BEYDÂVÎ (Abdullah bin Ömer)

Tefsîr ilminin büyük üstadı ve müfessirlerin baştâcı. İsmi, Abdullah bin Ömer bin Muhammed bin Ali’dir. Künyesi, Ebü’l-Hayr olup, lakabı Nâsırüddîn’dir. Şîrâz’ın köylerinden Beydâ’da doğdu. 685 (m. 1286) senesinde Tebrîz’de vefât etti.

İlmî yönü ve fazileti: Kâdı Beydâvî (r.a.), Şafiî mezhebinde olup, birçok ilimleri kendisinde toplamıştır. Bilhassa; tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl, kelâm, mantık, nahiv, belagat ve târih ilimlerinin her birinde mütehassıs idi. Kâdı Beydâvî (r.a.), dînî ilimlerde olduğu gibi, zamanının fen ilimlerinde de mütehassıs ve söz sahibi idi. Kâdı Beydâvî (r.a.), Ehl-i sünnet ve cemâat akidesi üzere yürümüştür. Tavâli’ul-envâr ismindeki kitabında eski Yunan feylesoflarının birçok yazılarını bildirip, bunlara cevaplar vermiştir. Bunu gören ba’zı kimseler; İmâm-ı Beydâvî’nin kitaplarına Yunan feylesoflarının yazılarını ve fikirlerini karıştırdığını söylemişlerdir. Hâlbuki, onların fikirlerini benimsememiş, sâdece onları cevaplandırmış, red etmiştir. Tefsîrinde Yunan feylesoflarının fikirleri asla mevcût değildir.”

İslâm âlimleri, Beydâvî’nin ilmini, takvâsını, haramlardan ve şüphelilerden sakınmaktaki titizliğini çok övmüşlerdir.

Âlimlerin hakkında buyurdukları: İbn-i Kâdı Şühbe; “Beydâvî (r.a.), birçok eserlerin sahibidir. Azerbaycan ve çevresinin en büyük âlimi olup, Şîrâz’da kadılık yaptı” demiştir.

Sübkî; “Kâdı Beydâvî (r.a.), mes’eleleri delîlleriyle ele alan, seçkin, sâlih ve çok ibâdet eden en büyük âlimlerdendir” buyurdu.

İbn-i Habîb; “Büyük âlimler, onun eserlerini çok övdüler. Eğer onun, vecîz bir eser olan “Minhâc”ından başka eseri olmasaydı, onun ilimdeki yüksekliğine delîl olarak bu kâfi gelirdi” buyurdu.

Vezirin iltifâtı: Beydâvî (r.a.), kadılık almak için Tebrîz’e gitmiş, orada bir ilim meclisine tesadüf etmişti. Burada vezîr de bulunuyordu. Meclisin gerilerinde bir yere oturmuştu. Bu sırada ders anlatan âlim, ilmî bir nükteden (ince bir mes’eleden) bahsetti. Kimsenin o nükteye cevap verebileceğini ummuyordu. Orada bulunanlardan, bu nükteyi hâlledip, cevap vermelerini istedi. Eğer nükteyi hemen halledip cevâbını veremezlerse, sâdece nükteyi halletmelerini, halledemezlerse, hiç olmazsa nükteyi kendisine tekrar etmelerini söyledi. Ders anlatan âlim sözünü bitirince, Beydâvî (r.a.) nüktenin cevâbı hakkında açıklama yapmaya başladı. Fakat nükteyi soran âlim, Beydâvî’ye; “Nükteyi anladığına kalbim kanâat getirmedikçe seni dinlemem (sen önce nükteyi bir anlat bakalım)” dedi. Bunun üzerine Beydâvî (r.a.), kendisine; “Nükteyi lafız olarak mı yoksa, ma’nâ olarak mı tekrar edeyim?” diye sorunca, nükteyi ortaya atan âlim şaşırdı. Çünkü böyle bir cevapla karşılaşacağını hiç tahmin etmiyordu. Beydâvî’ye (r.a.); “Lafzıyla aynen tekrar edip anlat” deyince, o da aynı lafız ve kelimelerle nükteyi anlattı. Sonra, nüktenin tertîbinde bozukluk olduğunu izah etti. Nükteyi doğru olan şekliyle düzeltip, cevâbı da budur dedi. Peşinden, o nüktenin benzeri bir nükte tertîb edip, önceki nükteyi soran âlimi, onu halletmeye da’vet etti. Fakat o zâta, Beydâvî’nin tertîb ettiği nükte ağır geldi. Bütün bunları ta’kib eden vezîr, Beydâvî’yi yerinden kaldırıp, yanına çağırdı. Ona; “Sen kimsin?” dedi. O; “Beydâvî’yim, Şîrâz’dan kadılık almak için geldim” dedi vezîr, kendisine çok ikramlarda bulundu. Kıymetli elbiseler hediye etti. Onu Şîrâz’da kadı yapıp, ihtiyâçlarını karşıladı. Nihâyet Şîrâz’da Kâdı’l-kudât (Temyiz Reîsi) oldu.

Bir rivâyete göre; son zamanlarda, hocası Muhammed bin Muhammed Kethânî’nin işâretiyle kadılığı bırakıp, onun sohbetlerine devam etmiş, bu arada meşhûr Beydâvî tefsîrini yazmıştır. Vefât edince, hocasının kabrinin yanına defnedilmiştir.

Tefsîrinde ta’kib ettiği usûl: Meşhûr tefsîrinin esas adı, “Envâr-üt-tenzîl ve esrâr-üt-te’vîl”dir, Beydâvî tefsîr’i diye bilinir. Kâdı Beydâvî, bu tefsîrini akıcı ve belâgatlı bir tarzda yazmıştır. Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) uzun uzadıya bildirdiklerini, en belîğ bir üslûbla ifâde etmiştir. Ba’zı tasavvufî açıklamaları da ihtivâ eder. Tertîb ve düzen i’tibâriyle, ders olarak okutmak için pek elverişlidir.

Beydâvî tefsîri, orta hacimde bir tefsîrdir. Arabca lisânı kaidelerine göre, tefsîr ile te’vîli birleştirmiştir. Delîlleri, Ehl-i sünnet ve cemâat akidesine göre getirmiştir.

Beydâvî (r.a.), bu tefsîrinde, Zemahşerî’nin Keşşâfını kısaltmıştır. Fakat içerisindeki, mu’tezilî fikirleri temizliyerek almıştır.

Zemahşerî, mu’tezile mezhebinde idi. Kur’ân-ı azîmüşşânın mu’ciz olduğunu anlatmakta, belagat ilminin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsîr âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin belagatını anlatan kısımları onun tefsîrinden almışlardır.

Kâdı Beydâvî (r.a.), bu tefsîrini hazırlarken; Fahrüddîn-i Râzî’nin (r.a.) Mefâtîh-ül-gayb diye isimlendirilen Tefsîr-i Kebîrinden ve Râgıb-i İsfehânî’nin tefsîrinden istifâde ettiği gibi. Sahabe ve Tâbiîn’den gelen haberleri de ilâve etmiştir. Ayrıca, âlimlerin takdîrini kazanan ince ve derin açıklamalar da ilâve etmiştir. Bütün bunları, veciz ve yüksek bir üslûbla ifâde etmiştir. Ba’zan öyle ifâdeler getirir ki, bunları ancak zekî ve basiret sahipleri anlıyabilir. Ba’zı yerlerde kırâat ilminden de bahsetmektedir. Ba’zan, fazla derine dalmadan nahiv ilmine girmiştir. Yine Ahkâm (hükümler) âyetlerinde derine gitmeden, ba’zı fıkhî mes’elelere temas etmiştir.

Beydâvî (r.a.), bu tefsîrinin mukaddimesinde (başlangıç yazısında) der ki: “Tefsîr ilmi, kıymetli ve şerefli bir ilimdir. Tefsîr yazmağa ve tefsîr hakkında söz söylemeye, dînî ilimlerin hepsinde, usûl ve fürû’unda derinleşmiş, Arabî ve edebî ilimlerin her dalında yükselmiş olanlar ehil ve lâyıktır.

Uzun zamandan beri, Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden, Tabiîn âlimlerinden, onlardan sonra gelen Selef-i sâlihîn bana ulaşan bilgilerin hülâsasını ihtivâ eden, gerek kendimin ve gerekse sonra gelen büyük âlimlerin, muhakkikinden olan âlimlerin ortaya koydukları incelikler ve nükteleri de içerisine alan, meşhûr kırâat âlimlerine âit kırâat şekillerini ve i’tibâr olunan kırâat âlimlerinden rivâyet edilen şâzz kırâatleri de kendisinde toplayan bir tefsîr yazmayı düşünüyordum.

Ancak bu husûstaki aczim ve noksanlığım, böyle bir işe teşebbüsten beni, alıkoyuyor, tereddüd içerisinde bırakıyordu. Ne zaman ki istihâre ettim, işte o vakit kalbime doğan şeylerle bu tereddütten kurtuldum. Bu husûsta kalbim mutmain oldu.”

Celâleddîn Süyûtî ise, Beydâvî tefsîri üzerine yazmış olduğu “Nevâhid-ül-ebkâr ve şevârid-ül-efkâr” adlı haşiyesinde şöyle der: “Kâdı Nâsırüddîn Beydâvî’nin “Envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te’vîl” kitabı, Zemahşerî’nin “Keşşâf”ı üzerine yapılan muhtasarların (kısaltılan eserlerin) seyyididir. (Efendisidir). Kâdı Beydâvî (r.a.), Keşşâfı kısaltmış ve bunda muvaffak da olmuştur. Mu’tezile i’tikâdı ile ilgili olan yerleri ortaya çıkarmış, bunları dirayetli bir şekilde izâle etmiştir (yok etmiştir). Bozuk yerlerini ve mücâdele mevzûlarını almamış, ayrıca kıymetli ilâveler de yapmıştır. Böylece bu tefsîr, hâlis bir altın gibi ortaya çıkmış, gün ortasındaki güneş gibi şöhret bulmuş, ilim ehli kimseler, onun mütâlâasına devam eder olmuş, onu vasfedenler (anlatanlar), güzelliklerinden bahsetmiş, onu tanıyanlar inceliklerindeki tadı tatmışlar, âlimler, ders vermek ve mütâlâa etmek için ona yönelmişler, onu kabûl edip, rağbet göstermişlerdir.” Kâtib Çelebi de Beydâvî tefsîrini şöyle medheder: “Bu tefsîrin kıymeti pek büyüktür. Onun bunu açıklamaya ihtiyâcı yoktur. Beydâvî (r.a.) bu kitabında; i’râb, meânî ve beyân (edebî ilimler) ile alâkalı kısımları Keşşâf’tan; hikmete ve kelâm ilmine âit olan kısımları Tefsîr-i Kebîr’den; çeşitli nükteler ve incelikleri, güzel işâretleri Tefsîr-i Râgıb’dan hülâsa etmiştir. Bununla beraber Beydâvî (r.a.), kendi izahlarını ve âlimler tarafından da kabûl görmüş birçok incelikleri de ilâve etmiştir. Bu yönüyle, mütâlâa edenlerin fikirlerini ve zihinlerini açmaktadır.

Beydâvî (r.a.), söz söyleme ve anlatma san’atında pek yüksek derecelere çıktığından, bu mehâretini çeşitli ilimlerde lâyık olduğu şekilde ortaya koydu, insanlar için zor ve güç olan şeyleri halletti. Onlara, ifâdesi zor maksat ve ma’nâları kolayca anlattı. İnce mes’elelerde, şaşırtıcı şüphelerden kurtaran açıklamalar yaptı.

Ba’zı İslâm âlimleri Kâdı Beydâvî hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kâdı Beydâvî, “Beyyedallahü vecheh” (Allahü teâlâ onun yüzünü nurlandırsın demektir.) İsmine ve duâsına yakışacak kadar yüksektir. Müfessirlerin baş tacıdır. Tefsîr ilminde en büyük makama yükselmiştir. Her meslekte senettir. Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. Her ilimde mahir, her usûlde burhan, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmıştır. Böyle derin bir âlimin tefsîrinde mevdu hadîs yoktur. Var demek büyük bir cesârettir. Dinde derin bir uçurum açmaktır. Acaba, bu büyük ilim sahibi, mevdu hadîsleri sahihlerinden ayıramaz mı? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa, hadîs uyduracak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin (s.a.v.) bildirdiği ağır cezalara aldırış etmiyecek kadar dîninin kuvveti ve Allah korkusu yok mu idi? Âlimlerin medhettiği böyle büyük bir zât hakkında bunu düşünmek mümkün değildir. Müfessirler, tefsîr kitabı yazanlar demek değildir. Müfessir; kelâm-ı ilâhîden (Kur’ân-ı kerîmden) murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlayandır. Tefsîr, ancak Fahr-i âlemin (s.a.v.) mübârek dilinden Sahâbe-i Kirâma (r. anhüm) ve onlardan Tabiîn ve Tebe-i tabiîne ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile tefsîr kitabı yazanlara, daha doğrusu, fıkıh ve kelâm âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka bilgilere tefsîr denmez. Te’vîl denir. Te’vîllerin doğruluğu da tefsîr ile ölçülerek anlaşılır. Te’vîl, tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa, alınabilir denildi. Tefsîr kitaplarını yazanlar, tefsîr kısımlarını tefsîr olarak, te’vîl kısmını da, tefsîre uygun olduğu için, yine tefsîr olarak kabûl buyurmuşlardır. Beydâvî tefsîri de böyledir.

İslâm âlimlerinin ikinci kısmı; bildirdiğimiz tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve fıkıh âlimlerinden başka olanlardır ki, bunlar dinde müctehid kabûl edilmiyenlerdir.

İslâm dîninin esaslarını, temellerini açıklayan, birinci kısım âlimlerdir. Bunlar, bütün bilgilerini Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını Eshâb-ı Kirâmdan öğrenmişlerdir. Kendiliklerinden hiçbir şey söylememişlerdir. Eshâb-ı Kirâmın yolunda oldukları için bunlara, Ehl-i sünnet ve cemâat denilmiştir.”

Beydâvî tefsîrinin pek kıymetli bir tefsîr olduğunda, âlimler ittifâk etmiştir. En büyük âlimler tarafından haşiyeler ve ta’lîkler yapılmıştır. Bunlar ikiyüzelliyi geçmektedir. Bu kıymetli tefsîr doğuda ve batıda, yüksek ilimlerin okutulduğu yerlerde ilim meclislerini süslemiştir.

Beydâvî tefsîrine haşiye yazanların bir kısmı şunlardır:

1. Molla Hüsrev, 2. Şemsüddîn Yûsuf el-Kirmânî, 3. Molla Gürânî, 4. Ahmed-Zâde Yûsuf Tokâdî, 5. Kâdı Zekeriyyâ el-Ensârî, 6. Celâleddîn Süyûtî, 7. Cemâlüddîn Karamânî, 8. İbn-i Kemâl Paşa, 9. Şehzâde Muhyiddîn. 10. Ebü’l-Fidâ İsmâil Konevî, 11. Mustafâ es-Sürûrî, 12. Amasya Müftîsi, Mehmed Efendi, 13. Dede Cengî, 14. Kınalızâde Alâüddîn, 15. Sinânüddîn Yûsuf Amasyalı, 16. Kâdızâde Şeyh-ül-İslâm Şemsüddîn, 17. Alâiyeli Mevlânâ Vâ’izî, 18. Hamza Efendi, 19. Uşâkîzâde Abdülbâkî, 20. Manisalı Halîl Nâimî, 21. Saçaklızâde Mehmed Mer’aşî, 22. Mehmed Emîn Üsküdârî, 23. Muhammed Hâdimî, 24. İsmâil Müfîd Efendi, 25. Ni’metullah Pervaşnî Aydînî.

Beydâvî tefsîrine ta’lîk yapanların bir kısmı:

1. Seyyid Şerîf Cürcânî, 2. Seyyid Ahmed Kerîmî, 3. Şeyh Kâsım bin Kutlubuğa, 4. Muhammed bin İbrâhim Niksârî, 5. Muhyiddîn Muhammed İskilibî, 6. Muhyiddîn Muhammed Karabağî, 7. Hayrabolulu Hayyâmî, 8. Mahmud Paşa İmâmzâde Mehmed İstanbûlî, 9. Muhammed bin İbrâhim Halebî, 10. Muslihuddîn Muhammed Lârî. 11. Şeyhülislâm Zekeriyyâ Efendi, 12. Sadruddîn Şirvânî, 13. Manisalı Kuddûsî Abdürrahmân, 14. Dârendeli Muhammed bin Ömer, 15. Bursalı Abdürrahmân Rahimî, 16. Erzurum Müftîsi Muhammed Hâzık Efendi, 17. Burdurlu Halîl Efendi, 18. Hasan Fehmi Efendi.

Beydâvî tefsîrini, 874 (m. 1469) senesinde vefât eden Şafiî âlimlerinden Kâhireli Muhammed bin Muhammed bin Abdürrahmân. İhtisar etmiştir (kısaltmışır).

Yine Beydâvî tefsîrindeki hadîs-i şerîfleri, Himmetzâde Muhammed bin Hasen Dımeşkî, “Tuhfet-ür-râvî fî tahric-i ehâdîs-il-Beydâvî” adlı eserinde tahrîc etmiştir. Bu eser matbûdur. Müellif, 1175 (m. 1761) târihinde Mekke-i mükerremede vefât etmiştir.

Kâdı Beydâvî’nin, tefsîrinden başka diğer eserleri:

1. İzâh: Usûlüddîne dâirdir, 2. Minhâc, 3. Şerh-i Minhâc, 4. Şerh-i muhtasar-ı İbn-i Hacîb: Bu üç eser usûl-i fıkh ilmine âittir, 5. Şerh-i Müntehâb: Usûl ilmine dâir olup, İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî’nin “Müntehâb”ına şerhidir. 6. Tavâli’: Kelâm ilmine dâirdir. 7. Şerh-i metali: Mantık ilmi ile ilgilidir. 8. El-Gâyet-ül-Kusvâ: Fıkıh ilmine dâirdir. (Muhtasar-ül-Vesît de denilir.) 9. Şerh-i Kâfiye: Nahiv imiyle ilgilidir. 10. Lubb-ül-elbâb fî ilm-il-i’râb: Kâfiye’nin muhtasarıdır. 11. Şerh-ül-Mesâbîh: Hadîse dâirdir. 12. Tehzîb-ül-ahlâk, 13. İmtihân-ül-ezkiyâ.

“Şerh-ül-Mesâbih” adlı eserini mukaddimelere ayıran ve birinci mukaddimesinde, eserin metnini kendisine rivâyet eden hocalarını anlatan Kâdı Beydâvî hazretleri, eserinin ikinci mukaddimesinde buyurdu ki: Bu mukaddime, hadîs ilminin diğer ilimlere olan üstünlüğüne dâirdir. Kur’ân-ı kerîm ile Sünnet arasındaki alâka ve yakınlık ma’lûmdur, ikisinin de kaynakları birdir. Bu bakımdan hadîs ilminin şerefi, üstünlüğü meydandadır. Bütün dînî ilimler, hep bu kaynaktan çıkmaktadır. Çünkü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden bir kısmı i’tikâdla alâkalı bilgilere, bir kısmı da insanların fiillerine dâirdir. Ancak bu bilgilerin bir kısmı, hükümler, bir kısmı da kıssalar ve haberler şeklinde bildirilmiştir.

Dördüncü mukaddime, hadîs-i şerîflerin nev’ilerine dâirdir: Şunu bilmek gerekir ki, Resûlullaha (s.a.v.) nisbet edilenlerin hepsi doğru değildir. Bunları delîl getirmek de caiz değildir. Resûlullah (s.a.v.) kendisine âit olmayan şeylerin, kendisine nisbet edileceğini bildirmiştir. Böyle yapanları. “Kim, bilerek bana iftira ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın” buyurarak tehdit etmiştir. Resûlullahtan (s.a.v.) nakledilenler üç kısımdır: 1-Doğru olduğu. Resûlullaha (s.a.v.) âit olduğu bilinenler. 2-Resûlullaha (s.a.v.) âit olmadığı bilinenler. 3-Durumu belli olmayanlardır. Birinci kısım; bir çok Sahâbînin, Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitaba yazılıncaya kadar, hep böyle çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîflerdir ki; bunların, bir yalan üzerinde söz birliği yapmalarına imkân olmaz. Buna Mütevâtir hadîs denir. Mütevâtir olan hadîs-i şerîflere muhakkak inanmak lâzımdır, inanmayan imansız olur.

İkincisi; kat’î olarak bildirilenlere muhalif olup, te’vîl kabûl etmeyen veya garipliğinden veya dinde asıl olmasından dolayı yaygınlaşmasına birçok sebebler bulunan bir şey hakkında rivâyet edilen sözlerdir.

Üçüncüsü ise üç kısımdır: Ya doğruluk tarafı galiptir veya yalan olduğu tarafı galiptir. Yahut iki tarafı da eşittir. Mesâbih adlı bu eserde, zayıf veya garip olan hadîs-i şerîflere de işâret edilmiştir.

Madem ki, zayıf hadîsler i’tibâr derecesinde değildir ve onun ile delîl getirilmiyor. Niçin burada (Mesâbih’de) delîl olarak getirilmişlerdir? denilirse, şöyle cevap verilir:

Zayıf hadîslerdeki zayıflık, râvîsi hakkında yapılan ta’ndan (kötülemeden) dolayıdır. Çünkü cerh sebeblerinin sahası geniştir. Denilebilir ki, bir âlime göre zayıf olan bir hadîs-i şerîf, diğer âlime göre zayıf olmayabilir. Bu yüzden hadîs-i şerîfin zayıf olmadığını kabûl eden âlimler, bu hadîs-i şerîfi ba’zı mes’eleler için delîl olarak da almaktadırlar. Nice ihtilaflı mes’eleler vardır ki, bunun sebebi birinin huccet olarak aldığı hadîs-i şerîfi, diğerinin zayıf kabûl edip, huccet olarak almamasıdır.

Hadîs-i şerîfler ve açıklamaları: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Îmân, yetmiş küsur şu’bedir. En üstünü Lâ ilahe illallah söylemektir. En ednâsı, yoldan eziyet veren şeyi kaldırmaktır. Haya da, îmândan bir şu’bedir.”

Açıklama: îmânın şu’beleri pekçok olmakla beraber, hepsi neticede tek bir asılda birleşmektedir. O da, yaşayışı ve sonu iyi ve güzel olacak şekilde nefsi mükemmelleştirmek ve olgunlaştırmaktır. Bu da; hakka inanıp, işlerinde doğruluk üzere bulunmakla olur. Süfyân-ı Sakafi (r.a.), Resûlullaha (s.a.v.) İslâm hakkında suâl ettiği zaman. Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâya inandım de ve dosdoğru ol!” buyurarak bu husûsa işâret etmişlerdir.

İ’tikâd, şu şu’beleri içine alır: ilim taleb etmek, yaradanı tanımak, O’nu noksan sıfatlardan ve noksanlığı gerektirecek şeylerden tenzih etmek, O’nun hayât, ilim, kudret ve vahdâniyyetini, O’ndan başkasının O’nun mahlûku olduğunu, var olmaları da son bulmaları da ancak O’nun kaza ve kaderi ile olduğunu kabûl etmek. Devamlı ibâdet ve tâat üzere olan ve her türlü kötülüklerden arınmış olan meleklere ve peygamberliklerini tebliğ ederken, kuvvetli huccet ve delîllerle desteklenen peygamberlere (a.s.) îmân etmek, onlar hakkında güzel ve doğru i’tikâd sahibi olmak, âlemin sonradan yaratıldığını, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, zamanı gelince yok olacağına, ikinci bir hayât olan âhırete, o zaman rûhların cesedlere iade edileceğine, sırat köprüsüne, hesap verileceğine, amellerin tartılacağına ve bu arada Resûlullah efendimizden tevâtüren bildirilen diğer husûslara da inanmak. Cennet ve oradaki mükâfatlara, Cehennem ve oradaki azap tehdidine inanmaktır.

Amel de üç kısma ayrılır. Onlardan birincisi; sâdece kişinin kendisi ile ilgilidir. Bu da iki kısma ayrılır. Bâtına (içe) âit olan kısım: Bu, nefsi kötü ve aşağı işlerden temizlemekten ibârettir. Kötülüklerin anası durumunda olan şeyler ondur, a) Yemeğe ve içmeğe düşkün olmak, b) Makam sevgisi, c) Mal sevgisi, d) Dünyâ sevgisi, e) Kin, f) Hased, g) Gazâb (kızmak), h) Riya (gösteriş), i) Ucb (kendini beğenmek), j) Nefsini, hoşuna gidecek şeylerle süslemektir.

Nefsin tezkiyesinin, kötülüklerden temizlenmesinin yolları ise onüçtür. Bunlar; tövbe ve istiğfar, Allahü teâlânın azâbından korkmak, Allahü teâlânın rahmetini ümîd etmek, zühd, haya, şükr, vefa, sabır, ihlâs, doğruluk, Allah için sevmek, tevekkül, Allahü teâlânın kazasına rızâ göstermektir.

İkinci kısım, zâhire (dışa) âittir: Bu kısım, ibâdetlerden ibârettir. Bunlar; bedeni, maddî ve ma’nevî pisliklerden, cünüplük ve abdestsizlikten temizlemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, cenâze ile alâkalı vazîfeleri yerine getirmek, i’tikâfa girmek, Kur’ân-ı kerîm okumak, hacca gitmek, umre yapmak, kurban kesmek, nezirleri, adakları yerine getirmek, yemînlere hürmet etmek, keffâretleri eda etmektir.

İkincisi: Kişinin kendisine, yakınlarına ve çoluk-çocuğuna âit husûslardır. Bunlar; zinâdan sakınmak, evlenmek, evliliğin îcâblarını yerine getirmek, ana-babaya iyilik etmek, akrabayı ziyâret etmek ve onlara iyilik etmek, büyüklere itaat etmek, hizmetinde bulunanlara iyilik etmektir.

Üçüncüsü: insanlara âit şeyler olup, insanların huzûr ve rahatı bunlara bağlıdır, iyilik üzere yardımlaşmak, dînin emirlerini ihyâ etmek ve yaymak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasakladıklarından alıkoymak, küfürden sakınmak sûretiyle dîni muhafaza etmek, Allah yolunda nöbet tutmak, cinâyetlerden sakınmak sûretiyle nefsi kontrol altına almak. Helâla, harama riâyet etmek sûretiyle insanların mallarını muhafaza etmek. Hakları sahiplerine vermek. Zulümden sakınmak, sarhoş edici şeylere mâni olmak sûretiyle aklı muhafaza etmek, müslümanlardan zararı def etmek ve benzerleridir. Yoldan, müslümanlara eziyet ve sıkıntı veren şeyi kaldırmak da müslümanlardan zararı def etmek kabilindendir. Nitekim, îmânın en aşağısı, yoldan geçenlere eziyet veren ve onların geçmesine mâni olan şeyleri yoldan temizlemek, onları kaldırmak olduğu hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Sizden biriniz, beni; anasından, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, kâmil bir îmânla îmân etmiş olmaz” buyurdu.

Açıklama: Buradaki sevgi, kişinin arzu ve isteklerine tâbi olan sevgi değildir. Çünkü bu sevgi, insanın tabiatında kendiliğinden hâsıl olur, tercih ve ihtiyâr ile hâsıl olmaz. Bilakis burada istenilen sevgi, nefs istemese bile, aklın îcâbı ve onun istediği sevgidir.

İşte kişi, Resûlullabın (s.a.v.) emrettiği ve yasakladığı şeylerde dünyevî ve uhrevî fâideler bulunduğunu, hiçbir karşılık beklemeden kendisini Cehenneme düşmekten alıykoyduğuna kat’î olarak inanmadıkça, îmânı kâmil bir mü’min olamaz. Bir babanın, çocuğuna bakmak, onu besleyip büyütmekteki gayesinden birisi de, yaşlandığında kendisine bakacağını ve kendisinden sonra neslini devam ettireceğini düşünmesidir. Çocuğun babaya bakması da, babalık hakkını ödemek, oğulluk vazîfesini yerine getirmektir. Neticede her ikisinde de şahsî bir fayda ve menfaat vardır. Hâlbuki Resûlullah efendimiz, bize; anadan, babadan, oğuldan ve herkesten daha şefkatli ve daha faydalıdır. Hattâ, hakîkî kardeşin tâ kendisidir. Başkası değildir, işte bunun içindir ki akıl, Resûlullah efendimizden tarafı, O’na itaat etmeyi tercih etmektedir.

Öyleyse, kişinin aklı, Resûlullahı (s.a.v.) diğer bütün mahlûkâta tercih etmedikçe, îmânının kemâline i’tibâr yoktur. Bu, îmânın derecelerinin evvelidir, îmânın kemâl ve en son mertebesi, kişinin nefsini; aklına tâbi olacak, onun emrini dinliyecek ve onun güzel gördüğü şeyleri kabûl edecek şekilde alıştırması ve tabiatini de bundan râzı etmesidir. Bundan sonra kişi artık, Resûlullaha itaatli olur. Resûlullahın (s.a.v.) emir ve yasaklarındaki uhrevî ve dünyevî faydaları, hem aklı ve hem de tabiatı ile tercih eder. Tıpkı hastanın, hastalığından kurtulmak için ilâç almasını aklın kabûl edip, tabiatının da meyletmesi gibi olur. O zaman, Resûlullaha (s.a.v.) îmân etmek, O’nun emirlerine boyun eğmek, kendisine pek sevimli gelir. Artık O’na tâbi olmaktan lezzet alır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabâkat-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 157

2) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 50

3) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 242

4) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 309

5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 392

6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 103

7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 462

8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 97

9) Keşf-üz-zünûn cild-2 sh. 1116, 1192

10) Et-Tefsîr-ül-müfessirîn cild-1, sh. 296

11) Kâmûs-ül-a’lâm cild-2, sh. 1440

12) “Şerh-ül-Mesâbih” Süleymâniye Kütüphânesi