ABDÜLAZÎZ BİN AHMED ED-DÎRÎNÎ

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Muhammed olup ismi, Abdülazîz bin Ahmed bin Sa’îd bin Abdullah’dır. Lakabı İzzeddîn ed-Dîrinî’dir. Ed-Dîrinî, el-Mısrî, eş-Şâfîî diye de bilinir. 613 (m. 1216) senesinde doğdu. 694 (m. 1295) senesinde Mısır’da vefât etti. Kabri Mısır’dadır.

Ed-Dîrinî, zamanındaki âlimlerden ilim öğrendi. Ebü’l-Feth bin Ebi’l Ganîm er-Resânî’nin sohbetinde bulundu ve Şeyh İzzeddîn’den ahlâk ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda yüksek mertebelere ulaştı. Hâller ve kerâmetler sahibi oldu.

Es-Sübkî onun hakkında; “Ed-Dîrinî, zühd sahibi, birçok kerâmetleri görülen, çok sayıda eser yazan, edebiyatta mahir, kelam ilminde ârif bir zât idi” demektedir.

Ebû Hayyan ise onun için; “Abdülazîz ed-Dîrînî, ilim ve edeb sahibi idi. İnsanlar duâsını isterlerdi” demektedir.

Abdülazîz ed-Dîrînî, Mısır’da er-Rîf denilen yerde otururdu. Ba’zı günler buradan ayrılıp, civar bölgeleri dolaşırdı. Oralardaki insanlar, ondan, müşküllerinin hallolması için Allahü teâlâya duâ etmesini isterlerdi. Kendisini görme imkânı bulamıyanlar, mes’elelerini mektûpla sorup gereken cebâbı alırlardı. O, kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sahibi idi. Herkese güler yüz, tatlı dil gösterirdi. Kimseyi kırmazdı. Birgün bir yere giderken, onu tanımayan kimseler yanına gelip, “Kelime-i şehâdeti söyle bakalım” dediler. O da peki deyip, okudu. Sonra onlar; “Şimdi kadıya gidelim. Onun huzûrunda yeni müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku” dediler. Orada bulunan büyük-küçük herkes beraberce kadıya gittiler. Kâdı hemen Abdülazîz ed-Dîrînî’yi tanıdı ve; “Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?” dedi. O da; “Bilmiyorum. Bunlar beni ne zannetti iseler, Kelime-i şehâdeti okumamı istediler ve buraya getirdiler. Ben de onları kırmayıp geldim” dedi.

Şöyle anlatılır: Abdülazîz ed-Dîrînî. Ali el-Müleyhî’yi çok sever ve sık sık ziyâretine giderdi. Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikram olarak bir piliç pişirip getirdi. Sofraya koydu. Beraberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; “Bunun karşılığını inşâallahü teâlâ görürsünüz” buyurdu. Bir süre sonra Abdülazîz ed-Dîrînî, Ali el-Müleyhî’yi tekrar ziyârete gitti. Ali el-Müleyhî tekrar bir piliç pişirdi ve ikram etti. Hanımı, pilicin ikram edilmesini pek hoş karşılamadı. Piliç sofraya gelince, Abdülazîz ed-Dîrînî kızarmış pilice bakıp, hişt demesiyle piliç canlandı ve yürüyüp gitti. Sonra da; “Çorba bize yeter. Hanımınız üzülmesin” buyurdu.

Birgün talebeleri, hocalarının kerâmet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde; “Yavrularım, bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduğumuz hâlde, batmamamız ve Allahü teâlânın bizi, bu yeryüzünde, bu hâlde bulundurması en büyük kerâmet değil midir?” buyurdu.

Abdülazîz ed-Dîrînî buyurdu ki: “Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece sakının, isrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde birşey kalmaz. Birgün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve harakette ölçülü olmamakla da, kişi i’tibâr bulamaz.”

“Rabbim, Allahü teâlâdır. O bana kâfidir. O’ndan af, ümid diler ve O’na hamd ederim. Âhıret günü benim şefaatçim; bütün mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en kıymetlisi, en hayırlısı, Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır.

Yâ Rabbî! Bütün duâlar, iyilikler peygamberin ve en sevdiğin kulun, insanların her bakımdan en güzeli, en üstünü olan Muhammed Mustafâ’ya (s.a.v.) olsun.”

“İlmiyle âmil, takvâ sahibi bir âlim vefât ettiği zaman, müslümanlar için, büyük ve tehlikeli bir boşluk meydana gelir. Adâlet sahibi, hak üzere yürüyen bir sultanın, devlet reîsinin vefâtı, müslümanlar için büyük bir eksikliktir. Sâlih ve Allahü teâlânın velî kullarının ölümü de böyledir. Çünkü onların müslümanlara yardımı pek çoktur. Allah yolundaki kahramanın ölümü ise, kuvvetin zayıflamasına sebeb olur. Çünkü onlar, sabır, sebat ve kahramanlıkları ile muharebenin kazanılmasında, büyük bir vesiledirler. Cömerd ve asil kimselerin ölümü, büyük bir sıkıntı, hayatta kalmaları bolluk ve ni’mettir. Bu beş kişiye ağlayabilirsin. Bunlardan başkasının ölümü, insanlar için rahatlık, hafiflik ve rahmettir.”

“İşlerini, herşeyi yaratan ve işlerinde hikmetler sahibi Allahü teâlâya teslim et. Böyle yaparsan, sıkıntılardan ve günahlardan kurtulursun.”

“Her tarafta görülen tehlike, belâ ve musibetlere bakarsan, Allahü teâlânın yüce irâdesinin hükmünün geçerli olduğunu görürsün.”

“Bu dünyâ, hakîkî mekân, devamlı ikâmet edilecek ve yerleşilecek bir yer değildir.”

“Dünyânın geçici lezzetleri, uykuda görülen rü’yâlar gibidir. Dünyâda isteğine, hedefine ulaştığını söylemek, gerçek bir söz değildir. Asla kabûl edilmez.”

“Dünyâ sevinçleri, alınan bir haberle bir anda bunalıp, hüzün ve kedere dönüverir, öyleyse, dünyâya karşı zâhid ol, haramlardan ve haram olması ihtimâli olan şüphelilerden sakın. Âhırete hazırlıklı ol. Çünkü dünyâya doymayıp, hırsla onun peşinde koşanlar, aslında dünyânın köleleri ve hizmetçileridir. Dünyâda mes’ûd ve huzûrlu olan kimse, dünyâya köle olmayan, âlim ve takvâ sahibi kimsedir.

“Dünyânın iyiliği ve kötülüğü birbirine karışmıştır. Dünyâyı her türlü kirlerden ve üzüntülerden arınmış olarak istesen bile, şunu iyi bil ki, dünyâ bunlar üzerine yaratılmıştır. Ya’nî dünyânın tabiatı budur. Asla değişmez. Fakat insan, dünyâda Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınır ve bu husûsta sabır gösterirse, akıbette, sonsuz saadet ve mutluluğa kavuşur.”

“Sakın dünyânın parlaklığına, cazibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hilelerine aldanma. Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyânın sağı solu belli olmaz. Bakarsın ba’zan suda ateş parçası olsun ister. Ba’zan insana yapamıyacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helak olur gider.”

“Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirsen, şerefli bir hayat yaşarsın. Eğer imkânsız bir şeyin olmasını ümid edersen, ümidini, tehlikeli birşey üzerine bina etmiş, kurmuş olursun.”

“Zaman akıp gidiyor. Hâdiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık, vekar ve sükûnettir. Dünyâ hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, mes’eleler üzerinde temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesile olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünyâ hayâtı, bir uyku hâlidir, ölüm, bu uykudan uyanmaktır.”

“İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer, İnsanların temenniden başka sermâyeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir, İnsanların günleri çok çabuk geçer, ömürler, yolculuktan başka birşey değildir.”

“Âhıret yolculuğunun çok yakın olduğunu, hatırınızdan asla çıkarmayınız. Âhıret hazırlığını elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. (Bu dünyâya geldiğimiz gibi, birgün bu dünyâdan ayrılacağız.)”

“Ey insanlar! Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebeb ve özür göstermeyi bırakın artık! Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyin. Âhırete hazırlanmakta sabırlı olunuz ve sebat gösteriniz.”

“İnsan, gençliğinin kıymetini bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, ah gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım diye pişmanlık duyulur. Onun için, gençliğin, insana emânet olduğunun farkında, idrâkinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar mühimdir.”

“Zaman içerisinde, nice meclisler ve toplantı yerleri yok oldu. Nice asîl ve yüksek yaradılışlı kimseler, zaman içerisinde gelip geçtiler. Zaman içerisinde nice kimseler, türlü türlü ni’metlere kavuşmuşlardır. Fakat ne kadar arzu edersen et, zaman içerisinde her istediğini elde edemezsin (Sana takdîr edilen rızk ne ise onu yersin)”

“Yerde yetişen yaş veya kuru bitkilere bakınca, kâinatta Allahü teâlânın azamet ve kudretini müşâhede ediyorum. O’nun, kalbimden fışkıran sevgisiyle herşeyi unutuyorum. Hafif ve tatlı tatlı esen rüzgâr, pekçok defa bana güzel kokular getirir. Yâ Rabbî! Sen, sevdiklerinin bulundukları yerleri, en kıymetli damlalarla suladın. Düşmanlarını ise erimiş bakır ile suladın.”

Abdülazîz ed-Dîrînî; tefsîr, fıkıh, lügat, tasavvuf ve edebiyata dâir birçok eserler yazdı. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1. El-Misbâh-ül-münîr (2 ciltlik tefsîr), 2. Et-Teysîr-ü fî ilm-it-tefsîr. Tefsîr ilmine dâir, 3200 beyitten müteşekkil bir şiir kitabıdır. 3. Tahârat-ül-kulûb fî zikri Allâm-il-guyûb (Tasavvuf hakkında bir eser), 4. Envâr-ül-Meârif ve Esrâr-üt-tavârif (Tasavvufa dâir bir eser), 5. Tefsîru Esmâ-il-hüsnâ (Tevhîd hakkında bir eserdir.) 6. El-Vesâilü ver-Resâilü (Tevhîde dâir bir eser), 7. Nazmüssîretin Nebeviyyeti, 8. El-Vecîz: 5000 beyitten müteşekkil bir şiir kitabı, 9. Et-Tenbîh, 10. Nazm-ül-vesît, 11. El-Envâr-ül-Vâdıha fî mesân-il-Fâtiha, 12. Ed-Dürer-ül-mültekita fî mesâil-il-muhtelita, 13. Erkân-ül-İslâm fit-tevhîdi vel-ahkâm, 14. Er-Ravdat-ül-enika fî beyân-iş-şerîat-il-hakîkati, 15. Kılâdet-üd-Dürr-il-mensûr fî zikri yevm-il-ba’s ven-Nüşûr, 16. Mîzân-ül-vefâ.

Abdülazîz ed-Dîrînî’nin yazmış olduğu Tahârat-ül-kulûb adlı eserden ba’zı bölümler:

“İlâhî! İhsân ve ikram ederek bize kendini tanıttın. Ni’metlerin deryasına bizleri daldırıp, garkettin. Her an ni’metlerin deryasında yüzmekte, onlardan istifâde etmekteyiz. Bizleri râzı olduğun, beğendiğin yer olan Cennetine da’vet ettin. Seni hatırlamak, emirlerini yapmak sebebiyle, bizlere sonsuz ni’metler hazırladın, ihsân ettin. Ne büyüksün yâ Rabbî!

Yâ ilâhî! Biz kendimize zulmettik. Nefsimizin kötülüğü her yanımızı kapladı. Gaflet denizi kalblerimizi doldurdu. Her hâlimizle perişanlığımız apaçık. Bizim bu hâlimizi en iyi bilensin.

Yâ ilâhi! İsyanımız ve günahımız, senin azâbını bilmemek, duymamak sebebiyle değildir. Lâkin âsî nefsimiz bize, azâba düşürecek işleri yaptırdı ve günahları işletti. Senin günahları örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle şımardık. Bu yüzden çok günah işledik. Senin af ve mağfiretine güvenip, günahlara daldık. Şimdi yaptıklarımızın cezası olarak, bize hazırladığın azâb ile karşı karşıyayız. Cehennem azâbından bizi şimdi kim kurtarabilir. Senden başka kim bize bir kurtuluş ipi uzatabilir. Âhıret günü, senin huzûrunda mahcub bir duruma düşecek bu hâlimize yazıklar olsun. Yarın çirkin olan amellerimiz arz olunduğunda, ayıblanmamıza esefler olsun.

Yâ Rabbî! Bizim günahlarımızı affet. Kusurlarımızı bağışla. İbâdetlerimizdeki kusurlarımızı af ve mağfiret eyle. Yâ ilâhî! Bilmiyerek yaptıklarımızı affet ve bizi akl-ı selim sahibi kıl. Sen, Rabbimizsin, sana inandık. Sen günahları affedersin, affedicisin.”

Abdülazîz bin Ahmed ed-Dîrînî’nin yazdığı Âdâb Risâlesi’nden ba’zı bölümler:

Talebenin hocasına karşı edebleri: Talebe, doğru yolu öğrenmek isteyince, hocasına karşı tam olarak boyun eğmesi ve itaat etmesi gerekir. Hattâ talebenin, hocasına karşı meyyit gibi olması lâzımdır. Nasıl meyyit, yıkayıcıya hiçbir şey şart koşmadan, i’tirâz etmeden teslimiyet gösteriyorsa, talebenin de hocasına karşı, bu şekilde teslimiyet göstermesi gerekir. Yoksa, teslimiyet ve itaat etme mertebesinden düşer, takvâ ve doğru yol üzere bulunma derecesinden uzaklaşır. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz! Ey îmân edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! O’na karşı, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların, ibâdetlerinin sevâbları yok olur” buyuruyor (Hucurât: 1-2). Müfessirler bu âyet-i kerîmeyi. Resûlullahın (s.a.v.) yanında sesin yükseltilmemesi, Resûlullahın önünde yürünmemesi ve O’ndan önce bir işin yapılmaması veya fetvâ verilmemesi, şeklinde tefsîr etmişlerdir.

Bu sebebledir-ki, hocanın yanında bulunulduğu zaman, onun izni ve müsâadesi olmadan birşey konuşmamak lâzımdır. Lüzumsuz söz ve bakışlardan da uzak durmalıdır. Çünkü hocasının yanında lüzumsuz sözler ve bakışlar, hoş hareketler değildir. Hocanın yanında, başı önünde verilecek cezanın korkusu içinde bulunan bir suçlu gibi olmalıdır. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarında oturdukları zaman, başlarını eğerler, konuşmadan, hareketsiz bir hâlde, edeb, huşû’ ve kalb huzûru ile Resûlullahın (s.a.v.) mübârek sözlerini dinlerlerdi. Onlar, görünen a’zâları ile olduğu gibi, görünmeyen bütün a’zâlarıyla da edeb ve huşû’ içinde bulunurlardı. Onları bu hâlde görenler, sanki cansız olduklarını zannederlerdi, İşte talebe de, hocasının huzûrunda bulunduğu zaman, Eshâb-ı Kirâmı örnek alıp, onların edebleri gibi edeblenmeleri lâzımdır. Bunun için de, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidir. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O kullarım ki, (Kur’ân-ı kerîmi) dinler, sonra da Onun en güzelini (açığını ve kuvvetlisini) tatbik ederler, İşte bunlar, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir ve bunlar, gerçek akıl sahipleridir” buyuruyor.

Talebe, özellikle hocasının huzûrunda, nefsinin arzu ettiği bir şeyin iddiasında bulunmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiada bulunmak, talebenin en büyük hatâlarından olup, hocasının gözünden düşmesine sebebiyet verir. Fakat talebenin, hocasının huzûrunda sâdece dinlemesi, söze karışmaması, nefsine âit herhangi bir iddiada bulunmasına mâni olur. Onun en güzel bir şekilde hocasına tâbi olmasına yardımcı olur. Bu ise, zâten talebenin, hocasının huzûrunda iken dikkat etmesi lâzım olan husûslardandır.

Talebe, kendi derecesinin, hocasının derecesinden yüksek olduğunu düşünmemelidir. Bilakis, her yüksek mertebeyi hocası için istemeli.

Allahü teâlânın yüksek ihsânlarını ve bol lütuflarını hocası için temenni etmelidir. Hakîkî talebe böyle olur. Bu sebeble, en yüksek mertebelere çıkar.

İbn-i Hanif buyurdu ki: “Rüveym bin Ahmed bana; “Ey Oğul! Amelini güzel yap, edebini ince yap” dedi. Denilir ki: “Tasavvuf yolunun esâsı, edebden ibârettir.” Her hâlin ve her makamın (yerin) bir edebi vardır. Edebe sarılan, kemâle erişir. Büyüklerin kavuştuğu, mertebelere kavuşur. Edebden mahrûm olan kimse, yakın zannettiği yerden pek uzak kalır. Kabûl edileceğini umduğu yerden red olunur.

Edeb, zâhirin ve bâtının süsüdür. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz” buyurarak, Eshâb-ı Kirâma (r.anhüm), Resûlullah efendimizin huzûrlarında nasıl olunacağı öğretilmiştir. Yûsuf bin Hüseyn buyurdu ki: “İlim, edeb ile anlaşılır, ilim, amel ile sahîh olur. Amel ile hikmet kazanılır. Hikmet ile zühde kavuşulur. Zühd ile dünyâ sevgisi, dünyâya düşkünlük, haramlar ve şüpheliler terk edilir. Bu şekilde dünyâ terk edilince, âhırete rağbet duyulur. Günahlardan sakınılıp, âhırete hazırlık yapılır. Böylece, âhırete hazırlık ile, yüksek mertebelere ve derecelere erişilir.”

Cüneyd-i Bağdadî (r.aleyh), Ebû Hafs Irâkî’nin yanına gittiğinde ona; “Ey Ebû Hafs, talebelerini çok iyi terbiye etmişsin” dedi. O da; “Zâhirdeki edeb, bâtındaki edebe delâlet eder” buyurdu.

Yine büyük zâtlardan birisi şöyle buyurdu: “Hiçbir hâl, makam ve ma’rifet, dînî edebin yerine geçemez. Dînî edeb ise, zâhir ve batın güzelliğidir.” (Ya’nî dînî edeb, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak demektir. Böylece emir ve yasaklara uyulursa, insanın zâhiri ve batını güzel olur.)

Ebû Ubeyd bin Selâm şöyle anlatır: “Bir zaman Mekke-i mükerremeye gitmiştim. Ba’zan Kâ’be-i muazzamanın hizasında oturur, ba’zân ayaklarımı uzatır sırt üstü yatardım. Bu hâlimi gören ve Allahü teâlânın sevgili kullarından olan Âişe-i Mekkiyye bana; “Ey Ebû Ubeyd! Sen ilim sahibi bir kimsesin. Sözümü dinle, burada edeble otur.

Yoksa, Allahü teâlâya yakın kimselere âit olan defterden ismin silinir” dedi.

Denilir ki: “Nefs, kötü işleri ister. Kul, iyi edebe sarılmakla emrolunmuştur. Nefs dâima, iyi şeylere muhalefet eder. Kul, onu güzel şeylere çekmeye çalışır. Kim, nefsini iyi şeylere çekmek için çalışmazsa, nefsinin işlerini salıvermiş demektir.” Yine denilir ki: “Kim nefsine, arzu ve istekleri husûsunda yardımcı olursa, onun kötülüğüne ortak olur. Kulluk, güzel edebe sarılmak; taşkınlık, kötü edeb üzere olmaktır.”

İlim öğrenmek için uğraşan, fazla yememeli, fazla uyumamalı, fazla konuşmamalı ve insanlarla ihtiyâç miktarı bulunmalıdır. Bunun içindir ki tasavvuf büyükleri: “İhlâsla, cân-ı gönülden, samimî olarak tövbe yaptıktan sonra, dört şey insanın sermâyesi ve asîl hâlleridir. Bunlar; az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanlardan uzak kalmaktır” buyurmuşlardır.

“Ey îmân edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz! Ey îmân edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! Ona karşı, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların, ibâdetlerinin sevâbları yok olur.” Meâlindeki Hucurât sûresi birinci ve ikinci âyet-i kerîmeleri nâzil olunca, kulağı az işiten Sabit bin Kays, yolun üzerine oturup ağlamaya başladı. Âsım bin Adiyy onu görüp, bu durumu Resûlullaha (s.a.v.) haber verdi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) onu çağırıp, hayatta iken saadetle, ölüm zamanı şehâdetle ve Cennetle müjdeledi ve hakkında; “Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ takvâ ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevâb verir” meâlindeki, Hucurât sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Talebenin, hocasına uyması gerekir. Büyüklerin yanında edeb ile çok şeyler kazanılır. Ebû Osman buyurur ki: “Büyüklerin yanında ve evliyânın meclislerinde edebi gözeten kimse, pek yüksek derecelere kavuşur. Hem dünyâda hem de âhırette hayırlara kavuşur.”

Talebenin, hocası hakkında herhangi birşeye zihni takılırsa, Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen şu kıssayı hatırlamalıdır: “Hızır aleyhisselâmın yaptığı ba’zı şeyleri, Mûsâ aleyhisselâmın hoş görmediğini, fakat Hızır aleyhisselâm, onları niçin öyle yaptığını haber verince, Mûsâ aleyhisselâm, onun bu yaptıklarını uygun görmeme durumundan vazgeçti. Talebe de hocasından böyle birşey görünce, bunun hocasının murâd ettiği bir şeyin olduğunu düşünmelidir. Hocasının her yaptığında bir hikmet, bir fâide olduğunu hatırına getirmelidir.

Birgün, Cüneyd-i Bağdâdî’ye (r.aleyh) bir mes’ele soruldu. O da cevap verdi. Ancak kendisine, soruya verdiği cevap yüzünden i’tirâz edenler oldu. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadî; “Eğer inanmıyorsanız, benden ayrılınız” buyurdu.

İslâm âlimleri buyurdular ki: “Kim, kendisini terbiye eden zât hakkında edebi gözetmezse, o edebin bereketinden mahrûm olur.”

“Talebe, hocası ile dîni veya dünyâsı ile alâkalı bir şey konuşurken, konuşmakta acele etmemelidir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 241

2) El-A’lâm cild-4, sh. 18

3) Tabakât-üş-Şafiiyye cild-8, sh. 199

4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 450

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 580

6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 304

7) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 421

8) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 202

9) Tabakât-ül-evliyâ sh. 447

10) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 72

11) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 190, 447, 492, 749, 924; cild-2, sh. 1012, 1034, 1118, 1389

12) Brockelmann Gal-1, sh. 451; Sup-1, sh. 810

13) Âdâb Risalesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Kılıç Ali Paşa kısmı, No: 622