Hadîs âlimi. Künyesi Ebû Muhammed olup ismi, Abdülazîm bin Abdülkavî bin Abdullah bin Selâme bin Sa’d bin Sa’îd el-Münzirî’dir. Lakabı Zekîyüddîn olup, Abdülazîm Münzirî diye meşhûr oldu. Aslen Şamlıdır. Münzirî denmesi, büyük dedelerine nisbeti sebebiyledir. Abdülazîm Münzirî, 581 (m. 1185) senesi Şa’bân ayı başında Mısır’ın Fustat şehrinde doğdu. 656 (m. 1258) senesi Zilka’de ayının dördüncü Cumartesi günü vefât etti. Ertesi gün öğleden sonra ders verdiği Kâmiliyye Hadîs Medresesi’nde cenâze namazı kılındı ve cenâzesi, Şam’daki “Şefh-ül-maktam” denilen kabristana defnedildi.
Ailesi ve yetiştiği çevre: Abdülazîm Münzirî, ailesi hakkında şöyle bilgi vermektedir: Babam Ebû Muhammed Abdülkavî, bin Abdullah 554 (m. 1159) senesinde Mısır’da doğdu. 592 (m. 1196) senesi Ramazân-ı şerîf ayının üçüncü günü vefât etti. Şefh-ül-maktam denilen yere defnedildi. Babam, Mekke-i mükerremede; Ebû Abdullah Muhammed bin Hüseyn el-Hirevî’den Mısır’da; Ebû Abdullah Muhammed bin Hamd bin Hâmid’den hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Babam beni, Resûl-i ekremin (s.a.v) hadîs-i şerîflerini öğrenmeye teşvîk edip. Elindekini bu uğurda sarfetti. Hadîs-i şerîf ilmini öğrenmem için çalıştı. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun”
Abdülazîm Münzirî, Eyyûbîlerin, Fâtımîleri ortadan kaldırmasından sonra Mısır’da yetişti. Onun zamanında ilmî hareketler yeniden canlandı ve ilmî çalışmalar hız kazandı. Abdülazîm Münzirî, babasının ihtimâmıyla büyüdü ve ahlâk ilmini çok iyi öğrendi. Şafiî mezhebinde olan Münzirî. 591 (m. 1195) senesinde ilim öğrenmeye başladı. Birçok âlimden ilim öğrendi. Mısır’daki Hanbelî mezhebi âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi. Abdülazîm Münzirî; “Kendisinden ilk hadîs-i şerîf dinlediğim zât, Ebû Abdullah Muhammed bin Hamd bin Hâmid olup, 591 (m. 1195) senesi Ramazân-ı şerîf ayında bana icâzet verdi” demektedir. Abdülazîm Münzirî’nin evlerinin yakınında Vezîr İbn-ül-Fûrat Mescidi adında bir mescid vardı. Burada Hanbelî âlimi Sâlih Ebü’s-Senâ Mahmûd bin Abdullah bin Matruh İmâm idi. Münzirî, ondan Kur’ân-ı kerîm okudu. Babası onun hadîs-i şerîf öğrenmesi ve bu ilimde yükselmesi için çok çalıştı. Fakat babası, o daha onbir yaşında iken vefât etti. Münzirî, çocuk denecek yaşta yetim kaldı ve ayrılık acısını tattı. Abdülazîm, ilim aşkı sebebiyle âlimlerin ilim meclislerine koştu ve onların derslerini dinledi. Kendisi şöyle anlatır: “Evimize yakın mescidde ders veren büyük Hanbelî âlimi Ebû Muhammed Abdülganî bin Abdülvâhid İbni Ali el-Makdisî’nin derslerinde çok bulundum. Ebû Muhammed, 596 (m. 1200) senesinde bana icâzet (diploma) verdi.
İlim öğrenmesi: Abdülazîm Münzirî’nin ilim öğrenme arzusu çoktu. Kur’ân-ı kerîm okuması çok güzeldi. Kırâat ilmini Şeyh Ebü’s-Semâ Hâmid bin Ahmed bin Habd el-Ensârî el-Ertâhî’den öğrendi. Mısır’daki Atîk Câmii civârındaki Nâsıriyye Medresesi’nde Ziyâüddîn Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân bin Muhammed bin İsmâil el-Kureşî’den fıkıh öğrendi. Abdülazîm Münzirî bu zât hakkında; “Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân’dan fıkıh ilmini öğrendim. Âlim, sâlih, edebli, güzel ahlâk sahibi bir zât idi” demektedir. Ayrıca edebiyat ve arûz ilmini. Muvaffaküddîn Ebü’l-İzz Muzaffer bin İbrâhim ve başkalarından öğrendi. Abdülazîm Münzirî, birçok İslâm memleketlerini dolaşarak oralardaki İslâm âlimlerinden ilim öğrendi ve icâzet (diploma) aldı. Münzirî; araştıran, inceleyen, rivâyetleri sağlam bir zât idi.
İlmî yolculukları: Münzirî. Mısır’ın bütün bölgelerini dolaştı. İskenderiyye’ye birçok defalar gitti. Orada birçok zâtla görüşüp ilim öğrendi. Kırâat ilminin öncülerinden ve mahirlerinden olan ve İbn-üş-Şerâbî diye bilinen Ebû Muhammed Abdülkerîm bin Atîk bin Abdülmâlik er-Rabî el-İskenderânî el-Mâlikî de, İskenderiyye’de ilim öğrendiği âlimlerden birisidir. Ayrıca Kâdı Ebû Tâlib Ahmed bin Abdullah el-Kennânî el-İskenderânî, İbn-i Yakut, İmâmüddîn Ebü’l-Berekât Abdullah bin Abdülvehhâb, Sadr-ül-İslâm Ebi’t-Tâhir İsmâil bin Mekkî ez-Zührî el-Mâlikî’den de kırâat ilmini öğrendi.
Abdülazîm Münzirî, İskenderiyye’de Ebû Abdullah Muhammed bin Ammâd el-Cezerî’den hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Bunun yanında; Ebû Abdullah Muhammed bin Abdurrahmân el-Kaysî es-Sebtî, Ebû Ali el-Hasen bin Îsâ, Ebû Muhammed Abdülbâkî bin Hasen ed-Demirî eş-Şâfiî’den de çok istifâde etti. Ayrıca Ebû Muhammed Abdullah bin Abdülcebbâr el-Kureşî el-Emevî, Ebû Muhammed Abdülazîm bin Abdülmün’îm el-Kureşî et-Teymî’den de ilim öğrendi.
İlim öğrenmek için Şam’a giden Abdülazîm Münzirî, burada ve çevresinde birçok âlimden ilim öğrendi. Şam ve çevresinde ilim öğrendiği hocalarından ba’zıları şunlardır: Ebû Abdullah Muhammed bin Gassân el-Harecî, Mahmûd bin Muhammed, İbn-üş-Şüyûh Sadrüddîn Muhammed el-Cüveynî, Ebû Hafs Ömer bin Muhammed el-Bağdâdî, Ebü’l-Hasen Ali bin el-Mübârek bin Hasen el-Bercûnî, Ebû Bekr Muhammed bin Mûsâ el-Hâzimî, Ebü’l-Fadl Mes’ûd bin Ali, Ebü’l-Kâsım Yahyâ bin Es’ad el-Bağdâdî, Ebû Ali Hasen bin Müslim el-Fârisî, Ebü’s-Senâ Mahmûd bin Hibetullah el-Bağdâdî, Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Vehb es-Sülemî Ebü’l-Abbâs el-Hıdr bin Kâmil ed-Dımeşkî. Ebû Bekr Abdülcelîl bin Ebî Gâlib el-İsfehânî, Ebü’l-Fadl Ahmed bin Muhammed ed-Dımeşkî, Ebû Abdullah Muhammed bin Dâvûd ed-Derbendî, Ebû Muhammed Abdülvâhid bin İsmâil ed-Dimyâtî, İmâdüddîn Ebû İsmâil. Ebû İshâk İbrâhim bin Abdülvâhid el-Makdisî, Yahyâ bin Abdülmelik et-Taberî, Kâdı Cemâlüddîn Ebü’l-Kâsım Abdüssamed bin Muhammed el-Ensârî, Muhammed bin Muhammed et-Teymî. Ahmed bin Abdullah es-Sülemî, Dâvûd bin Ahmed el-Bağdâdî, Ahmed bin Muhammed ed-Dımeşkî, Ahmed bin Hamza el-Hubûbî, Muhammed bin Halef el-Makdisî, Mûsâ bin Abdülkâdir el-Ciyelî el-Bağdâdî, İsmâil bin Abdullah el-Ensârî, Abdullah bin Ahmed el-Cemâilî, Hasen bin Ali el-Esedî, Hüseyn bin Hibetullah es-Sasri, İbn-i Asâkir, Abdurrahmân bin Necm el-Ensârî, Kâdı Ebû Nasr Muhammed bin Hibetullah eş-Şîrâzî, Ebû Abdullah Muhammed bin Nasr el-Kureşî, Ebü’l-Hasen Ali bin Abdüssamed er-Râzî, Tâcüddîn Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Ömer el-Cüveynî, Ebû Abdullah Yakut bin Abdullah er-Rûmî, Ebû Abdullah Hamd bin Ahmed el-Harrânî. Ebü’l ganîm Abdurrahmân bin Câmi’ el-Bağdâdî, Ebü’l-Ferec Abdülkâdir bin Abdülkâhir el-Harrânî, Muhammed bin Selâme el-Attâr, Ebû Muhammed Abdülazîz bin Nasr es-Saffâr, İsmâil bin Zafer en-Nablûsî, Ebü’l-Fadl Meâli bin Selâme el-Attâr, Kâdı Ebü’l-Abbâs Ahmed bin İsmâil et-Temîmî, Seyfüddîn Ebû Muhammed Abdülganî bin Muhammed el-Harranî.
Abdülâzim Münzirî, 606 (m. 1209) senesinde hac vazîfesini îfâ etmek ve Resûl-i ekremin (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret etmek için yola çıktı. Medîne-i münevverede, Ebû Muhammed Ca’fer bin Muhammed el-İsfehânî ile görüştü. Mekke’de, Şerîf Ebû Muhammed Yûnus bin Yahyâ el-Bağdâdî, Ebû Bekr Muhammed bin Muhammed el-İsfehânî ve Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Menzûr’dan hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Münzirî, Hicaz’da fazla kalmadı ve hac mevsimi sonunda Mısır’a döndü.
Kâhire ve Fustat’daki ilmî çalışmaları: Hayâtının büyük bir kısmını Kâhire ve Fustat çevresinde geçiren Abdülazîm Münzirî, Sâhibiyye Medresesi’nde ders verdi. Buralarda istifâde ettiği hocalarının sayısı pek çoktur. Bu hocalarından ba’zıları şunlardır: Ebû Nizâr Rebia bin Hasen es-San’ânî, Ebû İbrâhim Kâsım bin İbrâhim el-Makdisî, Ebû Muhammed Abdullah bin İbrâhim el-Ensârî, Es’ad bin Mahmûd el-Acilî, Ebü’l-Hasen Ali bin Fadıl el-Mısrî, Ebû Abdullah Muhammed bin Sa’îd el-Hâşimî, Ebû Muhammed Abdülmücîb bin Abdullah el-Harbî, Ebü’l-Ulâ Mürtefi bin Hasen es-Serrâc, Kâdı Abdülmelik bin Îsâ el-Marânî. İbrâhim bin Hibetullah el-Bağdâdî, Gıyâs bin Fârisel-Münzirî, Abdurrahmân bin Abdullah er-Rûmî, Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed el-Hazrecî, Kâdı Ebû Abdullah Muhammed bin Abdülganî, Takıyüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Hasen. Ebü’l-İzz Muzaffer bin Abdullah el-Muhterih, Ebü’l-Fütuh Muhammed bin Ali el-Bağdâdî, Ebû Sâbir Hamîd bin Ebi’l-Kâsım el-Ehvâzî, Necibüddîn Ebû Ali Hasen bin Abdülvehhâb el-Kureşî, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Mevhûb, Adudüddîn Ebü’l-Fevâris Merhef bin Üsâme, Ebü’l-Harem Mekkî bin Osman es-Sa’dî, Reşîdüddîn Ebû Muhammed Abdülmuhsîn bin Abdülmün’îm, Esadüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Hasen, Cemâlüddîn Ebü’l-Hasen Ali bin Zâfir, Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed er-Remlî, Ebû Sa’d Muhammed bin Ahmed el-Horasânî, Ebü’l-Hüseyn Muhammed bin Ahmed el-Kenânî, Ebü’r-Rebî’ Süleymân bin Benîn eş-Şâfiî, Ebû Muhammed Abdülhâlık bin Sâlih el-Emevî, Ebû Muhammed Abdülkavî bin Ebi’l-Hasen el-Kayserânî, Kâdı Ebü’l-Kâsım Hamza bin Ali el-Mahzûmî, Kâdı Bâreztugân bin Mahmûd el-Himyerî, Ebû Muhammed Abdullah bin Necm el-Cüzâmî, Kâdı Tâcüddîn Yahyâ bin Mensûr el-Kâtib, Hasen bin Ukayl es-Sa’dî, Kâdı Abdüsselâm bin Ali el-Kayserânî, Abdurrahmân bin Nefis es-Sülemî, Kâdı Abdüsselâm bin Ali ed-Dimyâtî, Kâdı Abdülazîz bin Hüseyn et-Temîmî, Muzaffer bin Ebi’l-Hayr el-Vârânî, Ali bin Nasr el-Vâsıtî, Kâdı Ali bin Yûsuf ed-Dımeşkî, Muhammed bin Hüseyn el-Kazvînî, Muhammed bin İbrâhim eş-Şîrâzî, İbrâhim bin Osman el-Mârânî, İsmâil bin Zâfir el-Ukaylî, Kâdı Hüseyn bin Muhammed et-Temîmî, Abdüssamed bin Hasen el-İsbahî, Abdülazîz bin Sahnûn en-Nâlî, Abdülmuhsin bin İbrâhim el-Hazrecî, Ebü’l-Feth Nasr bin Cerv es-Sa’dî, Ebû Mensûr Celdek bin Abbdullah el-Muzafferî, Abdüllatîf bin Yûsuf el-Mûsulî, Süleymân bin Ahmed es-Sa’dî, Necm bin Ebi’l-Ferec el-Kenânî, Abdullah bin İsmâil el-İskenderânî, Mekkî bin Ömer el-Makdisî, Abdülkâdir bin Muhammed el-Bağdâdî, Mürtezâ bin Hâtem el-Makdisî, İbrâhim bin Tercem, Mükerrem bin Muhammed el-Kureşî, Abdurrahmân bin Abdülmecîd, Ömer bin Muhammed el-Hamûî, Ahmed bin Ali el-Mâlikî, Muhammed bin Muhammed en-Nûkânî, Abdullah bin Râfi” eş-Şâriî, Ali bin Mahmûd el-Cüveysî, Ali bin Muhammed el-İskenderânî, Abdurrahmân bin Muhammed ellahmî, Ebü’s-Su’ûd bin Ebi’l-Aşâir el-Bazebûnî, Ali bin Hibetullah el-Cümmeyzî.
Abdülazîm Münzirî’nin icâzet aldığı hocaları: icâzet, diploma demek olup, icâzet almış kişi o ilimde derin bilgi sahibi ve yetkili demektir, icâzet veren âlime “Mûcîz”, icâzet verilen talebeye “Müstecîz” denir, icâzetin kısımları vardır. İcâzet, uzun bir tahsil ve üstün bir başarı neticesinde verilir. Münzirî, gerek kendi memleketinde, gerekse diğer beldelerdeki (Şam, Harran, Haleb, Beytülmakdîs, İskenderiyye) âlimlerinden ilim öğrenip icâzet aldı.
Bağdad’da icâzet aldığı hocaları: Abdülazîm Münzirî, Bağdad’da; Hasen bin Muhammed el-Harimî, Kâdı Muhammed bin Ca’fer el-Mekkî, Abdülhâlık bin Hibetullah el-Bağdâdî, Ebü’l-Ferec Abdülmün’îm el-Harrânî ve birçok âlimden icâzet aldı. Burada icâzet aldığı hocalarının sayısı üçyüzotuzbeşi geçmektedir.
Şam’da icâzet aldığı hocaları: Abdülazîm Münzirî, burada da birçok âlimden icâzet aldı. Burada icâzet aldığı âlimlerin sayısı yüzotuzbeşi geçmektedir. Bunlardan ba’zıları şunlardır: Mensûr bin Ebi’l-Hasen el-Mahzûmî, Muhammed bin Ali ed-Dımeşkî, Abdülvâhid bin Nasır el-Kerîmî, Ahmed bin Hayûs el-Ganevî, Ahmed bin Vehb (İbn-üz-Zenf), Abdüsselâm bin Mahmûd el-Fârisî.
Kâhire, Fustat, İskenderiyye, Harran, İrbil, Musul, Mekke, İsfehan, Horasan, Hemedan’da icâzet aldığı hocalarından ba’zıları da şunlardır: Şeyh-ül-Müsned Ebü’l-Kâsım, Ebü’l-Kerem Hibetullah, Seyyid-ül-Ehl bin Ali el-Ensârî, Ebü’l-Fadl Muhammed bin Yûsuf el-Gaznevî, Ali bin İbrâhim el-Ensârî, Abdülganî bin Abdülvâhid el-Makdisî, Kâdı Muhammed bin Abdülazîz el-Aglebî, Ebü’s-Senâ Şükr bin Sabûre el-Avfî, Abdülmecîd bin Muhammed el-İskenderânî, Hammâd bin Hibetullah el-Fudaylî, Abdülkâdir bin Abdullah er-Rehâvî, Muhammed bin el-Hıdır, Abdülmücîr bin Muhammed el-Kafasî, Ali bin Ahmed el-Bağdâdî, Abdüllatîf bin Ahmed eş-Şehrazûrî, Ahmed bin el-Mübârek ellahmî, Zübeyr bin Muhammed el-Bûşencî, Ebû Bekr el-Kâsım bin Abdullah en-Nişâbûrî, Muhammed bin Mahmûd el-Hemedânî, el-Müeyyid bin Abdurrahîm el-Bağdâdî, Es’ad bin Sa’îd el-İsfehânî. Nasır bin Ali el-Bağdâdî, Abdülmühsîn bin Ebi’l-Amîd el-Hafifî. Süleymân bin Mûsâ el-Endülüsî.
Abdülazîm Münzirî, ayrıca edebiyat ilmini; Ebü’l-Hasen Ali bin Zâfir el-Ezdî. Edîb Ebü’l-Hüseyn Yahyâ bin Sâlim es-Sülemî, Ebû Muhammed Abdülhakem bin İbrâhim el-Irâkî, Ca’fer bin Ahmed el-İskenderânî, Hüseyn bin Ebû Mensûr el-Vâsıtî, Ca’fer bin Şems-ül-hilâfe, Yakut bin Abdullah el-Hamevî, Abdullah bin Sabit eş-Şenhûrî, Hasen bin Hüseyn el-Hayserânî, Ömer bin Ali, Muhammed bin Münîr el-Bağdâdî, Abdurrahmân bin Abdülvehhâb el-Kavsî, Ahmed bin Abdüsseyyid el-Erbilî ve Edîb Ebû Ali bin Sa’dân es-Sanâdikî’den öğrendi. Birçok tasavvuf ehli ile görüştü ve bunların sözlerinden nakiller yaptı. Bunlardan ba’zıları ise şunlardır: Ebû Muhammed Abdullah bin Hatantaş et-Türkî, Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Ebî Bekr et-Tücîbî, Ebû Ali Hasen bin Abdullah et-Tûnusî, Ebü’l-Haccâc Yûsuf bin Harami eş-Şâfiî. Ebû Abdullah Muhammed bin Yahyâ el-Kureşî.
Talebeleri: Hadîs ilminde ve diğer ilimlerde Münzirî’nin ulaştığı ilmî derece pek yüksek idi. İlim talibleri bu kaynaktan çok istifâde ettiler. Kendisinden ilim öğrenen ve hadîs-i şerîf rivâyet eden talebeleri arasında, yüksek âlimler ve muhaddisler vardır. Talebelerinden ba’zıları şunlardır: Abdurrahmân bin Hasen el-Ensârî, Müsâfir bin Ya’mer el-Ciyzî, Abdülvehhâb bin Atîk, Abdurrahmân bin Ömer. Ömer bin Muhammed el-Hedebânî Abdurrahmân bin Abdülvehhâb el-Kavsî, Muhammed bin Şeyh Abdülganî el-Bağdâdî, Muhammed bin Yûsuf el-Berzâlî, İzzüddîn bin Abdüsselâm, İzzüddîn Ahmed bin Muhammed el-Hüseynî, Abdülmün’îm bin Halef ed-Dimyâtî. Muhammed bin Ali el-Kuşeyrî, Tâcüddîn Ahmed (Necibiyye Medresesi müderrisi).
Abdülazîm Münzirî’den icâzet alan talebeleri ise şunlardır: İsmâil bin Îsâ el-Kaftî, Ahmed bin Abdurrahmân el-Kindî, Tâcüddîn Muhammed bin Ahmed, Kâdı Şemsüddîn bin Hılligân (Vefeyât-ül-a’yân adlı eserin sahibi), Ahmed bin Îsâ el-Kavsî, Abdülgaffâr bin Abdüllatîf, Muhammed bin Hasen el-Kanâî, Ahmed bin İbrâhim el-Kureşî, Ahmed bin Muhammed el-Halebî, Ahmed bin Muhsin el-Ensârî, Ali bin Muhammed el-Yunînî, Muhammed bin İsmâil el-Kaftî, Şemsüddîn Ahmed bin Ebî Bekr el-İskenderânî, Abdullah bin Reyhan, Îsâ bin Ömer el-Mahzûmî, Osman bin Muhammed et-Tûzî, Abdurrahmân bin Abdurrahîm el-Kiyzânî, Muhammed bin Hasen et-Tûnusî, İshâk bin İbrâhim el-Vezirî, Ali bin Mahluf en-Nuveyrî, Muhammed bin Ya’kûb el-Cevâidî, Yûsuf bin Ömer el-Hanefî, Ali bin İsmâil el-Mahzûmî, Hüseyn bin Esed el-Ensârî.
Münzirî’nin yetiştirip icâzet verdiği talebeleri, hadîs âlimlerinin büyüklerinden oldular. Kendisinden icâzet alarak en son hadîs rivâyetinde bulunan İsmâil bin Ahmed el-Belbisî’dir.
Hadîs ve diğer ilimlerdeki yeri: Abdülazîm Münzirî, hadîs ilminde çok üstün bir dereceye kavuştu. Asrının Hâfızı idi. Talebesi Şerîf İzzüddîn el-Hüseynî onun için; “Hocam Münzirî hazretleri, hadîs ilminin inceliklerine vâkıf, ma’nâsına ârif (bilen) idi. Râvîleri iyi tanırdı. Bu ilimde senet, vera’ sahibi, yanlışı doğrudan ayıran bir zât idi” demektedir. Şeyh Ebü’l-Hasen eş-Şazelî ise; “Bana denildi ki, şu anda yeryüzünde fıkıh ilminde İzzüddîn bin Abdüsselâm’ın, hadîs ilminde Zekîyüddîn Abdülazîm’in, hakîkat (tasavvuf) ilminde de sizin meclisiniz gibi bir meclis yoktur” dedi.
Abdülazîm Münzirî’ye hafız ünvanı, daha genç yaşta iken verildi. Bu rütbe, ancak bu ilimde mütehassıs olanlara verilirdi. Hâfız; yüzbin hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere bilen büyük âlim demektir. Talebesi Şemsüddîn bin Hılligân onun için; “Abdülazîm Münzirî, zamanının en üstün hadîs-i şerîf âlimi idi” demektedir, İslâm tarihçisi Hâfız ez-Zehebî’nin şu sözleri, Münzirî’nin ilmî derecesini, anlamaya yeter: “Zamanında, Abdülazîm Münzirî’den daha çok hadîs-i şerîf bilen yok idi.”
Abdülazîm Münzirî, râvîlerin sağlam ve güvenilir olup olmadıklarını araştıran “Cerh ve Ta’dîl” ilminde çok mahir idi. Sultân-ül-ulemâ lakabı verilen müctehid, büyük Şafiî fıkıh âlimi Şeyh İzzüddîn Abdülazîz bin Abdüsselâm, Mısır’a geldiğinde Abdülazîm Münzirî’nin hadîs-i şerîf meclisinde hazır bulunur, dersini dinlerdi. Tâcüddîn es-Sübkî; “Babamdan işittim ki, Şeyh İzzüddîn bin Abdüsselâm, Şam’daki hadîs-i şerîf ilminden istifâdesi daha az olduğu için, oradan ayrılıp Kâhire’ye geldi. Şeyh Zekîyüddîn Abdülazîm Münzirî’nin dersinde bulundu. Çok hadîs-i şerîf dinledi” demektedir.
Abdülazîm Münzirî, hadîs ilmi yanında, fıkıh ilminde de mütehassıs idi. Ebû İshâk Şîrâzî’nin “Et-Tenbîh” kitabına yaptığı onbir cildlik Münzirî şerhi, onun fıkıh ilmindeki üstünlüğünü gösterir. Abdülazîm Münzirî, fakîh ve müftî olarak da tanındı. Mısır’da fetvâ verirdi. Şeyh İzzüddîn Abdüsselâm Mısır’a gelince, fetvâ verme işini bıraktı ve “Artık fetvâları İzzüddîn Abdüsselâm’dan alınız” dedi.
Abdülazîm Münzirî, “İlm-ür-Ricâl” denilen, ilimde üstün derecelere kavuştu. Bu alanda tabakât kitapları yazdı. Münzirî hazretleri ayrıca, edebiyat ilmine çok önem verdi. Birçok edîb ve şâirlerle görüştü. Bir çoğundan edebiyatın inceliklerini öğrendi ve rivâyette bulundu.
Münzirî, aynı zamanda lügat âlimi idi. İbn-ül-Mülakkan; “Münzirî, lügat ilminde mütehassıs idi” demektedir. Bütün âlimler onu medhü sena ve büyüklüğünde söz birliği ettiler. Münzirî, zühd, vera’ sahibi ve dînine sımsıkı bağlı olmakla tanındı. Tasavvuf ehli ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Onların mübârek sözlerini ve hâllerini yazardı.
Tâcüddîn Sübkî şöyle anlatır: “Abdülazîm Münzirî hazretleri, Kâmiliyye Medresesi’nden hiç çıkmaz, ilimle meşgûl olur, sâdece Cum’a günleri Cum’a namazı için çıkardı. Âlim, fazilet sahibi ve muhaddis olan büyük oğlu Hâfız Reşîdüddîn vefât ettiğinde, Münzirî, medresenin avlusunda cenâze namazını kıldırdı ve medresenin kapısına kadar cenâzesini taşıdı ve gözlerinden yaşlar boşanarak; “Ey oğlum, seni Allahü teâlâya ısmarladım” buyurdu. Medresenin kapısından geri dönerek, ilmî çalışmalarına devam etti.”
Şöyle anlatılır: “Abdülazîm Münzirî hazretleri, birgün hamama gitti. Hamamın sıcaklığı kendisine çok te’sîr etti. Çıkışta yürüyemedi. Yol üzerinde bir yere oturuverdi. Talebesi Hâfız ed-Dimyâtî; “Efendim, şu dükkân önündeki oturulacak yere müsâadenizle sizi götüreyim, oraya oturup istirahat edin” dedi. Dükkan da kapalı idi. Münzirî hazretleri kızarak, şiddetle; “Sahibinden izinsiz dükkânın önüne nasıl otururum” buyurdu ve bu işe râzı olmadı.”
Ebü’l-Hasen Ali es-Sübkî şöyle anlatır: “Abdülazîm Münzirî’nin büyük oğlu Reşîdüddîn Ebû Bekr Muhammed. Kâmiliyye Medresesi’nde asistan idi. Şerefüddîn ed-Dimyâtî ile arasında bir gerginlik oldu. Ed-Dimyâtî, Münzirî hazretlerinin talebelerinden idi. Şerefüddîn Hicaz’da iken, Reşîdüddîn vefât etti. Şerefüddîn Hicaz’dan dönünce. Abdülazîm Münzirî onun evine teşrîf buyurup kapısını çaldı, içeriden; “Kim o?” denilince, “Ben Abdülazîm” dedi. Şerefüddîn hocasının teşrîf ettiğini duyunca, telâş ve endişe ile kapıyı açtı. Hocasını hürmet ve ta’zimle karşıladı. Abdülazîm hazretleri içeri girince ona; “Oğlum Reşîdüddîn vefât etti. Ben de seni onun yerine asistan olarak Kâmiliyye Medresesi’ne ta’yin ettim” buyurdu. Oğlu ile onun arasındaki hâdiseden haberi olduğu hâlde bu şekilde davrandı.”
Kâmiliyye Hadîs Medresesi’ndeki rektörlüğü: Melik Kâmil, ilmi ve âlimleri seven ve himâye eden bir zât idi. Âlimler için her hafta ilim meclisleri kurar, ilmî müzâkereleri dinler, kendisi de iştirâk ederek ilmî münâzaralarda bulunurdu. Münzirî’nin bildirdiğine göre. Melik Kâmil, sünneti seniyyeye ve hadîs âlimlerine son derece saygı ve hürmet gösterirdi. Hadîs ilminin yayılmasına çalışırdı. Bu ilme duyduğu saygı sebebiyle, 621 (m. 1224) senesinde Kâmiliyye Hadîs Medresesini yaptırdı. Burasını hadîs-i şerîf ilmiyle meşgûl olanlar için vakfetti. Etrâfına, hocalar ve talebeler için evler inşâ ettirdi. Ayrıca bir kütüphâne de yaptırdı.
Münzirî, ilimde üstün bir dereceye ulaştığı zaman, asrındaki âlimler arasında hürmet ve saygı gördü. Elli yaşını geçmiş olduğu bir zamanda, Melik Kâmil tarafından “Dâr-ül-hadîs-il-Kâmiliyye” Medresesi’ne baş müderris (rektör) ta’yin edildi. Abdülazîm Münzirî, geri kalan ömrünü burada ilim öğretmekle geçirdi.
Abdülazîm Münzirî, bu medresede ilim öğretirken birçok kitap yazdı. “Et-Tekmiletü li vefeyât-in-nekaleti” burada yazdığı eserlerden biridir.
Abdülazîm Münzirî’nin söylediği bir beyit şöyledir:
Kendin için dünyâda sâlih amel işle,
insanların boş sözlerine önem verme.
Toplamak umulmaz onların kalblerini bir araya.
Eserleri: Abdülâzim Münzirî, târih ilmine vâkıf, esas i’tibâriyle hadîs ve fıkıh âlimi idi. Daha çok hadîs ve fıkıh alanında eserler yazdı. Yazdığı eserleri şöyle gruplandırılabilir:
Hadîs alanında yazdığı eserler: 1. Erbeûne hadîsen fil-ahkâm (El-Erbeûn el-Ahkâmiyye), 2. Erbeûne hadîsen fî istinâ-il-ma’rûf beyn-el-müslimîn ve kadâi Havâicihim, 3. Erbeûne hadîsen fî fadl-il-ilm vel-Kur’ân vez-zikr vel-kelâm vesselâm vel musâfeha, 4. Erbeûne hadîsen fî fadlı kadâ-il-havâic, 5. Erbeûne hadîsen fî hidâyet-il-insan li fadlı tâat-il-İmâmi vel-adli vel-ihsân. 6. Et-Tergîb vet-Terhîb: Âlimler bu eseri övdüler. İbn-i Hacer bu eseri özetledi, İbrâhim bin Mahmûd ed-Dımeşkî eser için ta’lik yazdı, İmâm-ı Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri. Mektûbât adlı eserinin birinci cild yüzkırkyedinci mektûbunun sonunda bu kitabı medhetti. Muhammed Hayât bin İbrâhim es-Sindî bu eseri şerh etti. Bu eser dört cild olup. Münzirî hazretleri, çeşitli fıkhî ve i’tikâdî konulardaki hadîs-i şerîfleri, bölümler altına yazmıştır. 7. Cüz-ül-Münzirî, 8. El-Cem’u beyn-es-Sahîhayn, 9. Zevâl-üz-Zama’fi zikri men İstegâse bi Resûlillah mineş-Şiddeti vel-Umyi. 10. Sahîh-ül-Münzirî. 11. Amel-ül-yevm vel-leyleti, 12. Kifâyet-ül-Müteabbid vet-Tuhfet-ül-Mütezehhid, 13. Mecâlisün fî savmi yevmi Aşure. 14. Muhtasâru Sünen-i Ebî Dâvûd (el-Müctebâ mines-Sünen). 15. Muhtasâru sünen-il-Hatîb-il-Bağdâdî, 16. Muhtasâru Sahîh-i Müslim, 17 El-Muvâfakat.
Fıkıh ilmine dâir yazdığı eserler: 1. El-Hılâfiyyât ve Mezheb-üs-Selef. 2. Şerh-üt-tenbîh li Ebî İshâk eş-Şîrâzî.
Târih ilmine dâir yazdığı eserler: 1. El-A’lâm bi Ahbâri Şeyh-il-Buhârî Muhammed bin selâm, 2. Târîhu men dehal-el-Mısr, 3. Tercümetü Ebî Bekr et-Tartûşî, 4. Et-Tekmiletü li vefeyâtin nekaleti, 5. El-Mu’cem-ül-mütercim.
Abdülazîm Münzirî’nin. “Et-Tergîb vet-Terhîb” adlı eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allah da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allah onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını, kusurunu örterse, Allah, kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter.”
“Bir kimse din kardeşinin yardımcısı oldukça, Allah da onun yardımcısı olur.”
“Allah, ba’zı kullarını başkalarının ihtiyâçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyâcı olanlar, bunlara başvurur. Bunlar için âhıretde azâb korkusu olmayacaktır.”
“Allah, ba’zı kullarına dünyâda çok ni’met vermiştir. Bunları kullarına fâideli olmak için yaratmıştır. Bu ni’metleri Allâhın kullarına dağıtırlarsa, ni’metleri azalmaz. Bu ni’metleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah, ni’metlerîni bunlardan alır, başkalarına verir.”
“Bir kimsenin, din kardeşinin bir ihtiyâcını karşılaması, on sene i’tikâf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızâsı için bir gün i’tikâf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pekçok uzaklaştırır.” (Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir câmide kapanarak ibâdet etmeğe i’tikâf yapmak denir).
“Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerce melek o kimse için duâ eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyâmette ni’metler verilir.”
“Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse, her adımında birçok günahı affedilir ve yetmiş sevâb verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesabsız Cennete girer.”
“Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için hükümet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyâmet günü sırat köprüsünden herkesin ayakları kaydığı zaman, onun süratle geçmesi için Allah yardım eder.”
“Allahü teâlânın, farzlardan sonra ençok sevdiği iş, bir mü’mini sevindirmektir.”
“Bir kimse, bir mü’mine bir iyilik yapınca, Allah bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerin sevâbları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neş’elenir. Sen kimsin? der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neş’eyim. Allah beni, bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi der.”
Resûlullahtan (s.a.v.): “Cennete girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir?” diye sorulduğunda, “Allahtan korkmak ve iyi huylu olmaktır” buyurdu. “Cehenneme girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir?” denildikde. “Dünyâ ni’metlerinden ayrılınca üzülmek, bu ni’metlere kavuşunca sevinmek, azgınlık yapmaktır” buyurdu.
“Îmânı en kuvvetli olanınız, ahlâkı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır.”
“İnsan, güzel huy sebebiyle Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. (Nafile) ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler.”
“İbâdetlerin en kolayı ve en hafifi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!”
Bir kimse, Resûlullaha (s.a.v.); “İşlerin en iyisi hangisidir?” diye sorunca, “Güzel huylu olmaktır” buyurdu. O kimse kalkıp biraz sonra sağ tarafından gelip, aynı soruyu sordu. Yine. “İyi huylu olmaktır” buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, “Allahın en sevdiği iş nedir?” diye sorunca, yine; “İyi huylu olmaktır” buyurdu. Sonra tekrar arkadan gelerek; “En iyi, en kıymetli iş nedir?” dedi. Hazreti Peygamber, ona karşı dönüp; “İyi huylu olmak ne demektir anlıyamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış!” buyurdu.
“Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa bile yalan söylemiyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum, iyi huylu olanın, Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!”
“Allahü teâlâ buyuruyor ki; Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım. (Ya’nî, bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emr ve yasaklarına tâbi olanlardan râzı olurum. Onları severim.) Bu dînde olmak, ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu, her gün bu ikisi ile belli ediniz!”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder.”
“Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert ve öfkeli olanlara yardım etmez.”
“Cehenneme girmesi haram olan veya Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmayanların hepsi!”
“Yavaş ve yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır.”
“İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur.”
“Kızdığı zaman öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi, Allahü teâlâ sever.”
“Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramıyan, sormıyan ahbabını, akrabasını gözetsin.”
“Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir.”
“Selâm verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştukları sevâblar verilir.”
“Din kardeşlerine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokakları; taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.”
“Cennette öyle köşkler vardır ki, içinde bulunan kimse, her dilediği yeri görür ve dilediği her yere kendini gösterir.” Ebû Mâlik-il-Eş’ arî: “Böyle köşkler kimlere verilecektir?” deyince. “Tatlı sözlü, eli açık ve herkesin uyuduğu zaman, Allahü teâlânın kudretini, büyüklüğünü düşünen ve O’na yalvaranlara verilecektir” buyurdu.
“Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir:
1. Ramazan’ın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azâb etmez.
2. İftar zamanında oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya her kokudan daha güzel gelir.
3. Melekler, Ramazan’ın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder.
4. Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazân-ı şerîfte Cennette yer ta’yin eder.
5. Ramazân-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü’minlerin hepsini affeder.”
“Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, gök kapıları açılır. Hiç bir kapı kapalı kalmaz. Ramazân-ı şerîfin son gecesine kadar böyle kalır. Ramazân-ı şerîfin her gecesinde teravih kılana, Allahü teâlâ, her secdesi için binbeşyüz sevâb yazar. Onun için Cennette kırmızı yakuttan bir ev yaptırılır. Bu evin altmış bin kapısı olur. Her kapının yakutla süslü altın köşkü olur. Mü’min bir kimse, Ramazân-ı şerîfin ilk günü oruç tutarsa, bütün günahları mağfiret olur. Ramazân-ı şerîfin her gününün orucunun üstünlüğü, sevâbı böyledir. Her gün, onun için yetmiş bin melek, sabah namazından akşam güneş batıncaya kadar af ve mağfiret isterler. Bu ayın gece ve gündüzündeki herbir secde için, Cennette bir ağaç dikilir. O kadar büyüktür ki, bir atlı, bu ağacın gölgesinin bir başından bir başına beşyüz senede ulaşır.”
“Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, Allahü teâlâ kullarına rahmet nazarı ile nazar eder. Allahü teâlâ rahmet nazarı ile baktığı kuluna, asla azâb etmez. Bu ayın her bir gününde, Hak teâlâ, bir milyon âsîyi Cehennem ateşinden azâd eder. Ramazân-ı şerîfin yirmidokuzuncu gecesi olunca, bütün bir ay boyunca mağfiret ve azâd olunan kadar daha, mağfiret ve azâd olunur. Fıtr bayramı gecesi olunca, melekler yerlerinde duramaz olurlar. Allahü teâlâ, hiçbir kimsenin vasfedemeyeceği şekilde nûru ile tecellî eder. Bayram sabahı müslümanlar namaz için câmilere toplanınca, Allahü teâlâ meleklere; “Ey melekler, işini bitirenin karşılığı nedir?” diye sorar. Melekler; “Ücretini tam vermektir” derler. Allahü teâlâ, “Ey meleklerim şâhid olun! Ben ki, Allahım, onları mağfiret ettim” buyurur.
“Cennet, seneden seneye Ramazân-ı şerîfin gelmesi için süslenir. Ramazan’ın ilk gecesi olunca, Arş’ın altından, Mesire isminde bir rüzgâr eser. Cennet ağaçlarının yapraklarını birbirine vurur. Cennet kapısının halkalarını sallar. Bunlardan hiç kimsenin, hiçbir zaman duymadığı çok güzel sesler duyulur. Cennet hûrîleri köşklere çıkarlar. Burçlar arasında dururlar. Sonra; “Allahü teâlâdan bizi istiyecek kimse yok mudur?” derler. Sonra hûrîler; “Ey Rıdvan, bu hangi gecedir?” derler. Rıdvan; “Bu gece, Ramazân-ı şerîfin ilk gecesidir ki, Allahü teâlâ Muhammed (aleyhisselâmın) ümmetinden oruç tutanlar için Cennet kapılarını bu gece açar” der. Allahü teâlâ; “Ey Rıdvan, Cennet kapılarını aç! Ey Mâlik, Cehennem kapılarını Muhammed (aleyhisselâmın) ümmetinden oruç tutanlara kapa! Ey Cebrâil, yer yüzüne in! Şeytanları bağla, zincire vur. Onları denizlere at. Habîbimin ümmetinin oruçlarını bozmasınlar” buyurur. Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîf ayının her gecesinde, bir münâdiye şöyle nidâ etmesini söyler: “Bir şey isteyen yok mu? İsteğini vereyim. Hiç tövbe eden yok mu? Tövbesini kabûl edeyim. Mağfiret isteyen yok mu? Mağfiret edeyim.”
Resûl-i ekrem (s.a.v.), sözlerine devam ederek şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin her gününde, Cehenneme gitmesi gereken birmilyon kişiyi azâd eder. Ramazân-ı şerîfin son günü olunca, hepsinin toplamı kadarını mağfiret eder. Kadir gecesi olunca, Allahü teâlâ, Cebrâil’e, melekler topluluğu ile, yanlarında yeşil bir sancakla yeryüzüne inmelerini emr eder. Sancağı Kâ’be-i muazzamanın üzerine dikerler. Cebrâil’in bin kanadı vardır. Bunlardan ikisini yalnız Kadir gecesi açar. Bunları açınca, doğudan batıya bütün dünyâyı kuşatır. Cebrâil, meleklere; bu gece, her ayakta durana, oturana, namaz kılana sabaha kadar selâm vermelerini, onlarla müsâfeha etmelerini, yaptıkları duâlara âmin demelerini buyurur. Fecir doğunca, Cebrâil; ey melekler topluluğu, haydi gidelim der. Melekler; “Ey Cebrâil! Allahü teâlâ, Muhammed’in müslüman ümmetinin işleri hakkında ne hüküm eyledi?” diye sorarlar. O da; “Allahü teâlâ, bu gece onlara nazar eyledi ve bütün günahlarını affeyledi. Yalnız dört sınıfı affetmedi” der. Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah (s.a.v.) bu dört sınıf kimlerdir?” diye sorduklarında; “İçki içmeye devam edenler, babasına-annesine karşı gelenler, sıla-i Rahmi terk edenler ve mü’min olmaktan ümidini kesenlerdir” buyurup, şöyle devam etti: “Sonra Fıtır bayramı gecesi olur. Buna mükâfat gecesi ismi verilir. Bayram sabahı olunca, Allahü teâlâ, meleklere, müslümanların bulundukları şehirlere inmelerini ve köşe başlarında durmalarını emreder. Sonra insanlar ve cinlerden başka bütün mahlûkatın duyabileceği bir sesle bir münâdî; “Ey Muhammed ümmeti! Çok ihsân eden ve büyük günahları bağışlayan Rabbimizin huzûruna çıkınız” diye seslenir. Bayram namazı için müslümanlar câmiye geldiklerinde, Allahü teâlâ; “Ey melekler, verilen işi tamamen yapan işçinin karşılığı nedir?” buyurur. Onlar da; “Ey Allahımız, ey Rabbimiz, onların karşılığı, mükâfatı, ücretlerini tam vermektir” derler. Allahü teâlâ da; “Ey meleklerim, ben ki Allahım, sizi şâhid tutuyorum. Şâhid olun ki, Ramazân-ı şerîfteki oruç ve namazlarına ücret olarak, kendi rızâmı ve mağfiretimi verdim” buyurur. Sonra Allahü teâlâ; “Ey benim kullarım! Bugün benden isteyiniz. İzzet ve celâlimin hakkı için, bugün benden bütün ömrünüzde âhıretiniz için istediğiniz şeyi vereyim. Dünyâ için istediğinizi de vereyim. İzzetime yemîn ederim ki, günahlarınızı örterim. Benden ümid ettiğiniz müddetçe, günahlarınızın önüne, onları örten perde çekerîm. Yine izzetime yemîn ederim ki, sizi hak sahibleri ve idâreciler önünde rezîl rüsvâ etmem. Siz beni râzı ettiniz, ben de sizden râzı olduğum hâlde, bağışlanmış olarak dönünüz” buyurur. Buna melekler çok sevinirler. Allahü teâlânın, bu ümmete Ramazân-ı şerîfin bitiminde verdiği ihsânları birbirlerine müjdelerler.”
“Allahü teâlâ, bu ümmete, fakir ve zayıfların duâları, namazları ve samimiyetleri sebebiyle yardım eder.”
“Kıyâmet gününde, dünyâda işlenen ameller ortaya konur ve bunun içerisinden kâinatın yaratıcısı ve sahibi Allahü teâlânın rızâsı için yapılan amelleri ayırın, denir. Bu emir üzerine Allah rızâsı için yapılanlar ayrılır. Geri kalanlar da Cehennem ateşine atılır.”
“Bir kimse, kırk gün Allah rızâsı için ihlâs ile amel ederse, hikmet menbaaları, kalbinden diline fışkırır.” (Hep güzel ve hikmetli sözler söyler.)
“Bir kimse, iyi bir amel yapmak ister, fakat yapamazsa, bir sevâb yazılır. Bir kimse, iyi bir amel yapmak isteyip, o ameli yaparsa, ona yaptığının on mislinden yediyüz katına kadar sevâb yazılır. Şayet bir kimse, kötü bir iş yapmak ister, fakat yapmazsa, ona günah yazılmaz. Eğer yaparsa, işlediği kadar günah yazılır.”
“Bir kimse, âhıret amelini gösteriş için yapar ve bu amelinden âhıreti kazanmak gayesi gütmez ise, o kimseye, yerde ve göklerde la’net okunur.”
“Bir kimse, insanların gördüğü yerde namazı güzel kılıp, yalnızken namazı önemsemezse, Rabbini de önemsememiş olur.”
“Kıyâmet gününde insanlardan bir kısmına, Cennete girmeleri emr edilir. Bu kimseler Cennete yaklaşırlar. Kokusunu koklarlar. Cennetteki köşklere ve cenâb-ı Hakkın Cennetlikler için hazırlamış olduğu ni’metlere bakarlar. Bu sırada, “Onları oradan uzaklaştırın! Onların orada nasîbleri yoktur” diye nidâ olunur. Bunun üzerine onlar da, büyük bir üzüntü içerisinde oradan geri dönerler. Onlardan önce bu şekilde geri dönen olmamıştır. Onlar şöyle derler: “Rabbimiz! Keşke bize gösterdiğin mükâfatı ve dostların için Cennette hazırladıklarını göstermeden bizi Cehenneme atsaydın, bize daha kolay gelirdi.” Allahü teâlâ onlara; “Bunu size göstermeyi ben istedim. Siz, sizi kimse görmediği zamanlarda bana karşı isyan edip günahlar işlediniz. Hâlbuki, ben sizi görüyordum. İnsanlarla karşılaştığınızda, onlara Allahü teâlâdan korkup itaat ettiğinizi hissettiriyordunuz. İnsanlara gösteriş yapıyordunuz. Kalbiniz benden gâfil idi. İnsanlardan korktunuz da, benden korkmadınız. İnsanlara ta’zimde bulundunuz, beni yüceltmediniz. Kötülüğü benim için değil, insanlar için terk ettiniz. Bugün mükâfattan mahrûm edilmenizle birlikte, elem veren azâbı size tattırıyorum” buyurur.”
“Kur’ân-ı kerîm, şefaatçi ve şefaati kabûl edilen bir kitaptır. Kim ona uyarsa, onu Cennete götürür. Kim de onu terk eder, ondan yüz çevirirse, onu tepetakla Cehennem ateşine atar.”
“Benî-İsrâil yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişti. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.”
“İnsanı tehlikeye düşüren şeyler; benimsenen cimrilik, arkasından gidilen nefsânî arzular ve kişinin kendisini beğenmesidir.”
“İlim öğrenirken ölen kimse, o kadar yükselmiş olarak Allahü teâlâya kavuşur ki, kendi ile peygamber arasında sâdece peygamberlik derecesi kalır.”
“Yalnız iki kişiye gıbta edilebilir: Biri; Allahü teâlânın mal verdiği ve hak yolda harcamaya muvaffak kıldığı kimse, diğeri ise; Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlama gücü verip de, onunla amel eden ve bunları başkalarına da öğreten kimsedir.”
“Kişinin kendisinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı şu üç şeydir: İlki; kendisine duâ eden sâlih çocuk, ikincisi; sevâbı kendisine ulaşan sadaka. Üçüncüsü; ölümünden sonra amel edilen ilmî eserler ve talebeleri.”
“Büyüğe saygı göstermeyen, küçüğe şefkat etmeyen ve iyiliği emredip, kötülükten sakındırmayan bizden değildir.”
“Kim Allahü teâlânın rızâsından başka bir gaye ile ilim öğrenirse veya ilmini dünyâ menfaatine âlet ederse, Cehennemde yerini hazırlasın.”
“Bir kimse ilmini gizler, kimseye öğretmezse, kıyâmet gününde Allahü teâlâ ona ateşten bir gem vurur.”
“Kıyâmet gününde insanların en şiddetli azâba uğrayacak olanı, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”
“Misvak kullanınız. Zîrâ misvak, ağzı temizleyen ve Rabbin rızâsını kazandıran bir âlettir.”
“İnsanlar, ezan okumanın ve (cemâatle namaz kılarken) ilk safta bulunmanın ne kadar sevâb olduğunu bilseler, bunun için birbirleriyle mücâdele etseler, sonra kur’a çekmekten başka çâre bulmasalar, kur’a çekerlerdi. Namazı ilk vaktinde kılmanın ne kadar sevâb olduğunu bilselerdi, ona koşarlardı. Sabah ve yatsı namazını cemâatle kılmanın ne kadar sevâb olduğunu bilselerdi, dizleri üstünde emekliyerek de olsa gelir, cemâatle” kılarlardı.”
“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, bir kimse bir câmi yaparsa, Allah o kimse için Cennette bir köşk yapar.”
“Mü’min bir kula, ölümünden sonra sevâbı ulaşacak iyi amellerden ba’zıları şunlardır: Öğrettiği ve yaydığı ilim, geride bıraktığı sâlih bir evlât, vârislere bıraktığı Kur’ân-ı kerîm, yaptığı câmi, yolcular için yaptırdığı misâfirhâne, açtırdığı kanal veya sağlığında malından verdiği sadaka, işte bütün bunların sevâbı kendisine ulaşır.”
“Bana ümmetimin aldığı sevâblar, hattâ câmiden temizledikleri çerçöpün sevâbı bile gösterildi. Ümmetimin günahları da gösterildi. Kur’ân-ı kerîmden bir sûre veya bir âyet öğrenip, sonra okumayı unutan kişinin günâhından daha büyük bir günâh görmedim.”
“Kim yatsı namazını cemâatle kılarsa, bir gecenin yarısını ibâdetle geçirmiş gibi olur. Kim de sabah namazını cemâatle kılarsa, gecenin tamâmını ibâdetle geçirmiş gibi olur.”
“Kim sabah namazını kılar, sonra dünyâ işlerine âit boş bir söz söylemeden dört rek’at kuşluk namazı kılıncaya kadar Allahü teâlâyı zikrederse, annesinden doğduğu gibi günahsız ve tertemiz olur.”
“Saflarınızı düzgün tutun. Omuzlarınızı aynı hizaya getirin. Namazda, yanınızdakine yumuşak davranın, onları incitmeyin. Aradaki boşlukları doldurun. Zîrâ şeytan, tıpkı koyunun küçük kuzusu gibi, aranızdaki boşluklarda dolaşır. Şeytana, girebileceği boşluklar bırakmayın. Kim safları sık tutarsa, Allah ondan râzı olur. Kim de saflarda boşluk bırakırsa, Allah ona gazâb eder.”
“Biriniz İmâmdan önce, rükû’ ve secdelerden başını kaldırdığı zaman, Allahü teâlânın onun başını merkep başına veya şeklini merkep şekline çevirmesinden korkmuyor mu?”
“Parça parça parçalansan, ateşte yakılsan bile, Allahü teâlâya hiçbir şeyi şerik yapma. Farz namazları terk etme. Farz namazları bile bile terk eden müslümanlıktan çıkar. Şarap içme. Şarap, bütün kötülüklerin anahtarıdır.”
“Yatağa girip Kur’ân-ı kerîmden bir sûre okuyan her müslümana, Allahü teâlâ mutlaka, onun için bir melek ta’yin eder ve o melek, tâ uykusundan uyanıncaya kadar onu rahatsız edecek birşeyi ona yaklaştırmaz.”
“Cum’a namazı kılmayanların kalblerini, Allahü teâlâ mühürler, gâfil olurlar.”
“Kim namazı hakkıyla kılar, zekât verir, Kâ’beyi ziyâret eder, Ramazan orucunu tutar, misâfire ikram ederse, Cennete girer.”
“Bir kul, komşusu zararından emîn olmadıkça kâmil mü’min olamaz. Kim Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanıyorsa, müsâfirine ikram etsin. Kim Allahü teâlâya inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sussun. Allah, yumuşak huylu, tok gözlü zengini sever. Çirkin konuşan, günah işleyen ve ısrarla dilenen kişiyi sevmez.”
“Kim, darda kalmış kimseye kolaylık gösterirse, Allahü teâlâ da ona, dünyâ ve âhırette kolaylık gösterir.”
Resûlullah (s.a.v.), Şa’bân ayının son günü hutbede buyurdu ki: “Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (Kadr gecesi) bin aydan daha fâidelidir. Allahü teâlâ bu ayda, her gün oruç tutulmasını emr etti. Bu ayda geceleri teravih namazı kılmak sünnettir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay sabır ayıdır. Sabr edenin gideceği yer Cennettir. Bu ay iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü’minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden azâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir.” Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftar ettirecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz” dediler. Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açana da, biraz süt ikram edene de bu sevâb verilecektir. Bu ay öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden azâd olmaktır. Bu ayda işçinin me’mûrun, askerin ve talebenin vazîfesini hafifleten patronları, âmirleri, kumandanları ve hocaları Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar; Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfar etmektir, İkisini de zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Diğerleri de; Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden O’na sığınmaktır. Bu ayda bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmıyacaktır.”
“Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günahları affolur.
Birgün Resûl-i ekrem (s.a.v.) Muâz bin Cebel’e (r.a.); “Yâ Muâz! Sana bir şey anlatacağım, bunu muhafaza edersen faydası olur. Şayet onu zayi eder hafızanda tutmaz isen, kıyâmet gününde Allahü teâlânın katında bir huccetin olmaktan çıkar. Yâ Muâz! Allahü teâlâ, semâları ve yeri yaratmadan önce, yedi tane melek yarattı. Sonra gökleri yarattı. Bu semâlardan herbirine birer kapıcı melek ta’yin etti. Onların herbirini azametle bürüdü. Her melek, semânın büyüklüğünü dile getirir. Hafaza melekleri de kulun sabahtan akşama kadar yaptığı amelleri semâya çıkarırlar. Bu amelin, güneş ışığı gibi nûru vardır. Dünyâ semâsına o ameli çıkarınca, onu söyleyerek çoğaltır. Dünyâ semâsındaki melek, hafaza meleklerine der ki: Bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Ben, gıybet için ta’yin edilmiş bir meleğim. Rabbim bana, inananların gıybetini eden bir kişinin amelinin benden yukarıya geçmesine müsâade etmememi emretti.
Sonra hafaza melekleri, o kulun amellerinden sâlih olanını getirir ve onu dünyâ semâsından geçirir. O ameli tezkiye eder ve zikretmek sûretiyle çoğaltırlar. Böylece o ameli ikinci kat semâya çıkarırlar, ikinci kat semâda vazîfeli melek, hafaza meleklerine:
“Durun, bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Çünkü o, yaptığı bu amelle dünyâ malını elde etmek istedi. Rabbim bana, böyle kimselerin amelinin benden yukarıya geçmesine müsâade etmememi emretti. Zîrâ bu kimse, insanların arasında, onlara karşı büyükleniyordu” der. Hafaza melekleri bu sefer kulun, zekât, oruç ve namaz gibi nûr saçan amellerini semâya çıkarırlar. Bu amellerin güzelliği karşısında melekler şaşkına dönerek, hafaza meleklerinin üçüncü semâya çıkmalarına izin verirler. Üçüncü semâda vazîfeli melek, hafaza meleklerine; “Durun! Bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Ben, kibir meleğiyim. Rabbim bana, bu kimsenin amelini benden başkasına geçirmememi emretti. Çünkü bu kişi, insanların arasında, onlara karşı büyükleniyordu” der. Bu sefer hafaza melekleri, kulun parlak bir yıldızın saçtığı ışık gibi, ışık saçan, amelini semâya çıkarırlar. Bu amel, tesbih, namaz, hac ve umre gibi ameller olup, gök gürültüsüne benzer gürültüleri vardır. Bu ameli dördüncü kat semâya götüren hafaza meleklerini, semâ vazîfelisi melek karşılayarak; “Durun ve bu ameli sahibinin yüzüne vurun. Sırtına ve karnına da vurun. Ben, kendini beğenme meleğiyim. Rabbim bana, bu kimsenin amelinin benden başkasına geçmesine izin vermememi emir buyurdu. Zira bu kişi amel yaptığında, ameline ucûb karıştırırdı” der.
Hafaza melekleri, kulun diğer amellerini beşinci kat semâya çıkarırlar. Sanki bu amel, süslenmiş bir gelin gibidir. Bu semâda vazîfeli melek, hafaza meleklerine; “Durun, o ameli sahibinin yüzüne vurun ve omuzuna yükleyin. Ben, hasede bakan meleğim. Zîrâ bu kimse, ilim öğrenen ve kendisi gibi amel işleyen kimseleri çekemez, hased ederdi. Hattâ kendinden fazla ibâdet yapan herkese hased eder ve onları ayıplayarak gıybette bulunurdu. Rabbim bana, bunun amelinin benden başkasına geçmesine engel olmamı emretti” der. Hafaza melekleri, kulun namaz, zekât, hac, umre ve oruç amellerini semâya çıkarır ve onları altıncı kat semâya geçirirler. Bu semâda vazîfeli melek, hafaza meleklerine; “Durun, bu kişinin amelini yüzüne vurun. Zîrâ bu kimse, başına bir belâ gelmiş Allahü teâlânın hiçbir kuluna acımaz, özellikle onun bu hâline sevinirdi. Ben, rahmet meleğiyim. Rabbim bana, bu kimsenin amelinin benden daha yukarıya geçmesine engel olmamı emr buyurdu” der. Hafaza melekleri, bu defa kulun oruç, namaz, zekât, mücâhede ve takvâ gibi amellerini yedinci kat semâya çıkarırlar.
Onlara, yedinci kat semâda vazîfeli olan melek; “Durun, bu kişinin amelini yüzüne ve diğer a’zâlarına vurun. Kalbine de kilit vurun. Ben, Rabbimin rızâsını kazanmak gayesiyle yapılmayan bütün amellerden dolayı Rabbimden utanıyorum. Bu kişi, yaptığı amelle Allahü teâlâdan başkasını memnun etmeği gaye edinmişti. O, hukukçuların katında yükselmeyi, âlimler tarafından övülmeyi, ülkelerde sesinin duyulmasını istemişti. Rabbim bana, bu kimsenin amelinin benden daha yukarıya çıkmasına engel olmamı emretti. Allahü teâlânın rızâsı için, içten gelerek yapılmayan her amel, gösteriş için yapılmış ameldir. Allahü teâlâ ise, gösteriş yapanların amelini kabûl etmez” der.
Hafaza melekleri, kulun namaz, zekât, oruç, hac, umre, güzel ahlâk, sükût ve Allahü teâlâyı zikretmek gibi amellerini çıkarırlar ve onu semâların melekleri, bütün perdeleri açarak Allahü teâlâya ulaştırırlar. Allahü teâlânın huzûrunda durarak, o amellerin Allah rızâsı için içten gelerek yapılmış bir amel olduğuna şâhidlik ederler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara; “Siz, kulumun amellerini muhafaza ettiniz. Bense onun kalbini gözledim. O amelleri yaparken, benim rızâmı gözetmedi. Başka şeyleri kasdetti. La’netim onun üzerine olsun” buyurur. Bütün melekler de; “Senin ve bizim la’netimiz o kimsenin üzerine olsun” derler. Bütün semâlar da; “Allahü teâlânın la’neti, bizim la’netimiz, yedi kat göklerin la’neti ve bu göklerin içindekilerin la’neti onun üzerine olsun” derler” buyurunca, Muâz bin Cebel (r.a.); “Yâ Resûlallah! Sen Allahın Resûlüsün, ben ise Muâz’ım, hâlim nice olur?” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Amelinde bir kusur varsa, bana uyarak sâlih amel işle, yâ Muâz! Kur’ân hafızları olan kardeşlerinin aleyhinde konuşmaktan dilini muhafaza et. Onları kötülemek sûretiyle kendini temize çıkarma. Kendini onlardan üstün sayma. Dünyâ amelini, âhıret ameline karıştırma. Bir kişinin yanında, diğer biriyle gizli konuşma. Halka kibirli davranma ki, kıyâmet gününde Cehenmem ateşinin içerisinde Naşitat seni parçalamasın. Naşitat nedir sen biliyor musun yâ Muâz?” Muâz (r.a.); “Anam babam sana feda olsun, onlar nedir yâ Resûlallah?” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Onlar, Cehennemde (Cehennemliklerin) etlerini ve kemiklerini ısırıp, yiyen Cehennem köpekleridir” buyurunca, Muâz (r.a.) “Anam babam sana feda olsun. Bu tehlikeli mücâdeleye kim dayanabilir ve bundan kim kurtulur?” dedi. Server-i âlem (s.a.v.); “Yâ Muâz! Bu, Allahü teâlânın kolaylaştırdığı kimselere kolay olur” buyurdu.
“Altı kişiye ben la’net ederim. Allahü teâlâ la’net eder ve duâları kabûl edilen bütün peygamberler la’net ederler. Bunlar; Allahü teâlânın kitabına, olmayan şeyleri ekleyen, Allahü teâlânın takdîrine inanmayan, Allahü teâlânın azîz kıldığını zelîl, zelîl kıldığını azîz kılmak için ümmetimi korkutarak, onların üzerine musallat olan, Allahü teâlânın haram kıldıklarını helâl sayan ve sünneti terkedenlerdir.”
“Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, ilim öğrenmek maksadıyla yola çıkan bir kimseye, Allahü teâlâ Cennete giden bir kapıyı açar. Melekler, onun için kanatlarını yayarlar. Ona gökteki melekler ve denizdeki balıklar duâ ederler. Âlimin, âbide üstünlüğü, gökteki dolunayın en küçük yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak altın ve gümüş para bırakmazlar. Fakat ilim bırakırlar. Böyle olunca, ilmi olan, bu mirastan hissesini almış olur. Bir âlimin ölümü, telâfi edilmeyen bir felâket, kapatılamayan bir gediktir. O, batan bir yıldız gibidir. Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden daha ehvendir.”
Birgün Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kıyâmet gününde secde etmeye izin verilecek ilk kişi benim. Başımı kaldırıp, önüne, arkasına ve sağına, soluna bakarak diğer ümmetlerin içerisinde ümmetimi tanıyacak olan ilk kişi de benim” buyurunca, orada bulunan bir zât; “Nûh peygamberden beri gelen birçok insanlar arasında ümmetini nasıl tanıyacaksın yâ Resûlallah?” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Benim ümmetimin, aldıkları abdestlerin nişanı olarak, yüzleri ve azaları bembeyaz olur. Bu hâl, başka hiçbir ümmette bulunmaz. Onları tanırım. Çünkü kitapları sağ taraflarından verilir.” buyurdu.
“Kul, abdest alırken ağzına su verdiği zaman, ağzından günahları çıkar. Burnuna su verdiğinde, günâhları burnundan çıkar. Yüzünü yıkadığı zaman, göz kapaklarının altına kadar, yüzündeki bütün günahları çıkar. Ellerini yıkadığı zaman el tırnaklarının altına varıncaya kadar ellerindeki bütün günahlar çıkar. Başını mesh ettiği zaman kulakları da dâhil, başından bütün günahları çıkar. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayak tırnaklarının altı dahil, ayaklarındaki bütün günahları çıkar, sonra onun câmiye gidiş ve orada kılmış olduğu namazın sevâbı ayrıca kendisine verilir.
“Şunları yapıncaya kadar hiçbirinizin namazı tam olmaz: Allahü teâlânın emrettiği şekilde eksiksiz abdest alır, yüzünü ve kollarını dirsekleriyle birlikte yıkar, başını mesh eder ve topuklarıyla birlikte ayaklarını yıkar, sonra sırasıyla “Allahü ekber” der. Allahü teâlâya hamd ve ta’zimde bulunur (Sübhâneke duâsını ve Fâtiha’yı) ve Allahü teâlânın müsâade ettiği ve kolayına gelen Kur’ân-ı kerîmin bir yerinden okur. Tekbîr alır ve rükû’a gider, ellerini diz kapaklarına koyar. Öyle ki, kendisini salarak hareketsiz olur. “Semi’allahü limen hamideh” diyerek iyice doğrulduktan sonra, tekbîr alarak secdeye varır. Alnını yere koyar. Secdede kendisini tamamen bırakır ve sakin olur. Tekrar tekbîr alır ve secdeden başını kaldırır, rahatça oturarak belini doğrultur. Böyle yapmadıkça hiçbirinizin namazı tam olmaz.”
Semure bin Cündeb (r.a.) şöyle rivâyet eder: Resûl-i ekrem (s.a.v.) sabahları Eshâb-ı Kirâma ekseriya; “Sizden biri bu gece bir rü’yâ gördü mü?” diye sorardı. Eshâb-ı Kirâm. Allahü teâlânın anlatılmasını dilediği kadar rü’yâ anlatırlardı. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), bir sabah bize rü’yâsını şöyle anlattı: “Bu gece rü’yâmda, bana iki melek geldi. Beni götürmek istediler. Bana “Yürü” dediler. Bende onlarla yürüdüm. Arkasına yaslanmış bir kişinin yanına geldik. Diğer bir kişinin bir kaya ile başında durduğunu ve taşı onun başına vurduğunu, başını yardığını, taş yuvarlandığını, diğer kişi taşı alıp daha geri dönmeden oturan kişinin başının eski hâlini aldığını, sonra diğer kişinin yanına geldiğini, ona yaptığı işkenceyi tekrarladığını gördüm. “Sübhânallah bu ne?” dedim. Melekler bana; “Sen yürü” dediler. Yürümeye devam ederek, sırt üstü yatmış bir kişinin yanına geldik. Başka bir kimsenin, uçları çengelli bir demirle onun başında durduğunu ve yüzünün bir tarafından ağzını, burnunu ve gözünü kafasına kadar yardığını, sonra öbür tarafa geçip aynı şekilde yaptığını, bir tarafı bitirmeden, öbür tarafın önceki normal hâlini aldığını, sonra dönüp normal hâle gelen tarafa aynı işkenceyi tekrarladığını gördüm. “Sübhânallah bu ne?” deyince, melekler bana; “Sen yürü, yürü” dediler. Yürüdük ve tandır gibi bir yere geldik. Orada çıplak erkekler ve kadınların olduğunu, altlarından gelen alevlerin her gelişinde çığlıklar attığını gördüm. Meleklere; “Bunlar kimlerdir?” diye sorduğumda; “Yürü, yürü” dediler. Yürüdük bir ırmağın kenarına geldik. Bir de gördüm ki bir kişi ırmakta yüzüyor. Bir diğer kişi de ırmağın kenarında yanına birçok taşlar toplamış beklemektedir. Yüzen kişi yüzebildiği kadar yüzüyor, sonra nehrin kenarındaki kişinin yanına geliyor ağzını açıyor. Kıyıda duran da, ağzına bir taş koyarak yutturuyordu. Bunun üzerine yüzen tekrar yüzmeye başlıyor. Sonra dönüp geliyor. Her geldikçe ağzını açıyor, kıyıdaki de ağzına bir taş atıyor. Bu işkence böyle devam ediyor. Meleklere; Bu iki kişi kim?” diye sorunca, yine; “Yürü, yürü” dediler. Yürüdük ve çirkin görünüşlü bir kişinin yanına geldik. Sanki o, gördüğüm en çirkin kimse idi. Bunun, yanındaki ateşi tutuşturduğu ve etrâfında dolaştığını gördüm. “Bu kim?” dediğimde, melekler bana; “Yürü, yürü” dediler. Yürüyerek uzun bitkileri olan bir bahçeye geldik. Bahçede ilkbaharın bütün çiçeklerinden vardı. Bahçenin ortasında uzun boylu bir adam vardı. O kadar uzun boylu idi ki, nerdeyse göğe uzanan başını göremiyecektim. O sırada kişinin etrâfında, çok sayıda çocuğun olduğunu farkettim. Meleklere; “Bu kim?” diye sorunca, melekler yine; “Yürü, yürü” dediler. Yürüyerek büyük bir ağaçlığın yanına geldik. Asla bundan daha büyük ve daha güzel bir yeşillik görmemiştim. Melekler bana; “Bu ağaçlığa tırman” deyince, altın ve gümüş kerpiçlerle yapılmış bir şehre kadar tırmandık ve şehrin kapısına geldik, açmalarını istedik. Kapı açıldı, girdik. Bizi, vücûtlarının yarısı, gördüklerimin en güzeline, diğer yarısı gördüklerimin en çirkinine benzeyen kişiler, karşıladı. Melekler onlara; “Gidin şu ırmağa dalın” dediler. Suyu bembeyaz olan ve enlemesine akan bir ırmak gördüm. Onlar gidip o ırmağa girdiler. Sonra dönerek yanımıza geldiler. Artık çirkinlikleri kaybolmuş ve son derece güzelleşmişlerdi. Melekler bana; “Burası Adn Cenneti, şu senin konağın” dediler. Yükseklere baktığımda beyaz bulutlara benzer bir köşk gördüm. Meleklere; “Allahü teâlâ, iyiliğinizi versin! İzin verin de oraya gireyim” dedim. Onlar; “Hayır, şimdi olmaz! Fakat ileride gireceksin” dediler. Sonra onlara; “Bu gece şimdiye kadar şaşılacak şeyler gördüm. Bu gördüklerim neydi!” diye sorunca, onlar bana şöyle dediler: Sana bildirelim; ilk uğradığın başı taşla parçalanan kişi, Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip de onu unutan ve farz namazı kılmadan uyuyan kimsedir. (Böyle olanlara bu şekilde azâb edilecektir.)
İkinci rastladığın, ağzı, burnu ve gözü başına kadar yırtılan kimse ise, sabahleyin evinden çıkar, her tarafa ulaşacak yalanlar söylerdi. (Böyle yapanlara da bu şekilde azâb edilecektir.)
Tandıra benziyen binadaki çıplak kadın ve erkekler ise, zinâ yapan erkeklerle kadınlardır. Irmakta yüzerken ve taş yutturulurken rastladığın kişi ise, faiz yiyen kimsedir. Ateşin yanında çirkin görünüşlü devamlı ateşi tutuşturan ve etrâfında dolaşan kişiye gelince, o Cehennem zebanîsi melektir. Bahçedeki uzun kişi, İbrâhim aleyhisselâmdır. Etrâfındaki çocuklar, İslâm fıtratı üzere ölen bütün çocuklardır. Bir tarafı güzel, diğer tarafı çirkin olan kişiler ise, yaptıkları iyi amellere kötü amelleri karıştıranlardır. Allahü teâlâ, onları iyi amelleri sayesinde bağışladı.”
Kıyâmet günü, Allahü teâlâ yarattıklarını hesaba çeker. Her sınıf insan, orada toplanır. Hesap için ilk çağırılanlar; Kur’ân-ı kerîm okuyanlar, Allah için harpte ölenler ve dünyâda iken malı mülkü olup, zengin olanlardır. Allahü teâlânın huzûruna önce Kur’ân-ı kerîm okuyan getirilir. Allahü teâlâ ona; “Peygamberime gönderdiğim esaslar sana bildirilmedi mi?” diye sorar. O da; “Evet bildirildi, yâ Rabbî!” der. Allahü teâlâ yine sorar: “Peki sana bildirilenle, öğrendiğin ile ne yaptın?” O da; “Gece gündüz okudum” der. Allahü teâlâ; “Yalan söyledin” buyurur. Melekler de; “Evet yalan söyledin. Sen, hakkında başkası, “Ne güzel okuyor” desinler diye okudun. Nitekim sana böyle söylendi.” derler.
Daha sonra, harpte Allah yolunda ölen huzûra getirilir. Allahü teâlâ ona; “Niçin öldürüldün?” diye sorunca, “Senin yolunda harp ettim ve öldürüldüm” der. Allahü teâlâ; “Yalan söyledin” buyurur. Melekler de; “Yalan söyledin. Sen Allah için harp etmedin. “Ne cesur adam” desinler diye harp ettin. Herkes de sana böyle dedi” derler.
Allahü teâlâ, sonra huzûruna getirilen zengin olana; “Sana verdiğim zenginlikle ne yaptın?” buyurur. O da; “Sıla-i rahm yaptım ve o malla sadaka verdim, dağıttım” der. Allahü teâlâ; “Yalan söyledin” buyurur. Melekler der ki: “Yalan söyledin. Hakkında herkes, “Ne cömerd, ne iyilik sever adam” desinler diye bunları yaptın. Herkes de senin için böyle söyledi.” Sonra Resûl-i ekrem (s.a.v.) “Ey Ebû Hüreyre! Kıyâmet günü Allahü teâlânın Cehenneme atacağı bu üçüdür” buyurdu.
“Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir.”
“Şarap içmeğe devam eden bir müslüman öldüğü zaman, Allahü teâlâ onu puta tapan kâfir gibi cezalandırır.”
“Hiçbir gölgenin olmadığı günde, Allahü teâlâ, yedi sınıf kimseyi Arş’ın gölgesinde gölgelendirir: 1. Adâlet ile hükmeden devlet reîsleri ve vâliler. 2. İbâdet eden gençler. 3. Kalbi mescidlere bağlı olanlar (ya’nî namazı ve cemâati gözetenler). 4. Allah için birbirini seven iki mü’min. Bu sevgi ile biraraya gelip, ayrılırken de bu sevgi üzere olanlar. 5. Güzel bir kadın, çirkin bir iş için kendini çağırınca, Allahü teâlâdan korkup bunu yapamam, Allahtan korkarım diyenler. 6. Sadaka verirken gösteriş yapmayanlar. Şöyle ki, sağ eli ile verdiğini, sol eli bilmemelidir. 7. Allah deyip gözünden yaş akanlar.”
“Cennet, cömertlerin yeridir.”
“Cömert; Allaha yakın, insanlara yakın, Cennete yakın ve Cehennemden uzaktır. Cimri; Allahü teâlâdan, insanlardan ve Cennetten uzak, Cehenneme yakındır. Allah katında cömert bir câhil, cimri olan bir âlimden daha sevimlidir. En ağır hastalık, cimrilik hastalığıdır.”
“Haya îmândandır, îmânı olan Cennettedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir.”
“Kıyâmet günü mizanda en ağır gelen şey, Allah korkusu ile güzel ahlâktır.
“Mü’minlerin îmân yönünden en faziletlisi, en üstünü, ahlâkça en iyi olanıdır.”
“Bir insan az ibâdet etse de, güzel ahlâkı sayesinde yüksek dereceye kavuşur.”
“Bir müslüman, güzel ahlâk sayesinde, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibâdet eden kimselerin derecesine kavuşur.”
“Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli pehlivan, ancak öfke zamanında nefsine hâkim olan ve öfkesini yenen kimsedir.”
“Kızgın kimse ayakta ise otursun, kızgınlığı devam ederse yan yatsın.”
“Kızgınlık, şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gazâba gelince, öfkelenince abdest alınız.”
“Kalbinde zerre kadar kibir (küfür) bulunan kimse, Cennete giremez.”
“Gıybetten uzak olunuz, çünkü gıybet, zinâdan fenâdır. Zinânın tövbesi kabûl edilir ama, gıybet edilen helâl etmeyince, gıybet edenin tövbesi kabûl edilmez.”
“Mi’râc gecesi Cehennemi bana gösterdiler. Etleri parça parça edilip, ağızlarına konduğu bir takım insanları gördüm. Kendilerine, bu kokmuş etleri yiyin diyorlardı. Bunların kimler olduğunu suâl ettim. Cehennem meleklerinin reîsi Mâlik; bunlar gıybet edenlerdir, gıybet edenler, şeytanın dostlarıdır, dedi.”
“Kıyâmet günü, bir kimsenin amel defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyâda iken, şu ibâdetleri yapmıştım. Amel defterimde bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterlerinden silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı denir.”
“Bir kimse, dünyâda din kardeşinin hakkını korursa, Allahü teâlâ, bir melek göndererek onu Cehennem azâbından korur.”
“Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de, iyilikleri yok eder.”
“Koğuculuk yapan Cennete giremez”
“Peygamber efendimiz zamanında Alkame adında bir genç vardı. Hep tâat üzere olup, yaz-kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibâdet ederdi. Birgün hasta yatağında fenâlık geçirdi. Dili tutuldu. Resûlullaha haber verdiler. Hazreti Ali ve Ammâr bin Yâser hazretlerini Alkame’ye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılar ise de, dili dönmedi. Hazreti Ali efendimiz, Hazreti Bilâl-i Habeşî’yi Resûlullah efendimize gönderdi. Durumu bildirdi. Resûlullah efendimiz (s.a.v); “Alkame’nin anası, babası var mı?” buyurdu. Orada bulunanlar “Yaşlı bir annesi var” dediler. “Annesini buraya getirin” buyurdu. Annesini getirdiler. Ona, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır?” buyurdu. Annesi şöyle anlattı: “Yâ Resûlallah! Alkame çok iyidir. Zâhiddir (dünyâya düşkün değildir). Hep ibâdet, itaat üzeredir. Ama, ben ondan râzı değilim. Çünkü o, hanımının rızâsını, benim rızâmdan önde tutmaktadır.” Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de, dili açılsın” buyurdu. Annesi; “Ey Allahın Resûlü! O, benim hakkıma riâyet etmedi. Hakkımı helâl etmem” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Ey Bilâl! Eshâbımı topla. Etrâftan odun toplasınlar, Alkame’yi yakacağız. Çünkü annesi ondan râzı değildir” buyurdu. Annesi; “Yâ Resûlallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir?” Server-i âlem efendimiz (s.a.v.); “Cehennem ateşi, dünyâ ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan râzı olmadıkça, onun hiçbir itaati makbûl değildir” buyurdu. O zaman Alkame’nin annesi; “Yâ Resûlallah! Ben ondan râzı oldum. Hakkımı ona helâl ettim” dedi ve eve gitti. Eve vardığında Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefât etti. Cenâze namazını Resûl-i ekrem (s.a.v.) kıldırdı. Defn işleri bittikten sonra, Server-i âlem, Eshâb-ı Kirâma dönerek;
“Ey Eshâbım, ey Muhacir ve ey Ensâr! Hanımını annesinden üstün tutana, Allahü teâlâ ve melekler la’net ederler. Onun farz ve nafile ibâdetleri kabûl edilmez” buyurdu.”
“Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl değildir. Üç günden fazla bir kimseye dargın olduğu hâlde ölen kimse, Cehenneme gider.”
“Îmânı kâmil olan kimse, sevdiği kimseyi, ondan gördüğü menfaat için değil, sırf Allahü teâlânın rızâsı için sever. Gerçek îmân da budur.”
“Allahü teâlâ, kıyâmet gününde öyle insanlar haşreder ki, yüzleri nurlu olup, inciden yapılmış minberlere (koltuklara) oturacaklar. Bütün insanlar onlara imreneceklerdir. Onlar ne peygamberler, ne de şehidlerdir. Onlar, çeşitli uzak memleketlerden bir araya gelmiş, Allah için birbirini seven, bir arada Allahü teâlâyı zikreden kimselerdir.”
“İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Onlar; Allahü teâlâya şirk koşmak, sihirle uğraşmak, haksız yere Allahü teâlânın yasak ettiği cana kıymak, faiz yemek, haksız yere yetimin malını yemek, savaşta düşmandan kaçmak ve tertemiz namuslu mü’min kadınlara iftira etmektir.”
“Üç kişinin duâsı kabûl olur: Babanın çocuğuna yaptığı duâ, seferde olanın ve zulme uğrayanın duâsı.
“Batıda, genişliği yetmiş yıllık bir kapı vardır. Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, kullarının tövbe etmesi için o kapıyı açmıştır. Güneş batıdan doğuncaya kadar da kapatmayacaktır.”
“Kul günahlarından tövbe edince, Allahü teâlâ hafaza meleklerine, a’zalarına ve günah işlediği yerlere günahlarını unutturur, kıyâmet gününde Allahü teâlânın huzûruna çıkınca, günahlarına şâhidlik yapacak hiç kimse ve hiçbir şey olmaz.”
“Sizden önce yaşıyan insanlar arasında, doksandokuz kişiyi öldüren bir adam, yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu sorduğunda, falanca râhib derler. O da rahibe giderek; “Doksandokuz kişiyi öldürdüm. Günahlarıma tövbe etsem, kabûl olur mu?” diye sorunca, râhib; “Hayır” der. Bunun üzerine rahibi de öldürür, öldürdüklerinin sayısı yüz olur. Daha sonra yine “Yeryüzünde en büyük âlim kimdir?” diye sorunca, falanca, âlim derler. Onun da yanına giderek; “Yüz kişiyi öldürdüm. Tövbe etsem kabûl olur mu? diye sorunca, âlim; “Evet, kim tövbenle arana girebilir. Falanca şehre git. Orda Allahü teâlâya ibâdet eden insanlar var. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibâdet et. Bir daha da memleketine dönme. Çünkü orası hayırsız ve kötülerin yeridir” der. Bunu dinleyen günahkâr, iyi kimselerin bulunduğu şehre gitmek üzere yola çıkar. Yarı yola varınca, ölüm meleği (Azrail aleyhisselâm) canını almaya gelir. O sırada rahmet melekleri ve azap melekleri gelir, aralarında çekişirler. Rahmet melekleri; “Bu kişi kalbini Allahü teâlâya bağlıyarak günâhlarından tövbe etti” derler. Azap melekleri de; “Bu kişi hiç hayır işlemedi. Bütün işleri kötülüktür” derler. Bunun üzerine insan sûretinde bir melek; “Çıktığı şehirle gideceği, yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa oralı sayılır” der. Ölçerler, gideceği yeri daha yakın bulduklarında, rûhunu rahmet melekleri alır (Cennet bahçesine götürürler).”
“Yâ Muâz! Sana Allahü teâlâya âsî olmaktan sakınmayı, doğru sözlü olmayı, anlaşmalara bağlı kalarak aynen yerine getirmeyi, emâneti sahibine vermeyi, yetimlere acıyıp merhametli olmayı, komşu haklarını korumayı, öfkeyi gizleyip, kimseye surat asmamayı, tatlı dilli olmayı, selâm vermeyi, idârecilere ve âmirlere itaat ederek bağlı kalmayı, Kur’ân-ı kerîmin emirlerini yerine getirmeni, âhırete hazırlanmayı, âhırette hesaba çekilmekten korkarak kötülükten kaçmayı, hayâl perest olmamayı, güzel işler yapmayı tavsiye eder, müslüman kardeşine kötü lâf söylemeni, yalancıyı doğrulamanı, doğru konuşanları yalanlamanı, âdil idâreci ve âmirine âsî olmanı ve yeryüzünde fesad çıkarmanı yasaklarım. Yâ Muâz! Her ağacın ve taşın yanında (ya’nî her yerde) Allahü teâlâyı zikret. Her günah işledikçe tövbe et. Gizli işlediğin günahlara gizli olarak, açıkta işlediğin günahlara açık olarak tövbe ve istiğfar et.”
“Hergün güneş doğarken, Allahü teâlâ iki melek gönderir. Seslerini yeryüzünde bütün canlılar işitir, sâdece insanlar ve cinler işitmez. Şöyle seslenirler: “Ey insanlar! Rabbinizin ibâdet ve tâatına koşun, insana yeteri kadar ve ibâdetlerine engel olmayan az mal, ibâdetlerden oyalayan çok maldan hayırlıdır.” Hergün güneş batarken de, iki melek gönderilir. Onlar da şöyle seslenirler;
“Allahım! Malını hayırlı yerlere harcayan cömertlere, harcadığından fazlasını ver. Malını harcamayan cimrilerin de, mallarını helak et.
“Birbirinize iyilik ve hayırlı işleri tavsiye edin. Kötülüklerden ve zararlı şeylerden birbirinizi koruyun. Cimriliğin çoğaldığı, nefsî arzulara uyulduğu, âhıretin unutulup da hep dünyâ için çalışıldığı, herkesin kendi kendini beğendiği zamana ulaştığında, kendi kendinizi düzeltmeye, kötülüklerden kendinizi korumaya çalışın, insanları bırakın, onlara uymayın. İleride zor günler yaşayacaksınız. O zamanlarda kötülüklerden kaçınmak, elde ateş tutmak gibi zor olacak. O günlerde faydalı işler yapan, müslümanca yaşıyan, aynı işleri yapan sizden elli kişinin kazandığı ecir ve sevâbı kazanacak.”
“Dünyâ tatlı ve çekicidir. Kim helâlinden kazanırsa, Allahü teâlâ malına ve kazancına bereket verir. Nefsinin arzularına uyup, âhıretini ihmâl eden birçok kimseler için, kıyâmet gününde ateşten başka birşey yoktur.”
“Kim kalbini tamamen dünyâ sevgisine kaptırırsa, üç şeye mübtelâ olur: 1. Yorgunluğu bitmeyen çırpınma, 2. Ne kadar kazansa doymayan hırs, tama’, 3. Bitmeyen emel ve arzu. Dünyâ hem tâlibdir, insanı kul eder, hem de matlûbdur, insana hizmet eder. Kim. âhıreti unutur, dünyâya tâlib olursa, âhıret onu taleb eder ve onun canını alır. Kim de âhıreti isterse, rızkını bitirip ölünceye kadar dünyâ ona hizmet eder.”
“Allahü teâlâ, kendisine gerçek ma’nâda bağlanıp ibâdet eden kulunun bütün ihtiyâçlarının sebeblerini yaratır, onu beklemediği yönden rızıklandırır. Kim de kendini tamamen dünyâya kaptırırsa, onu dünyâya kul eder.”
“Azâbını, kudret ve azametini düşünerek, Allahü teâlâyı zikrederken gözlerinden yaş dökülen kimseye, kıyâmet gününde azâb edilmez.”
“Üç kimsenin gözleri Cehennem ateşi görmez: 1. Gazâda nöbet tutan göz, 2. Allah korkusundan ağlayan göz, 3. Allahın bakılmasını haram kıldığı şeylere bakmayan göz.”
“Birgün Resûlullah (s.a.v.) mescide girdiğinde, ba’zı kimselerin kahkaha ile güldüğünü görünce, onlara şöyle buyurdu: “Ne bu hâliniz? Eğer ağız tadını bozan ölümü, çok düşünseydiniz, sizi bu hâlde görmezdim. Ümitleri kıran ölümü çok düşünün. Zira kabir, hergün muhakkak şu sözleri söyler: “Ben gurbet ve ayrılık eviyim. Ben, yalnızlık ve toprak eviyim. Bana gelenleri toprak ediciyim. Ben, kurt ve böcek eviyim. Bana gelen ölüler kurtlanır, böceklere yem olur.” Bir mü’min kulun cenâzesi gömüldüğü zaman kabir ona; “Hoş geldin, sefâlar getirdin. Üzerimde yüreyenlerin arasında en çok sevdiğim sendin. Bugün benim himâyemdesin. Pek yakında sana yapılan iyilikleri göreceksin” der ve Allahü teâlâ kabri ona gözünün alabildiği yere kadar genişletir. Cennetten bir kapı açılır. Fâcir ve kâfir bir kul defnedilince de kabir ona; “Sana burada ne geniş yer var, ne de rahatlık. Üzerimde yürüyenlerin arasında en sevmediğim sendin. Biraz sonra seni bana bırakıp gittiklerinde, benimle yalnız kalınca, göreceksin sana ne işkenceler yapacağım” der ve hemen kabir daralmaya başlar. Kabir o kadar daralır ki, kaburga kemikleri birbirine girer. Ona azap etmek için, yetmiş büyük yılan gönderilir. Eğer onun bir tanesi dünyâda olsa, nefesinden çıkan zehirin etkisinden, yeryüzünde hiçbir şey yetişmez, işte o yılanlar, kıyâmet gününde hesaba çekilinceye kadar, ona azâb ederler. Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
“Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırıp Elhamdülillah diyene, yerhamükellah diyerek cevap vermek.”
“Yâ Rabbî! Kim sana îmân eder, benim, senin Resûlün olduğuma şehâdet ederse, ona, sana kavuşmayı sevdir, ölümü kolaylaştır, dünyâ yükünü hafiflet. Kim de sana inanmaz, benim, senin elçin olduğumu kabûl etmezse, ona, sana kavuşmayı sevdirme, ölümü zorlaştır, dünyâ yükünü ağırlaştır.”
“İnsanın işlediği günahlar yüzünden rızkı daralır. Duâ ile kaderi değişir, iyilik ve büyüklere itaat ise ömrü uzatır.”
“İsrâiloğullarından bir zât, “Bu gece Allahü teâlânın rızâsı için mutlaka sadaka vereceğim” diyerek evinden çıktı ve sadakayı bilmiyerek bir hırsıza verdi. Sabahleyin halk “Bu gece hırsıza sadaka verildi” dediler. Bunun üzerine sadaka veren kişi; “Allahım! Hırsıza sadaka verdiğim için sana hamd ederim. Mutlaka makbûl bir sadaka vereceğim” deyip tekrar evinden çıktı ve bu defa sadakayı zinâ eden bir kadına verdi. Sabahleyin halk; “Bu gece de zinâ eden kadına sadaka verildi” dediler. Sadakayı veren o zât; “Ey Allahım! Bir fahişeye sadaka verdiğim için sana hamd ederim. Mutlaka makbûl bir sadaka vereceğim” dedi. Yine sadaka vermek üzere evinden çıktı. Bu sefer de zengin birisine verdi. Sabahleyin halk; “Hayret! Bu gece de zengin birisine sadaka verildi. Olur mu böyle şey?” diye dedikodu yaptılar. Sadaka veren zât! “Ey Allahım! Hırsıza, fahişeye ve zengine sadaka verdiğim için sana hamd ederim.” dedi. Bu zâta rü’yâsında şöyle müjde verildi: “Senin o hırsıza verdiğin sadaka var ya, belki de hırsızı hırsızlığından, fahişe kadını da zinâdan vazgeçirir, iyi ve namuslu birer insan olmalarına vesile olur. Umulur ki, zengin de senden ibret alır, (malını) Allah rızâsı için harcar.”
“Bir kimse, gece kalkar namaz kılarım” deyip yatağına yatsa, fakat kalkmayıp sabaha kadar uyusa, amel defterine niyet ettiği namazın sevâbı yazılır. Uykusu da kendisine Rabbi tarafından bir sadaka olur.”
“Bir kimse haksız iken münâkaşayı terkederse, ona Cennetin kenarlarında bir köşk bina edilir. Bir kimse de, haklı olduğu hâlde, münâkaşayı terkederse, onun için de Cennetin ortasında bir köşk bina edilir. Bir kimse, ahlâkını güzelleştirirse, onun için de Cennetin en yüksek yerinde bir köşk bina edilir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 264
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 212
3) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1436
4) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 336
5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 277
6) Zeyl-i Ravdateyn sh. 201
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 586
8) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 249
9) El-A’lâm cild-4, sh. 30
10) Muhtasâr-ı Müslim mukaddimesi
11) Tabakât-ül-huffâz sh. 501
12) Mümin ve kitâbühü et-Tekmiletü li-vefeyât-in-nakile.
13) Keşf-üz-zünûn cild-1 sh. 128, 400, 490, 557, 589, cild-2, sh. 1004, 1172, 1735, 1737
14) Et-Tergîb-vet-Terhîb
15) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 278, 372, 409, 970
16) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 123, 125