AHMED-İ BEDEVÎ

İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin (r.a.), Hazreti Ali efendimize ulaşan nesebi kitaplarda şu şekilde zikredilmektedir. Ahmed bin Ali bin İbrâhim bin Muhammed bin Ebû Bekr bin İsmâil bin Ömer bin Ali bin Osman bin Hüseyn bin Muhammed bin Mûsâ bin Yahyâ bin Îsâ bin Ali bin Muhammed Cevâd bin Hasen bin Ali bin Muhammed bin Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel âbidîn bin İmâm-ı Hüseyn bin İmâm-ı Ali (r.anhüm ecmeîn). Künyesi, Ebü’l-Fityân ve Ebü’l-Abbâs’dır. Lakabı, Şihâbüddîn’dir. Seyyid-i Bedevî diye tanınır. Fas’da 596 (m. 1200) senesinde doğdu. 675 (m. 1276) senesinde Mısır’da Tanta şehrinde vefât etti. Ahmed-i Bedevî (r.a.), hem şerîf hem de seyyiddir. Ya’nî Peygamberimizin mübârek torunları Hasen ve Hüseyn’in soyundandır. Ecdadı, 73 (m. 692)’de Arabistan’da çıkan kargaşalıklar sebebiyle Fas şehrine hicret etti.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Kur’ân-ı kerîmi ezberledikten sonra, Kırâat-ı seb’a (Kur’ân-ı kerîmin yedi şekilde okunması) üzerine ilim tahsil etti. Silsile yoluyla; Ebü’l-Hasen-i Şâzilî, Seyyid Ahmed Rıfâî, Hasen-i Basrî (r.aleyhim) ve Resûlullah efendimize ulaşan âlimlerden ilim öğrendi. Çeşitli yollardan Resûlullah efendimize (s.a.v.) varan hocalarının silsilesi Tuhfet-ür-Râgıb isimli eserde uzun yazılmıştır, ilim öğrenmek için çeşitli beldeleri dolaştı. Oralarda bulunan büyük âlimlerin sohbetinde bulundu. Fıkıh ve diğer ilimlerde derin âlim oldu, binlerce velî yetiştirdi.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin babasına rü’yâsında verilen bir işâret üzerine, ailece 603 (m. 1206) senesinde Fas’dan yola çıkıp, 607 (m. 1210) senesinde Mekke-i mükerremeye geldiler. Bu uzun yolculukları sırasında, yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikram gördüler. Orada bir müddet kaldılar. Babası orada vefât etti.

Seyyid Ahmed-i Bedevî (r.a.) şöyle anlatır: “Bir defa, Kâ’be-i muazzama etrâfında uyuyordum. Gizliden bir ses bana, “Uykudan uyan! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret!” diyordu. Kalkıp abdest aldım, iki rek’at namaz kıldım. Allahü teâlâyı zikrettim. Sonra tekrar yattım. Uyuduğumda evvelki sesi tekrar duydum. Bana, “Kalk! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret, uyuma! Yüksek derecelere kavuşmak istiyen uyuyamaz! Ne bir şey yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâima, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et! Kalk, böyle yap! Sana, yüksek hâller ve dereceler verilecek” diyordu. Bu rü’yânın te’sîriyle uyandım. Rü’yâmı, benden yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyime anlattım. O da bana “Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun yaşa! Nihâyetler, başlangıçtaki şeyler üzerine kurulur” dedi. Ben de bu nasihatlere uyarak ve pekçok gayret ederek, Allahü teâlânın izni ve ihsânı ile nice güzel hâllere ve yüksek derecelere kavuştum.” Bundan sonra bir müddet Medîne-i münevverede ikâmet etti.

Ahmed-i Bedevî (r.a.), kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve konuşmayı terk etti. Üst üste gördüğü rü’yâ üzerine Irak’a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hallâc-ı Mensûr, Sırrî-yi Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî gibi evliyânın kabirlerini ziyâret etti. 634 (m. 1236) senesinde, rü’yâsında Mısır’ın Tanta şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kâhire’ye geldiğinde Mısır sultânı Baybars, onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misâfirhânesinde ağırladı. Kendisine çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.

Mısır’ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en meşhûrlarından olan Hasen Sâîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin (r.a.) Tanta şehrine teşrîf edeceğini, gelmekte olduğunu haber alınca, Tanta’dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde, “Kasabanın asıl sahibi geliyor. Onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz. Bizim yapacağımız, olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın bulunmakla, ona karşı edebde ve hizmette kusur etmekten korkuyoruz” dediler.

Seyyid Ahmed-i Bedevî (r.a.), zamanında bulunan evliyânın en büyüklerinden idi. Hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için can atarlardı.

Ahmed-i Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu. Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe oldular. İslâmiyete ve âlimlere çok bağlı olan Sultan Baybars da bu kıymetli talebeler arasında idi. Devamlı zikir ve murâkabe hâlinde idi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir ân hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; “Lütfen beni kendi hâlime bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeğe azmettim” derdi. Dünyâ ile alâkası yoktu. Ya’nî dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini almazdı.

Zamanın âlimleri, kendisini övmüş ve ona tâbi olmuşlardır. Kendisi hakkında: “Seyyid Ahmed-i Bedevî, sahili görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir” demişlerdir.

Son devir Osmanlı ulemâsından Hacı Muhammed Zihnî efendi, Tuhfet-ür-Râgıb isimli kıymetli eserinde şöyle anlatır: “Büyük hadîs ve fıkıh âlimi İbn-i Hacer-i Askalânî hazretlerine, “Seyyid Ahmed-i Bedevî hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl edildi. İbn-i Hacer hazretleri şöyle cevap verdi: O, Ebü’l-Fityân Ahmed bin Ali’dir. Çok heybetli bir zât idi. (Bu heybetinden kimse yüzüne bakmağa cesâret edemezdi). Bunun için yüzüne iki kat peçe (nikâb) örter öyle gezerdi. Bu sebeble Bedevî denilmiştir.”

Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilir, çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken çok değişir, bambaşka bir hâl alırdı. Şafiî mezhebinde olup, fıkıh ilminde âlim idi. Önceleri, çok cesur, atılgan, şecâatli bir mizaca sâhib idi. Kendisine eza eden olursa, onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanınmıştır. Sonraki hâllerinde ise, gayet sükût ve sükûn üzere bulundu. Bu hâli o derece olmuştu ki, bir şey söylemez, bir şey söylemesi icâb edince bunu işâretle anlatırdı. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde yaşardı. Devamlı oruç tutardı. Sâdece birer zeytin ile iftar ve sahur ettiği ve buna kırk gün devam ettiği rivâyet edilir. Kendisi; uzun boylu, buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gayet heybetli idi. Sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri bir parça yüksek olup, iki yanında birer tane ben var idi. Yüzü büyükçe ve gözleri sürmeli idi.

Vefâtından sonra, talebelerinin en büyüğü Hâce Sâlih Abdül’âl, hocasının yerine geçip, Halîfe-i Şeyh Ahmed (Ahmed-i Bedevî’nin vekîli) ünvanını aldı.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yapılıp, kendisini sevenler yakın ve uzak beldelerden ziyâretine gelmeye başladılar. Bu türbede her sene mevlîd-i şerîf okunması âdet oldu. Bugün, o mevlidin şöhreti aynen devam etmekte, herkes tarafından bilinmektedir. Ba’zıları bu mevlid okunmasını iptal etmek, kaldırmak istediler ise de mümkün olmadı, İbn-i Hacer-i Askalânî hazretlerinin torunu Ebü’l-Mehâsin, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri hakkında sorulan bir suâle verdiği cevabta şöyle buyurdu: “Seyyid-i Bedevî Ahmed bin Ali hazretleri, Şemseddîn-i Beri el-Irâkî’nin huzûrunda yetişen evliyâdan idi. Beri (r.a.), Ali bin Nu’aym el-Bağdâdî’nin bu da Seyyid Ahmed Rıfâî’nin talebesi idi. Seyyid Ahmed-i Bedevî (r.a.) her an Allahü teâlâyı düşünür, O’nun muhabbetinin ve heybetinin te’sîri ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı. Kırk gün ve daha ziyâde birşey yiyip, içmez ve uyumazdı. Gözlerinin karası, bir ateş koru hâlinde idi. Talebelerinden Abdül’âl’e ve Abdülmecid’e (r.aleyhimâ) bilhassa alâka ve ihtimâm gösterirdi. Bunlardan Abdülmecîd (r.a.), birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek istedi ve mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeğe dayanamadığını, bu sebeple yüzünden nikâbını açmasını taleb etti. Hazreti Seyyid de; “Ey Abdülmecîd! Beni görmeğe dayanamazsın. Senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. Bir bakış, bir can mukâbilindedir” buyurdu. O da; “Ey efendim! Yeter ki mübârek yüzünüzü göreyim de, ölürsem öleyim. Zararı yok. Çünkü artık dayanamıyorum” dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri nikâbını kaldırdı. Abdülmecîd (r.a.), Ahmed-i Bedevî’nin cemâlini görür görmez yere düştü. Rûhunu teslim etti.” Sâlih Abdül’âl ise hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz vermek ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, talebelerine teveccüh ederek terbiye eder ve konuşmazdı. Halîfesi Abdül’âl, dışarıdan, câhil, ma’nevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi Hazreti Seyyidin huzûruna getirince, Seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse, ma’nevî hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. Sonra Hazreti Seyyid, Abdül’âl’e; “Söyle, o kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! Oradaki insanlara fâideli olsun!” buyururdu. Onun, talebeleri terbiye etmesi, yetiştirmesi, bu şekilde idi. Bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve meşakkat çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi. Hazreti Bedevî, umûmiyetle bir evin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu. Bunun için ona talebe olanlara Sütûhî veya Eshâb-ı Sath denirdi. Onun için Seyyid Ahmed-i Bedevî de (r.a.), Seyyid Ahmed-i Sütûhî diye de tanındı.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin kerâmetleri pek çoktur. Dillerde dolaşanları ve kitaplarda yazılanları toplansa cildler doldurur. En meşhûrlarından birkaçı şunlardır:

Bir adam omuzunda süt dolu kab ile Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanından geçerken. Ahmed-i Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kab yere düşüp süt tamamen döküldü. Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan gördü. Sütü taşıyan kimse bu hâli farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı. Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i Bedevî hazretlerine teşekkür etti.

Birgün kendi gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. Tedâvi için oradaki bir çocuktan bir yumurta istedi. Çocuk “Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?” deyince, Seyyid Ahmed-i Bedevî de verdi. Çocuk, annesine giderek; “Dışarıda bir kimse var, gözü ağrıyor, tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği verdi” dedi. Annesi; “Şimdi, evimizde yumurta yoktur” dedi. Çocuk gidip durumu Ahmed-i Bedevî’ye bildirdi. O da; “Git, falan yerde vardır” buyurdu. Çocuk oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek yumurta alıp getirdi. O günden sonra Ahmed-i Bedevî’ye talebe oldu. Yanından ayrılmadı ve büyük evliyâdan oldu. Bu zât Abdül’âl idi. Vefâtından sonra da Seyyid hazretlerinin halîfesi oldu.

Rivâyet edilir ki, annesi, Abdül’âl’i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine bırakmıştı. O sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği birşeyler ararken, boynuzu, Abdül’âl’in kundak bağına takıldı. Boğanın boynuzuna asılı olarak sallanan çocuğun düşmesi ve ölmesi an mes’elesiydi. İnsanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça boğa daha da hırçınlaşıyor, yanına kimseyi yanaştırmıyordu. Tam o anda, gâibden bir el uzanıp çocuğu aldı. İnsanlar rahatladılar. Fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.

Aradan seneler geçip, Ahmed-i Bedevî hazretleri Mısır’a gelince ve Abdül’âl kendisine talebe olup yanından ayrılmayınca, Abdül’âl’in annesi, Seyyid hazretlerine sitem eder oldu. Ahmed-i Bedevî hazretleri, ona haber gönderip, “Küçük iken boğanın boynuzundan almakla, dünyâ hayâtının devamına vesile olduğumuz için sevinmişti. Şimdi de, âhırette kurtulması için gayret ediyoruz. Niye üzülüyor ki? Sevinse daha iyi ederdi” dedi. Kadın bu haberi alınca, çocuğunu kurtaran elin o olduğunu anladı. Bundan sonra kendisi de, Seyyid hazretlerine çok muhabbet etti.

Seyyid-i Bedevî’nin talebelerinin büyüklerinden olan Abdül’âl diyor ki: “Hocam Ahmed-i Bedevî’ye kırk sene hizmet ettim. Bir an Allahü teâlâya ibâdetten uzak kaldığını görmedim. Birgün kendisine dînimizde fakirliğin ne olduğunu sordum. Bana cevaben, Hazreti Ali’nin bir kıssasını anlattı. Rivâyet olunduğuna göre, Hazreti Ali, Basra çarşısında, kibirli bir şekilde yürüyen bir fakiri görüp; “Sen kimsin?’ diye sordu. O da; “Bir fakîr” diye cevap verdi. “Fakrin (fakirliğin) alâmeti nedir?” diye sorunca; “Ey Ebû Hasen (Ali bin Ebî Tâlib) Senin ilmin bu kadar ziyâde iken, bunun cevâbını biz nasıl verebiliriz?” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali, fakirliğin alâmetlerini şöyle saydı: “Allahü teâlâyı tanımak. O’nun emirlerini gözetmek. Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine yapışmak. Dâima abdestli olmak. Her hâlde Allahü teâlâdan râzı olmak. O’ndan gelen her şeye rızâ göstermek, inanmak, insanların ellerinde olan şeylerde gözü olmamak. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta yarış etmek, gevşeklik göstermemek, insanlara karşı şefkatli ve merhametli olmak, insanlara karşı mütevâzi olmak. Şeytânı düşman bilmek. Eziyetlere sabretmek.” Bundan sonra bana; “Ey Abdül’âl! Allahü teâlâyı zikretmek kalb ile olur, sâdece dil ile olmaz. Allahü teâlâyı hâzır bir kalb ile an! Allahü teâlâdan gâfil olmaktan sakın! Çünkü, bu gaflet kalbi katılaştırır. Sabır, Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermektir. O’nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim olmak demek, ni’mete kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musibet ve sıkıntı geldiğinde de aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde meâlen, Peygamber efendimize (s.a.v.) hitaben; (Ey habîbim! Musibet ve ezaya) sabredenlere (lütuf ve ihsânlarımı) müjdele!” buyuruyor. Zühd sahibi olmak, dünyâya düşkün olmamak demek; dünyevî arzu ve istekleri terk etmek sûretiyle, nefse muhalefet etmek demektir. Harama düşmek korkusundan dolayı, yetmiş tane helâli terk etmektir. Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü teâlânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir. Ey Abdül’âl! Allahü teâlânın kullarından birine bir musibet gelse, bunun için sakın sevinme! Gıybet ve dedikodu yapma! İnsanlar arasında söz taşıma! Sana eziyet vereni, zulmedeni affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermiyene ver.” Ahmed-i Bedevî (r.a.) bundan sonra; “Ey Abdül’âl! Doğru olan fakîr kimdir, biliyormusun?” diye sordu. Ben de; “Siz bilirsiniz efendim” dedim. Bunun üzerine sâdık olan fakîri şöyle ta’rîf etti: Sâdık olan fakîr, hiç kimseden birşey istemez. Eğer kendisine birşey verilirse, teşekkür eder, verilmezse sabreder. Sünnet-i seniyye üzere yürür. Bunlar bizim yolumuz üzere yüreyenlerin alâmetleridir. Yalan konuşmamak, kötü iş ve sözde bulunmamak, haramlara bakmamak, madden ve ma’nen temiz olmak, Allahü teâlâdan korkmak, zikre ve tefekküre devam etmek yolumuzun esaslarındandır. Hasen-i Basrî hazretleri buyuruyor ki: “Sâdık olan fakirlerle birlikte bulunmakla, ba’zı mes’eleler öğrendim ki, bunlar, hikmet cevherlerindendir.” ilmi olmıyan kimsenin dünyâda da âhırette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi (yumuşaklığı) olmayan kimseye, ilmi fâide vermez. Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen kimseye, Allahü teâlâ katında şefaat yoktur. Sabırlı olmayan kimseye, işlerinde selâmet yoktur. Takvâsı (Allahü teâlâdan korkması, haramlardan sakınması) olmayan kimsenin, Allahü teâlâ indinde hiçbir kıymeti yoktur. Bu altı hasletten nasîbi olmayan kimsenin, Cennette yeri yoktur.” Ben hocam Ahmed-i Bedevî’nin bu nasihatlerini can kulağıyla dinleyip, bunlara uygun amel etmeye çok gayret ettim ve bunlara uymakla çok şeylere kavuştum.”

Bir kadının oğlu esîr düşmüş idi. Kadıncağız ağlayıp sızlıyarak, Hazreti Seyyid’in huzûruna gelip kendisinden yardım istedi. Seyyid hazretleri, Allahü teâlânın ihsân ettiği rûhanî kuvvet ile kadının çocuğunu bir anda oraya getirdi. Kadın çok sevinip, teşekkür ederek gitti.

Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid-i Bedevî birgün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; “Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilham olundu. Bunun için sen, bol miktarda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamanında insanlar senin biriktirdiğin bu buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday te’min edebilmek için uzak memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullahın (s.a.v.) hürmeti için ikram ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata sat!” buyurdu. O da; “Peki efendim” diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O sıralarda buğday gayet ucuz ve her tarafta bol miktarda mevcût idi. Elinde bulunan bütün parasıyla buğday satın aldı. Bununla da kalmayıp, kendi ailesinden ve akrabasından izin alarak, kendilerinde bulunan zînet eşyâlarını da alıp, onlar ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol miktardaki buğdayı mahzenlerde muhafaza etti. Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu. İnsanlar, ihtiyâçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn (r.a.), Ahmed-i Bedevî’ye gelerek bu durumu arzetti. O da; “Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsamahalı davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır” buyurdu. Rekîn (r.a.) mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından aldığı zînet eşyalarını fazlasıyla kendilerine iade etti. Ailesine, gerdanlık, çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyaları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikramlarda bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra haccetmeye, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî hazretlerine arzetti. O da izin verdi. Hazreti Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî’nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî (r.a.), “Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çık!” buyurdu. Rekîn (r.a.) orada, Ahmed-i Bedevî’ye âit olan ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlıyamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı. Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâset bulaşmış olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyâçları ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise de, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde, Mısır’a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün. Yolda kaybettiği aba hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid-i Bedevî, kendisine; “Ey Rekîn! Teaccüb etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun kaybolmasından endişe edip, aldım ve buradaki yerine koydum” buyurdu.

Bir defasında, o bölgenin vâlisi Tanta’ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem istedi. Rekîn’den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülmemesini, endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman kamh-ı zeri (buğday taneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka birşey bulunmadığını söylemesini tenbîh etti. Nihâyet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zeri’den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zeri’den başka birşey göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn’e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu durumu Ahmed-i Bedevî’ye arzedince, “Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya şükret, yalnız O’na hamd-ü senada bulun” buyurdu. Tabakât-ı Sugrâ kitabında bildirildiğine göre, Beyrutlu bir cemâat şöyle anlatırlar: “Biz oniki kişi idik. Fransızlar bizi esîr edip memleketlerine götürdüler. En ağır işlerde çalıştırmaya başladılar. Bir müddet sonra dayanamıyacak hâle geldik. Allahü teâlâ, Seyyid-i Bedevî’den yardım istememizi hatırımıza getirdi. Biz de, “Ey. Seyyid Ahmed-i Bedevî! insanlar, senin esîrleri, Allahü teâlânın izni ile memleketlerine gönderebileceğini söylüyorlar. Resûlullahın (s.a.v.) yüzü suyu hürmetine bizim memleketlerimize dönmemize vesile ol!” diyerek kendisinden yardım istedik. Bir anda kendimizi, daha önce hiç bilmediğimiz ve üzerinde bizlerden başka hiç kimsenin bulunmadığı bir binek üzerinde bulduk. O binekle oradan ayrıldık. Başımızda bulunan nöbetçilerin hiçbiri bizi farkedemedi. Anladıkları zamanda bize yetişemediler. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bereketi ile memleketlerimize varıp kurtulduk.”

Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezalarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer diye isimlendirilen bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup idâm edildi.

Şafiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin zamanında yaşamış olan İbn-üd-Dakîk, Azîz Dîrînî’ye haber gönderip, “İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu mes’eleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî olduğunu anlanz” dedi. Azîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî’ye o suâlleri sordu. O da; “Bu suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere de vardır ve şöyle şöyledir” buyurup, hepsinin cevâbını tek tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan sonra İbn-üd-Dakîk’in ve Azîz Dîrînî’nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı. Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer âlimler gibi bunlar da; “Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir” derlerdi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî (r.a.), görünüş i’tibâriyle bir tarafa gitmezdi. Fakat uzak memleketlerden haberler verirdi. Zâhiren gitmese bile, ma’nen çok uzaklara gidip gelirdi. Allahü teâlânın evliyâsı için uzaklık mes’ele olmadığı için, bu zât da Allahü teâlânın izniyle uzak yerlerde görülebiliyor, darda kalan, yolu kesilen, kendisinden yardım isteyenlerin imdâdına Allahü teâlânın izniyle yetişiyordu. Bunun misâlleri pekçok olup kitapları doldurur.

Mısır’da Kâdı’l-kudât olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Kâdı’l-kudât, sohbet esnasında bir ara Seyyid hazretlerine, “Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu ise Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir” dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî; “Sus! Yoksa uçarsın” deyip, Takıyyüddîn’e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçen Takıyyüddîn, bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrada buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak, “Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddîne! Bu ıssız sahrada kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak?” diyordu. Ağlayarak, sızlayarak. Allahü teâlânın rahmet ve mağfiretine sığınarak “La havle..” okuyordu. Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gayet heybetli idi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrada bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecanla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, Takıyyüddîn koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse, “Söyle bakalım. Derdin nedir?” dedi. Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve “Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır’a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?” dedi. Takıyyüddîn; “Ben buraları hiç tanımıyorum. Mısır’dan ne kadar uzakta olduğumu da bilemiyorum” deyince, gelen kimse; “Mısır ile buranın arası altmış günlük mesafedir” dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn’in çaresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; “Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?” diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; “İnnâlillah...” okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; “Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?” dedi. O da; “Hiç korkma! İnşâallah selâmete erersin” dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir kubbeyi gösterdi. “O kubbeyi görebiliyor musun?” dedi. Takıyyüddîn “Evet” deyince, o kimse; “İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatle orada kılar. Sen şimdi, hâline tövbe istiğfar ederek oraya git! ikindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır” dedi. Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve sür’atle o kubbenin bulunduğu yere doğru gitti. Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu.

Biraz sonra hiç tanımadığı, garîb kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihâyet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate İmâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken. Ahmed-i Bedevî (r.a.) “Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi?” buyurdu. Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişman olan ve kendi kendine daha çok kızan Takıyyüddîn (r.a.) “Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz!” dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı. “Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar” buyurdu. Takıyyüddîn; “Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize i’tirâz etmiyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabahat aramıyacağım” dedi. Sahrada kendisine yol gösteren zâtın da Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Sonra bir anda kendisini Mısır’da evinin önünde buldu. Bu hâlin te’sîrinden uzun müddet kurtulamadı.

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî’nin (r.a.) büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenâvî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasihat etti. Vâli, nasihatleri kabûl etmedi. Eski hâline de devam etti. Bu hâle çok üzülen Muhammed Şenâvî (r.a.), bu durumu ma’nevî olarak. Seyyid Ahmed-i Bedevî’ye arzetti. O anda; “Sabret” O, yakında cezasını bulur” diye bir ses duyuldu. Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini dahî kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezasını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü. Allahü teâlânın dostlarına, evliyâsına dil uzatanların, düşman olanların, âhırette çekeceği çok acı azâblar yanında, dünyâda çektiği böyle sıkıntılar pek az ve hiç kalır. Bunda çok dikkatli olmak icâb ettiğini İslâm âlimleri bildirmişlerdir.

İmâm-ı Şa’rânî hazretleri şöyle anlattı: “Hocam Muhammed Şenâvî (r.a.), evliyânın büyüklerinden idi.

Kendisine talebe olduğum zaman ilk defa beraberce, Seyyid-i Bedevî hazretlerinin türbesini ziyâret ettik. Kabrin yanında oturduk. Hocam Muhammed Şenâvî (r.a.) kabirde bulunan Seyyid-i Bedevî hazretlerine doğru seslenerek, beni tanıttı ve kendisine teslim ettiğini bildirip, “Efendim! Bu, bizim sevdiklerimizdendir. Buna ve bizlere himmet etmenizi istirhâm ediyorum” dedi. Kabirden “Peki evlâdım” diye bir ses duyuldu. Tam o sırada, Seyyid-i Bedevî hazretlerinin mübârek eli görüldü. Ben hemen elini öptüm. O da benim elimi sıkıca tuttu.”

İmâm-ı Şa’rânî hazretlerinin “Tabakât” adlı kitabında şu menkıbe nakledilmektedir. Mısır’da Ebü’l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Birgün yolu, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; “Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzumundan fazla ihtimâm gösteriyorsunuz!” dedi. Orada bulunanlardan biri; “Sen ne diyorsun. O çok büyük bir velîdir” dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlıyamamış olan bu zavallı adam, bu söze daha da içerledi. Fakat bir cevap vermedi. Bu kimse misâfir olduğu için kendisine yemek getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü’l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık takıldı. Saatlerce uğraştılar ise de çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu, ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan bir sene geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-i Bedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip, rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişman olmuş bir kalb ile ve Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerîf okurken, kendisine bir aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. “Yâ Seyyid Ahmed-i Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum” dedi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretlerinin bildirdiğine göre, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken, Hâfızasında ve kalbinde îmân ve ma’rifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne olduğunu anlıyamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan i’tirâzın bir cezası olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini rica etti. Hazreti Seyyid’in kabrinden bir ses; “Bir daha inkar ve i’tiraza dönmemek şartıyle” diyordu. Adam; “Peki” deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve ma’rifete âit bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti. Bundan sonra da sözünü tuttu.

Yine İmâm-ı Şa’rânî hazretleri anlatıyor: “Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanmıştık. Mecliste tanımadığımız ba’zı velîler de vardı. Onlara; “Siz nereden geliyorsunuz?” diye sordum. Hindistan’dan geldiklerini söylediler. “Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı yapıyorsunuz?” dedim. “Hayır. Biz sâdece Ahmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve mevlîdinde bulunmak için geldik” dediler. “Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar uzun yolu ne kadar zamanda kat ettiniz?” dedim. “Salı günü Hindistan’dan yola çıktık. Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda geçirdik. Perşembe gecesini Bağdad’da Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin huzûrunda geçirdik. Bu gece de (ya’nî Cum’a gecesi) işte buradayız (Mısır’ın Tanta şehrinde Seyyid-i Bedevî hazretlerinin huzûrundayız)” dediler. Onlar böyle anlattıkça ben çok hayret ediyordum. “Niçin şaşıyorsunuz? Allahü teâlânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur” dediler.

Başka bir sene yine aynı münâsebetle toplandığımızda onları tekrar gördüm. “Hindistan’da size Ahmed-i Bedevî hazretlerini kim tanıttı?” dedim. “O nasıl söz? Bizim çocuklarımız bile bu zâtın büyüklüğünü bilir. Onu tanımayan var mıdır? Sâdece Hindistan’da değil. Okyanusların ötesindeki beldelerde, çok uzak yerlerde bulunan insan ve cinlerden müslüman olanlar, Seyyid hazretlerini tanırlar ve onun mevlidinde bulunmak üzere gelirler. Bunların hepsi Allahü teâlânın velî kullarıdır...” dediler.”

Evliyânın meşhûrlarından Muhammed es-Servî bir sene Seyyid-i Bedevî’nin (r.a.) kabrinde düzenlenen mevlîd cemiyetine gitmedi. Rü’yâsında Seyyid-i Bedevî hazretlerini gördü. Kendisine; “Resûlullahın ve diğer peygamberlerin (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm), Eshâb-ı Kirâmın (r. anhüm) ve cümle evliyânın (r. aleyhim) bulundukları bir cemiyette bulunmaktan ihtiraz mı ediyorsun? (sakınıyor ve çekiniyor musun?)” buyurdu. Bunun üzerine sabah erkenden yola çıkıp Tanta’ya gitti.

Yine İmâm-ı Şa’rânî hazretleri; “Minen” isimli eserinde şöyle anlatıyor “Seyyid-i Bedevî’nin doğumunun sene-i devriyesinin birgün evveli idi. Kendisini rü’yâmda gördüm. “Eğer ziyâretimize gelirsen, Melûhiye yemeği ikram ederiz” buyurdu. Bu rü’yâ üzerine Tanta’ya gittim. Beni tanıyanlar karşıladılar. Üç gün misâfir kaldım. Her gittiğim yerde, Melûhiye yemeği ikram ediyorlardı. Bunun, Seyyid hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladım.”

Yine İmâm-ı Şa’rânî hazretleri şöyle anlatıyor “Hocam, Muhammed Şenâvî, Tanta’da bir hamam yaptırmıştı. Bir miktar kurşuna ihtiyâç duyuldu. O civarda da kurşun yoktu. Ancak Medîne-i münevvereden te’min edilebilirdi. Beraberce Seyyid-i Bedevî hazretlerinin türbesine gittik. Muhammed Şenâvî (r.a.) murâkabe ederek, Seyyid hazretlerine bu durumu suâl etti. Kabirden, ikimizin işitebileceği hafif bir ses; “Allahü teâlâya tevekkül üzere sefere çık” diyordu. Hocam gidip, Medîne-i münevvereden kurşunu getirdi.

Bir seferinde Hâce Halebî adında birisi, yanında kumaş gibi mallar olduğu hâlde, mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hezretlerinin türbelerine doğru yola çıktı. Yolda yedi atlı yolunu kesip, mallarını almak istediler. Hâce Halebî, o anda Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz bir ata binmiş ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen cesur bir zât geldi ve eşkiyaları kovaladı. Hâce Halebî, o gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.

İmâm-ı Şa’rânî’nin (r.a.) bildirdiğine göre, evliyâdan Muhammed Şenâvî hazretlerinin kardeşinin bir merkebi vardı. Birgün bu merkeb kayboldu. Merkebin sahibi çok aradı isede bulamadı. Nihâyet Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin (r.a.) türbesine gitti. Oturdu. Onun rûhâniyetinden yardım istedi ve kendi kendine “Merkebim gelmedikçe buradan kalkmıyacağım” dedi. Biraz sonra merkebin gelip, türbenin dışında kendisini beklediğini gördü. Çok sevinip Allahü teâlâya şükretti.”

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle güzel yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, bundan sonra Seyyid hazretlerini ziyâret ederlerdi. Ba’zı kimseler, bu taşın buradan alınarak müzeye konmasını, burada bırakılmamasını söylediler. Zamanın idârecilerini de ikna edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılar ise de, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden ayıramayacaklarını anlayıp, bu niyetlerinden vazgeçtiler.

Yine İmâm-ı Şa’rânî (r.a.) anlatıyor: “Birgün Seyyid-i Bedevî hazretlerinin türbesine yakın bir yerde, eli-kolu bağlı bir esîr gördüm. Şok geçirmiş gibi bir hâli vardı. Merak edip hâlini sordum. Şöyle anlattı: “Küffâr memleketine gitmiştim. Orada beni esîr edip, zincire vurdular. Çok sıkıntı çekiyordum. O sıkıntılı hâlde, Seyyid-i Bedevî hazretlerinden imdâd istedim. Birden Hazreti Seyyid’i yanımda gördüm. Beni alıp, bir anda buraya getirdi. Bunları dinleyenler, Seyyid hazretlerinin bir kerâmetini daha görmüş oldular.”

Sâlim isminde bir kimse başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı: “Ben küffâr memleketlerinden birinde esîr idim. Başımda bir nöbetçi asker vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî’yi çok sevdiklerini, sıkıntıda kalınca rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile böyle insanların imdâdına yetiştiğini duymuş Bunun için benim Seyyid hazretlerinden yardım talebinde bulunmamdan korkuyordu. Bana sık sık; “Eğer senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet, işkence ederim” diye tehdit ederdi. Birgün bu korkusundan dolayı beni büyük bir sandık içine koydu. Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin ben, Hazreti Seyyid’den yardım isteyip, “İmdat Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri! Bana yardım ediniz!” dedim. Seyyid Ahmed hazretleri geldi. İçinde bulunduğum sandığı, üzerinde yatan askerle beraber alıp götürdü. Bir anda kendimizi, bilmediğimiz bir yerde bulduk. Orada beni sandıktan çıkardı ve gözden kayboldu. Etrâfımızda toplananlara, olanları anlattık. Onlar, “Burası Kayravan’dır. Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır” dediler. O asker de bu hâl karşısında çok şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için beraberce Mısır’a gittik.”

İmâm-ı Şa’rânî hazretleri anlattı: “Hazreti Seyyid-i Bedevî’nin türbesine yakın bir yerde oturuyordum. Seher vakti idi. Birden, Hazreti Seyyid’in türbesinin kubbesinin üstünde bulunan, hilâlin değirmen taşı misâli ses çıkararak döndüğünü gördüm. Böyle üç devir yapıp, ondan sonra durdu. Mühim hâdiselerde türbenin üzerindeki hilâlin döndüğü tecrübe edilmişti. Daha sonra Kânunî Sultan Süleymân Hân hazretlerinin Rodos adasını fethetmiş olduğu haberi geldi.”

Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, el-İhbâr fî halli elfâz-ı gâyet-ül-ihtisâr ve başka eserleri vardır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 309

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 183

3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 345

4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 314

5) El-A’lâm cild-1, sh. 175

6) Îzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 644

7) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 521

8) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 787 cild-2, sh. 1257

9) Hadikat-ül-evliyâ son kısım, sh. 1

10) Tabakât-ül-evliyâ, sh. 422

11) Tuhfet-ür-Râgıb sh. 65

12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 980

13) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 120

14) Mir’ât-ül-harameyn (Mir’at-ı Medine) sh. 1049

15) Kıyâmet ve âhıret sh. 128

16) Menâkıb-ı Ahmed-i Bedevî