ABDULLAH BİN MAHMÛD (Mecdüddîn-i Mûsulî)

Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Abdullah bin Mahmûd bin Mevdûd bin Mahmûd el-Mûsulî’dir. Künyesi Ebü’l-Fadl olup, “Mecdüddîn-i Mûsulî” diye meşhûr oldu. 599 (m. 1202) senesinde Musul’da doğdu, ilim tahsiline, önce babasından ilim alarak başladı. Sonra Şam’a giderek Cemâlüddîn-i Husayrî’den de ilim tahsil etti. Yaşadığı devirde, fıkıh ve usûl ilimlerindeki âlimlerin en büyüğü oldu. Kendisine bir mes’ele hakkında fetvâ sorulduğunda, fıkıh mes’elelerinin hepsi ezberinde olduğundan ve bütün inceliklerine vâkıf olduğundan, delîlleri araştırıp bakmağa ihtiyâcı kalmaksızın hemen cevap verirdi. Bir müddet Kûfe kadılığı (hâkimliği) yaptı. Sonra bu vazîfeden alındı. Daha sonra Bağdad’a gidip, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin kabri yanında ders okutmağa başladı. Vefâtına kadar, fetvâ verip ders okuttu. “Muhtâr” ve bunun şerhi olan “İhtiyâr” kitapları meşhûrdur. 683 (m. 1284) senesi Muharrem ayının ondokuzuncu günü vefât etti.

Abdullah bin Mahmûd, Hanefî fakîhlerinin altıncı tabakası olan “Eshâb-ı Temyîz”dendir. [İbn-i Âbidîn’in ve Türkçe “Mecmû’a-i Zühdiyye”nin önsözlerinde ve şeyh-ül-İslâm Kemâl Paşazâde Ahmed bin Süleymân efendinin “Vakfunniyât” kitabında diyor ki; “Fıkıh âlimleri, yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, dinde müctehid olanlardır. Bunlara “Mutlak müctehid” denir. Dört mezheb imamları böyledir, ikinci tabaka “Mezhebde müctehid” denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a’zamın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin koymuş olduğu usûl ve kaidelere uyarak delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları hükümlerden ba’zıları, İmâm-ı a’zamın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. Bunlara da “Mezhebde müctehid” denildiği “Mîzân-ül-kübrâ” kitabının onyedinci sahifesinde yazılıdır. Üçüncü tabaka, “Mes’elelerde müctehid” olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan mes’elelerin hükümlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükümlerin, ilk iki tabakanın hükümlerine uygun olmaları lâzımdır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvâni, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdı Hân ve benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. “Mukallid”dirler. Meselâ dördüncü tabakadaki, “Eshâb-ı tahrîc” denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak, bir ma’nâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. 370 (m. 981)’de Bağdad’da vefât etmiştir. Fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası “Eshâb-ı tercih”dir. Kendilerine gelmiş olan çeşitli haberler arasından, sahih, evlâ olanları seçerler. Kudûrî ve “Hidâye” sahibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır. Altıncı tabaka, “Eshâb-ı temyiz” olup, kâvî hükümleri za’îf olanlardan, zâhir haberleri nâdir haberlerden ayıran mukallîd âlimlerdir. “Kenz”, “Muhtâr” ve “İhtiyâr”, “Vikâye” ve “Mecmâ’ul-Bahreyn” kitaplarının sahipleri bunlardandır. Bunların kitaplarında merdûd ve za’îf rivâyetler yoktur. Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamıyan, ancak önceki tabakaların kitaplarından doğru olarak nakl yapabilen, onları bildiren “Mukallid”lerdir. [“Tahtâvî” ve “Dürr-ül-muhtâr” ve “İbn-i Âbidîn”in bunlardan olduğu. “Mecmû’a-i Zühdiyye”de yazılıdır.] Altıncı tabakadan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaklar, hakkı bâtıldan ayıracaklardır. “Ümmetimden hak üzere olan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır” hadîs-i şerîfi, bunu haber vermektedir.]

Sem’ânî diyor ki; “Mecdüddîn-i Mûsulî’nin “Muhtâr” ve “İhtiyâr” kitapları her tarafa yayıldı. Bu iki kitap, fakîhlerin yanında mu’teber eserler olup. “Muhtâr” kitabı, sonra gelen âlimlerin çok i’timâd ettiği dört kitabın içindedir. Bunlar; “Muhtâr”, “Kenz”, “Vikâye” ve “Mecmâ’ul-bahreyn”dir.”

Mecdüddîn-i Mûsulî, “İhtiyâr” kitabında diyor ki; “Nikâh”, evlenmek için yapılan akd, ya’nî sözleşme demektir.

Kur’ân-ı kerîm, nikâh yapmağı emretmektedir. Nisa sûresinin üçüncü âyetinde meâlen; “Helâl olan kadınlardan nikâh ediniz!” buyuruldu. Yirmiüçüncü âyetinde meâlen; “Onları, sahiblerinin izni ile nikâh ediniz” ve Nûr sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen; “Zevci olmıyanları nikâh edin!” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de; “Nikâh, ancak şâhidlerle olur” ve “Nikahlanın, çoğalın! Kıyâmet günü, ümmetlere karşı sizinle övüneceğim” ve “Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi terkeden, benden değildir” buyuruldu. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve icmâ’-ı ümmet, nikâhın meşrû olduğunu, ibâdet olduğunu bildiriyorlar. Nikâh yapmak, sünnet-i müekkededir. Ba’zan farz olur. Zulüm, işkence yapmak korkusu olunca mekrûh olur. Nikâh, iki kişinin mazi (geçmiş zaman) olarak söylemeleri ile veya birinin mâzî, diğerinin muzârî (Şimdiki veya gelecek zaman) kelimeleri ile söylemesi ile yapılır. Meselâ, beni zevceliğe (hanımlığa) al deyince, seni zevceliğe aldım demekle olur. Hanefî mezhebine göre, müslümanların nikâhında iki müslüman erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhid olarak bulunmaları lâzımdır. Müslümanın zımmî kadını nikâh ederken, iki şahidin de zımmî olmaları caizdir.

Bir erkeğin: annelerini, kızlarını, kız kardeşlerini, halalarını, teyzelerini, kardeşinin kızlarını nikâh etmesi ebedî haramdır. Nesebden haram olan bu yedi kadın, süt ile olduklarında da haramdırlar. Kayın vâlideyi ve gelini ve üvey kızı ve üvey anneyi nikâh etmek de ebedî haramdır. Müslüman erkeğin, Ehl-i kitâb olan kadını, ya’nî yahudi ve hıristiyan dininde olan kadını nikâh etmesi caizdir. Başka kâfir kadınla ve mürted olmuş kadınla evlenmesi caiz değildir.. Müslüman kadının, hiçbir kâfirle evlenmesi caiz değildir. Sapık yolda olanların yaptıkları “Mut’a nikâhı” ve para ile “Muvakkat nikâh” (ya’nî metres tutmak; haramdır. Nikâhda, kadınların sözü mu’teberdir. Ya’nî, âkil baliğ kadının, kendini nikâh etmesi ve başkasının velîsi, vekîli olunca, onu nikâh etmesi veya kendini nikâh etmesi için birini vekîl etmesi yahut başkasının kendisini nikâh etmiş olduğunu anlayınca, izin vermesi, hep caizdir. Bâliga olan bâkire kızı nikahlamak için zorlamak caiz değildir. Velîsi, belli kimseye nikâh yapılması için bundan izin istemelidir. Cevap vermez veya gülerse, yahut sessiz ağlarsa, izin sayılır.”

“İhtiyar” kitabının sahibi diyor ki; “Tesbih (Sübhânallah), tahmîd (Elhamdülillah), tekbîr (Allahü ekber), Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve fıkıh kitabı okumak sevâbtır. Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâyı çok zikr eden erkeklerin ve kadınların günahları affolur ve çok sevâb verilir” buyuruldu. Tüccârların, malını müşteriye gösterirken, bunları okuması ve Kelime-i tevhîd, salevât okuması günahtır. Bunları para kazanmağa âlet etmek olur.”

“İhtiyar” kitabında, hîbeyi anlatırken diyor ki;

Hîbe, hediyye vermek, ya’nî karşılıksız temlik, bağışlamak demektir. Bağış sahibleri verdim der. Bağış alan (veya vekîlleri)’de aldım der ve sözleşilen yerde veya sonra, hîbeyi yapanın izni ile kabz eder. Ya’nî teslim alır. Kabzdan önce, îcâb veya kabûlden vaz geçebilir. Bu îcâb ve kabûl ve kabz işlemleri yapılınca, bağış, bağışlananın mülkü olur. Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. Taksimi mümkün olmıyan malı hîbe etmek caizdir. Mal hîbe olunur. Menfaat hîbe olmaz. Bir malın yalnız menfaatini, yâ’nî kullanılmasını hîbe etmeğe (Âriyet) denir. Bu mal, kullananın elinde emânet olur. Evi, oturmak için âriyet vermek caizdir. Taksimi mümkün olan malın parçası, taksimden sonra hîbe olunur. Binanın parçası, ağaçdaki meyve ve tarladaki ekin böyledir, İki kişinin ortaklaşa mâlik oldukları bir malı (meselâ bir evi), bir kişiye hîbe etmeleri caizdir. Bir kişinin (bir malı), iki (veya daha fazla) kişiye hîbe etmesi caiz olmaz. (Taksimi mümkün ise, ayırıp, parçalarını herbirine ayrı ayrı vermelidir.) Bir malın iki fakire sadaka verilmesi caizdir. Fakire hîbe edince, sadaka olur. Zengine sadaka diyerek verilen hîbe olur. Mahrem akrabası veya nikâhlısı olmıyan kimseye hîbe edilen malı geri almak caizdir. Fakat karşılığı verilmiş ve kabz edilmiş ise, verilen şey çoğalmış ise, yahut ikisinden biri ölmüş ise veya verilenin mülkünden çıkmış ise geri alınamaz. Hayvanın yaşlanması, büyümesi, nebatın büyümesi, kumaşın boyanması, kesilip biçilmesi, çoğalması sayılır. Verilen şeyin mikdârının veya kıymetinin azalması, geri alınmasına mâni olmaz. Karşılığı bir başkası da verebilir. Karşılık olduğu söylenmiyerek verilen şey karşılık olmaz. Karşılık az veya çok olabilir. Belli bir şeyi karşılık vermesi şartı ile hîbe etmek caizdir. Karşılığı kabzdan önce herhangi biri vaz geçebilir. Kabz edildikten sonra, ancak ikisinin rızâsı ile vaz geçilebilir. Birisine “Ölünceye kadar evimde otur!” demek caizdir, ölünce, ev sahibine, ölmüş ise vârisine geri verilir. Evimde otur, birimiz ölünce ev kalanın olsun demek bâtıldır. Biri birinin ölmesini bekleyeceği için, buna (Rukbî) denildi. Mülk sahibi olmağı, ölüme ve başka tehlikelere bağlamak sahih değildir. Sadaka verilen şey, hiç geri alınmaz. Malından bir mikdârını sadaka vermeği adayan kimse, bu sadakayı zekât malından verir.

“İhtiyâr” kitabından Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret bahsi:

Hacı, Mekke-i mükerremede hac ile ilgili vazîfelerini bitirip Mescid-i Haram’dan ayrılınca, Medîne-i münevvereye gelir. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret eder. Çünkü Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret, sünnet olan ibâdetlerin en fazîletlilerindendir. Hattâ, vâcib olan amellerin derecesine yakındır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.), kabr-i şerîflerini ziyârete, ümmetini çok teşvik ederdi. Buyurdu ki:

“Kim imkân bulup da benim kabrimi ziyâret etmezse, bana eziyet etmiş olur.”

“Kim kabrimi ziyâret ederse, ona şefaatim vâcib olur.”

“Vefâtımdan sonra kim beni ziyâret ederse, sanki beni hayâtımda ziyâret etmiş gibidir.”

Bu konuda daha birçok hadîs-i şerîf vardır.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret eden çok kimsenin ziyâret âdabını, bunun müstehâblarını ve ziyâretle alâkalı husûsları bilmediklerini görünce, “Hac” bahsinin sonunda ayrı bir bölüm hâlinde bu mevzûyu bildirmek istedim. Şimdi ziyâret âdabından bir miktar bildiriyorum:

Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyârete giden kimsenin, çok salevât-ı şerîfe getirmesi lâzımdır. Okunan bu salât ve selâmların Resûlullaha (s.a.v.) ulaştığı, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Medîne-i münevvere şehri, uzaktan görününce, salât ve selâm getirilir. Sonra, “Allahümme hazâ haremü nebiyyike, Fec’alhü vikâyeten lî minennâr ve emânen minel-azâb ve sû-il-hisâb” denir. Mümkünse, şehre veya mescide girmeden önce gusl abdesti alınır. Güzel koku (esans) sürünülür. Yeni, temiz elbise giyilir. Çünkü bunlar, ta’zim ve hürmet ifâde ederler. Medîne-i münevvereye mütevâzi, vekarlı ve sükûnet hâli ile girer, “Bismillahi ve alâ milleti Resûlillâh.”, “Ve kul Rabbi, edhılnî; müdhale sıdkın ve ahricnî muhrace sıdkın vec’al lî min ledünke sultânen nasîrâ” (İsrâ-80) âyet-i kerîmesini okuyarak ve “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Vagfîr lî zünûbî vef-tah lî ebvâbe rahmetike ve fadlike” diyerek Mescid-i Nebevî’ye girer. Resûlullah efendimizin minberinin yanında iki rek’at (tahıyyet-ül-mescid) namazı kılar. Minberin direği sağ omuzuna gelecek şekilde durur. Peygamberimiz (s.a.v.) burada namaz kılardı. Burası, Peygamberimizin (s.a.v.) kabri ile minberi arasıdır. Hadîs-i şerîfte, “Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçesidir. Minberim havzım üzerindedir” buyurulmuştur. Sonra ziyâret eden kimse Allahü teâlâya, Resûlullahın mübârek kabrini ziyâret etmeyi kendisine nasîb ettiğinden dolayı secdeye varır. Duâ eder. Sonra kalkıp Peygamberimizin (s.a.v.) kabr-i şerîfine (Hücre-i se’âdete) gelir. (Arkasını kıbleye vererek) Resûlullahın mübârek yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durur. Daha fazla yaklaşmaz. Elini kabr-i şerîfin duvarlarına koymaz. Uzakta edeble durmak, hürmete daha muvafıktır. Namazda durur gibi, durur. Resûlullah efendimizin mübârek, latif sûretini, kendisini bildiğini, sözünü, selâmını ve duâlarını işittiğini düşünür. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Kim bana kabrimde salât okursa, onu işitirim” buyurdu. Yine hadîs-i şerîfte, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerinde bir melek vekîl bırakıldığı, o meleğin, ümmetinden selâm edenlerin selâmını kendisine ulaştırdığı bildirildi. Sonra; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Esselâmü aleyke yâ Nebiyyallah! Esselâmü aleyke yâ safiyyallah! Esselâmü aleyke yâ habîballah! Esselâmü aleyke yâ nebiyyerahmeti! Esselâmü aleyke yâ şefî-al ümmeti! Esselâmü aleyke yâ seyyidelmürselîn! Esselâmü aleyke yâ hâtemennebiyyîn. Esselâmü aleyke yâ Muhammed! (s.a.v.), Esselâmü aleyke yâ Ahmed! Allahü teâlâ sana en yüksek mükâfat ve karşılık ihsân eylesin. Ben şehâdet ederim ki, sen Peygamberlik vazîfeni yaptın. Emâneti eda ettin. Ümmetine nasihat eyledin. Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar, Allah yolunda cihâd eyledin. Allahü teâlâ sana kıyâmet gününe kadar, salât ve selâm eylesin. Yâ Resûlallah! Bizler sana çok uzak yerlerden geldik. Senin kabr-i şerîfini ziyâret etmek, senin hakkını ödemek, senin yaptıklarını yerinde görmek, seni ziyâret ile bereketlenmek, senin Allahü teâlânın katında bize şefaatçi olmanı istemek için geldik. Çünkü hatâlarımız bellerimizi büktü. Günahlarımız omuzlarımıza ağır geldi. Yâ Resûlallah! Sen, hem şefaat eden ve hem de şefaati kabûl olunansın. Makam-ı Mahmûd senin için va’d edilmiştir. Hem, Allahü teâlâ da Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz, her peygamberi, ancak Allahü teâlânın izni ile (gönderildiği kavmi tarafından) kendisine itaat olunması için gönderdik. Eğer onlar, nefslerine zulüm ettiklerinde, sana gelseler, günahları için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dileseler, Peygamber de kendileri için af ve mağfiret dileseydi, elbette Allahı tövbeleri fazlasıyle kabûl edici ve pekçok merhametli bulacaklardı” buyurmaktadır. Bizler, senin huzûruna geldik. Fakat bizler, nefslerimize zulmettik. Günahlarımızın bağışlanmasını diliyoruz. Yâ Resûlallah!

Allahü teâlânın katında bize şefaat eyle. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâdan, bizim rûhumuzu, sünnetin üzere almasını, yarın kıyâmet gününde, senin ile beraber mahşer yerine gelenler arasına katmasını, senin havzına gelip, orada senin havzından içmeyi nasîb etmesini dile. Yâ Resûlallah! Senin şefaatini istiyoruz.” Sonra; “... Ey Rabbimiz! Bizi ve îmân ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, çok şefkat ve merhamet sahibisin!” meâlindeki Haşr sûresinin 10. âyet-i kerîmesini okur.

Sonra, selâm gönderenlerin selâmını iletir. Ve şöyle der: “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Şu kimse, senin Allahü teâlânın katında kendisine şefaatçi olmanı istiyor. Ona ve bütün müslümanlara şefaat eyle” der ve dilediği kadar salevât okur. Sonra yarım metre sağa, Ebû Bekr-i Sıddîk’ın başı hizasına gelir ve; “Esselâmü aleyke yâ halîfete Resûlillah! Esselâmü aleyke yâ refîkahu fil-esfâr! Esselâmü aleyke yâ emînehu alel-esrâr! Allahü teâlâ, Peygamberinin ümmetinin İmâmı olarak sana en yüksek mükâfat ve karşılığı lütfetsin. Sen, Resûlullaha en güzel bir şekilde halîfe oldun. En iyi şekilde O’nun sünnet-i seniyyesini ta’kib ettin. Mürtedlerle (dinden dönenlerle) ve doğru yoldan ayrılmış olanlarla, muharebe ettin. Dâima hakkı söyledin. Vefât edinceye kadar, hak yolda olanlara yardımcı oldun. Allahın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun! Allahım! Rahmetinle, onun sevgisi üzere rûhumuzu al. Onu ziyâretimizi boşa çıkarma!” diye duâ eder.

Sonra yine yarım metre sağa, Hazreti Ömer’in kabrinin hizasına gelir ve; “Esselâmü aleyke yâ Emîr-el-mü’minîn! Esselâmü aleyke yâ Müzhiral-İslâm! Esselâmü aleyke yâ Müksirel esnâm! Allahü teâlâ sana en yüksek karşılık ve mükâfat versin. Hayatta iken de, ölümünde de İslâma ve müslümanlara yardım ettin. Yetimlere kefil oldun. Akrabaya iyilik yaptın. Müslümanlara onların râzı oldukları, hem hidâyet üzere bulunan ve hem de, insanları doğru yola ileten bir rehber oldun. Onların işlerini derleyip topladın. Fakirlerini zengin yaptın, yaralarını sardın. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!” der.

Sonra biraz dönüp: “Esselâmü aleykümâ yâ dacîay-resûlillah ve refîkayhi ve vezîreyhi ve müşîreyhi vel-muâvineyhi lehû alel-kıyâmi fid-dîni vel-kâimeyni ba’dehû bi-mesâlihi-il-müslimîn! Allahü teâlâ size en güzel karşılığı versin. Resûlullahın bize şefaat etmesi, Allahü teâlâdan, bizim sa’yimizi kabûl etmesini, bizi İslâm dîni üzere öldürüp yine İslâm dîni üzere diriltmesini, kıyâmet gününde Resûlullaha (s.a.v.) yakın olanlar arasında haşretmesini, dilemesi için, sizi Resûlullahın yanında vesîle ediniyoruz” der. Sonra kendisine, ana-babasına, duâ isteyenlere ve bütün müslümanlara duâ eder. Bundan sonra Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzüne karşı durup; “Ey Allahım! “Biz her peygamberi, ancak Allahü teâlânın emri ile (gönderildiği kavmi tarafından) kendisine itaat olunması için gönderdik. Eğer onlar, nefslerine zulüm ettiklerinde, sana gelseler, günahları için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dileseler, peygamber de kendileri için af ve mağfiret dileseydi, elbette Allahı tövbeleri fazlasıyle kabûl edici ve pekçok merhametli bulacaklardı.” buyuruyorsun. (Nisa, 64). Yâ Rabbî! Senin yüce kelâmına uyarak, emrine itaat ederek, sevgili peygamberinin senin huzûrunda bize şefaat etmesini diliyoruz. Sonra daha önce okuduğu; “Ey Rabbimiz! Bizi ve imân ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, çok şefkat ve merhamet sahibisin!” meâlindeki Haşr sûresinin 10. âyet-i kerîmesi ile; “Rabbenagfir lenâ ve li-âbâ-inâ ve li-ümmehâtinâ ve li-ihvâninel-lezîne sebekûne bil-îmâne”, “Rabbena âtinâ...” ve “Sübhâne rabbike...” âyet-i kerîmelerini okuyarak Hücre-i se’âdet ziyâretini tamamlar.

Sonra Resûlullahın kabri ile minberi arasında bulunan ve Ebû Lübâbe hazretlerinin kendini bağlıyarak tövbe etmiş olduğu direğe gelir. Burada iki rek’at namaz kılar ve Allahü teâlâya tövbe ve istiğfarda bulunur. Dilediği duâları yapar. Sonra Ravda-i mutahharaya gelir. Burası kare şeklinde bir yerdir. Burada istediği kadar namaz kılar. Duâ eder. Tesbihler okur. Allahü teâlâya hamdü senalarda bulunur. Sonra minbere gelir. Resûlullahın bereketinin kendisine ulaşması niyetiyle, Peygamber efendimizin hutbe okurlarken mübârek elini üzerine koymuş oldukları yere elini kor. Burada iki rek’at namaz kılar. Allahü teâlâdan dilediklerini ister. Allahü teâlânın gazâbından rahmetine sığınır. Sonra Hannâne direğine gelir. Bu direk, Resûlullahın (s.a.v.) hutbe okumak için minbere geçtiğinden dolayı, kendisini terkettiği için inleyip, sonra Resûlullahın (s.a.v.) inip, kendisini kucaklaması üzerine sükûn bulan direktir. Burada kaldığı müddet içerisinde, gecelerini Kur’ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmek, minber ile kabrin yanında, gizli ve açıktan duâ yapmakla meşgûl olur. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) ziyâretten sonra Bakî kabristanına gitmek, orayı da ziyâret etmek müstehabdır. Sonra diğer kabirleri, bilhassa Seyyidüşşühedâ (şehîdlerin efendisi) Hazreti Hamza’nın kabrini ziyâret eder. Yine Bakî’de Hazreti Abbâs’ın kubbesini ve orada bulunan Hasen bin Ali’yi, Zeynel’âbidîn’i, oğlu Muhammed Bâkır ve oğlu Ca’fer-i Sâdık, emîr-el-mü’minîn Hazreti Osman’ı, Resûlullah efendimizin oğlu İbrâhim’i, Resûlullah efendimizin orada bulunan zevce-i mutahharalarını, halası Safiyye’yi ve daha birçok Sahabe ve Tabiînden olan büyükleri (r.anhüm) ziyâret eder. Bakî’deki “Fâtıma Mescidi”nde namaz kılar. Perşembe günü Uhud şehîdlerini ziyâret etmek müstehabdır. Orada; “Selâmün aleyküm bimâ sebertüm. Fe-ni’me ukbeddâr. Selâmün aleyküm yâ ehle dâril-kavm-il-mü’minîn ve innâ inşâallahü an karîbin biküm lâhikûn” der. Sonra, Âyet-el-kürsî ve İhlâs sûresini okur. Cumartesi günü Kûba Mescidine gitmek müstehabdır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 147

2) El-A’lâm cild-4, sh. 135

3) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 281

4) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 106, 107

5) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 462

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 397, 563, 763, 976

7) İslâm Ahlâkı sh. 483, 544, 545