar çok nâzik ve pek nurlu kimselere benziyorlardı. Biraz konuştuktan sonra, babam onlara; “Uygundur” dedi. Onlar gittikten sonra babama; “O sözünüzden bir şey anlıyamadım, o üç kişi kimler idi?” dedim. Buyurdu ki: “Bunlar ricâl-i gayb denilen evliyâların kırklar zümresindendirler. İçlerinden birisi vefât etmiş, bizim sakayı istediler, ben de o cevâbı verdim.” Hakîkaten o günden sonra sakayı evde göremedim. Diğer talebeler de onu aradılar, fakat bulamadılar. Babamın vefâtında o saka bizlere başsağlığına geldi ve o zaman hâllerini anlattı. Sonra yine kayboldu.”

Mevlânâ’yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasıyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur’ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti. O zât vefât edince vasıyyeti Mevlânâ’ya bildirdiler. Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur’ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin çocuklarından biri, rü’yâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; “Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz?” diye sordu. Babası da; “Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya çok güzel sûretli bir melek geldi. Onlara; “Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ’ya bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir diye cevap verdi.

Mevlânâ’nın ileri gelen talebelerinden Muhammed anlatır: “Konya’nın o soğuk kış günlerinde, herkes sıcak evinden çıkmaz iken, hocam Mevlânâ hazretleri medresede geceleri sabaha kadar namaz kılardı. Hattâ ellerinde ve ayaklarında ökçelerinde soğuktan dolayı meydana gelmiş çatlaklıklar zaman zaman kanardı. Bunu gören talebeler çok üzülürler hocalarının bu durumuna gizli gizli ağlarlardı.

Mevlânâ’nın mübârek hanımı anlattı: “Mevlânâ hazretleri, birgün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde ta’zim ile Kur’ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ’nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip, cenâb-ı Hakka uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok te’sîr etti, ağlamaya başladım. Sonra; “Ey efendi! Dünyâda ve âhırette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?” diye sordum. Yemîn ederek buyurdu ki: “Allahü teâlânın bana verdiği ni’metlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim ziyâde kusur ve nihâyetsiz eksiklikten başka birşey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; “Ey Kerîm olan Allahım! Benim gibi bir âcizin, bir çaresizin kuvveti ve takati ancak bu kadardır, ma’zûr buyur yâ Rabbî!” demek istiyorum. Yoksa O’na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir?”

Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta, meşhûr oldu. O zamanlar Konstantiniyye’de (İstanbul’da) bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merak edip Mevlânâ’yı görmek istedi. Yollara düşüp Konya’ya geldi. Konya’da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ’yı gördüler. Papaz sür’atle yetişip, Mevlânâ’ya çok ta’zim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı, çok tevâzu gösterdi. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifâtta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ’nın bu iltifâtı ve tevâzusu karşısında ve bu olgunluğu yanında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.

Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’e buyurdu ki: “Oğlum! Eğer Cennette olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır.”

Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur, veya dizi üstüne oturarak huşû’ içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezan okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezanı, mütevâzi bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezan duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini, bozmazdı. Nihâyet birgün bu kimse vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezan bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan bir hitâb geldi ki: “O kulum. İsmim anıldığı zaman. İsmimi azîz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip azîz tutun.”

Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ’ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ’ya altınları arz edince; “Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın” buyurdu. Talebeleri de bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren ba’zı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhıret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhırete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tama’ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhıret saadeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenat yaparak âhırete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sahibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sahibi olmaktır” buyurdu.

Mevlânâ, başkalarından birşey istemeyi talebelerine yasak ederek buyurdu ki: “Başkasına el açıp ondan birşey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da âhırette de şefaat etmeyiz, ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâima vermeyi, ihsân ve ikramlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.”

Sultan Veled anlatır: “Ben, beş yaşında idim. Birgün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı olarak nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?” dedi. Bu suâle; “Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de onlara ittibâ ederek, uyarak, son nefesimize kadar riyâzet ve mücâhedeye devam ederiz” diye cevap verdi.

Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlıyamıyan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen bir kimse, birgün rü’yâsında gördüklerini şöyle anlattı: “Rü’yâmda Karatay Medresesi’ndeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi (s.a.v.) oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı Kirâm da (r.anhüm) hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabak içindeki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak “Yâ Resûlallah! Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir?” diye sordum.

Buyurdu ki: “Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır.” O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesi’ne gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rü’yâmı anlatmadan buyurdu ki: “Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) “Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır” buyurdu.” Mevlânâ’nın rü’yâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir i’tikâd ile kendisine bağlandım.”

Bir kimse rü’yâsında Resûlullah (s.a.v.) efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi. Peygamberimiz ise, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Sen, bizim dostumuz olan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî’den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evladımızdır.” O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; “Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyasından kaçtın. Bundan sonra bari Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhırette saadete kavuş” dedi. Hemen Mevlânâ’nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, bu şahsa; “Beni hocam Mevlânâ hazretleri gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın” dediler. “Haydi içeriye buyurun” dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ’nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.

Talebelerinden birine, bir kimse güç bir suâl sordu. Talebe, bu suâlin cevâbını çok aramasına rağmen bulamadı. Nihâyet rü’yâsında Mevlânâ’yı gördü. “Halledemediğin o mes’ele. Hidâye isimli kitabın otuzüçüncü sahifesinde yazılıdır. Oraya bakarak cevâbını verirsin” dedi. O talebe sabahleyin Hidâye kitabının otuzüçüncü sahifesini açtığında, aradığını orada yazılı görünce, hocasına olan muhabbeti ziyâdeleşti.

Sultan Behâeddîn Veled anlatır: “Babam ile birgün Hüsâmeddîn Çelebi’nin bağına gidiyorduk. Babam beni bir katıra bindirdi. Kendisi diğer talebelerle beraber yaya gidiyordu. Ben babamın tam arkasında idim. Bir ara babam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdunu, Allahü teâlânın izniyle büyük bir nûrun kapladığını gördüm. Etrâfa güneş gibi ışık saçıyordu. Hemen aklıma babamın büyüklüğünü inkâr edenler geldi. “Böylelerine şaşıyorum, niçin kötü düşünüyorlar?” diye düşünür iken, babam geriye dönerek; “Ey Behâeddîn! Sen babanı inkâr edenleri bırak da, kendi nefsini yola getir. Sakın ucb ve kibir hastalığına yakalanmıyasın. Herkes yaya yürürken, sen binek üzerindesin. Bu kadarcık gönül yüksekliği, insanı ucba; kendini beğenmeye götürür, nefsinin ve şeytanın eline düşürür. Onlara hizmet ettirir” buyurdu.

Konya’nın eşrafından Mu’înüddîn Pervâne isminde birisi, şehrin ileri gelen zâtlarını yemeğe da’vet etti. Da’vetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ’ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sahibi yemesi için; “Helâl lokmadır, buyurunuz efendim” diye ısrar edince, Mu’înüddîn’e; “Mekrûh tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrar ediyorsun, bu size yakışır mı?” dedi. Bu sözleri duyan ev sahibi, pek mahcup olarak Mevlânâ’nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebe olarak kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ’ya öyle bağlandı ki, onun himmetleri ve teveccühleri ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.

Bir defasında Mu’înüddîn Pervane, Konya’nın hatırı sayılır zâtlarını yemeğe da’vet etti. Hocası Mevlânâ hazretleri de meclisi şereflendiriyordu. Yemek yenildikten sonra, sohbet odasına geçildi. Herkesin önüne, bir tabak içinde en iri ve güzelinden birer mum yakılarak konuldu. Mevlânâ’ya ise daha iri ve altınla süslenmiş bir mum koydular. Bunu gören Mevlânâ; “Önüme koyduğunuz bu mumu kaldırıp, yerine küçük bir mum getiriniz” dedi. Küçük bir mum yakılarak getirildi. Ba’zıları mumun küçüklüğüne bakarak, kalblerinden; “Mevlânâ riya ediyor” diye geçirdiler. Allahü teâlânın izniyle bunu anlıyan Mevlânâ; “Bu gördüğünüz küçük mum, sizin iri mumlarınızdan daha iyidir ve onların canıdır, isterseniz deneyelim” diyerek elini salladı. Hâsıl olan rüzgârdan mum söndü. Küçük mum söner sönmez, herkesin önündeki mumlar da sönüverdi. Bunu görenler, birden heyecanlanıp telâşa düştüler. Bunun üzerine Mevlânâ; “Meraklanmayın, tekrar yakarız” diyerek elini tekrar salladı ve mumların hepsi birden yanıverdi.

Emîr Ahmed ismindeki talebesi anlatır: “Mevlânâ’nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memletim Diyarbakır’dan Konya’ya gitmeme, annem ve babam müsâade etmiyorlardı. Hergeçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rek’at namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek çok duâ ve niyazlarda bulundum. Sonra En’âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum.

Rü’yâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Simâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnımdan bir miktar saçımı keserek; “Bu, Mesnevî âlimi olacak” buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rü’yânın te’sîri altında idim.

Annem ve babam, ısrarlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya’ya gittim ve Mevlânâ’ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim.”

Bedreddîn Tirmizî isminde bir kimse simya ile uğraşırdı, Mevlânâ’nın ismini duyarak Konya’ya ziyâretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled’e uğrayarak, yapacağı Altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ’nın talebelerine vereceğini va’d eyledi. Bu haberi Mevlânâ’ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn’in laboratuvarına gitti. Bedreddîn simya ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ’nın geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddîn’e vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyanın en yüksek ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlânâ, Bedreddîn’in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; “Ey Bedreddîn! Sen simya ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen âhırete gidince, simya dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simya ile uğraş ki, seninle berâber âhırete gitsin. İşte o da dîn ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı çıkarıp. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur” buyurdu.

Kâri (Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilen) Muhammed anlatır: “Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya’ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ’ya götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda şöyle cevap verdi: “Hacca giderken bir konakda uyumuşum. Uyandığımda kâfilenin beni unutarak gittiklerini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum. Cenâb-ı Hakka yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrada buldum, ileride bir çadır vardı. Yanına vardım ki, içeride heybetli bir kimsenin helva pişirmekle uğraştığını gördüm. Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye de sordum. Bana; “Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ’nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Hergün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün” dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi. İkram edilen helvadan bir miktar yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sahibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; “Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız” buyurdular. Ben hemen gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum, işte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur.”

Mevlânâ’yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul’a gitmek için Mevlânâ’dan izin istedi. Mevlânâ hazretleri de; “İstanbul’a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul’da şu adreste bir kilise ve içinde şu vasıflarda bir kimseyi bulacaksın. Ona benden selâm söyle” buyurdu. Tüccâr; “Peki” diyerek yola çıktı. İstanbul’da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu, içinde ta’rîf edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ’nın selâmını söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; “Mevlânâ’ya benden selâm söyleyiniz” diye tenbîhte bulundu. Tüccâr oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya’ya geldi. Doğruca Mevlânâ’nın huzûruna gitti, İstanbul’daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ’ya bunu söylerken, Mevlânâ’nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden aklı başından gidip, oraya bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; “Ey tüccâr! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme” buyurdu. Bunun üzerine tüccâr, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ’nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhıret saadetine kavuşmaya çalıştı.

Eflâtun kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine rahip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesile olmaya çalışırdı. Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Birgün kendisine; “Senin, Mevlânâ’nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir?” diye sordular. O da cevap olarak dedi ki: “Biz Mevlânâ’nın pekçok kerâmetlerini gördük, isterseniz size içlerinden birini anlatayım. Birgün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ’ya bir suâl sormak için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; “Kur’ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmişbirinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; “İçinizden, hiçbiri istisna edilmemek üzere, mutlaka Cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür” buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennemden geçeceği bildiriliyor. Madem ki herkes Cehenneme girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır?” dedi. Mevlânâ; “Evet, Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehenneme uğrayacaktır. Mü’minler Cehenneme uğradığında, Cehennemin ateşi ona te’sîr etmiyecektir. Hattâ Cehennem; “Ey mü’min, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor” diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş, aynı ateştir, isterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim” dedi. Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Biz çıkardık, kendisine verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizim gömleklerimizi içine sardı. Öylece fırının içine attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi ta’kib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu, içini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; “Ey rahipler! işte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız” deyince, hepimiz insaf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Herbirimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim Mevlânâ’nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur.”

Mevlânâ’nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; “Birgün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, Arablar gibi giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eyerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yapıyor, bir türlü eğerliyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O haliyle Mevlânâ’nın bulunduğu yere getirip, atın hazır olduğunu bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sakinleşti, biraz önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; “Elhamdülillah! Ey cemâat’ Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennemin dibini boyladı” dedi. Biz edebimizden yine birşey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; “Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlup olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; “Allah, Allah” nidalarıyla düşmana hücum edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ’nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücumlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar.” Ben bu haberi işitince, doğru hocam Mevlânâ’nın huzûruna çıktım. Beni görünce Fârisî olarak:

“An süvûri ki sipeh râşüd zafer, Ehl-i dîn râkîst sultani bin basar.” Ya’nî, “Ey gözümün sultânı! Müslüman askerlere yardım ederek zafere kavuşturan süvari kimdir?” deyince, hemen mübârek ellerini öptüm. Lütfedip buyurdular ki: “Ağlama ey Celâleddîn! Bize cân-ı gönülden hizmet edenler, dünyâda ve âhırette gam ve kederinden kurtulur.”

Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; “Bugün Mevlânâ’ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine de cevap veremesin” dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn’in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn’in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; “Mevlânâ buraya geldi” deyince, talebeler; “Biz görmedik efendim” dediler. Bu hâl Kâdı Sirâceddîn’in zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kadı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kadı ve talebeler, namaz kılmak için büyük odaya çıktıklarında, odanın duvarlarında bir takım yazılar gördüler, incelediklerinde, Mevlânâ’ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları çok geniş olarak yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve evliyânın hakkında yaptıkları kötü düşüncelerden dolayı pişman oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ’nın talebesi olmakla şereflendiler.

Salâhaddîn Malatî anlatır: “Gençliğimde İskenderiyye’ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi rica ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kulu Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; “Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum” diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde, Mevlânâ hazretleri gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye’den sonra Konya’ya gittik. Mevlânâ’nın huzûruna çıktığımızda bize; “Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhırette de halâs olur, kurtulurlar” buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ’ya talebe olmakla saadete kavuştuk.”

Tebrîzli bir tüccâr, ticâret için Konya’ya gelmişti. Konyalı tüccârlara; “Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkülüm var. Onu soracağım” dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ’nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrîzli de daha önce Mevlânâ’nın nâmını duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ’nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; “Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum” dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra buyurdular ki: “Ey Tacir! Sen, Magrib’de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin, hattâ ona hakaret ettin. Sendeki huzûrsuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın” diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccâr duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devam ederek; “Bu huzûrsuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır” buyurdu. Mevlânâ, tacire daha birçok nasihatler yaptıktan sonra; “Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle” dedi. Tacir; “Peki efendim” deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ’nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; “Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak” deyince, tacir işâret edilen yerde Mevlânâ’yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tacir, o kimseyle vedâlaşıp, sür’atle Konya’ya gelip Mevlânâ’nın talebesi oldu.

Mevlânâ’nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz’a gitti. O Hicaz’da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ’nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksim etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helva dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; “Bu tepsiyi sahibine, göndereyim” diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattıysa da bulamadı. Mevlânâ’yı da bunun için rahatsız etmedi. Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâ’be’den dönüp Konya’ya geldiğinde, o tepsi, eşyalarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; “Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ’nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü çok arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?” deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; “Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sahibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyaların arasına koydum. Başka bir bildiğim yok” dedi. Bunun Mevlânâ’nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.

Mevlânâ’nın Emîr isminde bir talebesi hacca gitti. Hicaz’da her gittiği yerde Mevlânâ ile karşılaştı. Kendisine çeşitli zamanlarda yardımda bulundu. Mekke-i mükerremede, Kâ’be-i muazzamada, Medîne-i münevverede, Minâ’da, Arafat meydanında, ziyâret yerlerinde, velhâsıl her tarafta göründü, müşküllerini halletti. Nihâyet hac vazîfesi bitince Konya’ya döndü. Mevlânâ’yı ziyâret etti. Hacı daha söze başlamadan Mevlânâ hacıya: “Ey Emîr! Allahü teâlânın çok sevdiği kulları olan velîler, cenâb-ı Hakkın kudret deryasında bir balık gibidirler, istedikleri zaman, istedikleri yere giderler. Kendisini sevenler ve talebeleri yardım talebinde bulunurlarsa, onların imdatlarına yetişirler, onları o müşkülden kurtarırlar. Sen Hicaz’a giderken, bize gelip izin istedin ve himmet rica ettin. Biz de sana her tarafta görünerek yardımda bulunduk” buyurdu.

Mevlânâ’yı sevenlerden bir kimse, Mısır’a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabası gitmemesi için çok zorladı ise de, onları dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ’ya bildirip, gitmemesi için tenbîh etmesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da, gitme dediyse de, o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Birçok kimse ile beraber, bu genci de esîr aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişman olup, çok tövbe ve istiğfar etti. Bu şekilde kırk gün devam etti. Ertesi gün rü’yâsında Mevlânâ’yı gördü. Ona; “Yarın senden ba’zı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa, biliyorum, de” diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç ta’rîf etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine; “Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?” diye sordular. Genç de; “Var” deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler. Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış, hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp; “Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin” dedi. Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve macun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence; “Bir muradın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk istersen seni zengin edelim” diye ısrarla sorunca, genç; “Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Ailemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esîr alıp, buralara getirdiler. Esîr olunca, başıma gelen bu musibetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden ma’nen af diledim. Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesile eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu size yaptığım şeyleri ta’rîf eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu” dedi. Hükümdâr olanları dinleyince, Mevlânâ’nın büyük bir velî olduğunu anladı. Bu genci serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi. Mevlânâ’ya da pekçok hediyeler gönderdi.

Mevlânâ, talebeleriyle beraber bir da’vete gidiyordu. Yolda bir cellâda rastladılar. Mevlânâ, cellâda o kadar iltifât etti ki, talebeler dahî şaşırdı. Cellâdın yanından ayrıldıklarında, talebeler; “Efendim! Bu kimse insanların ölümüne sebeb olan bir kimsedir. Onunla bu kadar çok ilgilenmenize hayret ettik. Acaba hikmeti nedir?” diye suâl ettiler. Mevlânâ da; “Bu kimse, Allahü teâlânın sevdiği ve insanlar arasında gizlediği evliyâ kullarındandır. Evliyâ olduğunu kendisi dahî bilmemektedir. Benim ona iltifât etmemin sebebi budur” diye cevap verdi. Talebeler, cellâda gidip durumu bildirmeye izin istediler. Hocaları izin verince, cellâda mertebesini bildirdiler. O da, cenâb-ı Hakkın velî kullarından olduğunu öğrenince, derecesiz memnun oldu. Şükür secdesine kapandı. Sonra Mevlânâ’ya gidip elini öptü ve talebeleri arasına katıldı. Mevlânâ da ona, velîlere mahsûs olan bütün gizli sırları bildirdi.

Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan Hân, Konya’yı muhasara etti. Konyalılar gayet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; “Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya’yı muhasara etti. Çoluk- çocuğumuzla gayet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şayet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz” dediler. Mevlânâ; “Siz Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir i’tikâd ile cenâb-ı Hakkın evliyâsını vesile ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur” buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Meydanda binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan’a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup; “Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mavi kaftanlı, gri sarıklı, heybetli bir kimse...” Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecanı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...” dediler. Baycu Noyan, askerlerine; “Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!” dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyorlardı. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvarilere; “Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!” emrini verdi. Süvariler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Hiçbir at, üzerindeki askeri çekemez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan’ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ’ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu’nun önüne düştü. Bu hâli de gören Vâli Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Atâ bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücum etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Bu olanları şehirden ta’kib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kadir olamıyacağını ve Mevlânâ karşısında acizliğini anlayınca; “Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır” diyerek, askerini toplayıp muhasaradan vaz geçti.

Asker Celâleddîn isminde bir talebesi anlatır: “Hocam Mevlânâ, beni Kayseri’de bulunan Emîr Pervane’nin vazîfesine ta’yin etti. Bir de mektûp vererek, Emîr’e vermemi tenbîh eyledi. Huzûrundan ayrılacağım sırada; “Efendim! Emîr Pervane bana birşey sorarsa ona, ne cevap vereyim?” diye suâl ettim. Cevaben; “Şayet birşey sorarsa, hiç cevap verme. Sâdece ağzını aç, gerekeni senin ağzından biz konuşuruz” buyurdu. Ben de “Peki efendim!” diyerek yola çıktım. Kayseri’ye ulaşıp, emânet mektûbu yerine teslim ettim. Emîr, mektûbu okuduktan sonra bana dönerek; “Ey Celâleddîn! Mübârek hocamız nasıllar? Sıhhat ve âfiyetteler mi? Mübârek zamanlarını nasıl geçiriyorlar?” diye sordu. Ben de sâdece ağzımı açtım. Fakat ondan sonrasını hatırlamıyorum, kendimden geçmişim. Ayıldığımda, Emîr Pervane ve talebelerinin ağladıklarını gördüm ve; “Mevlânâ hazretlerinden uzak kalmak, hizmetiyle şereflenememek ne kötü, yazıklar olsun bize” dediklerini işittim. Sonra Emîr Pervane bana; “Ey Celâleddîn! Seninle daha önce de konuşurduk, fakat bugünkü gibi sözlerinin te’sîr ettiğini hiç hatırlamıyorum. Bugün sözlerinde müthiş bir farklılık, kalblere işleyen bir kuvvet var. Acaba sebebi nedir?” diye sordu. Ben de durumu anlattım. Her biri daha çok hayret ederek; “Allah! Allah! Kendisi Konya’da olduğu hâlde, burada talebesinin ağzı ile konuşuyor. Rabbimizin böyle sevdiği bir kulunu, bizim gibi yarım akıllı kimseler anlıyabilirler mi? Onun üstünlüğünü ta’rîf edebilirler mi?” dediler.

Mevlânâ hazretlerinin hasta kalblere şifâ olan kıymetli sözlerinden ba’zıları şunlardır:

Buyurdu ki: “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyâçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir san’ata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyâmet günü bizi göremiyeceklerdir.”

Birbirleriyle dargın olan iki kimseyi huzûruna getirdiklerinde, onlara barışmaları için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ba’zı insanları su gibi latîf, mütevâzi, dâima aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, ba’zılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devam etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıda te’min edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmese, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennete ötekinden önce girecektir. Daha çok sevâb kazanacaktır. Dolayısiyle, bu barışdan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız.” Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevâb kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.

Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; “Eğer sana, a’zâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?” diye sordu. O da; “Hayır, râzı olmam” diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri de buyurdu ki: “Ey kardeşim! Madem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli a’zâların var iken, vücûdun sıhhatte ve afiyette iken, niçin bunları sana bedavadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; “Eğer kulum elindeki ni’metlerin şükrünü eda ederse, ben o ni’meti daha arttırırım” buyurdu.

Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izah ettiler: “Nişâbûrlu bir ilim talebesi ile bir tüccâr yol arkadaşı olurlar. Talebenin, çok fakir olduğu için giyecek bir ayakkabısı yoktur. Bu sebeble talebe, yalın ayak yoluna devam ederken, tüccâr ona bir çift ayakkabı verir. Yolda yürürken tüccâr, talebeye ikide bir; “Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme... Ayakkabıyı eskitme...” diyerek talebeyi usandırır. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkarır. Tüccârın önüne bırakır ve; “Ben senelerce yalın ayak seyahat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam” der. İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.”

Devlet me’mûrlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı Mevlânâ’nın hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirir. Mevlânâ da, onun bu vazîfeyi bırakmamasını ister, ona çeşitli nasihatler ederek şu menkıbeyi anlatır; “Hârûn Reşîd zamanında bir zabıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile hergün görüşüp sohbet ederlerdi. Zabıta âmiri birgün vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine bir gün dahî uğramaz oldu. Bu duruma zabıta âmiri çok üzüldü. Hergün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istiğfar etti. Bir gece rü’yâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. “Ey vefalı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma devamlı ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acaba bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusur mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?..” gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zabıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm buyurdu ki; “Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenat ile değildi. Senin o mühim vazîfede müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için sana gelip sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti terkettin Hattâ onları adâleti olmayan birisiyle başbaşa bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfâatini müslümanlara tercih ettin. Şimdi o adâletsiz kimse, oradaki müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebep oldun. Elbette senin şahsî menfâatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makamı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz, İşte bunun için artık senin yanına gelemiyorum.” Zabıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oluyor, bir taraftan da; “Çok doğru... Çok doğru...” diyordu. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine ta’yin etti. İşte bu zabıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devam etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlarda huzûr ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır, istifâ edip bize hizmette bulunmana asla rızâmız yoktur.”

Mevlânâ’ya; “Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sahip olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?” diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; “Cenâb-ı Hakkın evliyâ kulları âhırete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sahip olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhıretteki ise hududsuzdur” buyurdu. Oradakiler; “Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhırette de ihsân ve merhamet eder misiniz?” deyince, Mevlânâ; “Ey dostlarım! Kılınç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefaat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefaat ederiz” dedi.

Mevlânâ’nın sağlığında kasabın biri. bir öküzü kesmek için satın alır. Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri kırıp kaçar. Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemez, öküz, Mevlânâ’nın babasının mezarı yakınlarına gelir. Mezarın başında Kur’ân-ı kerîm okuyan Mevlânâ’yı görünce, yanına yaklaşıp hâl lisanıyla; “Beni bu kasabın elinden kurtar” der. Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşar; “Üzülme, cenâb-ı Hak herşeye kadirdir” der. Bu sırada kasap, elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa oraya gelir. Mevlânâ gelen kasaba, öküzün azâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını teklif eder. Kasap da Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü azâd eder. Kasap gidince Mevlânâ, mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ eder. O günden sonra bir daha o öküzü gören olmaz. Bunun üzerine Mevlânâ; “Bu öküz, kesilip pişirilecek zamana gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip parçalanmaktan kurtuldu, İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın evliyâsına cân-ı gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa, kıyâmet gününde de Cehenneme götüren meleklerin elinden kurtulur” buyurur.

Mevlânâ, kendi yazdığı kitabını Fahreddîn isminde bir kimseye emânet bırakmıştı. O kimse, kitabı okudukça, kitabın ba’zı yerlerini çıkarmış, ba’zı yerlerine ilâveler yapmıştı. Hâlbuki bunu yapmak için Mevlânâ’dan izin almamıştı. Kitabının çeşitli yerlerinin değiştirildiğini öğrenen Mevlânâ çok üzüldü. Fahreddîn’e gelerek; “Benim sana bir suâlim var, cevap verebilir misin?” dedi. Fahreddîn de cevap verecek ilmi olmadığı hâlde, veririm ma’nâsına başını salladı. Bunun üzerine Mevlânâ; “Şeytânın mel’ûn olmasının sebebi nedir?” diye sorar. Fahreddîn bu suâle cevap veremez. Mevlânâ sorduğu suâlin cevâbını kendi vererek “Şeytanın mel’ûn olmasının sebebi, şirk da’vâsında bulunmasıdır” der. Bunu işiten Fahreddîn, o anda hastalanır ve ölür. Aradan yıllar geçer. Mevlânâ’nın talebelerinden bir kimse, Fahreddîn’i rü’yâda görür. Azap meleklerinin Fahreddîn’e devamlı eziyet ettiğini müşâhede edince, “Buna sebep nedir?” diye sorar. Fahreddîn de; “Mevlânâ’nın kitabındaki ba’zı yerleri beğenmeyip değiştirdiğim için, burada bana hâlâ eziyet ediyorlar” diye cevap verir.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, 672 (m. 1273) senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan ba’zıları, biz helâl etmiştik, dedilerse de, tekrar gönderip almalarını sağladı ve “Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk” diyerek, kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğini işâret etti.

Ziyâretine, hocası Sadreddîn Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnasında Mevlânâ’ya; “Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz,âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur” dediler. Mevlânâ onlara; “Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve afiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz” buyurdu.

Vefâtı yaklaştığı günlerde, dostlarını ve talebelerini toplayarak, onlara nasihat etti. Buyurdu ki: “Vefâtımdan sonra, perişan ve huzûrsuz oluruz” diye hatırınıza gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın, Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve ma’nevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size ba’zı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve aşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Dâima şehveti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyi, onlarla oturup kalkmayı bırakınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla beraber olunuz. Yâ hayır konuşunuz veya susunuz. Mahlûkâtın sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir i’tikâd ile beni, Allahü teâlâya vesile ederek duâ ederler. Beni vesile ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için, ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının neticesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar” buyurdu.

Mevlânâ’nın vefâtı yaklaştığı günlerde, medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; “Bu kedicik niçin feryâd ediyor, biliyor musunuz?” Orada bulunan dostları; “Siz bilirsiniz efendim” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ buyurdu ki; “Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çaresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim hâlimiz ne olacak? diyor.”

Vefâtından önce yakını, dostları, talebeleri; “Efendim! Zât-ı âlînizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız?” diye sordular. Mevlânâ da; “Hüsâmeddîn Çelebi’ye tâbi olunuz. Onu yerime vekîl bırakıyorum buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defa sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. “Cenâze namazınızı kim kıldırsın?” diye sordular. Ona da; “Hocam Sadreddîn Konevî kıldırsın” buyurdu.

O günlerde deprem oldu. Herkes telâşa düştü. Mevlânâ ise onlara; “Korkmayınız. Yerin karnı acıktı. Yağlı bir lokma istiyor” buyurdu.

Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: “Mevlânâ hazretlerinin son günü idi. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıya istikbâl eyliyerek, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak size istikbâl eyledi?” diye sordum. O da; “Ben Azrail’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme da’vet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz. beni kendi hazretine da’vet ediyor. Artık gitmek zamanı gelmiştir. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip, Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâzil-âhır’in beşine rastlıyan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.”

Mevlânâ vefât edince, İmâm İhtiyârüddîn gasl eyledi. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın mübârek cesedini yıkamağa başladım. Üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki, ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kadir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım, vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ’nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sahibini göremediğim sesler geliyordu. Diyordu ki: “Nûr, nûra karıştı. Âşık, Ma’şûka kavuştu. Bunda endişe edecek birşey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Mü’minler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme nakil olunurlar.” Bu sözler beni kendime getirdi.”

Mevlânâ’nın vefâtında, uzaktan ve yakından o kadar çok insan geldi ki, köylerden, yakın şehirlerden, kadın-erkek, büyük-küçük, müslim, gayr-i müslim, yahûdiler ve hıristiyanlar, muhtelif mezheblere mensûp bütün halk mahşeri bir kalabalık hâlinde Konya’ya toplandılar. Cenâze için, herkes kendi dîninin icâblarını yapmak üzere hazır oldular. Herkes kendi inancında cenâzeye nasıl hizmet etmek lâzımsa onu yapmaya çalışıyorlardı. Mevlânâ’nın kitaplarını, güzel sesli kimselere yüksek sesle okutup ağlaşıyorlardı. Başlarına toprak saçıp, göğüslerini yumrukluyorlar, elbiselerini yırtarak cenâzenin etrâfında dolanıyorlardı. Bunların bu hâlleri müslümanları çok rahatsız ettiğinden, müslümanlar onları men etmeye, oradan göndermeye uğraşıyorlardı. Fakat buna bir türlü engel olamıyorlardı. Nihâyet Mu’înüddîn Pervane onların ileri gelen kimselerine, “Mevlânâ; müslüman, ilim ve irfan sahibi bir kimse idi. Sizin, böyle bir kimseye hizmet etmek için yaptığınız bu uygunsuz hareketlerin sebebi nedir? Lüzumsuz yere halkı izdihama sokmanızın hikmeti nedir? Böyle bir kimseyle sizin uzaktan ve yakından ne münâsebetiniz vardır?” dedi. Onlar da; “O, bizim Peygamberlerimizin güzel huylarını, üstün sıfatlarını üzerinde taşıyan büyük bir güneş idi. Bütün âlem onun ışığı ile aydınlanıyordu. O, her düşküne, her çaresize yardımcı oluyordu. Hâl böyle olunca, hangi kimse o güneşi istemez?” dediler. Sözü bir başka papaz alarak; “Mevlânâ dünyâda bir ekmek gibi idi. Ekmekten vazgeçen, onu sevmiyen kimse görülmüş müdür? İşte bunun gibi biz de Mevlânâ’dan vazgeçemeyiz. Biz, onun hasret acısına sabredemeyiz” dedi. Onların bu cevapları karşısında herkesi kendi hâline bıraktılar. Mevlânâ hazretlerinin tabutunu götürmek için bütün halk hücum ediyordu. Bu sebeble çiğnenenlerin ayak altında kalanların haddi hesabı yoktu. Mahşerî bir kalabalık tabutu elden ele almaya çalışıyorlardı. Bu izdihamdan tabut parçalandı, yerine yenisini getirdiler. Yine parçalandı, yenisini getirdiler. Bu şekilde altı defa tabut değiştirdiler. Nihâyet musalla taşına kondu.

Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: “Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ’nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden ba’zıları; “Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acaba hikmeti nedir?” dediler. Bunun üzerine; “Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin (s.a.v.) arkasında cenâze namazını kılmakta olduklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı” buyurdu.

Mevlânâ’nın talebelerinden Fahreddîn anlatır: “Ben, hocam Mevlânâ’nın emri ve ta’rîfi üzere ismine, “Hakîkatler Merdiveni” verdiğim kitabı yazıp, kendisine takdim ettim. Bunun üzerine bana, kendi üzerine giymiş olduğu hırkayı hediye etti. Benim gönlüme; “Bu kitabı yazmak için gece-gündüz uğraşayım da, bana sâdece hırka versin. Bu az değil mi?” gibi düşünceler geldi. Benim bu düşüncemi Allahü teâlânın izniyle anlayıp bana; “Hayır! Hayır! Yanlış düşünüyorsun” diyerek bana şöyle bir hikâye anlattı: “Bir zamanlar Bağdadlı bir kimse, geçimini sağlamak için eline bir sepet alıp, kapı kapı dolaşır bir şeyler isterdi. Dolaşa dolaşa birgün bir saraya uğradı. Saraydan bir el uzanıp sepetine, kâğıda sarılmış birşey koyuverdi. O kimse sepetine baktığında, kâğıdın içindekinin bir yiyecek olduğunu anlayıp; “Doğrusu hayret edilecek birşey, koskoca saraydan ufacık birşey versinler. Bu pâdişâhın şânına yakışır mı?” diye söylenmeye başladı. Kâğıdı açtı, içinde pişirilmiş bir tavuk vardı. Bir lokma almak için koparınca, tavuğun karnına altın doldurulmuş olduğunu gördü. Önce düşündüğüne bu defa pişman oldu.”

Mevlânâ hazretlerinden bu hikâyeyi dinleyince çok utandım. Kötü düşündüğüme pişman oldum. Kendisinden çok özür diledim. Bir daha böyle birşey düşünmeyeceğime kendi kendime söz verdim. Aradan uzun yıllar geçti. Mevlânâ vefât etti. Ondan sonraki yıllarda Konya’da büyük bir kıtlık oldu. Yağmurlar yağmadı, insanlar ve hayvanlar yiyecek birşey bulamadı. Mahlûkât perişan oldu. Birgün Konyalılar yağmur duâsına çıkmak için, benden, Mevlânâ hazretlerinin hediye ettiği hırkayı istediler. Ben de verdim. Duâ edilecek mahalle vardıklarında, duâyı edecek olan hoca, hırkayı giydi. Mevlânâ’yı vesile ederek Allahü teâlâya yalvarmaya başladığı an, bereketli bir yağmur yağmaya başladı. Günlerce devam etti. Kuraklık kalktı. Konyalılar bana hesapsız mal verdiler. Hırkanın bereketiyle çok zengin oldum.”

Mevlânâ’yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rü’yâda gördüler. Hâli iyi idi. “Bu mertebeye nasıl kavuştun?” diye sorduklarında, “Mevlânâ’nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân-ı gönülden direği verdim, İşte bunun sebebiyle Allahü teâlâ beni mağfiret eyledi” diye cevap verdi.

Muhammed Hadim şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık görmedim. Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirahat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezan sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezan bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından ba’zı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer husûsları da kemâl derecede mevcûttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazreti Mevlânâ’yı, yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hazreti Mevlânâ’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi bir rubaisinde şöyle dile getirmektedir.

“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın (s.a.v.) yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır, İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdas etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defa onbeşinci asırda ortaya çıkmıştır, ilk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamana rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî’sinde geçen “Ney” kelimesi, ba’zı edebiyatçılar tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak, kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır.

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Ya’nî dans etmedi. Kırkyedibinden ziyâde beyti ile dünyâya nûr saçan “Mesnevî”sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî’nin kitabı olup, bunu da, birçok kimse, ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş’et efendinin şerhinden ellialtı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, sultan Abdülmecîd Hân zamanında, 1263 (m. 1847)’de Matba’a-i Âmire’de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Mesnevî’nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve herşeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü ma’nâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasd edilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhamı iledir.” İkinci Sultân Abdülhamîd Hân zamanında Ankara vâlisi olan Abidin Paşa, Mesnevî şerhinde, ney’in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî’nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstadının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zan ederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim “Mesnevî”sinde; Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb, Bî leb-ü bî gam mîgû, nâm-ı Rab! buyuruyor. Ya’nî, “O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!” demekdir. Sonradan gelen Mevlânâ’yı tanımıyanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.

O büyük âlimin hikmet dolu sözlerinden ba’zıları şunlardır:

“Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır.”

“Helâl kazanıp helâldan yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullaha (s.a.v.) uydurmalıdır.”

“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”

“Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.”

“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. En te’sîrlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”

“Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak uygun değildir. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.”

“Gurûrlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz, Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.”

“Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır.”

Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; “Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur’ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî’dir” buyurdu. Ya’nî evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî’dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.

Mevlânâ hazretleri, ölüme, “Şeb-i Arûs = düğün gecesi” adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline ölüm bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allaha dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesilesidir. Tasavvufda keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ;

“Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allaha şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defa bozmuş olsan bile gel!”

buyurmaktadır.

Mesnevî’de 47 bin, Dîvân’da 50 bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) “Mesnevî”sini nazm şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî’sinden başka; Dîvân-ı kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât. Mecâlis-i Seb’a gibi kıymetli eserleri de vardır.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin, dünyâya nûr saçan ve içinde kırkyedibinden ziyâde beyti bulunan “Mesnevî”sinden seçilmiş olan beyitlerin Türkçeye tercümelerinden ba’zıları:

Peygamber efendimizin (s.a.v.) İncîl’de medhedilmesi:

İncîl’de Peygamber efendimizin (s.a.v.) ismi, ya’nî o safa denizi incisinin medhi anlatılmıştı.

O’nun pâk cemâl-i şerîfi, mübârek cismi ve güzel ahlâkı vasf edilmişti.

Hıristiyanlar da, Peygamberimizin temiz ismini görünce sevâba girmek niyetiyle,

Nâmını yüceltirler, hürmet ederek yüzlerini o sahifelere sürüp öperlerdi.

Onlardan değersiz biri. Peygamber efendimizin ismiyle alay ederken ağzı çarpıldı.

O kimse sevgili Peygamberimizin huzûruna gelip, yalvardı. Dedi ki; “Ey ma’rifet ilminde yücelmiş insan!

Ben, sana önce cahilliğimden kızıyordum. Şimdi halkın alay ettiği kimse ben oldum.”

Allahü teâlâ bir kimseyi zelîl etmek isterse, önce ona sâlih kimseleri zemmettirir.

Eğer bir kula da iyilik murâd ederse, o sâlih kimsenin ayıplarını ve kusurlarını ona göstermez.

Hak teâlâ, kimin mağfiretini arzu ederse, onu acz ve tevâzu sahibi eyler.

Allah rızâsı için ağlayan göz ile, O’nun için yanan gönül ne güzeldir.

Her ağlamanın sonunda gülmek vardır. Âkıbeti görenler, zevk ve safânın kölesi olur.

Su bulunan yerde yeşillik olur. Gözyaşı, Allahü teâlânın rahmetine vesile olur.

Ağlayan göz ile kuyu dolabı gibi inle ki, can bahçen bahar gibi yeşersin.

Gözyaşı dök ki, ağlayanlara şefkatin olsun. Rahmet dilersen, zayıflara merhamet et.

Bir kimsenin Azrail aleyhisselâmdan korkup, Süleymân aleyhisselâmdan yardım istemesi:

Kuşluk vaktinde kıymetli bir kimse, Süleymân aleyhisselâmın adâlet sarayına koştu.

Süleymân aleyhisselâm, onun, üzüntüden yüzünün sararıp, dudaklarının morardığını görünce hâlini sordu.

O da; “Azrail aleyhisselâm, bana tekrar tekrar heybetle baktı” dedi.

Süleymân aleyhisselâm; “Peki, arzunuz nedir?” diye sorunca o da; “Rüzgâra emredin,

Beni Hindistan’a bıraksın! Belki o zaman canımı kurtarabilirim” dedi.

İnsanlar işte böyle fakirlikten kaçarlar. Hırs ve emelleri için kavga ederler.

Bu kimsenin korkusunu fakirlik, gayret ve hırsını da Hindistan kabûl et.

Neticede Süleymân aleyhisselâm, rüzgâra emr etti. O kimseyi bir anda Hindistan’a götürdü.

Süleymân aleyhisselâm, bir sonraki gün meclisinde konuşurlarken Azrail aleyhisselâma sordu ki;

“Dünkü müslümana nasıl heybetli göründün de, gurbeti vatanına tercih etti?

Ey Allahü teâlânın elçisi! Müslümana karşı heybetli olmanın sebebini bana söyler misin?

Bu nasıl bir hâldir ki, ona can korkusu verdi ve bu biçâreye evini yurdunu terk ettirdi.”

Azrail aleyhisselâm; “Ey kemâl sahibi! O, beni yanlış anladı.

Ben ona hışımla bakmadım. Allahü teâlâ biliyor ki, ancak teaccüb ettim.

Allahü teâlâ, bana; “Onun rûhunu Hindistan’da al” diye emretti. Onu burada görünce, kanatlı olsa bile, Hindistan’a bir anda nasıl gider, diye düşündüm. Allahü teâlânın emriyle gidip, onun canını orada aldım” dedi.

Dünyânın bütün işlerini, bu şekilde bilip kıyasla! Gözünü aç, iyi düşün.

Kimden kaçıyorsun? İnsanın kendinden kaçması imkânsızdır. Allahü teâlâya teslim ve râzı olmak en güzelidir.

Papağanın hürriyeti ve verdiği ders:

Bir tüccârın, kafeste hapsedilmiş pek mehâretli bir papağanı vardı.

Tüccâr, Hindistan’a doğru gitmek için niyet etti.

Bütün köle ve câriyelerine ne istediklerini sordu.

Hepsi de istediklerini teker teker söyledi.

O iyi tüccâr da, herbirinin isteklerini yapacağına söz verdi.

Papağana da; “Hindistan’dan sana nasıl bir hediye getireyim?” diye sordu.

Papağan da dedi ki, “Oradaki papağanlara benim bu hâlimi anlat.

Kafeste hapsedilmiş, güçsüz, zavallı filân papağan size âşıktır.

O biçarenin size pekçok selâmı var. Âciz vücûdunun kurtuluşu için bir çâre sordu, de!

Bu ayrılıktan dolayı hasretinizi çekerek inlemem bize lâyık mıdır?

Sizin yeşil ağaçların tepesinde dolaşmanız, benim de sıkı bir hapis hayâtı yaşamam reva mıdır?

Ben mahpus olayım, siz de gül-bahçelerinde dolaşın. Bu mudur dostların vefası?

Siz çayırlarda eğlenip zevk ederken, arada sırada ağlayan bu kuşu da hatırlayın.

Hatırlanmakla memnun olurum. Bilhassa o Leylâ, ben Mecnûn olursam.

Ey ihtişamlı sevgilinin dostları! Gece gündüz içtiğim, gönlümün kanıdır.

Eğer bu feryadıma acıyorsanız, hatırım için bir bardak şerbet içiniz.

Dertli gönlüme bir yardımda bulunabilecekseniz, merhamet kadehinden bir yudum yere dökün!”

Tüccâr, götüreceği selâmı ve haberi, yerine ileteceğine söz verdi.

O kimse Hindistan’a vardığında, kırlarda gezen papağanları gördü.

Atını sürerek ilerledi, papağanlara haberi ve selâmı ulaştırdı.

İçlerinden papağanın biri, hemen yere düşüp öldü.

Tüccâr, söylediğine pişman olarak dedi ki; “Ne gariptir ki, bu kuşun ölümüne ben sebeb oldum.

Meğer, bu onunla dost imiş. Sanki iki vücutta bir rûh gibiymişler.

Niçin böyle yaptım, bu haberi niçin verdim? Bu ham söz ile zavallıyı yaktım.”

Tüccâr, ticâretini tamamlayıp sevinç içinde evine döndü.

Herkese armağanlarını verdi. İsteklerine kavuşanlar memnun oldu.

Papağan; “Benim emânetim nerede? Gördüklerini anlat ki sevineyim” dedi.

Tüccâr dedi ki; “Yaptığım işlere pişman olup şaşırdım.

Niçin iyi düşünmeden bu işe giriştim? Niye böyle câhiller gibi hareket ettim.”

Papağan; “Ey efendi! Bir kuş için pişmanlığınıza ve hayrette kalmanıza sebep nedir?” dedi.

Tüccâr da; “Senin sözlerini ve buradaki ahvâlini papağanlara söyledim.

İçlerinden bir tanesi, hemen yere düşüp, senin hasretinden öldü.

Gönlüme bir perişanlık geldi. Fakat söylemiş bulundum. Pişmanlığın ne faydası olabilir?”

Dilin söylediği bir söz, yaydan çıkan oka benzer.

Atılan bir ok geri dönmez, ileriyi görenler seli başından bağlar.

Coşmuş olan o sel, başından bağlanmadıysa, mutlaka geçtiği yerleri harâb eder.

Tüccârın papağanı, diğer papağanın yaptığını işitince, birden kendinden geçti.

Efendisi papağanın bu hâlini görünce, yücelik külahını yere çarptı.

Bu hâl efendiyi şaşkın hâle çevirdi. Üzüntüsünden yakasını yırttı.

Dedi ki; “Ey güzel ve hoş sözlü papağanım! Sana ne oldu? Bu hâle nasıl düştün?

Ah eyvah! Ey benim güzel seslim. Ey benim dostum, sırdaşım eyvah!

Ey benim tatlı nağmelim! Rûhumun gıdası, çiçekli bahçem. Eyvah!

Çok yazık! O bana ucuza mâl olmuştu. Artık tersine döndü. Bu bana can derdi oldu.

Ey dil! Bana zararın çok oldu. Söyleyen sensin. Sana açık bir söz de yok.

Ey dil! Sen hem şimşek, hem de harmansın. Ateşinle harmanımı yaktın.

Sen ne dersen şüphesiz bu can yaparsa da, yine senin yüzünden gizlice feryâd etmektedir.

Ey dil! Sen hem sonsuz bir hazînesin, hem yine devası olmayan dertsin.

Ah! Hem kuşlar için hîle ıslığısın. Hem de ayrılık derdinin dostusun.

İnsanın hem zulmeti küfrânısın, hem de dostların delîli, rehberisin.

Ey aman vermiyen! Yayını beni öldürmek niyetiyle germiş iken, ne zamana kadar aman verdin?

İşte şimdi kuşumu uçurdun, kalbimi kırdın. Canımı incitmen bitsin artık.

Ya adâlet göster veya şifâ verici bir cevap ver. Yahut bana müjdeli bir haber...

Eyvah! Karanlığı aydınlatan sabahım! Ah, benim nurlu sabahım!”

Tüccâr böyle ağlayıp sızlandıktan sonra, papağanı kafesten dışarı attı. Ölü gibi duran kuş, uçarak bir dala kondu.

Sanki şarktan doğan güneş gibi, papağan da öyle sür’atle uçtu.

Tüccâr, papağanın yaptığı hileye hayran oldu. Çünkü kuşun bu sırrını daha önce bilmiyordu.

Kuşa dönerek; “Ey bülbül! Bu yaptığını bana açıkla,

Bu yaptığını sana kim öğretti ki, böyle hîle ederek bizi yaktın?” dedi.

Papağan da! “Hindistan’daki papağan, bana esâretten nasıl kurtulacağımı nasihat ederek gösterdi.

Senin mahkûm olmana sebep, konuşmandır” dedi. Ölmüş gibi görünerek beni ikâz etti.

Ey avama ve havvâsa nağmeler yapan! ölmüş gibi görünmen, senin hapisten kurtulmana sebep olur” dedi.

Elveda ey efendi! işte ben gidiyorum. Sen de birgün asıl vatanına gidersin.

Ey efendi, elveda! Bana merhamet edip hürriyete kavuşturdun” dedi.

Papağan, efendisine nazikçe bir kaç öğüt verip, “Selâm sana, artık ayrılık zamanıdır” dedi.

Efendisi de; “Allahü teâlâya emânet ol. Sen bana yeni bir rehber oldun” dedi.

Tüccâr kendi kendisine dedi ki; “Bu nasihat sana yeter. Bu nasîhata uyarsan kurtulursun.

Benim rûhum, bu papağandan daha hakîr, aşağı değil. Kişi, bundan hisse almalıdır.”

İnsan, beden kafesinde mahpus olan rûhunu, nefsinin elinden azâd etmelidir.

Mescid-i Nebî’deki Hannâne ismindeki direğin inlemesi:

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ayrılığından, hurma direği akıllı bir insan gibi üzüntüsünden inledi.

Va’z meclisinde iştiyâk ile ağladığını, orada bulunan Eshâb-ı Kirâm hep duyarlardı.

Peygamber efendimizin Eshâb-ı Kirâmı, direğin böyle sesli sesli inlemesine şaşırdılar.

Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Ey direk! Bu ne hâldir?” O da! “Ayrılığının acısından göğsüm kanla doldu.

Ben, hizmetinizle şereflenirken, şimdi hazretinizin makamı minber oldu” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: “Ey ağaç! Sen de talih yıldızının gizli sırları var.

Hurmaların en iyisi, seçilmişi olmak istersen, bütün yaratıklar senden meyve toplasın.

Yahut da, Allahü teâlâ seni güzel bir servi yapsın ve ebedî âlemde bakî eylesin.”

Direk de; “Devamlı bakî olanı isterim” dedi. Dinle ey gafletteki kimse! Ağaçtan daha aşağı olma!

Peygamber efendimiz, kıyâmet gününde ölenler gibi dirilip kalkması için, o direği toprağa defnetti.

Bil ki, Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu bu dünyâdaki arzulardan sıyırır.

Her kime cenâb-ı Hak i’tibâr ederse, o, hakîkî âlemde çok kârlı olur.

Bir kimse, Allahü teâlâya i’timâd etmez, güvenmez ise, cansız yaratıkların inlemesine ve Allahü teâlâyı zikretmesine inanmaz, kabûl etmez.

Zâhiren etrâftakilere uyarak tasdik etse de, kalbi nifak ehli ile beraberdir.

Ebû Cehl’in elindeki taşların Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamberliğine şehâdet etmeleri:

Ebû Cehl eline küçük taşları alarak Peygamberimize; “Elimdeki nedir? Çabuk bil! Sen semâvattan haber veriyorsun. Eğer peygamber isen, avucumdakini söyle” dedi.

Peygamber efendimiz (s.a.v.), buyurdu ki: “Maksadın nedir? Onları ben mi söyliyeyim, yoksa benim Peygamber olduğumu onlar mı söylesinler? Ebû Cehl dedi ki: “Bu ikincisi daha nâdirdir.” Peygamber efendimiz de; “Allahü teâlâ ona kadirdir” buyurdu.

Onun elindeki küçük taşlar, sıdk ile hemen şehâdet getirmeye başladı.

Onların tesbihi “Lâ ilahe illallah, Muhammedün resûlullah” idi.

Mel’ûn Ebû Cehl bu sözleri işitince, elindeki taşları yere attı.

Dedi ki: “Sen, eşi olmayan bir büyücüsün. Büyücülerin başlarının tacı ve emirleri de sensin.”

Toprak altında kalasıca mel’ûn, hakîkati göremiyordu. Onun hakîkati görmiyen gözünü, ancak toprak doldurdu.

Köylü ile hanımının birbirleriyle sitemli konuşmaları:

Birgün bir köylüye hanımı, çok kırıcı konuştuktan sonra dedi ki:

“Biz hep fakir ve cefâ çekmekteyiz. Bizde elem ve üzüntü, başkalarında zevk ve sefâ.

Bizde ekmek ve katık, dert ve zahmettir. Testimiz yok. Suyumuz ise göz yaşı.

Gündüzleri elbisemiz, güneşin sıcaklığı, geceleri yorgan ve yatağımız mehtâb oldu.

Ayın yuvarlağını ekmek sanıp, ellerimizi gökyüzüne doğru uzatıyoruz.

Bizim fakirliğimizden ve gece-gündüz rızık düşüncemizden fakirler bile utanıyor.

Sâmirî’den herkesin kaçtığı gibi, dostlarımız ve yabancılar da bizden kaçıyor.

Birisinden yarım avuç mercimek istesek. “Dertlere uğra, öl” derler.

Arablar, yaptıkları savaşlar ve ihsânlarla öğünürler. Sen ise onların yanında, yazıdaki yanlış gibisin.

Biz, savaşmadan, yoksulluktan ölmüşüz. Fakirlik kılıcıyla başsız kalmışız.

Hatâ nedir ki? Biz hatasız ateşin içindeyiz. Azık nerede? Biz derde esîr olmuşuz.

Başkasına ihsânda bulunmak yerine, dolaşıp dileniyoruz. Bizden havadaki sinekler bile incinir.

Bize herhangi bir misâfir gelirse, uyurken elbisesini çalmak isterim.

Yoksulluktan devamlı hakîr olup, zarûret ateşiyle yanmışız.

Ne zamana kadar böyle sıkıntı çekip, ateş denizinin derinliğinde boğulacağız?”

Kadın, asık surat ile kocasına bu şekilde söylenip durdu.

Kocası hanımına dedi ki: “Daha ne zamana kadar talep edip istekte bulunacaksın? Zaten ömrünün çoğu bitti.

Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür’atle geçmektedir.

Sel, ister saf, berrak, ister bulanık aksın. Madem ki bakî değildir, öyle ise sözünü etme.

Bu dünyâda binlerce canlı mahlûk, kazanç kaygısı olmadan günlerini geçiriyor.

Üveyk kuşu, daha gece gıdasını bulmadığı hâlde, ağaçta Allahü teâlâya şükreder.

Bülbül, cenâb-ı Hakka durmadan hamd eder ve; “Ey, duâya icabet eden Rabbim! Tevekkülümüz ve i’timâdımız sanadır” der.

Doğan kuşu, pâdişâhın himâyesinde olduğu için, her lokmaya tenezzül etmez.

Küçücük sivrisinekten, deve ve file kadar, hep Allahü teâlânın himâyesi altındadır. Cenâb-ı Hak ne güzel bir vekîldir.

Gönüllerdeki hüzün ve ızdırapların hepsi, dikkat edilirse varlığın eseridir.

Bunca gamlar, tasalar, hayat ekininin orağıdır. Şöyle idi, böyle idi. Sözleri de hep vesvesedir.

Her dert ölümden bir parçadır, insan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz.

Ölümün küçük bir parçasını kovmağa gücün yetmez iken, bilesin ki, onun tamâmı şerbetin olup, içeceksin.

Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler.

Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme.

Hayâtı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur.

Kırda otlayan koyunlardan hangisi semiz ise onu tutup keserler.

Gece bitti, sabah oldu. Ey gönlümün meyvesi! Bu altın ve gümüş sözü ne zamana kadar sürecek?

Genç iken daha kanaatkardın. Şimdi ise altun isteğine düştün. Hâlbuki önceleri sen altun idin.

Salkım salkım dolu asma iken, şimdi meyvesiz kaldın. Meyvelerin olgunlaşacağı sırada bozulup gittin.

Meyvenin gittikçe tatlılaşması lâzım, ip eğirenler gibi geriye doğru gitme.

Sen benim eşimsin. Eşler birbirlerine benzemelidir ki, işler yolunda gitsin.

Eşlerin birbirlerine benzemesi lâzımdır. Ayakkabı ve mest çiftlerine baksana.

Ayakkabılardan biri ayağa dar gelse, onlar işe yaramaz. Seni topal ederler.

Kapının bir kanadı büyük, diğeri küçük olur mu? Ormandaki aslan, kurda eş olur mu?

Biri mal ile dolu, biri boş olan iki çuval, devenin üzerinde dengeli duramaz.

Ben kanâatte sağlam ve güçlüyüm. Sen ise kötülükle niçin dertlisin?”

Bu kanaatkar kimse böyle sabaha kadar hanımına ihlâs ile nasihat etti.

Kadın ona hiddet ile dedi ki: “Ey namuslu geçinen! Artık bana yaptığın büyüler te’sîr etmiyor.

İddialı, fakat boş sözler söyleme. Kibir ve azametinden ne söylediğini bilmiyorsun.

Ne zamana kadar bu yapmacık sözlerin devam edecek? Onu bunu bırak, kendi hâlini gör de utan.

Kibir çirkin, fakat fakir için daha çirkindir. Tıpkı kar yağan soğuk bir günde giyilen ıslak elbise gibi.

Bu büyüklenmen ne zamana kadar sürecek? Evine bak, örümcek yuvasına döndü.

Kanâat, kalbini nûrlandırdı mı? Sende bulunan, sâdece onun ismi var.

Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Kanâat bir hazînedir” buyurdu. Sen ise, hazîne ile meşakkati ayırd edemiyorsun.

Bu kanâat, sonu olmayan hazînedir. Sen kanâati bırakıp da niçin canını üzüyorsun?.

Bana eşim diyerek övünme. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.

Sen fakirlikten havadaki sineği avlıyorsun. Nerde kaldı pâdişâhlarla beylerle olmak! Mümkün mü?

Bir kemik kapmak için köpeklerle hırlaşıyorsun. İçi boş kamış gibi inliyorsun.

Gel bana öyle hakaretle bakma. Senin damarlarında dolaşanları biliyorum.

Gâfil kurt gibi bana keder verme. Deli olanlar bile senden akıllıdır.

Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir.

Yaptığın hîle ve zulmün düşmanı Allahü teâlâ olsun. Senin zulmüne kimse uğramasın.

Şaşılacak şey ki, sen hem yılansın, hem büyücü, hem de yılan oynatan. Arabların yüz karasısın!

Eğer karga kendi çirkinliğini bilseydi, kederinden kar gibi erir su olurdu.

Yılan ile sihirbaz birbirine düşmandır. Yılan büyücüyü, büyücü yılanı büyüler.

Beni avlayıp insanlara rezîl etmek için, Allahü teâlânın ismini söyleyerek bana tuzak kurdun.

Beni kesen Allahü teâlânın adıdır. Senin kılıcın değil. Yazıklar olsun sana, cenâb-ı Hakkın ismini kendine tuzak olarak kullanıyorsun.

Göreceksin, Allahü teâlâ senden hakkımı alacaktır. O’nun güzel ismine bu canım feda olsun.”

Kadın buna benzer nice sözler söyledi. Nice defterler açıp kapadı.

Kocası dedi ki: “Ey hanım! Sen kadın mısın, yoksa hüzünler babası mı?

Mal ve para baştaki külah gibidir. Yalnız kel olanlar külaha sığınır.

Kıvırcık, güzel saçları olanlar, külah olmadan da güzeldir.

Bir esîrci, esîri satarken, kusuru yoksa elbisesini çıkartır.

Esirin bir kusuru olsa, onu nasıl soyar? Kusurunu elbise içinde gizler.

Der ki: “Bu, soyunmaktan utanır. Aslında vücûdu tertemizdir. Kusurlu sanmayınız.”

Gerçi zengin olan, kulağına kadar kusur içindeyse de, onun malı ayıbını örter.

Tama’kâr olanlar, onun kusurlarını görmez.. Çünkü tama’ onun gözünü kapatır.

Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler.

Fakirlik ve dervişlik, senin anladığın gibi değildir? Dervişe hakaretle bakma sakın.

Dervişlerde mal ve mülk sanma ki vardır. Onlar, Allahü teâlânın ihsânlarına gark olmuşlardır.

Allahü teâlâ Âdil’dir. Adâlet sahipleri, âşıklara hiç zulmeder mi?

Hâşâ, birine mal, mülk, kudret, ihsân edip, başkasına suç yükler, ateşe atar mı?

Her kim Allahü teâlâya karşı böyle bir şüphede bulunursa, ateş onu yaksın.

“Fakirlikle övünürüm” hadîs-i şerîfinde, binlerce hikmet ve nazlar gizlidir.

Hışımla bu hakîre kötü lakablar taktın. Ben sana eşim, hanımım diyorum, sen bana yılancı dersin.

Yılan tutsam bile, yılanın dişlerini sökerîm de, onun başını ezilmekten kurtarırım.

O dişler, onun canının ve derisinin düşmanıdır. Bu bilgilerle, düşmanları bile kendime dost ederim.

Tama’a düşerek, asla büyü yapmam. Çünkü tama’ çantasını başaşağı çevirdim.

Allahü teâlâ korusun, benim kimseden bir isteğim yok. Gönlümde, kanâatle dolu bir âlem var.

Armut ağacında iken sen böyle görüyorsun. Hâlbuki aşağı insen bu şüphen kalmaz.

Olduğun yerde dönersen başın döner. Döneni ev sanırsın, aslında dönen sensin.

Alçak Ebû Cehl, Peygamber efendimizi (s.a.v.) görünce; “Beni Hâşim’den bir çirkin belirdi” dedi.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ona; “Her ne kadar sözlerinde ve işlerinde doğru değilsen de, bu sözünde haklısın” buyurdu.

Hazreti Ebû Bekr, Peygamberimizi görünce; “Yâ Resûlallah! Doğunun ve batının bütün güzellikleri sende toplanmıştır” dedi.

Sevgili Peygamberimiz, ona da; “Ey sâdıkların en parlak yıldızı! Sen de haklısın” buyurdu.

Orada bulunan Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) “Ey yaradılmışların en hayırlısı! Her iki zıt olana da doğru, buyurdunuz” dediler.

“Peygamberimiz (s.a.v.); “Ben temiz ve berrak bir aynayım. Güzel ve çirkin, bende kendisini görür” buyurdu.

Ey hanım! Sen bende bir tama’ görüyorsan, yanılıyorsun. Bu kadınca arayıştan sakın.

O, tama’a benziyorsa da, hakîkatte rahmettir. Onu sen tama’ sanma, o bir ni’mettir.

Sen fakirliği bir iki gün tecrübe et de, onun içindeki sonsuz zenginliği gör.

Fakirliğe sabret. Üzülme, kederlenme. Çünkü Celâl sahibi olan Allahü teâlâ, onu azîz eyledi.

Kanâate, yüzünü ekşitmeden bak ki, o hâl denizine dalmış olan nice kimseleri göreceksin.

Zâhirde yüzbinlerce sıkıntı içinde görünen kimselerin, hakîkatte gül gibi geçindiklerini göreceksin.

Yazıklar olsun sana! Eğer sende birazcık anlayış olsaydı, gönlümdeki hakîkatleri sana anlatabilirdim.

Bu söz, memedeki süt gibidir. Emen olmaz ise, hiç bir te’sîri olmaz. Dinleyen istekli ve arayıcı olursa, nasihati veren kimse ölü olsa bile yine konuşur.

Dinleyen kimse usanmaz ve bıkmazsa, dilsizler dahî bülbül gibi söylemeğe başlar.

Çünkü içeriye yabancılar girince, evdeki kadınlar, diğer odalara girip, gizlenirler.

Mahrem bir kimse gelecek olsa, gizlenmiş olan hanımlar örtülerini açarlar.

Dünyâ için yapılan bütün süsler, hep gören göz içindir.

Allahü teâlâ, yer yüzünde, gökte ve ikisi arasında, ateşi ve nûru yarattı.

Misk’in kokusunu, duyanlar için yarattı. Kabiliyeti olmayanların ondan nasîbi yoktur.

Allahü teâlâ, yer yüzünü yerdekilerin vatanı, semâyı da göktekilerin vatanı eyledi.

Süflî, aşağılık kimse, ulvîliğin, yüceliğin düşmanıdır. Heryerin bir müşterisi olur.

Ey giyinip örtünen kadın! Sen hiç kör olana kalkıp süslendin mi?

Dünyâyı en değerli incilerle doldursam, nasîbim değilse ne yapabilirim?

Ey hanım! Yolumu kesme, benimle mücâdeleyi bırak. Yoksa ayrılmaya sebeb olursun.

İyi ve kötülerle cenk etmek benim işim değil. Gönül, barıştan bile korkar oldu.

Eğer susmaz isen, hemen evi barkı terkeder giderim.

Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir.”

Kadın, kocasının öfkelendiğini görünce, ağlamaya başladı. Zâten ağlamak, kadınların tuzağıdır.

Bunun üzerine kadın da tevâzu göstererek dedi ki: “Ben, senin sâdece hanımın değil, ayağının tozuyum.

Senden bunları beklemez, başka şeyler ümîd ederdim.

Her neyim var ise, tenim de canım da hepsi senin. Her ne der isen, ferman da hüküm de hep senindir.

Fakirliğe sabrım kalmadıysa, bu inlemem hep senin içindir. Kendim için sanmayasın.

Bütün dertlerime sen deva oluyorsun. Senin mahrûm olup, güç duruma düşmen, benim mahrûm olmam demektir.

Yemîn ederim ki, bu ağlayış ve yalvarış hep senin içindir. Kendim için sanmayasın.

Tek arzum şudur ki; senin için, huzûrunda rûhumu teslim edeyim.

Keşke, uğrunda canımı feda ettiğim sen, gönlümdeki derin düşünceleri bilseydin.

Fakat, hakkımda kötü düşündüğün için, artık canımın da, tenimin de bir değeri kalmadı.

Ey gönlümün rahatı! Madem ki hakkımda böyle düşünüyorsun, altın ve gümüşün, gözümde toprak kadar değeri vardır.

Gönlümde büyük bir yerin var iken, yaptığım ufak bir kusur, öfkelenmene sebep oldu.

İstersen benden ayrılabilirsin. Hükmün senin elindedir. Bu durumda vazîfem, senden özür dilemektir.

Hatırla o zamanı ki, ben fevkalâde güzel, sen ise bana oldukça âşıktın.

Hizmetlerim çok hoşuna giderdi. Düşüncelerim senin emirlerine uygundu.

Sözlerimden küfür çıktıysa, yeniden îmân ettim. Canımı emrine amade kıldım.

Senin kıymetli varlığına karşı edebi gözetemedim. Huzûrunda küstahlık ettim.

Senin affına sığındım, İ’tirâzdan vaz geçip, tövbekâr oldum.

Kılıcı ve kefeni önüne koyuyorum, İşte boynum. Kurtulmak için bir çâreye başvurmayacağım.

Acı olan ayrılıktan bahsediyorsun. Her ne yaparsan yap. Fakat ayrılıktan söz etme.

Senin gönlünde, bana özür dileyen birşey gizlidir. Aramızda o dâima bir şefaatçidir.

Ben, senin güzel ahlâkından dolayı özür diliyorum. Zâten ben, ona güvenerek hatâ ettim.

Ey ahlâkı bal ve şekerden daha tatlı olan! Ne olur sen de öfkeni gizleyip bana acı.”

Kadın bu şekilde özürler dileyerek kederinden ağlamaya başladı.

Ağlamadan bile, gönülleri parçalayan âh etmesi haddi aştı.

Gözyaşı yağmurundan bir şimşek çaktı ve erkeğin gönlünde bir kıvılcım parladı.

O, hanımının güzelliğine hayran iken cân-ı gönülden, şimdi o, sevgilinin kölesi oldu.

Nâzından yüreğini oynatan, ağlayıp yalvarmaya başlarsa gönül mecnûna döner.

Kişi Hazreti Hamza ve Rüstem gibi kahraman bile olsa, hanımının esîridir.

Su, şiddetle saldırıp ateşe galip olur. Lâkin su kapta iken, ateş onu kaynatır.

Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahv eder.

Zâhirde erkekler, su misâli kadına gâlipse de, aslında şüphesiz kadının mağlubudurlar.

Bu husûsiyet insanda kemâle geldi. Hayvanda sevginin eksik olması, onun noksanlığındandır.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kadınlar, ârif olan kimselere galiptir.

Câhile ise kadın mağluptur. Çünkü onlar haşin tavırlı olurlar.”

Câhil olanların merhameti ve lütfu azdır. Onların akıllarından hayvani hisleri daha üstündür.

Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.

Zâlim, idâm edilmeden önce zulmünden pişman olduğu gibi, adam da hanımına söylediklerine pişman oldu.

“Niçin canımın canına düşman oldum. Nasıl oldu da sevdiğime tekmeler vurdum” dedi.

Kaza gelince göz göremez olur. Akıl ile ayak ve baş farkolunmaz.

Kaza geçince göz açılır, insan kendine gelince, hakîkati görüp kederinden pişmanlığı son haddîni bulur.

Erkek, hanımına; “Ey hanım! Sana karşı yaptığım bunca hatâ ve kusurların hepsine pişman oldum.

Suçlu olan benim. Bana acı. Hatâ ve kusûrlarımdan dolayı beni harâb etme” dedi.

Yaşlı bir kâfir, son anda pişman olup tövbe istiğfar ederse müslüman olur.

Rabbimiz, kerem sahibidir, rahmet deryâsıdır. Varlık ve yokluk O’na âşıktır.

Erkek ile kadının bu konuşmaları bir hikâyedir ki, bunlar insanlarda bulunan nefs ve rûha benzer.

Bu erkek ile kadın, rûh ve nefs gibidir. Bütün iyiler ve kötüler, bunun lâzım olduğunu bilmelidir.

Bu ikisi, gece gündüz dâima birbiriyle savaş halindedirler.

Kadın durmadan evin ihtiyâçlarını, şerefini, yiyecek ve içeceğini, izzet ve i’tibârını ister.

Nefs de kadın gibi ba’zan tevâzu gösterir, ba’zan da azametlenir.

Erkek gibi olan rûh ise, dünyevî düşüncelerden habersizdir. Allahü teâlânın rızâsından başka bir kaygısı yoktur.

Omuzuna arslan resmi çizdiren Kazvinlinin pişmanlığı:

Bir hikâye söyleyim de dinleyin. Kazvinlilerin âdetlerinden biri şöyledir:

“Bir faydası olmadığı hâlde, omuzlarına, ellerine ve vücûdlarına iğneyle döğme yaptırırlar.

Kazvinlinin biri dellâke gidip; “Izdırap yapmadan bana bir döğme yap” dedi.

Dellâk; “Ey yiğit! Nasıl birşey istiyorsun?” deyince, Kazvinli; “Kükremiş bir arslan resmi çiz,

Arslan nakşet ki, arslan burcunda olduğum anlaşılsın. Yalnız iyi çalış, dikkatli ol, mavi rengi çok olsun” dedi.

Dellâk; “Döğmeyi nereye vurayım?” dedi. O da; “Omuzum üzerine olsun” diye cevap verdi.

Döğmeci döğmeye başlayınca, yiğit, iğnenin acısından sabredemez hâle geldi.

Yiğit, dellâke dedi ki; “Ey temiz kimse! Beni helak eden bu sûret ne sûretidir?”

Dellâk; “Sen, bana arslan resmi yapmamı emretmiştin” deyince, yiğit de; “Peki, önce hangi uzvunu yapıyorsun?” dedi.

“Önce kuyruğunu işliyorum” dedi. Yiğit “Ey iki gözüm! Kuyruğu hiç de lâzım değil,

Arslanın kuyruğundan, kuyruk sokumum sızladı. Onun kuyruk yeri beni şaşkına çevirdi.

Ey döğmeci! Arslan varsın kuyruksuz olsun, iğnenin acısı tâ yüreğime işledi” dedi.

Nakkaş, onun acısına kulak asmadan, arslanın bir başka yerini yapmaya koyuldu.

Genç yine inleyerek; “Bu hangi uzvudur?” dedi. Döğmeci; “Kulağıdır efendim” cevâbını verdi.

Yiğit; “Ey temiz gönüllü! Kulağının olması şart değil. Kulak işlemeyi bırak” dedi.

Dellâk bu defa iğneyi başka tarafa batırmaya başlayınca, Kazvinli tekrar feryada başladı.

“Acaba bu üçüncüsü arslanın hangi tarafıdır?” deyince, o da; “Bu karnının resmidir” dedi.

Yiğit; “Bu arslanın karnı olmasın. Zîrâ iğnenin acısı canıma yetti” dedi.

Dellâk şaşkınlıktan parmağı ağzında, hayretten dona kaldı.

O usta sonunda iğnesini yere çaldı ve; “Dünyâda böyle birşeyi kim görmüştür?

Kulaksız, karınsız ve kuyruksuz, acâib bir arslan görülmüş müdür? Allahü teâlâ böyle bir arslan yaratmadı” dedi.

Ey kardeş! Dert ve belâlara sabret ki, kâfir olan nefsin acısından kurtulasın.

Varlığını terk edenlere gök de, güneş de, ay da secde eder.

Puta tapan nefsini öldürenin, güneş de, bulut da emrine mahkûm olur.

Zîrâ kalb gözü açılmış âşıkları, güneşin ateşi bile yakmaz.

Gör ki, Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehfi güneşin sıcaklığından korudu.

Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur.

Hakkı yüceltmek ve mâsivâyı yok etmek için, kendisini bir hiç kabûl edip, tevâzu ile secdeye kapanmak lâzımdır.

“Allahü teâlânın tevhîd ilmini öğrenmek ne demektir?” Bir olan Rabbimiz için kendini feda etmektir.

Gündüz gibi nurlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını (nefsini) yak!

Bakır’ın arıtılarak altın elde edilmesi gibi, varlığını, Allahü teâlânın varlığında erit, yok et ki, altın gibi olasın.

Bütün konuşmalarında hep “Ben ve biz” diyorsun. Bütün bu ma’nevî harâbiyet hep bu ikilikten oluyor.

Bir kurt ile tilkinin, arslanın hizmetinde avlanmaları:

Bir arslan, kurt ve tilki, avlanmak için dağa tuzak kurmaya gittiler.

Birbirlerinin yardımıyla yol kesip, av hayvanlarını yakalamak üzere işe başladılar.

Üçü birden bir av yakalamak üzere ovanın etrâfını dolaştılar. Arslana, onlarla beraber olmak ağır geldiyse de yine de onlara şeref verip, arkadaşlığını esirgemedi.

Böyle bir şaha asker lâzım değildir. Lâkin; “Cemâatte rahmet vardır” diyerek onlara arkadaş oldu.

Böyle parlak bir ay için, yıldızlarla dolaşmak ardır. O, yıldızlara yardım etmek için görünür.

Bütün akıllar Peygamber efendimizin (s.a.v.) fikirine muhtaç iken. O; “Onlarla meşverette bulun” emrini aldı.

Arpa, terazide altınla arkadaş olur. Fakat bu arkadaşlıkta arpanın altın kadar kıymetli olacağını sanma.

Şimdilik beden rûha yoldaştır. Köpek de bir müddet dergâhın kapısını beklemiştir.

Bu cemâat, azametli arslanın yanında dağa doğru gittiler.

Bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. İzinsiz yemekten sakındılar.

Arslanın peşinde gidenin gece-gündüz kebabı eksik olmaz.

Dağdan ormana indiler. Yakaladıkları avların her tarafı kana bulanmıştı.

Kurt ile tilki, bu avların, pâdişâhlara mahsûs bir adâletle dağıtılmasını beklediler.

Onlardaki bu hırs, arslana ma’lûm oldu. Kendi yardımı yüzünden kibirlendiklerini anladı.

Sırların arslanı ve emîri olana, kalbden geçenler aşikâr olur, bildirilir.

Evliyânın yanında kalbindekine dikkat et. Gâfil olma, gönle nazar ederler.

O arslan durumu bilir, anlar. Fakat merkebini sessizce sürer. Vaziyet anlaşılmasın diye güleryüz gösterir.

Arslan onların düşündüklerini anladıysa da, sırlarını açığa çıkarıp yüzlerine vurmadı.

Kendi kendine dedi ki; “Sizi cezalandırmak lâzım. Ben sizin müstehak olduğunuz cezayı vereyim de görün.

Endişeniz, benim fikirlerime râzı olmadığınızı gösteriyor. Demek ihsânlarıma i’timâd etmiyorsunuz.

Sizin aklınız da, düşünceleriniz de, kazandığınız rütbeler de ihsânlarımın sayesindedir.

Resim, ressama nasıl büyüklük taslar. Zîrâ, o resmi yapan odur.

Ey cihanın yüz karası olanlar! Madem ki hakkımda adîce şüphelere kapıldınız.

Hak için kötü zanda bulunanların başını kesmezsem, büyük bir hatâ işlemiş olurum.

Doğruları sizin yüz karanızdan temizliyeyim de, bu destan âleme ibret olsun.”

Arslan bu düşünceler içinde zâhiren tebessüm ediyordu. Gülen arslandan emîn olma sakın!

Dünyâ malı, Allahü teâlânın ihsânlarındandır. İnsanlar, mal yüzünden gurûra kapılarak perişan olurlar.

Fakirlik ve hastalık senin hakkında hayırlıdır. Zîrâ arslan, o tebessümün cezasını verir.

Arslan kurda dedi ki; “Ey kurt! Gel bu avları sen taksim et! Yalnız dikkatli ol. âdilâne paylaştır.

Bu taksimde, benim vekîlim ol ki, nasıl bir cevher olduğunu anlıyayım.”

Kurt; “Ey Şahım! Zâtınıza yaban öküzü lâyıktır. Zîrâ o iridir. Siz de büyük ve kuvvetlisiniz.

Keçi, benim gibi orta büyüklüktedir. O da benim olsun. Tilkiye de tavşan uygundur. Bu taksim çok âdil oldu” dedi.

Arslan dedi ki; “Ey kurt, bu nasıl sözdür. Benim olduğum yerde, sen nasıl “Ben ve biz” diyebiliyorsun, söyle?

Kurt, köpek soyundandır. Sen kendinde bir varlık görerek, benim huzûrumda nasıl olur da kibirlenirsin.

Ey eşek huylu kurt, yanıma yaklaş!” Kurt ilerleyince, arslan pençesiyle onun başını koparttı.

Onda doğruluk ve işe yarar bir akıl göremeyince, derisini yüzerek cezalandırdı.

Dedi ki; “Bana karşı, bir varlık gösterdin. Senin için böyle canı taşımaktansa, ölmek daha iyidir. Madem ki huzûrumda fânî, yok olmadın, işte böyle hükmüm, başının kesilmesidir.

Haktan başka herşey yok olur. Hakîkat, Hakkın varlığında yok olmaktır.

Kim bakî olmaya kendini lâyık görürse, onun cezası helak olmaktır.

Allahü teâlâdan başka herşey yok olur.

Dergâhta, “Biz ve ben” diyenler kovulur. Şahın kapısında onun hiç değeri yoktur.

Arslan, kurdun başını kopardı ki, iki baş maksada mâni olmasın.

“Ey koca Kurt! Pâdişâhın huzûrunda ölü gibi olmadığın için, azâba lâyık oldun.”

Arslan tilkiye dönerek; “Bölüştürme işini iyi bir biçimde sen yap” dedi.

Tilki hürmet ile dedi ki: “Bu semiz sığır, pâdişâhımın kuşluk yemeği olsun.

Bu keçi de, güçlü pâdişâhımın öğle yahniliği olsun.

Ve bu temiz tavşan da, şahımın akşam yemeği olması çok uygun olur.”

Arslan, tilkinin bu taksimine karşı; “Ey tilki, çok adâletli bir iş yaptın. Bu paylaştırmayı kimden öğrendin?

Ey büyük üstâd! Söyle kimdir?” diye sordu. Tilki de; “Ey hayvanların şahı! Şu kurdun hâlinden” dedi.

Bunun üzerine arslan dedi ki; “İşini hatasız yaptığın için, bu üç avı da sana ihsân ettim, al git!

Ey tilki, senin bize sâdık olduğun anlaşıldı. Artık seni incitmemiz doğru değildir.

Biz senin olduk. Bütün avlar da senindir. Ayağını göğe basarak yüksel.

Kurdun hâlinden ibret almışsın. Artık sen tilki değil, benim yanımda arslansın?”

Akıllı o kimsedir ki, durumu anlayarak başkasının hâlinden ibret alır.

Tilki o vakit; “İyi ki arslan, kurttan sonra bana emretti,” diye çok şükür etti.

“Evvel bana emretseydi, canımın kurtulması mümkün değildi” dedi.

Şimdi Allahü teâlâya ne kadar şükretsek azdır. Zîrâ bize, geçmiş ümmetlerden daha fazla değer verdi.

Cenâb-ı Hakkın, Kahhâr ve Adâlet sıfatlarıyla eski ümmetlere nasıl tecellî ettiğini işittik.

Tâ ki, o kurtların halleriyle biz, tilki gibi edebimizi koruyabiliriz.

Bunun için vasfımızı. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Rahmet edilmiş ümmet” diye bildirdi.

O kurtların tüy ve kemiklerini görün de ibret alın. Bu size nasihat olsun.

Akıllı olan kimseye, Fir’avnların ve Ad kavminin hâllerini işitmek, gurûru terkettirir.

İbret sahipleri, işin hakîkatini anlar. Anlamazlar ise, kendi başlarına gelenlerden başkaları ibret alırlar.

Kim bu gizli arslanın önünde terbiyesizlik edip kurt gibi ağzını açarsa,

Arslan da onu kurt gibi öldürüp parçalıyarak intikamını alır.

Arslanın yanındaki kurt gibi olma. Zîrâ arslana yiğitlik taslamak aptallık olur.

Keşke gelecek bütün zararlar bedene olsa da, îmân ve kalb bir zarar görmese.

Gece-gündüz mi’dene girene dikkat edip nefsin hilesinden sakın.

Biz ve ben da’vâsı sana yakışmaz. Mülk, mülkün sahibinindir.

Eğer hakîkî fikrin yoksulluk ise, arslan da, avlar da hepsi senindir.

Çünkü, Allahü teâlâ herşeyden münezzehtir. Yarattıklarının hiçbirine muhtaç değildir.

Bu avlar, ni’metler ve ihsânlar, cenâb-ı Hakkın insanlara birer rahmetidir.

Rabbimizin bu ihsânları, hep kulları içindir. Şükrünü eda edene ne mutlu.

İki dünyâ saadetini ona ihsân eder. Allahü teâlâ hiç birşeyden âciz değildir.

Pâdişâhın huzûrunda, gönlü korumak lâzımdır. Yoksa kötü şüpheler seni mahcup eder.

Evliyâya kalbden geçen şeyler, süt içindeki kıl gibi meydana çıkar, görünür.

Atlı bir emîrin, uyurken ağzına yılan kaçan bir kimseye iyilik etmesi:

At üstünde giden akıllı bir kimse, uyuyan birisinin ağzına bir yılanın girmek üzere olduğunu gördü.

Atlı gayretle atını sürüp koştuysa da, yılanın girmesine mâni olamadı.

O iş bilen kimse, çok akıllı olduğundan, uyuyan adama birkaç topuz vurdu.

Yatan adam, topuzun acısından uyanınca, bir ağacın altına kaçıp sığındı.

Ağacın altında çürümüş elmalar vardı. Atlı; “Bu elmaları ye!” dedi.

Adam topuzun korkusundan o kadar çok elma yedi ki, ağzından geri gelmeye başladı.

Kederli adam dedi ki; “Ey Emîr! Niçin hiç sebeb yok iken bana çürük elmaları yedirerek zulmettin?

Şayet bir kızgınlığın varsa, kılıncınla başımı kes. Kanım sana helâl olsun.

Sana rastlamam benim için ne büyük talihsizliktir. Ne mutlu seninle karşılaşmayana.

Bir suç ve günah işlemeden, dîni olmayanlar bile bu eziyeti reva görmezler.

Söz söylerken ağzımdan kan geliyor. Yâ Rabbî, benim mükâfatımı sen ihsân eyle.”

Adamın böyle bedduâ etmesine aldırmayan süvari, onu ovada durmaksızın koşturuyordu.

Atlı, elindeki topuzuyla o dertliyi düşe kalka rüzgâr gibi kovalıyordu.

Adamın karnı tıka basa dolu olduğu hâlde, gözünden de uyku akıyordu ve yorgundu. Düştükçe, yüzü ve ayakları yara içinde kalmıştı.

O kimse, akşama kadar ağlaya ağlaya koştu. Nihâyet safrası kabardı ve kusmaya başladı.

İstifra ederek; iyi, kötü ne varsa içerdekilerin hepsini çıkardı. Bu arada, o yılan da dışarı çıktı.

Adam ağzından çıkan yılanı görünce, atlıya pekçok teşekkür etti.

O, görünüşü korkunç kara yılanın dehşetinden, bütün dertlerini unuttu.

Dedi ki: “Meğer sen, melek gibi bir insan imişsin veya Allahü teâlânın bir rahmeti.

Ne mübârek bir saatmış ki beni gördün. Ölecekken benim hayâtımı kurtardın.

Sen, beni bir anne gibi arar dururken, ben de senden merkep gibi kaçıyordum.

Merkep aptallığından kaçarken, sahibi merhametinden onun ardından koşar.

Ondan bir fayda te’min etmek için değil de, onu, yırtıcı hayvanların parçalamasından korumak için çırpınır.

Ne mutlu senin yüzünü görebilene veya her zaman senin muhitinde bulunabilene.

Senin için bu kıymetli canım feda olsun. Ben ise, sana karşı sert konuştum, küstahça davrandım.

Ey efendi! Ey şâhların şahı! Sana söylediğim kötü sözler hep bilgisizliğim sebebiyledir.

Duruma birazcık vâkıf olsaydım, böyle boş sözlerden elbette sakınırdım.

Ey güzel huylu kimse! Vaziyeti birazcık anlatsaydın, seni över duâ ederdim.

Fakat sustun ve durmadan vurdun. Dünyâyı başıma zindan ettin.

Aklım ve şuurum kayboldu. Bu kavgada sersemleştim, sarhoş gibi oldum.

Ey iyi huylu kimse! Lüzumsuz, delice konuşmalarımdan dolayı beni affet.

Atlı da; “Eğer sana vaziyeti anlatsaydım, korkudan ödün patlardı.

Sana yılanın karnına girdiğini bildirseydim, zehirden önce seni korku öldürürdü” dedi.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, Yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.”

Bunu bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırırdı. İçindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecalin kalırdı.

Sen konuşmalarında haddi aştıkça, ben içimden; “Yâ Rabbî! işimi kolaylaştır” diye duâ ediyordum.

Hem sebebi söylemeye ruhsatım, hem de seni bırakıp gitmeye kudretim yoktu.

O zaman şu duâyı hatırladım: “Yâ Rabbî! Benim kavmime hidâyet ihsân eyle. Çünkü onlar, hidâyeti bilip bulamıyorlar.”

Dertli olan kimse şükür secdesine kapandı ve dedi ki: “Ey benim devletlim, hazînem!

Ey asîl kimse! Senin mükâfatını Allahü teâlâ versin. Zîrâ bu güçsüz kulun sana teşekkür etmeye kuvveti yok.

Ey yüce er! Sana bu şükrün hakkını Allahü teâlâ versin, Bende, ona söyleyebilecek ne bir ağız, ne de hoş söz yok.” işte, akıllı olanların düşmanlığı böyledir bil. Akıllının zehiri bile can için bal olur.

Akılsızın dostluğu ise, insana cefâ olur. Bu hikâye onun misâlidir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 993

2) Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi

3) Mevlânâ Câmî, Mesnevî Şerhi

4) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 60, 402

5) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh. 194

6) Ahmed Eflâkî, Menâkıb-ül-ârifîn

7) Nefehât-ül-üns sh. 516

8) Risâle-i Sipahsalar sh. 9