ABDÜLAZÎZ BİN DELF EL-BAĞDÂDÎ

Bağdad’da yetişen Hanbelî mezhebindeki kırâat ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Abdülazîz bin Delf bin Ebî Tâlib bin Delf bin Kâsım el-Bağdâdî’dir. Künyesi Ebû Muhammed olup, “Ebü’l-Fadl” da denilirdi. Afifüddîn diye lakablandırılmıştı. 551 veya 552 (m. 1157) senesinde doğdu, önce Kur’ân-ı kerîmin çeşitli okunuş rivâyetlerini öğrendi. Birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi. Kendisinden de pekçok kimseler Kur’ân-ı kerîmin kırâatini ve hadîs-i şerîf öğrendiler, önce Zübeydâ Mescidi’nin kütüphâne me’murluğuna, sonra da Selçûkiyye Türbesi kütüphânesinin me’mûrluğuna ta’yin edildi. Bir müddet bu vazîfeden ayrı kaldıktan sonra, tekrar oraya döndü. Dînine, son derece bağlı olup, çok ibâdet eder, devamlı namaz kılar ve oruç tutardı. Gençliğinden i’tibâren, vefât edinceye kadar Kur’ân-ı kerîmin kırâatına devam etti. Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu. Sesi güzeldi. Fazileti çok yüksek olan bir kimseydi, insanların ihtiyâcını karşılardı. 637 (m. 1239) senesi Safer ayında vefât etti. Evliyânın büyüklerinden Ma’rûf-i Kerhî’nin türbesinin yanına götürülüp, onun yanına defnedildi.

Abdülazîz bin Delf, Kur’ân-ı kerîmin kırâatini; Ebû Haris Ahmed bin Sa’îd el-Akberî el-Askerî’den, Ebû Ca’fer bin Kâsîn’den ve Ebü’l-Hasen el-Betâihî’den ve onun talebesinden okudu. Bunlardan başka, birçok âlimden ilim aldı. Kendisinden de; birçok kimse istifâde edip, Kur’ân-ı kerîmin kırâatini öğrendiler.

Hadîs ilmini; Ebû Ali er-Rahâbî, Es’ad bin Yeldirek, Lâhık bin Kârih, Hadîce en-Nehrevâniyye Şühde binti Ahmed el-Kâtibe, İbn-i Şâtil, Kazzâz, İbn-i Küleyb ve daha birçok âlimden öğrendi. Bunlardan, çok hadîs-i şerîf dinledi. Birçok insanlar da, ona gelip hadîs-i şerîf öğrendiler. Güzel bir hat ile varaklara (kâğıtlara) yazı yazardı. O, halîfe Nasır zamanında Zencânî’nin yanında bulundu. Halîfe, oğlu Zâhir’in, Zencânî’den, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin “Müsned”ini rivâyet etmesine izin vermişti. Hanbelî âlimlerinden dört kişiye de, ondan hadîs-i şerîf dinlemeye izin verdi. Abdülazîz bin Delf de bunlardan birisi idi. Bu sebeble, halîfenin oğlu Zâhir ile onun arasında dostluk meydana gelmişti. Zâhir, halifelik makamına getirilince, Abdülazîz hazretleri, Beyt-ül-mâl’ın terekeler kısmının idâresine ta’yin edilmişti. O, bu vazîfesini en güzel şekilde yürüttü. Elde edilen malları, hakkı olan kimselere dağıttı. Halîfe Zâhir’in müsaadesiyle, bu işin reîsliğine getirildi. Bir kerresinde, Bağdad’da Hemedanlı bir kimse vefât etmiş ve vârisleri olmadığı için, onun mirası hakkında, Tereke Dîvânı gerekli yerlere tasarrufta bulunmuştu. Bir sene sonra, o kişinin amcası oğlu, nesebini ispatlayarak hâkime müracaat edip, terekedeki hakkını istedi. Bu durumu halîfe Zâhir’e ulaştırdı. Dînin emri gereğince, terekenin hak sahibine verilmesini ve bu husûsta başka bir yola müracaat edilmemesini istedi. Tereke, belli miktarda olan nakit para idi. Halîfe de, dînin emrine aynen riâyet etti. Şeyh Abdülazîz bin Delf, bu vazîfede uzun müddet kaldı. Sonra halîfeden, Hârûn Tekkesi’ne ta’yin edilmesini, artık ilimle ve ibâdetle meşgûl olmak istediğini ve “Dîvân-üt-terekât” idâresine de, kendi yerine en küçük oğlu Ömer’in bakmasını rica etti. Bu isteği kabûl edildi. Adı geçen tekkede, birçok kimseyi yetiştirdi. Vefâtına kadar orada kaldı.

Nâsıh bin Hanbelî’nin, el yazısı olan kitabında şöyle yazıyordu: “Şeyh Abdülazîz, kırâat ve hadîs ilminde büyük bir âlimdi. Çok hadîs-i şerîf dinledi ve onları kendi eliyle yazdı. Senenin tamâmını oruç tutarak geçirirdi. İki defa, Bağdad’da onunla karşılaştım.”

İbn-i Neccâr onun hakkında diyor ki: “O, çok ibâdet eder, devamlı oruç tutar ve namaz kılardı. Gençliğinden i’tibâren, vefât edinceye kadar Kur’ân-ı kerîm okumaya ve okutmaya devam etti. İnsanların ihtiyâcını gidermede acele ederdi. İhtiyâç sahibinin işini görecek kimsenin yanına kadar gidip, ona tavassut ederdi. Şefaatçi olurdu. Kendi işinin üzerinde durduğu gibi, ona da ehemmiyet verirdi. Mutlaka olmasını te’mine çalışırdı. Devlet me’murları tarafından halka verilen sıkıntıları ve başka yerlere nakledilmelerini önlemeye uğraşır ve bunları, yakın, uzak ve garîb farkı gözetmeksizin Allah rızâsı için yapar ve onlara zarar veren şeyleri önlemeye çalışırdı. Çok sadaka verir herkese iyilik yapardı. Mallarını, fakirlere ve elinde hiçbir şey bulunmayanlara eşit olarak dağıtırdı. Elinde bulunan şeyler bitinceye kadar böyle yapardı. İnsanlara karşı olan bu ahlâkında ve tevâzu’unda, hiçbir değişiklik olmadı. Ben, bunları oradan yazdım.”

İbn-i Sâ’î de diyor ki: “O, sâlih ve âbid bir zât idi. Yaşayışı, herkes tarafından çok takdîr edilmiş ve övülmüştür, iyilik yapmaya, ibâdet etmeye, güzel sesiyle Kur’ân-ı kerîm okumaya ara vermeden devam etti. Gündüzleri devamlı oruç tutar, geceleri de sabaha kadar namaz kılardı. Devlet adamları, kendisine hürmet ve saygı gösterirdi. Özellikle halife Müstensır böyleydi. İnsanların ihtiyâcını gidermek için şefaat etmekten, aracı olmaktan hiç ayrılmadı. Hattâ kendisi için; “Bağdad’da ihtiyâcını görmediği fakir ve zengin bir kimse kalmadı” dendi ve hakîkaten böyle oldu. Halîfe Müstensır, onu kendi medresesinin kütüphâne me’mûrluğuna ta’yin etmişti.”

Abdüssamed bin Ebi’l-Ceyş, ondan kırâat ilmini okudu ve hadîs-i şerîf dinleyip öğrendi. İbn-i Neccâr ve İbn-i Hâcib de, ondan hadîs-i şerîf yazdı.

İbn-i Nakata diyor ki: “O, güvenilir bir râvî ve sâlih bir zât idi.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh. 217

2) Şezerat-üz-zeheb cild-5, sh. 184