ALÂÜDDÎN-İ SÂBİR

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali Ahmed Sâbir olup, Mahdûm Ali Ahmed Sâbir diye tanınmıştır. Lakabı, Alâüddîn’dir. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin yetiştirdiği en büyük velîlerden ve halîfelerinin önde gelenlerindendir. Onun kızkardeşinin oğlu ve aynı zamanda dâmâdı idi. Alâüddîn-i Sâbir (r.a) Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine lâyık bir talebe, onun tam bir vekîli, her haliyle kâmil bir velî idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde emsalsiz idi. Haramlardan, şüphelilerden, dünyâya düşkün olmaktan, dünyâya düşkün olanlarla beraber olmakdan çok uzak, kendi hâlinde yaşayan bir zât idi. Allahü teâlânın aşkıyla kendinden geçmiş bir hâlde bulunurdu. Ettiği duâ hemen kabûl olunurdu. Ağzından ne duâ çıkarsa, cenâb-ı Hak onu kabûl ederdi. Yaptığı duânın kabûl edildiği hemen görülürdü. Her an Allahü teâlâ ile meşgûl idi. Bir an O’ndan gâfil (O’nu unutmuş) olmazdı, öyle yüksek bir velî idi ki, değil insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar bile hizmetine koşardı. Ba’zı vahşî hayvanlar gelerek, kuyruklarıyla dergâhın önünü süpürürlerdi. Bunlar, olamıyacak şeyler değildir. Allahü teâlâ, evliyâsından dilediğine böyle ihsânlarda bulunur. Büyüklüğünü, üstünlüğünü anlıyamadığı için, kendisine i’tirâz eden, ba’zı insanlar oldu ise de, bunların hepsi, çeşitli hastalıklar sebebiyle, dayanılmaz acılar çekerek telef olmuşlar, evliyâya karşı gelmenin cezasını dünyâda iken çekmeye başlamışlardır. Allahü teâlânın velî kullarına dil uzatan, büyüklüklerini inkâr edenlerin sonları, hep böyle felâket olmuş, ebedî felâkete sürüklenmişlerdir.

Alâüddîn-i Sâbir, Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin büyüklerinden, ilmiyle âmil, faziletler sâhibi, evliyâlık yolunda çok yüksek mertebelere ulaşmış bir zât idi. Zamanında bulunan evliyânın baş tacı, hakîkati arayanların yol göstericisi, zamanın süsü idi. Keşf ve kerâmetler, yüksek makamlar sahibi idi.

Alâüddîn-i Sâbir, Cum’a gecesi Hirat’ta 592 (m. 1196)’de Rebî’ul-evvel ayının 19. gecesinde doğdu. 690 (m. 1291) senesinde vefât etti. Annesinin karnında iken bile acâib hâlleri görülürdü. Annesi, parlak kırmızı bir ışığın kendisi ile semâ arasında gidip geldiğini sık sık görürdü. Karnındaki çocuğun, bilinmeyen kimselerle konuştuğunu işitirdi. Doğum esnasında ebe, abdestsiz olarak çocuğu tutmak istediğinde, elleri ve vücûdu ateş gibi olup, titremeye başladı. Annesi çocuğa abdestsiz değmemesini, onun çok mübârek bir çocuk olduğunu söyledi.

Ebe gidip abdest aldı ve çocuğa dokunabildi. Ebe, abdestli olarak çocuğu kucağına aldı. Çocuğu yıkayacağı zaman, çocuk gözlerini açtı. Evin damına baktı. Evin üstündeki şeyler aniden açıldı. Aynı anda kırmızı bir bulutun, çocuğun üzerine doğru indiği ve sonra semâya doğru açık damdan yükseldiği görüldü. Hem evin, hem de Hirat’daki bütün evlerin kokusu değişti. Bütün şehir mis gibi bir kokuya gark oldu.

Ali Ahmed Sâbirî, annesinin karnında iken Resûlullah (s.a.v.) görünüp. İsmini “Ahmed” koymasını emir buyurmuşlardı. Kısa bir zaman sonra Hazreti Ali efendimiz görünerek. İsmini “Ali” koyun dediler. Her iki emre de uyarak, doğumundan evvel Ali Ahmed ismi kondu. Doğumdan sonra ise bir evliyâ, Alâüddîn ismi konmasını teklif etti. Böylece ismine Alâüddîn de dendi.

Doğumundan i’tibâren Alâüddîn-i Sâbir, bir sabır nümûnesi olarak görüldü, ilk altı ayda, kırk gün annesinin sütünü emmedi. Bir yaşına kadar, diğer altı ay içinde 15 gün oruç tutar, 15 gün süt emerdi. Üç yaşında ana sütünü terk ederek, ara sıra küçük bir parça arpa ekmeği ve Hindistan’a mahsûs bir çeşit nohut ekmeği yerdi. Dört yaşında konuşmaya başladığında, ilk söylediği söz; “La mevcûde illallah” (Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur) oldu. Beş yaşında iken, mübârek pederi vefât etti. O zaman bir sene susmayı tercih etti. Yedi yaşında iken muntazaman hergün oruç tutmaya başladı. 4 ilâ 5 günde bir, biraz kuru ekmek kırıntısı yerdi. Bu yaşında teheccüd namazı kılardı ve kendisini tamamen Allahü teâlâya verirdi. O yaşında dahî, annesinin ısrarlarına rağmen karyolada hiç yatmadı.

Annesi; “Yavrum neden bu kadar sıkı mücâhedeyi bu yaşında yapıyorsun?” dedikte; “Sevgili anneciğim elimde değil, kendimi Allahü teâlânın aşkında yakmak istiyorum. Böyle yaşamak hakîkaten hoşuma gidiyor” buyurmuştur.

Ahmed Sâbir’in kerâmeti, annesinin karnında iken görülmeye başladı. Birgün muhterem babaları Şah Abdürrahîm, seccade üzerinde kendinden geçmiş bir hâlde, sabahın erken saatlerinde oturuyordu. Aniden koskoca bir yılan, tavandan önüne düştü. Gözlerini açar açmaz, koskoca yılanın önünde ikiye bölünmüş hâlde yatar vaziyette durduğunu gördü. Hâdiseyi göstermek için hanımını uyandırdı. Hanımı dedi ki; “Bir rü’yâ görüyordum. Alâüddîn Ali Ahmed bana; “Bu günden i’tibâren hiç bir yılan, bizim ailemizden veya bizim evlâtlarımızdan hiç birimizi ısırmıyacaktır. Bugün dünyâdaki yılanların şahını öldürdüm. Yılanlar bana neslimizden hiç kimseye zarar vermiyeceklerine dâir söz verdiler” dedi.”

Babası Şah Abdürrahîm’in bu dünyâdan ayrılma zamanı geldiğinde, mi’desinde çok şiddetli bir ağrı baş gösterdi. Halk, Ali Ahmed’e babasının iyileşmesi için duâ etmesini söylediklerinde, onlara buyurdu ki: “Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Cennet-i a’lâ’da babamı görmeye hazır idiler. Ve buraya, ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı götürmek üzere geliyorlar. Şimdi duâ etmenin hiçbir faydası yoktur.” Sözlerini bitirir bitirmez muhterem pederi, rûhunu teslim etti ve bütün ev değişik bir koku ile doldu. Dünyâ kokularına benzemiyordu ve çok güzeldi.

Ali Ahmed Sâbir’in annesi asîl bir aileye mensûb olup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in kız kardeşi idi. 571 (m. 1175)’de Şah Abdürrahîm hazretleri ile evlendi. Sık sık Resûlullah (s.a.v.) efendimizi rü’yâda görürdü. Abdürrahîm, Hazreti Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî’nin torunu idi. O zamanlarda Hazreti Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker ve ailesi Afganistan’dan gelip, Mültan’a yerleşmişlerdi. Evlendikten sonra, Bağdad’dan gelen hocası ile Hirat’a yerleştiler.

Ve Muhammed Ebü’l-Kâsım Gürgânî’nin terbiyesi altına girdiler. Babası Abdürrahîm’in vefâtından sonra, hem anne, hem de çocuk, zor günler geçirdiler. Fakat bu asîl hanım, hiç kimseden yardım istemedi. Bu zaman zarfında Ali Ahmed, sâdece su içer ve şayet varsa dört veya beş günde bir, biraz ekmek kırıntısı yerdi. Bu kadar fakirlik zamanında birgün, Ali Ahmed çok büyük bir açlık hissetti. Annesinden yemek için birşeyler istedi. Annesinin pişirecek birşeyi yoktu, öğle namazından sonra Ali Ahmed tekrar yemek istedi. Annesi, su dolu tencereyi ateşe koyarak yemek yapıyormuş gibi göründü, ikindi namazına kadar sabrettikten sonra “Yemek ne oldu?” diye sorduğu zaman, henüz pişmedi, dedi. İkindi namazından sonra dayanamayıp, kendisi kapağı kaldırdı. Tencerenin içi pilavla dolmuştu. Annesine dönerek: “Anneciğim, pilav olmuş” dedi. Annesi, hayretler içerisinde koşarak geldi. Pilav daha önce hiç kokmadığı hâlde, şimdi değişik ve güzel bir kokuya sahipti.

Ali Ahmed yemeğini bitirdiği zaman, annesi oğlunu Muhammed Ebü’l-Kâsım’a gönderdi. Ebü’l-Kâsım hazretlerine de durumu anlattı. Pilavdan biraz götürüp kendisine gösterdi. Ebü’l-Kâsım hazretleri pilavdan tattı. Annesi, “Oğlumu, dayısı Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e teslim edeyim mi?” dedi.

Ebü’l-Kâsım, diğer talebelerle istişâre etti. Hepsi de kabûl ettiler.

Hirat’dan yola çıkan Ali Ahmed, annesi, Muhammed Ebü’l-Kâsım Gürgânî ve Alîmullah Ebdâl, Hansî’ye 24 Şa’bân 601 (m. 1204)’de vardılar. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker onlara kucak açtı. Bu büyük evliyâ, ilk bakışta Ali Ahmed’in alnında parlayan nûru gördü. Kızkardeşine, böyle nâdîde bir cevheri kendisine getirdiği için teşekkür etti. Bakımını ve ilim öğretilmesi işini üzerine aldı. Böyle bir talebenin kendisine gelme sevincinden vecde geldi. Bir zaman vecd içinde kaldıktan sonra, kızkardeşi; “Onu sizin hizmetinize getirdim. İnşâallah onu kabûl edersiniz sevgili kardeşim” dedi. “Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri buyurdular ki; “Biz, Ali Ahmed’den, onun doğum ve ilerideki hâllerinden zâten haberdâr idik. Bizim yanımızda üç sene de ilmini tamamlıyacak” diye cevap verdi.

“Sirr-ül-Abdiyyât” kitabında yazıyor ki; Ali Ahmed, verilen dersleri çok kısa bir zamanda öğreniyordu. Oruç tutuyor ve mücâhede yaparak nefsini terbiye ediyordu. Tedrisâtını üç senede bitirdi. Başkaları belki altı senede bitirebilirdi. Tedrisâtını bitirince, annesi, kardeşinden Hirat’a dönmek üzere izin istedi. Dedi ki: “Sevgili kardeşim! Ali Ahmed’im oruç tutmağı çok sever. Lütfen göz-kulak olunuz ki, açlıktan ölmesin. Yaşarsam, oniki sene sonra geri gelip düğününü yaparız.” Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker tebessüm buyurdu. Annesinin gönlünü yapmak için, Ali Ahmed’i yanlarına çağırdı ve ona mutfağın yemek dağıtım vazîfesini verdi. Kız kardeşi buna memnun oldu. Sabah ve akşam namazlarından sonra, Ali Ahmed, fakirlere yemek dağıtırdı. Sonra hücresine çekilir, mücâhede yapardı. Yemek yiyenler, Ali Ahmed Sâbir’in vazîfeyi, aldığı günden beri, yemek dağıttığı hâlde kendisinin hiç yemek yediğini görmediler.

Birgün Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerine, Ali Ahmed’in hücresinde ağladığı ma’lûm oldu. Yemek dağıtımından sonra, Ali Ahmed’i bulup ağlama sebebini sordu. Ali Ahmed Sâbir; “Allahü teâlâ, bizi dünyâ hayâtından ayırdı. Velîlerin ve “Ricâl-ül-gayb” ismi verilen evliyânın hâricinde hiçbir insan yanıma gelmiyecek.

Yoksa, evliyâlık yolunda ilerliyebilmem mümkün olmaz. Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Allahü teâlâ merhamet eylesin, ileride benim için daha neler olacak. Allahü teâlânın takdîrinden kaçılmaz. O’nun irâdesine mûtîyim” dedi ve hücresine çekildi.

Günlerce odasında murâkabe hâlinde kaldı. 17 Muharrem 623 (m. 1226)’de Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir’in hücresine girdiler. Kendisini derin bir murâkabe hâlinde buldular. Yüksek sesle sağ kulağına, yedi defa Kelime-i tevhîd okudular. Ancak yedincisinde gözlerini açabildi. Kendisini dışarıya çıkardı. Önceden hazırladığı celseye oturttu. Takkesini ve hırkasını giydirerek; vekîli olduğunu herkese ilân etti.

Ali Ahmed Sâbir, İslâmiyetin zayıfladığı Kalyar’a Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in emri ile gönderildi. 15 Zilhicce 650 (m. 1252)’de Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyar’a hareket etti. Oraya vardığında Ebü’s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî’nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar’a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Mûsâmmad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behâeddîn ve Cemâl Rohagar isimli bir komşusu. Alâüddîn-i Sâbir’in ilk talebeleri oldular. Hem Behâüddîn, hem de Cemâl, câmide açıklama yapılırken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazretlerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.

Ertesi gün, Kalyar’ın câmiinde va’z ederek, kendisinin Kalyar halkına İmâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk; “Bizim rehberimiz Kur’ân-ı kerîm, imamımız Kâdı Tabrak Rûfî’dir. Bu geleneği değiştirmeyiz” dediler. Alâüddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendirenin ve gönderenin, sultân-ül-evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, birşey demeyip dağıldı ve durumu Kâdı Tabrak’a haber verdiler. 19 Zilhicce 650 (m. 1252) Cum’a günü Kâdı Tabrak, Cum’a namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine; “Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şayet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım” dedi. Alâüddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: “Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıracağım.” Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu: “Reîsinizin keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım.” Hepsi birden hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak’la birlikte câmiye gelen Zamvan isimli şahsa! “Keçiyi ismiyle çağır” dedi. O da; “Hirnıana” diye bağırdı. O anda yirmiyedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi: “Ben, buradayım. Bunların mi’delerine taksim oldum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler.” Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir’in Kalyar İmâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise; “Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır” dedi. Zayıf karakterli reîs Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir’e “Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür” dedi. Sâbir hazretleri, “Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin (s.a.v.), bir sünnetine uydu. O’na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar” dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî’nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.

20 Zilhicce 650 (m. 1252) de Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah (s.a.v.) efendimizin ma’nevî tasdiki ile Kâdı Tabrak’a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e şöyle yazdı: “Rehberimiz Kur’ân-ı kerîm’dir. Uzun zamandır Kalyar’ın imameti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir ma’nâsı yoktur. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) doğrudan emri gelirse, halîfenizi imamımız olarak kabûl edebiliriz.” Mektûp ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir’e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat’a, “Madem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden i’tibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar. Kıyâmete kadar cezâlanacaklardır” dedi. Alâüddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektûp. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in eline varınca, odasına kapanıp, onüç gün sonra çıktı. Kalyar reîsi Zamvan’a. 7 Muharrem 651 (m. 1253)’de şöyle bir mektûp yolladı: “Allahü teâlâ, sizlere Kalyar’a reîs olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed’in de İmâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini İmâm tanımanız ve itaat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed’in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz, imamınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz. Allahü teâlâ ve O’nun Resûlü (s.a.v.) hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile beraber. Ali Ahmed’e büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed’im. Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size İmâm olarak vezîfelendirilmiştir.

Bu fakîr ilâve ederim ki, Kâdı Tabrak. Ali Ahmed’e hürmet ve itaat etsin. İtaat etmezse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyan edenleri cezalandırır. Cezasının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir’in babasının ismi Hazreti Abdürrahîm’dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî’dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl (s.a.v.) varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imametini tercih edersiniz.

Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullahın (s.a.v.) evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim ki, şayet itaat etmezseniz, hepiniz helak olursunuz. Allahü teâlâ; “Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaattir” buyuruyor. Şimdi itaat etmek ve etmemek sizin mes’ûliyetinizdedir.” Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektûbunu mühürledi ve; “Kıvâmüddîn Zamvan’a götür” dedi. Mektûp, Kıvâmüddîn Zamvan’a gittiğinde, Kalyar’ın ileri gelenleriyle beraber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektûbu alır almaz Alîmullah Ebdâl’e sordu: “Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?” “Öğle namazını onlarla kıldım, ikindi namazını Kalyar’da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım” dedi. “Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?” dediler. “Hazreti Mahdûm Ali Ahmed Sâbir’in kerâmeti ile Siz de itaat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhur edebilir” dedi ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve kadı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in mektûbunu yırttılar. Alâüddîn-i Sâbir mektûbu alınca; “Hocamın mektûbunu oku bakalım” dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: “Kalyar sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterse etini yiyin.”

Hocasından mektûpla emri alan Alâüddîn-i Sâbir hazretleri, Kur’ân-ı kerîmden ba’zı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı, işte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Kalyar halkı korku içinde idi. Üçüncü defa zelzele olduğunda, kalyar reîsi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak’a gitti. “Bu garîb zelzelelerin sebebi ne olabilir?” dedi. “Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed’i kabûl etmeyişimizdendir. Bütün şehir yerle bir olacak” dedi. Ama kadı; “Kalyar’da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat’tır. Yunanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım” dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken dördüncü defa zelzele oldu. Kadın dedi ki: “Efendim! Bu büyü, sizin Kalyar Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defa zelzele olur.” Zamvan’a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan’ı rahatlattı. 10 Muharrem 651 (m. 1253) Cum’a günü idi. Mahdûm Ali Ahmed câmiye. Kâdı Tabrak ve Zamvan’dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâüddîn vardı. Mihraba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip; “Orayı bana boşalt!” dedi. Alâüddîn-i Sâbir hazretleri; “Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla beraber helak olursunuz. Siz ve sizi ta’kib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler” buyurdu.

Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve dedi ki: “Neden hep ısrar edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk.” Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâüddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak azıcık bir yer bile vermediler. Öyle ki, Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dışındaki merdivenlere kadar itelendi. Cum’a namazı başladı. Cemâat rükû’a gitti. Alâüddîn-i Sâbir hazretleri de rükû’a eğildiğinde, aniden câminin duvarları rükû’a giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Mûsâmmad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki: “Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukda gömülü kaldı. Alîmullah Ebdâl, kendisini getirsin.” Behâüddîn kurtarıldıktan sonra, Alâüddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî’ye buyurdu ki; “Bir gün içinde, Kalyar’dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabalarınızı ve arkadaşlarınızı beraberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi.” Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyar şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere te’sîr etmedi. 1. Mahdûm Sâbir’in içinde bulunduğu 50 m2’lik saha, 2. Şehîd kabirleri, 3. Mûsâmmad Gülzâdî’nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezalarını görmüş oldular. 651’den 907’ye kadar Kalyar harab olarak kaldı. 907’de Hazreti Kutbulâlem Abdülkuddûs Gangehi. (Hazreti Alâüddîn Sâbir’in 7. halîfesi) mevcûd türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî’nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahribattan sonra Kalyar, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 km2’lik bölgeye hiç kimse giremedi. Kalyar faciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok korkmuştu. O zamanlar Delhi’de bulunan Sultan, vezirini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. 23 Safer 651’de yazdığı iltica yazısı kısaca şöyledir: “Kıymetli efendim! Kalyar faciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıvâmüddîn Zamvan’a benzemekten korkuyorum. Bu sebeble size sığınıyorum. Lütfedip emir ve talimatlarınızı gönderirseniz, onlara göre hareket ederim.” Gönderdiği iltica mektûbuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, sultanın ve ailesinin ilticasını kabûl etti. Ancak Kalyar’ın harab olmuş arazisine kimsenin girmemesini ve Delhi’deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın teveccühlerine kavuşmasını tenbîh etti.”

Şemsüddîn-i Türkî, Alâüddîn-i Sâbir’in en büyük talebesidir. Çünki o zaman, Kalyar’ın zelzele geçirmiş korkulu topraklarına kimse yaklaşamıyordu. Kendisi Türkistan’dan geldi. 12 Zilhicce 658 (m. 1260)’de ya’nî Kalyar faciasından yedi sene sonra, yirmibir talebe arkadaşıyla Acildhân’a geldiler. Şemsüddîn’in niyeti. Genc-i Şeker’e talebe olmaktı. Genc-i Şeker ise. “Şemsüddîn! Alâüddîn’e git. Sana lâzım olanı o verecektir” buyurdu. Şemsüddîn ve arkadaşları, Kalyar’a doğru yola çıktılar. Zelzele olan yere kadar geldiler. Oradan içeriye, değil insanlar, kuşlar bile geçmiyordu.

Cemâleddîn Ebdâl, Alâüddîn-i Sâbir adına zelzele hududunda misâfirleri karşıladı. Şemsüddîn; “Bu tehlikeli bölgeye nasıl girecek ve o büyük velînin ellerini nasıl öpeceğiz?” diye sorunca, Cemâleddîn; “Merak etmeyin, birazdan Alîmullah Ebdâl gelip size yardımcı olacak” dedi. Bu arada Alîmullah Ebdâl geldi ve misâfirleri Alâüddîn-i Sâbir’e götürdü. Kendisini murâkabe hâlinde buldular. 22 gün ve gece, Mahdûm Sâbir aynı vaziyette kaldı. Sâdece namaz vakitlerinde namazını kılıyor, eski durumuna tekrar geliyordu. Alîmullah Ebdâl, misâfirlerinin geldiğini söyliyecek bir fırsat bulamadı. Bu zaman zarfında, Şemsüddîn hâriç, diğer bütün talebeler sabr edemeyip Acildhân’a geri döndüler. Şemsüddîn, Alâüddîn Ahmed’in bu kadar uzun zamandır dünyâyı ve kendi fizikî ihtiyâçlarını unutarak, tefekkür hâlinde kalmasını büyük bir hayranlıkla karşıladı. Zavallı arkadaşlarının ayrılışından oniki saat, ya’nî 23 gün 12 saat sonra Alâüddîn-i Sâbir kendine geldi ve sordu; “Şemsüddîn! Seni hocam Feridüddîn-i Genc-i Şeker gönderdi değil mi?” dedi. Şemsüddîn; “Siz, daha iyi bilirsiniz efendim” dedi. Sâbir; “Allahü teâlânın güneşi semâda, bu fakirin güneşi ise yeryüzündedir” buyurarak, Şemsüddîn’e Şems’ül-Arz (yeryüzünün güneşi) ünvanının verileceğini bildirdi.

Mahdûm Ali, Ahmed Sâbir, Şemsüddîn’i talebesi olarak kabûl etti. Kendisi ile birlikte üç gün kalmasını, daha sonra Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’e gitmesini, vefâtına kadar onun yanında kalmasını emretti. Sonra yine tefekküre daldı. Müteâkib üç gün içinde, kendisi ile konuşmak mümkün olmadı. Üç gün sonunda, Alîmullah Ebdâl ile birlikte Acildhân’a doğru yola çıktılar.

Şemsüddîn, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine, geldiğini söylediği zaman; “Alâüddîn-i Sâbir’in hizmetinden neden geri döndün?” buyurdu. O da; “Size gelmemi emretti efendim” dedi. “O zaman git, ormandan odun topla ve sat. Nafakanı te’min et. Gündüz riyâzet çekerek nefsini terbiye edeceksin, geceleri de kendini Allahü teâlâya vereceksin” buyurdu. Şemsüddîn dört sene bu işe devam etti. Ba’zan satacak odun bulamaz açlık çekerdi. Genc-i Şeker’in vefâtına kadar emredildiği şekilde hareket etti.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker’in vefâtından sonra, Şemsüddîn, Acildhân şehrinden çıkıp Kalyar’a geldi. Hocası Sâbir’i aynı ağacın altında, aynı şekilde tefekkür hâlinde iken gördü. Korkusundan yanına yaklaşamayıp arkasında bekledi. Alâüddîn-i Sâbir kendisine gelince sordu: “Şemsüddîn? Geldin mi?” “Evet efendim. Emrinizi bekliyorum.” Alâüddîn-i Sâbir, sarığını ve hırkasını getirtip, kendi eliyle hırkasını giydirdi ve sarığını Şemsüddîn’in başına koydu ve tekrar tefekkür hâline döndü. Böylece Şemsüddîn’in hilâfeti tasdik olundu.

Şemsüddîn şöyle anlatır: “Hocam, zaman zaman murâkabe hâlinde aynı ağacın dalına tutunur, sağ eli semâda, gözleri semâda tek noktada, öylece dururdu. Ezan okununca; “Şemsüddîn! Dînimiz ne güzel; insanı, Allahü teâlânın huzûruna çağırıyor” der, beni imamete geçirirdi. Ba’zan sorardı. “Şemsüddîn! Yiyecek birşey var mı?” Ona bir ağacın meyvesinden verirdim. Dudaklarına değdirir ve atardı. Onları bereketlenmek için toplar, saklardım.”

Alâüddîn-i Sâbir, 684 (m. 1285) senesinde Şemsüddîn’e altı senelik mücâhedeye girmesini emretti. Buna “Habs-ı Kebîr” denirdi. Bir kabrin içinde yapılırdı. Alâüddîn-i Sâbir de bunu yapmıştı. Şemsüddîn de; “Başüstüne efendim” dedi. Kabrin içine girerek nefsini terbiye etmeye başladı. Bu mücâhededen çıktığında hocası ona buyurdu ki: “Şimdi Amber şehrine git. Alâüddîn-i Hilcî’ye yardım et. Kaleyi zabt edin. Senin yardımın olmadan kaleyi alamayacak. Kaleyi aldığınız gün, ben vefât etmiş olacağım. O da, Rebî’ul-evvel ayının 13. günü 690 (m. 1291)’da olacaktır.”

Şemsüddîn bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Dedi ki: “Efendim, cenâze hizmetlerinizi kim yapacak? Nereye defn olunacaksınız? Sizi kabre kim koyacak? Türbeniz nasıl olacak?” Hocası da; “Hizmetleri siz yapacaksınız. Allahü teâlânın ihsânı ve büyüklerimizin rûhâniyyeti yardımcınız olacak. Gasl ederken vücûduma değmeyeceksin. Gasl esnasında gözlerini açmayacaksın. Cenâze hizmetleri kendiliğinden yapılacaktır” buyurdu.

Şemsüddîn, hocasının emrini yerine getirmek için Amber Kalesi’ne gitti. Amber Kalesi’nin düşüşünden sonra, askerlerin arasından gizlice ayrıldı. Yolda Alîmullah Ebdâl ile karşılaştı. Alîmullah ağlıyordu. Buyurdukları gibi, Alâüddîn-i Sâbir’in aynı târihte vefât ettiğini öğrendi.

Kalyar’a vardıklarında, Şemsüddîn, Alâüddîn-i Sâbir’in kendisine tenbih ettiği gibi gusl abdesti aldırttı. Her iş kendiliğinden oluyordu. Şemsüddîn, Alâüddîn’in vücûduna dokunmuyordu.

Cenâze namazı kılınacağı zaman, Şemsüddîn yalnız olduğunu görerek çok üzüldü. O sırada Sâbir’e benzeyen bir atlı, dört nalla yanına geldi. Yüzünde bir tül, elinde bir mızrak vardı. Şemsüddîn’in yanına gelip; “Şemsüddîn dikkat et! Namaza daha durma” deyip, atından hemen inerek imamete kendisi geçti ve namaza durdular. Şemsüddîn selâm verdiği zaman, velîlerin ve kutubların, cenâze namazına iştirâk ettiğini gördü. Namazdan sonra cenâzeyi kabre koydular. Süvari atına döndüğü zaman, Şemsüddîn sordu; “Özür dilerim efendim! Kıymetli hocamın cenâze namazına katılan sizlerin isminizi öğrenebilir miyim?” Süvari, yüzündeki tülü çıkardı ve buyurdu ki: “Şemsüddîn! Bu cenâzenin cenâze namazını, cenâzenin kendisi kıldırdı.” Şemsüddîn, süvarinin yüzüne baktığında Alâüddîn-i Sâbir olduğunu gördü ve o anda bayılıp yere düştü.

Alâüddîn-i Sâbir’in vefâtından bir zaman sonra çeşitli hâdiseler meydana geldi. Bu esnada Hâce Mahdûm Sâbir’in kabri bir müddet kayboldu. Yeri belli olmayacak hâle geldi. Birgün bir kâfir, oradan geçerken, bir aydınlık gördü. Orası çok parlak görünüyor, hayvanlar bile o yere saygı gösteriyordu. Mezar kalıntılarından oranın, bir müslümana âit mezar olduğunu anladı. İslâmiyete olan düşmanlığının fazlalığı sebebiyle, hemen elindeki demir çubukla, orada bulunan son kalıntıları da dağıtmak için hücuma geçti. Tam o esnada, pencere gibi birşey gördü, içeride ne var diye bakmak için pencereden başını soktuğunda, boynunu tekrar dışarı çıkaramadı ve orada öldü. Hâce Mahdûm Sâbir o gece, kendisini tanıyan ve sevenlerden ba’zılarına rü’yâda görünüp; “Burada bir köpek var. Ondan rahatsız oluyorum. Onu buradan uzaklaştırın!” buyurdu. Gidip baktılar. Orada kafası yere gömülmüş olan birisinin olduğunu gördüler. Çıkardıklarında, o kâfirin yüzünün köpek yüzü gibi olduğunu gördüler. Bu hâdiseyi görenler, büyüklere hakaret etmenin cezasının pek ağır olacağını bir defa daha görerek anlamış oldular. Bundan sonra, Mahdûm Sâbir’in kabri üzerine mükemmel bir türbe yapıldı. Bu muazzam türbe üzerine inip çıkan kırmızı bir nûru, uzun zaman herkes gördü. Feyz ve ma’rifet kaynağı olarak etrâfına nûr saçmakta olan bu muazzam türbe, çok güzel muhafaza edilmiş olarak günümüze kadar gelmiştir.

Alâüddîn Sâbir’in vefâtından sonra talebeleri ve kendisini sevenler, her sene, vefâtının sene-i devriyyesinde kabri yanında toplanırlar, mübârek rûhuna okurlar, büyüklüğünü, kerâmetlerini, kıymetli sözlerini anlatarak eski günlerini yâd ederlerdi. Böylece yeni tanıyanların muhabbetleri artardı. Bu vesileyle, her sene Mahdûm Sâbir’in türbesi yanında binlerce insan toplanır. Onun rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.

Bu vesileyle, yakın ve uzak yerlerden binlerce ziyâretçinin toplandığı bir sırada, oralarda su sıkıntısı meydana geldi. İhtiyâç kadar su bulmak mümkün olamıyordu. Alâüddîn Sâbir’in talebelerinden Mevlânâ Nûrullah, o günlerde rü’yâsında hocasını gördü. Kendisine; “Elde bulunan suyu, dergâh mescidinin küçük deposuna doldurun. Oraya Cennet çeşmelerinden su akıtacağız. Böylece susuzluk çekmiyeceksiniz” buyurdu. Mevlânâ Nûrullah; “Peki efendim” deyip uyanınca bildirilen şekilde yaptı. Bundan sonra hiç su sıkıntısı olmadı. O küçük deponun suyu hiç bitmedi.

Şah Muhammed Hasen (r.a.) isimli bir zât anlatır: “Yine bu toplantılardan birinde. Mahdûm Sâbir’in dergâhında toplanmıştık. Oğlum Şah Rauf Hasen, Hâce Ali Ahmed Sâbir’in menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hâllerinin toplandığı “Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir” isimli eserden ba’zı kısımlar okuyordu. Zamanın meşhûr zâtlarından bir çoğu da orada hazır bulunuyordu. Yalnız bir hizmetçi vardı ki, bu. Mahdûm Sâbir’in dergâhında hizmetçi olmasına rağmen, kitabın ba’zı yerlerine i’tirâz etti ve böyle i’tirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine (hastalığına) yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. O cemâatte bulunanların hepsi, bu hâdiseye şahit oldular ve kendisine dediler ki; “Bu, Alâüddîn Sâbir’in hayâtına âit yazılara olan inançsızlığının cezasıdır. O kimse tövbe edip pişman oldu ise de, o haliyle oracıkta vefât etti.”

Mevlânâ Muhammed Nûrullah Bahraşî anlatır: “Hâce Alâüddîn’in dergâhında uzun zaman kaldım. Bir defasında, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyar’a gelip dergâhı yıkmak üzere, bir grup askerle Delhi’den yola çıktı. Hâce’nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm’dan özür dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.”

Hiyat Sâbir el-Kefîrî şöyle anlatır: “Orada bulunan iki İngiliz ava çıkmışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm’un dergâhının yanına kadar geldiler.

Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü.

Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşının cesedini bile alamadan kaçıp gitti.”

Hindistan’da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açılacaktı. Kanal plânını hazırlamak vazîfeside bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm’un dergâhından geçiyordu, insanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağmen, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm’un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergâhın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce’yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâüddîn Mahdûm’un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.

Mevlânâ Abdurrahmân Lüknevî anlatır: “Ali Ahmed’in dergâhında çile çekiyordum. Çile kırk gün sürecekti. O günlerde dergâhta yemek hazırlanmıyordu. Açlıktan dayanamıyacak hâle geldiğim zaman, Alâüddîn-i Sâbir’in mübârek kabirlerinde, kendim ve arkadaşlarım için duâ ettim. Aynı akşam tanımadığım bir zât. İsmimi söyleyerek beni aradı. “Abdurrahmân benim” dediğim zaman; “Senin ve iki arkadaşın için yemek getirdim” dedi ve gitti. Yemeği afiyetle yedik. Bu zât onüç gün muntazaman bize yemek getirdi. Onüçüncü gün dedi ki: “Şimdi sizin misâfirliğiniz bitmiştir. Size yarın yemek getirmeyeceğim.” Ben, bunu Alâüddîn Sâbir’den bir işâret kabûl ederek çilemi bitirdim. Bir gün daha kalıp, Kalyar’dan Pâni-püt’e gittim.”

Bedaun’dan Kuli Şah anlatır: (Bu kimse üçü yaya olmak üzere, yirmibir kere hac etmiş çok mübârek bir zâttı) “Doksan yıl kadar önce, yolun tehlikeli oluşu sebebiyle, Alâüddîn Sâbir’in kabrine ziyârete gelinememekteydi. Sâdece her tehlikeyi göze alabilenler gelebilmekteydi. Yiyecek için herhengi bir tedbir alınmamıştı. Ziyâretçiler, yaban eriği, ba’zı meyveler ve civardan toplayabildikleri yiyecekleri yerler, iki veya üç günden fazla da kalamazlardı. Her Cum’a gecesinde, bir arslanın dergâhı ziyâret ettiğini bizzat gördüm. Arslan bir kaç dakika kalıyor ve ziyâretçileri ne ürkütüyor ne de zarar veriyordu.”

Munşî Muhammed Hân Emblevî anlatır: “Yatsı namazı için abdest alıyordum. Alâüddîn-i Sâbir’in dergâhında, kabrinin başında, bir arslanı başı önüne düşmüş bir hâlde sessizce otururken gördüm. Durumu anlattığım zaman, bir çokları, arslanların sık sık buralara gelip gittiklerini söyledi.” Hâce Şerefüddîn Şah Purî, dergâha ba’zan hanımı ile birlikte ziyâret için gelirdi. Kendisi bir parça ağır işitir idi. Hanımı diyor ki: “Alâüddîn Sâbir’in kabrinde bir arslan gördüm. Durumu bilmeyenler kaçıştılar. Kocam arslana ne dikkat etti, ne de yerinden hareket etti. Arslan, kabrin önüne geldi. Edeble birkaç dakika bekledi ve çıkıp gitti. Arslan gittikten sonra, efendime durumu söyledim. Bana dedi ki: “Sen onu ilk defa görüyorsun, ben çok defa rast geldim. Mahdûm Sâbir’in kabr-i şerîflerinin önünde hiç kimseye zarar vermeye cesâret edemez.”

Kemâl Şah isimli bir zât anlatır: “Dergâhı ziyâretim esnasında bir gece örtünüp, dergâhdaki câminin avlusunda uyumuştum. Birisinin üzerimdeki örtüyü çekiştirdiğini farkettim. Uyandığım zaman, bir dişi arslan ile yavrularını gördüm. Yavrularından birisi, neş’e içinde üzerimdeki örtüyü çekiştiriyordu. Biraz sonra dişi arslan yavrularını topladı. Gördüğüm manzaradan korkmuş olduğum için örtüyü sıkıca örttüm. Korku içinde gözlerimi kapadım. Fakat, Elhamdülillah, dişi arslan ve yavruları, dergâhta hiç kimsenin kılına dokunmadan ormana doğru gittiler. Ben de rahat bir nefes aldım.”

Envâr-ül-âşıkîn kitabının müellifi 1857 senesinde Hindistan’da ayaklanma yatıştıktan sonra Kalyar’a giderek Alâüddîn-i Sâbir’in kabrini ziyâret etti. Ziyâreti esnasında bir İngiliz subayı dergâha geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Han kendisini durdurarak; “Burası müslümanların mübârek velîlerinden birisi olan Alâüddîn-i Sâbir’in kabridir. Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın” dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Han’a doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Han mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve ziyâretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyan etmekle itham etti. Hizmetçilerden ba’zıları Sâbir’in kabrine gelip, İngiliz subayını şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı, mi’desini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek; “Burası kimin yeridir?” dedi. Onlar da kendisine; “Burası, Mahdûm Alâüddîn-i Sâbir’in dergâhıdır” dediler, İngiliz subayı yakaladıkları müslümanların serbest bırakılmasını emr ederek; “Görünüşe bakılırsa bu zâtı incittik. Beni Ruurhi’ye (Kalyar’dan 5 mil mesafede bir şehir) götürün” dedi. Oradan ayrıldılar. Fakat İngiliz subayı yolda öldü.

Mevlânâ Zâhirüddîn Embehtevî anlatır: “Bir arkadaşım vardı. Demiryolu işçisi idi. Kendisini sevmeyenlerin iftirasına uğramıştı. Bana, Mahdûm Sâbir’in hürmetine Allahü teâlâya duâ etmemi söyledi. Ben de duâ ettim. Rü’yâmda gördüm ki, Mahdûm Sâbir, arkadaşımın düşmanlarının hazırlamış olduğu iftira yazısını yaktı ve buyurdu ki: “Bu yanlışdır ve yakılmalıdır.” Ertesi gün, iftiracıların hazırladığı yazı bulunamadı. Neticede, arkadaşıma “hiçbir zarar yapamadılar.”

Sâlim Ârif isminde bir zât, uzun bir zamandır hasta idi. Arkadaşına bir mektûp yazdı. Mahdûm Alâüddîn-i Sâbir’in kabri yanında, kendisinin hastalığı için duâ etmesini istirhâm ediyor ve şöyle diyordu: “Sizler, o büyüklerin kıymetini bir nebze de olsa anlamışsınız. Bizler, onların büyüklüğünü anlamaktan çok âciz insanlarız. Onların merhametleri boldur. Ve herkesçe bilinir. Hastalığımdan çok muzdaribim. Kurtulmam için o mübârek kabrin ayak ucunda duâ buyurmanızı istirhâm ederim.” Daha sonra başından geçenleri arkadaşına yazdığı mektûpta şöyle anlattı: “Ramazan ayı idi. Çok hasta idim. Ateşler içinde yanıyordum. Orucumu ve ibâdetlerimi çok zor yapıyordum. 20 Ramazan 1374 (m. 13 Mayıs 1955) Cum’a günü idi. Ya’nî sizden mektûpla duâ taleb edişimden bir hafta geçmişti. Cum’a namazını kılıp yatağa güçlükle ve bitkin bir hâlde düşüp kaldım. Biraz sonra elime bir kitap alıp okursam iyi olacağım kalbime geldi. Kitap okurken aniden iyileştiğimi hissettim. Hiç bir şeyimin kalmaması, tamamen iyileşmiş olmam beni hayrete düşürdü ve çok şaşırdım. Birkaç gün sonra sizden ikinci bir mektûp aldım. Hastalığımın iyi olduğu Cum’a günü ya’nî 20 Ramazan 1374 günü Mahdûm Sâbir’in kabrinde duâ ettiğinizi yazıyordunuz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Siyer-ül-aktâb sh. 177

2) Siyer-ül-evliyâ

3) Firdevs-ül-vücûb

4) Sırr-ül-ubûdiyyet

5) Hakîkat-ı Gülzâr-ı Sâbir

6) The Big five of India in Sufism sh. 107