TÂC-ÜL-ÂRİFÎN (Ebü’l-Vefâ)

Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebü’l-Vefâ olup ismi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Zeyd bin Hasen el-Ârif bin Zeyd bin İmâm-ı Zeynel’âbidîn bin İmâm-ı Hüseyn bin Aliyy-ül-Murtezâ bin Ebî Tâlib’dir (r.a.). Lakabı ise. Tâc-ül-arifin’dir.

Fakat Kakis diye de anılır. Seyyid Ebü’l-Vefâ 417 (m. 1026) senesi Receb ayının onikinci günü Irak’ın Kusende denilen mevkiinde dünyâya geldi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, kerâmet ve hârikada asrının reîsiydi. Zamanın birçok âlimleri ondan istifâde etti ve feyz aldı. Binlerce talebesi vardı. 501 (m. 1107) senesi Rebî’ül-âhır ayının yirminci günü, seksendört yaşında iken vefât etti. Cenâzesini Adiyy bin Müsâfir yıkadı, kefenledi ve defnetti.

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin babasının ismi, Seyyid Muhammed Arîzî’ olup, zamanının büyük evliyâsından idi. Menkıbeleri, kerâmetleri çok olan bir zât idi. Yaşadığı beldenin hâkimi, seyyidlere çok eziyet vermeye başlayınca, orayı terk ederek Benî-Nercis kabilesinin yaşadığı köye yerleşti. Bu kabilede yaşıyanlar, dînî yönden çok zayıf idiler. Seyyid Muhammed Arîzî, akşam, yatsı ve sabah ezânlarını okuyarak, namaz kıldı. Ezan sesini duyan oradaki halkın, cenâb-ı Hakkın izniyle, kalbleri yumuşadı ve hepsi namaz kılmaya başladılar. Oranın halkı Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerini göndermiyerek, orada yerleşmesini sağladılar. Benî-Nercis kabilesinin reîsi Ömer bin Şirküve bin Ebî Ammâr Nercî’nin Fâtıma isimli bir kızı vardı. Künyesi Ümmü Gülsüm idi. Seyyid Muhammed Arîzî bununla evlendi.

Seyyid Muhammed Arîzî hastalandı. Bu hastalığının ölüm hastalığı olduğunu anladı. Bulunduğu beldenin halkını çağırarak onlara, “Doğru yoldan ayrılmayın. Size gösterdiğim yol üzere olun ve bu yolda ilerleyin” diye vasıyyette bulundu. Hanımına ise, “Yâ hâtun! Erkek bir çocuk dünyâya getirsen gerek. Bu çocuk, büyüyünce yüce bir zât olur. Çok kerâmetleri görülür ve pekçok kimselere doğru yolu gösterir ve kerâmetlerinin ba’zıları daha doğmadan görülür. Bunları bilesin ve bundan gâfil olmayasın” diye vasıyyet etti. Vefâtından sonra, o beldenin halkı oradan göç ettiler. Bu göç esnasında, yolları bir bostan kenarından geçti. Kâfileden birkaç kişi, bostandan izinsiz kavun aldılar. Kesip kervandakilere dağıttılar. Bir parça da Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın annesine verdiler. Annesi o kavunun sahibinden izinsiz alındığından habersiz olduğu için, verilen parçayı yedi. O kavun parçasını yedikten sonra, hemen karnında bir ağrı vâki oldu ve yediklerini çıkarmak için istifra etti. Bu durum kabilenin ileri gelenlerine anlatılınca, Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerinin söylemiş olduğu, doğum öncesi kerâmetlerinin görüldüğünü anladılar. Bir süre sonra kâfileyi eşkiyalar bastı ve bütün eşyalarını aldılar. Kâfiledekiler çaresiz, üzüntülü bir şekilde dururlarken, Allahü teâlânın izniyle, eşkiyaların karşısına arslanlar ve yırtıcı hayvanlar çıktı. Onlara saldırmaya başladı. Eşkiyalar, canlarını kurtarmak için, aldıktan bütün eşyâları bırakıp kaçtılar. Kâfiledekiler, eşyalarını eksiksiz olarak aldılar.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, babasının vefâtından iki ay sonra dünyâya geldi. Dünyâya gelir gelmez, o beldede bir takım değişiklikler oldu. Ekinler gelişti, hayvanlar çoğaldı. Her yerde bolluk ve bereket kendini gösterdi. Hiç âfet görülmez oldu. Beldede herkes zengin oldu.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, daha bebek iken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri süt emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın ismi zikredilse, başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Bebekliğinden i’tibâren Allahü teâlâya ibâdet eden Ebü’l-Vefâ hazretleri, birgün annesiyle birlikte bir yere gitmek için yola çıktılar. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun yiyip, o kavunu çıkarmak mecbûriyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına uğradığı yere geldiler. Ebü’l-Vefâ annesine, “Ey ana! Burasının neresi olduğunu hatırladın mı?” diye sordu. Annesi, “Ey oğul, burasının neresi olduğunu hatırlamadım.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ, o günkü hâdiseleri anlatmaya başladı: “Ey anne! Burası, babamın vefâtından sonra göç ederken konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin bostandan kavun çaldıkları yerdir. Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da vermişlerdi. Sen de bilmeden verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hamileydin. Ben karnında sana ızdırab vermiştim. Çünkü o yediğin haram lokma idi. Sonra size eşkiyalar saldırdılar. Üzerinizdeki elbiselere varıncaya kadar, herşeyinizi almışlardı. Siz, çok üzülmüş idiniz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan ve yırtıcı hayvan sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti. Melekler de O’nun emrini yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Bundan dolayı eşkiyalar bütün aldıklarını bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyalarınıza kavuştunuz, işte o yer burasıdır.” Annesi bunun üzerine, “Ey oğul! Sen o zaman daha doğmamış idin. Bunları nereden biliyorsun?” diye sorunca Ebü’l-Vefâ, “Bana Allahü teâlâ bildirdi anneciğim” dedi. Sonra, “Bana Ramazân-ı şerîfte meme verdin. Ben ise memeyi ağzıma alıp emmezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet nûruyla muâmele ederdi. Bunun için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen beni hasta sanıp üzülürdün, iftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye sevinirdin” deyince annesi, “Ey Oğul! Baban senin için “Çok kerâmetleri görülür” derdi. Bunlar, o kerâmetlerin ba’zılarıdır” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Ey ana! Doğru söylüyorsun” dedi.

Kendisine Ebü’l-Vefâ denilmesinin sebebi şöyle anlatılır: Ebü’l-Vefâ daha on yaşında iken, Şenbekî hazretleri onun vasıflarını işitip, görmek istedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri çoğunlukla tenhâ yerlere gider, buralarda Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Şenbekî hazretleri, sık ağaçların bulunduğu ormanlık bir yerde onu ibâdet ederken buldu. Yanında, bir köpekle arslan birbirleriyle oynuyorlardı. Şenbekî hazretleri, Ebü’l-Vefâ’nın arkasından yanına vararak selâm verdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri selâmı aldıktan sonra Şenbekî hazretleri, “Sana bir suâlim vardı. Şimdi iki oldu” dedi. Ebü’l-Vefâ, “Buyur, kaç suâl sorarsan sor” deyince Şenbekî hazretleri, “Arslanla köpek yaradılış i’tibâriyle birbirine düşman birer hayvandır. Hâl böyle iken, nasıl oluyor da senin köpeğinle bu arslan oynuyor, bunun sebebi nedir?” diye sordu. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Allahü teâlâ kudret ve inâyeti ile kalbimi temizlediğinden beri, köpeğimle bu arslan dost ve arkadaş oldu” dedi.

Şenbekî hazretleri, “İkinci suâlim ise, herkesin bir derecesi vardır. Sana selâm verdim. Selâmımı iade ederken niçin ayağa kalkıp, bana doğru dönüp de selâmımı iade etmedin?” diye sorunca, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Yâ Şenbekî! Bu husûsta Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “Evlere kapılarından gelin ve Allahtan korkun ki, kurtulasınız” (Bekâra-189). Eğer sen karşımdan gelse idin, senin selâmını iade ederken ayağa kalkardım. Fakat sen, âdet olanın aksini yaparak arkamdan geldin. Ben de senin bu hareketinin karşılığında, ayağa kalkmadan selâmını aldım” diye cevap verdi.

Daha sonra Ebü’l-Vefâ hazretlerinin evine beraber gelip, bir süre sohbet ettiler. Sonra Şenbekî hazretleri, “Ey Muhammed! Sende nihâyetsiz bir nûr müşâhede ettim ve başının üzerinde Hak teâlânın nûrundan bir âlem gördüm ki, kıyâmete kadar senin evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi vermeye ve talebeliğime da’vete geldim” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de, “Annemden izin alıp öyle geleyim” dedi. Bir süre sonra annesinden izin alarak, Şenbekî hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktı. Yolda, bütün hayvanlar ona selâm verirdi. Huzûruna vardığında Şenbekî hazretleri, “Merhaba Ebü’l-Vefâ’ya! Ahdine vefa eyledi, sözünde durdu” dedi. Bunun üzerine ona, Ebü’l-Vefâ künyesi verildi.

Hocası Şenbekî hazretlerinin yanına geldiği zaman kuşluk vakti idi. Öğle vakti olunca, müezzin öğle ezanını okumak için kalkarken, Ebü’l-Vefâ ona, “Daha vakit girmedi. Sabret, Arş’ın horozu ezanı okuduktan sonra okursun” dedi. Bunun üzerine hocası Şenbekî, “Sen Arş’ın horozunun sesini duyuyor musun?” diye sordu. O da, “Evet” diye cevap verdi.

Tâc-ül-ârifîn lakabının verilmesi ise şöyle anlatılır: Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri ile hocası, birgün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüşmeden sohbet ettiler. Dördüncü gün hocası ona, “Yâ Ebü’l-Vefâ! Her yıl bu gece, bütün ricâl-i gayb ehli falan yerdeki sahrada hazır bulunurlar. Orada Peygamber efendimiz de (s.a.v.) onlarla beraber bulunur. Şayet o gecenin ma’nevî feyzinden nasîbini almak istersen, bu gece orada hazır bulunalım” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ bu teklifi kabûl etti. Gece vakti olunca, hocası ve Seyyid Ebü’l-Vefâ o sahraya çıktılar. Orada birçok evliyânın ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduklarını gördüler. Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meşgûl olmaya başladılar.

Bu esnada gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. Ondan sonra nûrdan bir taç zâhir oldu. Onun ışığı her tarafı aydınlattı. O nûrdan taç, Allah dostu velîlere doğru geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzattılar ise de ona erişemediler. Nûrdan taç, en sonunda Ebü’l-Vefâ hazretlerinin mübârek başına indi. Hocası bunun üzerine “Cenâb-ı Hakdan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-ârifîn” dedi. Orada bulunanlar da Ebü’l-Vefâ’ya, Tâc-ül-ârifîn dediler. Tâc-ül-ârifîn ismini alan ilk zât Ebü’l-Vefâ hazretleridir.

Derecesi günden güne artan Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri, yetiştiği çevrede Arabca konuşulmadığı için, Arabcayı bilmiyordu. Bir gece Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâsında gördü. Rü’yâsında Peygamber efendimiz (s.a.v.), mübârek parmağını kendi ağzına götürüp, mübârek tükürüğüne bulaştırarak Ebü’l-Vefâ’nın ağzına sürdü. Sabahleyin kalktığında, o kadar güzel Arabca konuşmaya başladı ki, Arabistan’da doğup büyümüş olan ve güzel konuşan kimseler onun kadar fasîh ve belîğ konuşamazlardı.

Ebü’l-Vefâ hazretleri hocasının izniyle Buhârâ’ya gitti. Orada zâhirî ilimlerin hepsini tahsil etti. Tahsilini yaparken, nesebi hakkında kimseye birşey söylemedi. Tahsilini tamamladıktan sonra memleketine dönmek isteyince, arkadaşları ona, “Zâhirî ilimlerin hepsini öğrendin. Memleketine gitmek istiyorsun. Buna şükran olmak için, bizlere bir ziyâfet çekmen gerekmez mi?” dediler. Bunun üzerine “İsteğinizi memnuniyetle yerine getirmek isterim. Fakat fakirim, bu isteğinizi yerine getiremiyeceğim için üzgünüm” dedi. Arkadaşları bu özrünü kabûl etmeyiz, biz ziyâfet isteriz” dediler. Bunun üzerine çaresiz tekliflerini kabûl etmek zorunda kaldı. Fakat ne yapacağını bilemiyordu. Ziyâfet verecek parası yoktu. Bir süre düşündükten sonra Buhârâ melikine gitmeye karar verdi. Melikin yanına varınca ona, “Ben İmâm-ı Ali’nin evlâtlarındanım. Buhârâ’ya ilim öğrenmek için gelmiştim. Tahsilimi tamamladım. Ve memleketime dönmek istedim. Arkadaşlarım gitmeden önce kendilerine ziyâfet vermemi istediler. Fakat ben fakirim, durumum onlara ziyâfet vermeye müsait değildir. Senden, bana yardımcı olmanı istiyorum. Bu yardımın şüphesiz ind-i ilâhide boşa gitmez” dedi. Buhârâ meliki onun bu konuşmasını önemsemedi ve “Burada Seyyid çok olur. Senin İmâm-ı Ali hazretlerinin torunu olduğun ne ma’lûm?” dedi. Bu duruma çok üzülen Ebü’l-Vefâ, melikin huzûrundan çok müteessir olarak çıktı. O gece melîk rü’yâsında kıyâmet kopmuş gördü. O sırada kendisi, anlatılamıyacak derecede susamıştı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Kevser havuzunun başında bölük bölük gelen ümmetine su dağıtmakta idi. Buhârâ meliki Kevser şarâbından içmek için havuzun başına vardı ve “Yâ Resûlallah! Ben de senin ümmetindenim, bana da Kevser şarâbından ihsân eyle. Çok susuzum” dedi. Peygamber efendimiz de (s.a.v.), “Burada bana ümmetinim diyen çok olur. Fakat bana gerçek ümmet olanlar bildirilir” buyurdular. Melîk “Yâ Resûlallah! Ben de gerçek ümmetindenim” deyince, Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Benim neslimden Ebü’l-Vefâ kendisini sana bildirdiği zaman, sen ona i’timâd etmedin. Bana gerçek ümmet olan, benim neslime hakaret nazarıyla bakar mı?” buyurdu. O sırada melîk uykusundan uyandı. O kadar korktu ki, hemen adamlarını sağa sola göndererek, Ebü’l-Vefâ hazretlerini aramalarını emretti. Fakat Ebü’l-Vefâ hazretlerini hiçbir yerde bulamadılar. Bunun üzerine kendisi, Ebü’l-Vefâ hazretlerini bulmak için yola düştü. Onun arkasından yetişip tövbe etti ve önüne kırk yük mal koydu. Sonra fakirlere sadaka dağıttı.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, Buhârâ’dan tekrar hocası Şenbekî hazretlerinin yanına döndü. Hocası Ebü’l-Vefâ’ya çok izzet ve ikramda bulundu. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. Bunun üzerine Şenbekî hazretleri, Ebü’l-Vefâ’nın üstünlüklerini orada bulunanlara anlattı. Hocası, Ebü’l-Vefâ için ırmak kenarında büyük bir ziyâfet verdi. Ziyâfette Ebü’l-Vefâ hazretlerini tanımayan birçok kimse bulunuyordu. Ziyâfette birçok ilmî konuşmalar yapıldı. Bu arada Şenbekî hazretleri, “Allahü teâlânın kulları arasında öyleleri vardır ki, hırkasını suya atsa suya batmaz ve su onu götürmez” dedi ve hırkasını suyun üzerine bıraktı. Hırka suda hiç batmadı ve olduğu yerden de bir yere gitmedi. Sonra Şenbekî hazretleri kalkıp, o hırkanın üzerinde iki rek’at namaz kıldı. Allahü teâlânın izniyle, hırka hiç ıslanmamıştı. Namazdan sonra hırkasını alıp silkeledi. Hırkadan toz döküldü. Bunun üzerine Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hırkayı aldı. Şenbekî hazretleri, talebesi Ebü’l-Vefâ’nın, kendisinden daha büyük kerâmet göstereceğini biliyordu. Ebü’l-Vefâ’nın boşluğa bıraktığı hırka, havada durmaya başladı. Ebü’l-Vefâ hırkanın üzerine çıkıp, iki rek’at namaz kıldı. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin üzerinde namaz kıldığı bu hırkanın, yerden yüz arşın (68 m.) yükseklikte olduğu rivâyet edilir. Bu kerâmet, Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri hakkında sû-i zanda bulunanları tövbe ettirdi. Hocası oradakilere, “Her müridin saadeti şeyhindedir. Fakat benim saadetim, talebem Ebü’l-Vefâ’dandır” buyurdu. Ebü’l-Vefâ, hocasıyla birlikte üç gün üç gece sohbet ettikten sonra, üçüncü yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğu oniki yıl sürdü.

Üçüncü seyahatinin sonunda, Allahü teâlânın kudretiyle yolu, Kisrine adıyla bilinen bir köye düştü. O köyde Şeyh Acemî adında velî bir zât var idi. Kerâmet sahibi olan bu zâta, o beldenin halkı büyük bir zevk ile hizmet ederdi. Şeyh Acemî, o köye gelen misâfiri yemek yemeden göndermezdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri, bu zâtın evinin yanındaki mescide namaz kılmak için girdiğinde, cemâat namaza durmuştu. O da namaza durdu. Namaz bittikten sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri gitmek isteyince, Acemî hazretleri “Sizi da’vet ediyorum. Fakirhâneye buyurun, yemek yiyelim. Da’vete icabet etmek sünnettir” dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ da’veti kabûl etti ve Acemî hazretlerinin evine gittiler. Birlikte yemek yiyip, sohbet ettiler. Aralarında yakınlık hâsıl oldu ve arkadaş oldular. Acemî hazretlerinin ısrârı üzerine, Seyyid Ebü’l-Vefâ üç gün üç gece orada kaldı. Dördüncü gün Acemî hazretleri köyün bütün halkına, Seyyid Tâc-ül-ârifîn’in gitmek istediğini anlattı. Bunun üzerine halk, Ebü’l-Vefâ hazretlerine, “Sizden burda yerleşip kalmanızı istirhâm ediyoruz. Buradaki müslüman halk, sizden istifâde etsin. Sayenizde birçok kimseler hidâyete kavuşsun” diye ısrar ettiler. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri “İstihâreye yatayım. Allahü teâlâ ne buyurursa ona göre hareket ederim” dedi. Bu sırada Acemî hazretleri bu sözü yerinde bularak, “Yâ Seyyid! Bir arzum daha var. Bu fakirin kızını almak için de istihâreye yat. Bakalım ne buyurulacak. Ertesi gün Ebü’l-Vefâ, “Bana, ceddim Hazreti Ali’nin kabrine senin ile beraber gitmem ve o ne buyurursa ona göre hareket etmem buyuruldu” dedi. Bunun üzerine Acemî hazretleri ile Ebü’l-Vefâ hazretleri birlikte mezarlığa gittiler. Burası Hazreti Ali’nin esas kabr-i şerîfi değildi. O gece orada uyudular. Ebü’l-Vefâ hazretleri rü’yâsında atası Hazreti Ali’yi gördü. Ali (r.a.), ona orada kalıp Acemî’nin kızını almasına izin verdi. Ebü’l-Vefâ, sabah olunca Acemî hazretlerine durumu anlattı. Bu duruma çok sevindi ve büyük bir âlim, halk ve sâlihler topluluğu önünde kızını ona nikahladı. Bu hâtunun ismi Huseyna olup, gayet güzel, zahide ve âbide idi. Hanımı, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin hizmetini görmekle ve ibâdetle meşgûl olurdu.

Daha sonra Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretleri, Kalmine’ye geldi ve orada yerleşti. Burada halka hakîkî müslümanlığı anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladı. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebeleri çok idi. Bunlardan yüksek derecelere ulaşanlardan ba’zıları şunlardır: Ali İbni Heytî, Bekâ İbni Batû, Mâcid-i Kürdî, Ahmed-i Baklî, Ramazân-ı Mecnûn, Muhammed Mısrî, Muhammed Kemahî, Mahmûd Keyyâl, Şerafüddîn Ebü’l-Abbâs, Ali İbni Üstâd, Receb-i Vâsıtî, Ebû Bekr-i Busti, Mukbil Hadim, Ebü’l-İzz Kalânisî, Muhammed Türkmânî Hâmid-i Sûfî, Hüseyn-i Râî, Ali İbni Asfer, Şihâbüddîn İbni Akîl, Muhyiddîn-i Mendelcî, Ebû Bekr-i Zin-harân, Abdurrahmân Düceylî, Osman Mi’berânî, Askeri-i Şevdî, Abdurrahmân Tafsuncî, Seyyid Matar.

Ebü’l-Vefâ, ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rü’yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördü. Rü’yâsını şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) Eshâbı ile beraber oturuyordu. Ben Eshâbdan bir zâta, “Bu topluluk nedir?” diye sordum. O zât da, “Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya, Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gayesi, onları ta’yin etmektir” dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O ta’yin olacak kimseleri görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem (s.a.v.); İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseyn ve İmâm-ı Zeynel Âbidîn’e, “Gidin, Tâc-ül-ârifîn’in akrabasından Seyyid Matar, Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali İbni Kamîs, Abdurrahmân Tafsuncî, Ali İbni Hayti, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin” buyurdu. Onları alıp, Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce çok sevindim. Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Yâ Hasen, yâ Hüseyn, yâ Zeynel Âbidîn! Gidiniz, oğlunuz Ebü’l-Vefâ’yı getirin” buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip, beni Peygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bana, “Merhaba yâ Ebü’l-Vefâ! Allahü teâlâ sana hem dünyâda hem âhırette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi” buyurdu. Ben “Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?” diye suâl edince, “Yâ Ebü’l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhırette sa’îd kimselerdir. Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir” buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek, “Birer ellerinizi Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bî’at ediniz, ona yâren olunuz” diye emir buyurdu. Onlar bu emri yerine getirdiler.

Peygamber efendimiz (s.a.v.), Ebü’l-Vefâ’ya dönerek, “Yâ Ebü’l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyasız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan Seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâlâya hürmet eden, Cenneti kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet etmezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmiyen, Allahü teâlâya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehennemdir.

Ey Ebü’l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasıyyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlazmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey Ebü’l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yâreninin eteğine yapışan saadete ulaşır. Bunlardan uzaklaşan ise, benden uzaklaşmış olur” buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve yedi zâtı da cân-ı gönülden yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım.”

Hanıma, “Git, bak kim gelmiş?” dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana “Yedi kişi geldi, seni soruyorlar” dedi. Ben de onları içeri da’vet ederek, onlara yemek yedirdim ve “Gelmenizin sebebi nedir?” diye sordum. Onlar da, “Rü’yâmızda Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördük. Bize Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu” dediler. Ben de onlara gördüğüm rü’yâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bî’at ettiler.

Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ’yı, halka hizmet edip gâfilleri doğru yola sokmak için devamlı çalışır gören Ehl-i sünnet düşmanları, onu çekemediler. Halîfe Kâim biemrillah’a, “Zeynel Âbidîn oğullarından bir kimse vardır. Ona büyük bir halk topluluğu tâbi oldu. Hilâfet benim hakkımdır diye iddiada bulunuyormuş. Şimdiden çâresine bakılmazsa, ileride büyük bir fitne olur” diye Ebü’l-Vefâ hazretlerine iftira ederek şikâyet ettiler. Bu şikâyet üzerine halîfe hayli tasalanıp, şüpheye düştü. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin nasıl bir zât olduğunu merak ederek, onu çağırmak için adam gönderdi.

Gönderdiği kimseler, Tâc-ül-ârifîn’in yanına gelip, “Halîfe hazretleri sizi istiyor” dediler. O da, “Da’vete icabet etmek lâzımdır” deyip, halîfenin yanına gitmeye niyet etti. Bunu duyan halk, “Sizinle biz de gelelim” dediler. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri onları bundan men etti ise de, Dicle kenarına vardığında, arkasında büyük bir halk kalabalığı vardı. Bunları geri döndüremedi. Bu kalabalık için, ba’zı kimseler onbin kişi, ba’zıları da daha fazla idi, dediler.

Kıyıda bekleyen gemiciler. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin arkasında o kalabalığı görünce, “Halîfenin huzûruna bu kadar adam götürmek doğru olmaz” diyerek, gemilerine binip oradan uzaklaştılar. Sâdece Osman Mi’berânî adındaki bir gemici, Ebü’l-Vefâ nasıl bir zâttır? dedikleri gibi kerâmet ehli midir?” diye merak ederek ve bunları öğrenmek için orada kaldı. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanına gelerek, “Yâ Seyyid, gemi şimdi ücrete tâbidir. Karşıya geçebilmen için ücret vermen gerekir” dedi. Ebü’l-Vefâ da hizmetçisine, “Hazırda ne varsa ver” buyurdu. O da, hazırda olan yüzelli dînârı Osman Mi’berânî’nin önüne koydu. O zaman o, “Ben böyle bir ücret istemiyorum” deyince Tâc-ül-ârifîn, “Nasıl bir ücret istiyorsun?” diye sordu. Osman Mi’berânî de, “Yarın kıyâmet gününde, Sırat köprüsünü geçmeme kefil olmanı ve açık bir delîl göstermeni isterim” dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-ârifîn murâkabeye daldı. Sonra da Osman Mi’berânî’ye dönüp, “Allahü teâlânın isminde ibret vardır. Sırat’ı geçersin İnşâallah!” dedi. Osman, “Yâ Seyyid, buna açık bir delîl istiyorum” dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü’l-Vefâ, Allahü teâlâya duâ etti. O anda Osman’a bir hâl oldu ve kendini kaybetti. Bir süre sonra tekrar kendine geldi. Daha sonra Tâc-ül-ârifîn ve yanındaki büyük âlimler gemiye binerek, halk ise, kimi suyun üzerinden yürüyerek, kimi bir adımda karşıya geçtiler.

Ba’zı kimseler ve oğlu, Osman Mi’berânî’ye, “Kendini kaybettiğin zaman ne gördün?” diye sordular. O da, “Kıyâmetin kopmuş olduğunu gördüm. Halk mahşer yerine toplanmış, kimi sevinçli kimi üzüntülü idi. Sırat köprüsü kurulmuş idi. İnsanlar Sırat’tan geçmeye başladılar. Fakat pek az kimse Sırat’ı geçebildi. Çoğu Sırat köprüsünden yuvarlanarak, Cehenneme düştü. Ben bu durumu görünce, içime bir korku düştü. O anda yanıma Ebü’l-Vefâ hazretleri geldi. Elimi tutup beni Sırat köprüsünün yanına götürdü. Besmele çekti ve “Durma geç” dedi. Tâc-ül-ârifîn’in bu sözlerinden sonra, “Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hürmetine, Osman Mi’berânî ve onun zürriyeti geçsin” diye bir nidâ işittim. Bunun üzerine ben, Besmele çekerek Sırat köprüsüne ayak bastım ve yıldırım gibi geçtim. Arkama baktığım zaman, bir grup insanın arkamdan geldiğini gördüm. “Bunlar senin zürriyetindir” diye bir nidâ duydum” diye anlattı.

Tâc-ül-ârifîn Bağdad’a yaklaştığı zaman, bütün halk onu karşılamaya geldi. Büyük bir hürmetle şehrin kapısından içeri aldılar. Ebü’l-Vefâ hazretleri câmiye girdi. Câmiye o kadar çok insan geldi ki, iğne atsan yere düşmezdi. Tâc-ül-ârifîn minbere çıkıp, halka va’z ve nasîhatta bulundu ve hakîkatleri açıkladı. Daha sonra, halkı geçmiş günahları için tövbe etmeye da’vet etti. Allahü teâlânın inâyetiyle, halkın kapalı olan göz ve kalbleri açıldı. Çok kimseler Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûrunda tövbe etti. Yatsı namazına kadar, halkın huzûruna gelip tövbe etmesi sürdü. Yatsı namazından sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri hizmetçisine, “Halka söyleyin, kalabalık yapmasınlar, evlerine gitsinler” dedi. Bunun üzerine halkın büyük çoğunluğu evlerine gitti ise de, bir kısmı kalıp ibâdetle meşgûl oldular. Bu durum halifeye bildirildi. Halife kıyâfet değiştirerek, Tâc-ül-ârifîn’in bulunduğu câmiye geldi. Onun nûra gark olmuş bir hâlde oturmakta olduğunu, yanındaki zâtların Allahü teâlâya ibâdet ettiklerini, kendilerini ilâhi bir rûhâniyetin nûrunun sarmış olduğunu gördü. Halifenin yanında Şafiî mezhebi fıkıh âlimi Sa’îd İbni Ebî Nasr da bulunuyordu. Halife ona, “Ben bu Seyyid Ebü’l-Vefâ’yı imtihan etmek istiyorum, sen ne dersin?” diye sordu. Sa’îd İbni Ebî Nasr ise, “İmtihan etmeye gerek yoktur. Zira hak üzere oldukları gün gibi açıktır” dedi. Halîfe onun sözünü hiç kale almadı. O Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini imtihan etmek ve böylece kalbini tatmin etmek istiyordu. Câmiden ayrılarak sokakları ve kalabalık yerleri dolaşmaya başladı. Bir yerde kadınlar toplanmış, Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl idi. Halîfe bunların arasına girip bir kadının eline yapışıp sıktı. Kadın, tebdil-i kıyâfetle dolaşan halîfeyi tanıyarak, “Yâ halîfe! Benden uzak dur. Ben Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlüm” dedi. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Biraz ileride gördüğü bir kızın etini tutup sıktı. O kız da halîfeyi tanıyarak, “Ey halîfe! Utanmıyor ve Allahü teâlâdan korkmuyor musun? Şayet biraz önce elini tutup sıktığınız benim kızkardeşim olmasaydı, seni bağırarak rezîl rüsvâ ederdi. Yanımdan git. Şimdi biz Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmayız” dedi. Halîfe utanılacak bir duruma düştü. Saîd İbni Ebî Nasr, “Yâ emîr-ül-mü’minîn! Ben size denemeye lüzum yok dememiş miydim. Zira onun nûru buradaki bütün halka sirayet etmiş. Bu zâtın velî olduğu ma’lûmunuzdur. Fakat ille de tecrübe etmek istiyorsanız, ulemâdan ve fukahâdan yüce kimselerin hazır bulunduğu bir meclisde Tâc-ül-ârifîn’e çözülmesi zor konularla ilgili sorular sorulsun. Eğer o âlimler, Ebü’l-Vefâ’yı sorulara cevap veremez hâle getirirlerse, Tâc-ül-ârifîn da’vâsında yalan söylüyordur. Fakat sorulan sorulara cevap verirse, onun arkasını bırakmaktan başka çâre yoktur” dedi.

Bu teklif, halîfenin hoşuna gitmedi. Güvendiği hizmetçilerinden biri olan Muhammed Kadirî’ye yedi parça hamur tulumu vererek Ebü’l-Vefâ hazretlerine gönderdi. Ve hizmetçisine; “Bunları al, Ebü’l-Vefâ’ya götür. Ona selâmımı söyle. Halîfe size, erkeklerle kadınların bir arada meclis kurmasını ve bu gönderdiklerimi yemelerini, çünkü onun bulunduğu meclise böyle gerekir dedi” diyesin.

Muhammed Kadirî, o yedi parça hamur tulumunu alıp, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna gitti. Fakat korkusundan halîfenin söylediklerini ona söyleyemedi. Halîfeye de gidip, “Emriniz üzere Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın huzûruna gittim. Fakat söylediklerinizi korkumdan söyleyemedim” diyemezdi. Tâc-ül-ârifîn hazretlerine, Allahü teâlânın izniyle bu durum ma’lûm oldu. Muhammed Kadirî’yi yanına çağırıp ona, “Yâ Muhammed Kadirî! O tulumların içinde yağ ve baldan başka birşey yok. Bu yağ ve balları, halîfe dervişlere gönderdi, diyesin” dedi. Sonra içeriye seslenerek, “Ey dervişler, tabaklarınızı getirin. Halîfe sizlere yağ ve bal göndermiş” dedi. Dervişler tabaklarını alıp getirince, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Ey Muhammed Kadirî! Bunları eşit şekilde dağıt” diye buyurdu. Muhammed Kadirî tulumlardan birini açınca, içinde bembeyaz bal olduğunu gördü. Bal çok temiz ve güzel idi. Allahü teâlânın kudreti, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle, tulumun içindeki hamur, bembeyaz bir bal olmuştu. Dervişlere bu balı taksim etti. Daha sonra tulumlardan birini daha açınca, icindekinin yağ olduğunu gördü. Bunu da dervişlere dağıttı. Dervişlerin tabakları yağ ve bal ile doldu. Balın güzel kokusu hiç unutulmadı.

Tâc-ül-ârifîn, bir kabın içinin bir tarafına ateş, bir tarafına pamuk, bunların ortasına da kar koyarak, Muhammed Kadirî ile halîfeye gönderdi. Ebü’l-Vefâ hazretleri bununla halîfeye, “İşte erkeklerin şehveti ateş, kadınların ki ise pamuk gibidir. Ateşle pamuk bir arada durmaz. Bu kabda karın, ateşin pamuğu yakmasına mâni olduğu gibi, araya bir velînin himmeti girerse, ateşin pamuğu yakmasına mâni olur” demek istedi. Halîfe kabı açıp içindekileri görünce, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin ne demek istediğini çok iyi anladı. Kabın içindekileri boşalttırarak, içine yılan yavrusu koydurdu ve Muhammed Kadirî’ye, “Bu kabı alıp Ebü’l-Vefâ’ya götür, içinde ne olduğunu kimseye söyleme” dedi. Muhammed Kadirî o kabı alıp, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna getirip önüne koydu. Seyyid Ebü’l-Vefâ o zaman, “Ey Muhammed Kadirî! O mahcûb halîfeden getirdiğin kab nedir? O hiç utanmaz mı?” dedi. Muhammed Kadirî, “Yâ Seyyid! Halîfe bunun içinde olanı söylemememi ve senin keşif yoluyla bilmeni istedi” dedi. O zaman Seyyid Ebü’l-Vefâ, “Halîfeniz evliyâyı böyle âdi bir şeyle mi imtihan eder? Bu çok âdi bir harekettir” buyurdu. Küçük bir çocuk olan kardeşinin oğlu Seyyid Matar’a dönerek, “Yâ Matar! Bu kabın içinde ne olduğunu keşif yoluyla bunlara söyle” buyurdu. O da, “Yâ Seyyid! Bütün makamları, yerleri keşif yoluyla inceledim. Bir yılan yavrusunu, annesinin yanında göremedim. Meğer o yavru tutulup, bu kaba konmuş. Bu kabın içindeki yılan yavrusudur” dedi. Muhammed Kadirî bunları duyunca kendini kaybetti. Bir süre sonra kendine gelince, üzerinde bulunan değerli elbiseleri çıkararak, yamalı ve ucuz bir elbise giydi. Varını yoğunu fakirlere dağıttı. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin eline yapışarak, cân-ı gönülden ihlâs ile tövbe etti ve Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebesi olmak istedi. Bu isteği Seyyid hazretleri tarafından kabûl edildi.

Halîfe bunları duyunca, çok huzûrsuz oldu. Sebebi ise, en yakın adamı olan Muhammed Kadirî’nin Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerine talebe olması ve diğer yakınlarını da o zâta talebe olacağından, makamının elden çıkacağından korkması idi. Hâlbuki, Tâc-ül-ârifîn hazretlerinin nazarında, onun makamının hiç önemi yok idi. Halîfe hâlâ tereddüt içinde idi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini bir daha imtihan etmek istedi. Bunun için helâl yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan kazanılmış on dînâr koydu. O on dînârın üzerine, kendisinin anlıyabileceği bir işâret koydu. Bunların hepsini bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi ve “Bunları Ebü’l-Vefâ’ya götür, talebelerine dağıtsın” dedi. Gönderdiği kimse, Ebü’l-Vefâ’nın huzûruna gelerek, halîfenin dediğini söyledi. Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Keseyi çevir de mührü açılsın” buyurdu. O kimse söylenileni yaptı ve kesenin içindekileri bir tabağa boşalttı. Seyyid Ebü’l-Vefâ, “Şunları ayır. Şunları da, şunları da” diyerek, halîfenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış olan on dînârı birer birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp kabûl etti. On dînârı da bir keseye koydurarak, “Bu dinarlar, fakirlere nafaka olarak harcanamaz. Götür kendisi harcasın” diyerek, halîfeye geri gönderdi. Halîfe, on dinârı eline alınca gördü ki, hepsi işâretlediği ve haram yoldan kazanılmış olan dinarlar idi. O zaman anladı ki, Tâc-ül-arifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın veli kullarındandır.

Doğruyu inkâr eden sapık kimseler, halîfenin huzûruna gelip, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri için, “Bu kimse, uzakta iken yakınınıza getirdiniz. Buraya gelmesiyle, bütün Bağdad halkı ona tâbi oldu. Muhammed Kadirî, senin en yakın adamın ve en sâdık hizmetçin idi. O dahi seni terk edip ona talebe oldu” dediler. Bu ve buna benzer kötüleyici sözler söylediler.

Muhammed Kadirî, Ebü’l-Vefâ’ya talebe olunca, kendisine Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Sana, halifenin karşısında iftihar edebileceğin ve onun seni o vaziyette görüp niyetini düzeltebileceği bir vazîfe vereyim.” Onu talebelerin helasını silip süpürmek ve temizliği ile uğraşma işiyle vazîfelendirdi. Muhammed Kadirî bu vazîfeyi kabûl edip, ihlâs ve gönül rızasıyla, seve seve talebelerin helâsını temizlemeye başladı. Halifenin yanında ve onun yakın adamlarından olmayı, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanında bulunarak, dervişlerin helâsının temizliğiyle uğraşmaya tercih ediyordu!

Ba’zı kimseler halîfeye, “Senin en yakın adamın ve en iyi hizmetçin Muhammed Kadirî, Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın en iyi itaat eden talebelerinden olmuş ve senin yanında olmayı ve sana hizmet etmeyi, talebelerin helâsını temizlemeye tercih ediyor. Senin adamlarını ayartıp, kendi hizmetinde tutan bu gibi kimseleri şehirde bulundurmanız doğru değildir. Eğer biraz daha burada kalırsa, bütün adamlarınızı ayartıp yanında çalıştıracak” dediler. Böyle sapık kimselerin sözleri, halîfe üzerinde etkisini gösterdi. Ulemâyı toplıyarak, onlarla meşveret etti ve onlara “Nasıl hareket edelim?” diye sordu. Bunlar sükût edip bir cevap vermediler. Ba’zıları, “Şehirden uzaklaştıralım” dediler. Ba’zıları da, “Câmilerde, minberlerde va’z ve nasihat etmesine ve halkın tövbe etmesi için meclisler tertip etmesine müsâade etmeyiniz” dediler, İbn-i Akîl ise, “Yâ Emîr-ül-mü’minîn! Ulemâ toplansın. Bunların herbiri, ayrı ayrı gayet güç suâller hazırlayıp ona sorsunlar. Şayet o suâlleri cevaplandırırsa ne âlâ. Yok bu suâlleri cevaplandırmaktan âciz ise, gerisini siz bilirsiniz” dedi. İbn-i Akîl’in bu teklifi halîfenin hoşuna gitti ve “Ne kadar ulemâ ve büyük fıkıh âlimi var ise toplansınlar, içinden çıkılması zor olan ne kadar güç mes’ele ve suâl varsa ona sorsunlar. Eğer bu suâllere cevap verebilirse, onu kendi hâline bırakalım. Şayet bu suâlleri cevaplandıramazsa, kürsüsünü başına yıkıp şehirden sürelim” dedi. Sonra Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerine durumu bildirdiler. O da, “İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin türbesinin batı tarafında, gömülü bir minber vardır. O minber demirdendir. O demir minberi halîfenin topladığı âlimlerin, bana suâl soracakları yere koysunlar. Sonra etrâfında ateş yakıp, kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırsınlar. O minberin üzerine çıkıp, Allahü teâlânın izniyle, soracakları suâllerin hepsinin cevâbını veririm” buyurdu.

Onun bu sözleri halifeye iletildi. Halîfenin emri ile o yeri kazdılar. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin dediği gibi o minberi buldular. Binbir güçlükle onu çıkarıp, geniş bir alana koydular. Etrâfına ve yanına çok büyük odunlar yığdılar. Sonra odunları ateşe verdiler. Ateş, üç gün üç gece yandı. Minber ateşin te’sîriyle kıpkırmızı oldu. Bağdad halkının hepsi, o alanda toplanmış idi. Halifenin ve ulemânın oturacağı yerin yakınındaki ateşi temizlediler. Halife minbere yakın bir yere oturdu. Halkın birçoğu, “Bu ateşten kıpkırmızı olmuş demire, insanoğlunun yaklaşması hiç mümkün mü? Nerde kaldı üzerine çıkıp oturmak ve kendisine sorulan suâllere cevap vermek” dediler. Halîfeye daha önce Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler de o alana geldiler. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin, ateşten kızarmış minberin üzerinde yanmasını ve ona sorulacak suâllere cevap verememesini istiyorlardı. Suâl soracak olan âlimlerin sayısı kırk kadar idi. Bunların onu Hanefî mezhebi, onu Şafiî mezhebi, onu Mâlikî mezhebi, onu da Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi idi. Dört mezhebde, o zamanda onlar kadar âlim kimse yoktu. Onlar gelip yerlerini aldıktan sonra, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin minbere çıkması istendi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, Besmele çekerek minbere çıktı. Peygamber efendimize salât-ü selâm getirdikten sonra hutbe okudu. Ateşten kıpkırmızı olan demir minberin üzerinde, ayağını bile kıpırdatmadı. Bu hâldeki minber, vücûdunu zerre kadar incitmedi.

Bu hâli gören halîfe, âlimler ve halk çok şaşırdılar. Halîfenin, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri hakkındaki tutumu değişti. Hiç kimsenin onu inkâr edecek hâli kalmadı. Başta halîfe olmak üzere, orada bulunan herkes, Tâc-ül-ârifîn’in Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu kabûl ve tasdik ettiler. Esâsında bu durumu, Tâc-ül-ârifîn’i sevmeyen ve ona düşman olanlar, onu halîfenin gözünden düşürmek için hazırlamışlardı.

Daha sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Kim suâl sormak ve münâzara etmek istiyorsa gelsin” dedi. Fakat kalabalık meydandan, özellikle o kırk âlimden hiç kimse ona cevap vermedi. Sapıklar, âlimlere “Biz sizi niye buraya getirdik? Hazırladığınız suâllerinizi sorsanıza” dediklerinde, âlimler “Vallahi biz, gerçekten cevâbı zor sorular hazırlamıştık. Fakat şimdi onların hiçbirini hatırlıyamıyoruz. Bildiğimiz bütün herşeyi de unuttuk” dediler. O âlimlerin arasından bir zât, “İslâm nedir?” diye sordu. Seyyid Ebü’l-Vefâ “Hangi İslâmı soruyorsun. Senin İslâmından mı soruyorsun, yoksa benim İslâmımdan mı?” diye söyleyince o zat, “İslâm iki türlü müdür diyorsun?” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, “Evet iki türlüdür. Sizin İslâmınız, îmânınızın aynıdır. Sen; Allahü teâlâ birdir, eşi ve benzeri yoktur. Muhammed Mustafâ (s.a.v.) hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Hak teâlânın ve Resûlünün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslâm anlayışımız ve kabûl edişimiz ba’zı değişiklikler arz eder. Şöyle ki: Biz, îmânın yanında, hiçbir zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamak İslâmdır, deriz. Sizin orucunuz; Ramazân-ı şerîfte fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yemeden-içmeden sakınmak ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden, giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Biz, dünyâ ni’metlerinden, sâdece ibâdet ve tâatte güç kazanmak için faydalanırız. Ve bizim için esas, bütün ahlâk bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekâta gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında beyan buyurulduğu gibi verirsiniz. Bizim zekâtımız; mevcûd olan herşeyi, fazla fazla vermektir ve Allahü teâlânın indinde makbûl olan nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir.

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, sonra haccı ve diğer emirleri çok açık bir şekilde anlattı. Sonunda, “Bu anlattığım İslama kim sahiptir?” diye sorunca, hiç kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri: “Ey Cemâat! Benim için çok şiddetli bir ateş kızdırdınız, ama Allahü teâlâ söndürdü. Ba’zı zor suâller hazırlayarak, onların cevâbının verilmemesiyle beni âciz bırakmak istediniz. Fakat, Allahü teâlâ beni değil, sizi âciz bıraktı. Siz istiyordunuz ki, kendiniz fesahat ve belagatla konuşup suâl sorasınız. Ben ise, fesahat ve belagattan uzak olarak suâllerinizi cevaplandırayım. Fakat siz de gördünüz, ben de fasîh ve beliğ söz söylemeye muktedir imişim” dedi ve “Hani bana sormak için suâl hazırlayanlar nerede? Gelsinler, suâllerini sorsunlar!” diye üç sefer yüksek sesle seslendi. Hiç kimse cevap vermeyince kendisi, “Bana sormak için hazırladığınız hâlde, Allahü teâlâ tarafından size unutturulan suâlleri, O’nun yardımıyla sizlere ben sorayım ve cevâbını vereyim” dedi.

Suâl hazırlayan kırk âlimden ilkine, “Yâ falan! Senin hazırladığın suâl şu değil miydi?” diye sorunca, ondan “Evet” cevâbını aldı. “İşte cevâbı da budur” diyerek, o suâli çok güzel bir şekilde açıkladı. Verdiği cevâbı orada bulunan herkes çok beğendi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, orada bulunan diğer otuzdokuz âlimin hazırladıkları suâlleri tek tek söyleyerek, cevaplarını gayet açık bir şekilde söyledi. Bu durum, başta halîfe ve orada bulunan kırk âlim olmak üzere, herkesi hayretler içinde bıraktı. Orada bulunanların hepsi, Ebü’l-Vefâ hazretlerine hayran oldular. Tâc-ül-ârifîn sonra onlara, “Ey âlimler! Ey fakîhler! Biliniz ki, medresede öğrenilen ve kâğıt üzerine yazılan ilim zamanla unutulur. Fakat Ledün mektep ve medresesinde öğrenilen ilm-i ledünnî’nin kâğıdı gönül sahifesidir. O, gönül sahifesine yazılır ve asla unutulmaz. İlm-i ledünnî’yi öğrenin. Bu ilmi öğrenen, iki cihanda mes’ûd olur, saadete erer ve bahtiyar bir hayat yaşar” dedi. Daha sonra minberden inerek iki rek’at namaz kıldı ve bir kenara oturdu. Oradaki halkın ba’zıları, onun yanına gelerek oturdular, İbn-i Akîl ve İbn-i Hübeyre de Tâc-ül-ârifîn hazretlerinin yanına gelerek himmet istediler. Ebü’l-Vefâ onlara, “Siz, beni fasîh ve beliğ konuşamayan acemi bir kimse mi sanmıştınız?” diye sorunca onlar, “Evet öyle zannediyorduk” dediler. Seyyid Ebü’l-Vefâ, “Biliniz ki, Allahü teâlânın lütfu kime erişmişse, o kimse eğer nâkıs ise kâmil olur. Dilsiz ise konuşur. Konuşması düzgün değilse fasîh olur. Kör ise gözleri görür. Ne eksiği varsa, hepsi tamamlanır, hiçbir eksiği kalmaz. Allahü teâlâ bana da lütufta bulundu. Ceddim Muhammed Mustafâ (s.a.v.), gece rü’yâmda görünüp, ağzıma mübârek tükürüğünden bulaştırdı. O sabahtan beri çok fasîh ve beliğ konuşmaktayım” buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Hübeyre, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin eline sarılarak, cân-ı gönülden tövbe etti.

Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, daha sonra ikinci defa büyük bir va’z ve nasîhat verdi. O sırada, daha halîfenin kalbinde inkâr kokusu vardı ve henüz utanma duygusu onu tam olarak kaplamamış idi. Çünkü Ehl-i sünnet düşmanları münâfıklar, Ebü’l-Vefâ Hazretleri hakkında gece-gündüz çeşit çeşit yalanlar söylüyor ve ona iftira ederek, doğruyu bâtıl olarak göstermeye çalışıyorlardı. Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın va’zını dinlerken halifeye bir hâl oldu ve onun anlattıklarını cân-ı gönülden dinlemeye başladı. “Çok güzel yâ Tâc-ül-ârifîn” diyerek kendini kaybetti. Bu durum, birkaç defa daha tekrarlandı. Ebü’l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler, onun böyle söylemesine çok şaşırdılar. Kendisine gelince ona, “Sizinle Seyyid Ebü’l-Vefâ arasında bir yakınlık yok iken, ona bu şekilde seslenmenizin sebebi nedir?” diye sordular. Halîfe, “Vallahi o sözü kendi isteğimle söylemedim. Minberin üzerinde yeşil bir kuş bulunuyordu. O kuş, “Çok güzel yâ Tâc-ül-ârifîn” deyince, kendi isteğim olmadan o kuşun sözlerini tekrarladım” dedi. Sonra Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri minberden inince, birçok kimse yanına gelerek tövbe etti. Yaptıklarından izdırap duyan halîfenin, Tâc-ül-ârifîn hazretlerinin yardımıyla kalbi yumuşadı ve düşmanların sözlerine bakmıyarak ona bî’at etmek istedi. Tenhâ bir yerde va’z kürsüsü kurmaları için adamlarını görevlendirdi. Sonra da Ebü’l-Vefâ hazretlerine, gelip bize tenhâ bir yerde va’z versin. Lütfedip bizi şereflendirsin” diye haber gönderdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ “Canla başla” dedi ve va’z kürsüsü kurulan yere gitti ve va’zu nasîhat etti. O mecliste, o kadar çok ilmi-ledünnî ve feyz saçtı ki, anlatılması mümkün değildir. Orada bulunanların hepsi, derecelerine göre hisselerine düşeni aldılar. Halîfe ve hazır bulunan âlim ve fakîhler ona hayran kaldılar. Bunların arasında Tâc-ül-ârifîn için, “Bu kadar ilmi nereden öğrendi? Bu kadar çok kitap bilgisine nasıl sâhib oldu ve nasıl mütâlâa edebildi? Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir benzeri olmıyan bu zât, hangi âlimlerden, nerede ve ne zaman ders aldı?” diye hatırlarından geçirenler oldu. Onların bu düşünceleri ona ma’lûm oldu ve “Ey insanlar! iyi bilin ve anlayın. Cenâb-ı Hak bir kuluna ihsân edip feyz vermişse, o kimse zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle söz sahibi olur ki, sizin âlimlerinizin uzun yıllar çalışarak elde ettikleri çok ilim, O’nun verdiği ilme nazaran denizde bir damla gibidir. Bir tarafın ilim öğreteni Allahü teâlâ, bir tarafın ilim öğreteni insan olursa, hangi tarafın ilminin daha tutarlı olduğunu siz kıyâs ediniz” buyurdu. Orada bulunanlar, onun bu sözünü işitince çok ağladılar. Bu konuşmadan sonra, birçok kimsede derecesine göre bir hâl hâsıl oldu. Birçok kimseler düşüp bayıldılar. Halîfeyi de dehşet kaplıyarak vücûdunu bir titreme aldı. Kalbinde Allah korkusu yer edip, evliyâ sevgisi hâsıl oldu. Tâc-ül-ârifîn hazretleri, minberden inip halîfenin yanına geldiler. Elleriyle halîfenin vücûdunu sıvazladı. O titreme hâli halîfeden gitti. Bunun üzerine halîfe, “Yâ Seyyid, bana hassaten va’z et” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de, “Yâ Emîr-ül-mü’minîn! Sen gerçeği gördün. Amma sen bir inat yüzünden bunu anlamadın veya anlamak istemedin. Bir kimseye kendisinin va’zı te’sîr etmezse, başkasının va’zı te’sîr etmez. Fakat ben sana bir kıssa anlatayım, sen ondan hisse çıkar:

Bir çoban, güttüğü koyunlara şefkatli ve merhametli davransa, onları incitmezse ve zayıf-sağlam demeden her birini iyi ve otlu yerlerde otlatırsa, sıcak bastığı vakitlerde ağaç altlarına götürüp onları gölgelendirirse, susadıklarında onları güzel berrak sulardan sularsa, hülâsa ne kadar iyi beslerse, koyunlar besili olur ve sürü çabuk artar. Koyunların sütleri de çok olur. Koyunları böyle olan sürü sahibi de, çobandan memnun olarak daha fazla ücret verir. Eğer bunları yapmayıp da tersini yaparsa, koyunların sütleri ve sayısı azalır. Sürü sahibi memnun kalmıyarak çobanı işten çıkarır, onun yerine başka çoban getirir.

İşte böyle olduğu gibi, ey halîfe! Bir bakıma sen de bir çobansın. Sana itaat eden teb’an da koyun gibidir. Sen insaf ve adâletle hareket ederek onlara zulüm etmezsen, Allahü teâlâ da senin hukukunu görerek, adâletle hareket ettiğin için seni makamında devamlı tutar ve sen de böylece ülkeni günden güne genişletebilirsin. Eğer teb’ana şefkat ve merhametle davranmazsan, onlara eza, cefâ ve zulüm edersen, Hak teâlâ seni memleket padişahlığından ve hilâfet makamından alır. Böylece hem bu dünyâda, hem de âhırette kovulmuş olursun.

Ey Emîr-ül-mü’minîn! Şimdi iyi düşün ve gözünü aç. Kendi hâline dikkatle bak. Hangi taraftansın? Ona göre amel et ve durumunu düzelt. Kimseye güvenme, âhırete yarayacak işi kendin gör” buyurdu. Bunun üzerine halîfe, “Ey Seyyid! Allahü teâlâ seni ve ecdadını, bütün mü’minlere yardım ve onlardan faydalanmaları için gönderdi. O yardım ve faydadan, bugün özellikle ben istifâde ettim, idârem altında bulunan âmirlere, halka adâlet üzere muâmelede bulunup, kimseye zulüm etmemeleri için emir göndereceğim. Söylemek benden, emrimi yerine getirmek ise onların vazîfesidir. Eğer emrimi yerine getirmezlerse, günaha girer ve yarın Allahü teâlânın huzûrunda kendileri mes’ûl olurlar” dedi.

Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Ey halîfe! Güzel söylüyorsun, fakat sâdece dil ile söylemek yetmez. Yapılan işi tartarak yapmak ve her durumda adâlete riâyet etmek lâzımdır. Ey halîfe! Şüphen olmasın ki, günün birinde öleceksin. Burada öyle bir amel işle ki, yarın kıyâmet günü o amelin sana fâidesi dokunsun. Günün birinde seni, seni yaratan yüce bir varlığın huzûruna götürecekler. O herşeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli kalamaz. Burada işlediğin herşeyin karşılığını orada göreceksin. Şunu hiç unutma ki, Allahü teâlâ seni bir damla meniden yarattı. Sana can verdi, akıl verdi. Göz, kulak, ayak ve dil verdi. Bunlara benzer daha nice a’zâlar ve saymakla bitmeyecek ni’metler verdi. Bütün bunları insanoğlunun emrine amade kıldı. Böyle ni’metler verdiği insanlar üzerine hükmetmen ve emir vermen için, Allahü teâlâ seni hâkim kıldı ve halîfe yaptı. Sana tâbi olan bütün insanların hâlleri senden sorulacaktır. Bu yüzden makamınla öğünüp mağrur ve gâfil olmayasın” deyince, halîfe çok ağladı ve harareti arttı, içmek için su istedi. Bir maşrapa su getirdiler. Tam suyu içeceği sırada, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Ey halîfe, suyu içme! Sabret” dedi. Bunun üzerine halîfe onun diyeceğini beklemeye başladı. Tâc-ül-ârifîn, “Ey halîfe! Çok susamış bir hâlde sahrada olsan ve bir damla içecek su bulamasan, susuzluktan ölecekmiş gibi olsan. Bir kimse elinde bu maşrapayla sana su getirse ve karşında tutarak, “Şayet saltanatının yarısını bana verirsen, şu suyu sana vereceğim” dese ne yaparsın?” deyince halîfe, “Susuz ölmektense, diri kalıp yaşamak daha iyi olacağından, saltanatımın yarısını verir, bir maşrapa dolusu soğuk suyu alırdım” dedi.

Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Suyu içtiğinizi kabûl edelim. O içtiğin su, bir müddet sonra idrar olarak yol bulup çıkmak istese, fakat Allahü teâlâ o suyu veren kimseye bir imkân verse, o kimse seni, idrarını yapamaz hâle getirse ve sen de idrârını yapamazsan, o zaman da o kimse, “Eğer saltanatının diğer yarısını da bana verirsen, idrârını yapmanı sağlarım. Yoksa seni bu hâlde bırakırım” dese ne yaparsın?” diye sordu. Halîfe cevap olarak, “Eza, cefâ içinde çaresiz kalmaktan dirlik iyidir. Saltanatımın yarısını ona verir, o zahmetli hâlden kurtulurum” dedi ve elindeki suyu içti. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri başını kaldırıp, “Ey halîfe! Bil ki, yarısı bir içim suya, yarısı da bir defa idrar çıkarmak karşılığında elden çıkacak olan bir devlete, bir makama, ârif olan kimse hiç tama’ eder mi? Onun için, beylik ve makamın benim yanımda zerre kadar bir değeri yoktur” buyurdu. Bunun üzerine halîfe, “Ey Seyyid! Beni mazur görünüz. Sizin asıl hâlinizi bilememişim. Biliyorsun ki, nefs kâfirdir, insana türlü türlü endişeler verir ve kişi, kendisini vesveseye iten herkesin sözüne uyar” dedikten sonra, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin elini öptü ve “Ey Seyyid! Bu andan i’tibâren senin emrinden dışarı adımımı atmayacağım. Yapacağım işleri, önce sizinle istişâre edeceğim. Ondan sonra o işleri yapacağım” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de, “Yâ Emîr-ül-mü’minîn! Benim sana, senin de bana ihtiyâcın yok. Fakat ne yaparsan Allahü teâlânın emrinden dışarı çıkma, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetini bırakma. Dâima Allahü teâlâdan kork, Resûlünden utan” dedi. Bunun üzerine halîfe, “Ey Seyyid! Bana, gönlümün dünyâya karşı aşırı ve fazla bir hırs göstermiyeceği bir nasîhatta bulun?” deyince, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Dünyânın lezzetleri üç şeyde toplanmıştır. Bunların ilki yemek-içmek, öbürü giyinmek, diğeri ise cimâ’dır. Yiyeceklerin en tatlısı baldır. Bal, küçük ve zayıf olan arıdan hâsıl olur. O hayvancığı, insan dilerse kolayca öldürebilir. Giyeceğin en iyisi ipek olup, onu da küçücük bir böcek yapar. O böcek, gökgürültüsüyle ölür. Cima’ ise, bir bevli yerli yerine ulaştırmaktır. Bu da bir anlık lezzettir. Dünyânın, insan için geçen süre kadar bile kıymeti yoktur. Kâmil ve ârif olan kimse dünyâya gönül bağlamaz. Böyle zâtların gönülleri, Allahü teâlâdan bir ân bile uzak olmaz” buyurduktan sonra, talebelerinden birine işâret etti. Talebesi hâl ehlinden olduğu için, hocasının ne için işâret ettiğini hemen anladı. Ebü’l-Vefâ hazretleri onun eline, o zamana kadar görülmemiş bir inci koydu, incinin pırıltısından her taraf ışıl ışıl olmuştu. Halîfe bunu görünce, Seyyid Ebü’l-Vefâ’dan bakmak için izin istedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri o inciyi halîfeye verdi. Halîfe eline alınca, o inci basit bir taş oluvermişti. Onu tekrar geri verdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ o taşı eline alınca, yine pırıl pırıl parlayan bir inci oluverdi. Halîfe o inciyi tekrar eline aldığında, yine değersiz bir taş oluverdi. Halîfe onu tekrar Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya geri verince, o taş, tekrar gözleri kamaştıran, parlaklığıyla insanları cezbeden bir inci oldu. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Bunun neden ileri geldiğini anlıyarak, cân-ı gönülden tövbe etti. Adâlet üzere hareket edeceğine, kimseye zulüm etmiyeceğine gönülden söz verdi.

Daha sonra Emîr-ül-mü’minîn, çeşitli yemekler hazırlamaları için adamlarına emir verdi. Tâc-ül-ârifîn hazretlerine ziyâfet verecekti. Adamları çok miktarda ve çeşitli yemekler hazırladılar. Sofralar kurularak, o yemekleri onların üzerlerine koydular. Halîfe ve Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, talebeleriyle sofraya oturdular. Seyyid Ebü’l-Vefâ talebelerine, “Ramazan Mecnûn aranızda mı?” diye sorunca, Ramazan Mecnûn “Buradayım” diyerek ayağa kalktı. Ebü’l-Vefâ “Ey halîfe! Önce bu Mecnûn’un karnını doyur” dedi. Halîfe de, “Hay hay, yemeğin sonu yoktur. Ne kadar isterse yesin” deyince, Ebü’l-Vefâ hazretleri Ramazan Mecnûn’a işâret etti. Ramazan Mecnûn yemekleri yemeğe başladı. Orada bulunan bütün yemekleri yedi ve ey halîfe! Daha yemek yok mu? Karnım doymadı” dedi. Halîfe de, “Bağdad’da ne varsa yersin, fakat yine doymazsın” deyince, Ramazan Mecnûn, “Bugün rızkımı senden talep ettim, aç kaldım” dedi. Bunun üzerine halîfe özür diledi ve tövbe istiğfar etti. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, yola çıkmak için sonra halîfeyle vedâlaştı. Halîfe ona, şehirden çıkıncaya kadar refakat etti. Seyyid Ebü’l-Vefâ talebeleriyle Bağdad’dan uzaklaştıktan sonra, halîfe, Mâcid-i Kürdî’yi istedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, Mâcid’e izin verince, Mâcid, halîfenin yanına geldi. Halîfe kâtibine: “Kasendi’nin etrâfında olan bütün köylerin uşrlarını Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya yaz” diye emîr verdi. Kâtip, halîfenin bu emrini yazdı. Halîfe, bunu Mâcid-i Kürdî’ye vererek, “Bunu Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya götür. Fakat Seyyid hazretleri beldesine varmadan bunu ona verme ve gösterme” dedi.” Mâcid-i Kürdî, “Peki” diyerek mektûbu aldı ve Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın arkasından yetişti. Ona hiçbir şey söylemedi. Hepsi gemiye bindiler. Fakat gemi, ne yaptıysalar bir türlü hareket etmedi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın yardımıyla geminin neden yürümediğini anladı ve Mâcid-i Kürdî’yi yanına çağırdı. Ona, “Ey Mâcid sende birşey var” dedi. Mâcid de, “Evet yâ Seyyid var” deyince, “Nedir o?” diye suâl etti. Mâcid, “Bende halîfenin size gönderdiği bir mektûp var” deyince Ebü’l-Vefâ, “Daha önce bana onu niye vermedin” dedi. Mâcid de, “Yerinize varmadan size vermememi ve ondan bahsetmememi halîfe vasıyyet etmişti. Ondan dolayı vermedim” deyince Ebü’l-Vefâ, “Yâ Mâcid! Görüyorsun ki gemi hareket etmiyor. Ne yapmamız lâzım? Getir mektûbu bir göreyim” dedi. Mâcid-i Kürdî mektûbu cebinden çıkarıp hocasına verdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ mektûbu okuduktan sonra, yırtıp, parça parça ederek suya attı. O anda gemi, kendi kendine hareket etti. Çok hızlı bir şekilde varacağı yere vardı. Ba’zı kimseler, “O kâğıtda her hâlde Seyyid hazretlerine birşey vakfedilmişti. Seyyid hazretleri neden böyle yaptı acaba? Kendisi kabûl etmedi, bari zürriyetine veya talebelerine verseydi” dediler. Bu durum Ebü’l-Vefâ hazretlerine ma’lûm oldu ve “Ey insanlar! Velî olan kimsenin, Allahü teâlâdan başka birşey istemesi, Ondan başka birşeye gönül bağlaması doğru değildir. Ben ve benim soyumun, benim silsilemin, kıyâmete kadar Allahü teâlâdan başka hiç kimseye muhtaç olmayacağına ve bütün âlemin onlara muhtaç olacağına inanıyorum” buyurdu.

Ebü’l-Vefâ hazretlerinin kerâmetleri ve menkıbeleri:

Şöyle anlatılır: Ebü’l-Vefâ hazretleri, bir seyahatinde bir köye uğramıştı. Köy halkına va’z ve nasihatte bulundu. Daha sonra köylülerden biri gelip, “Efendim, köyümüzün bir büyüğü var. Herkes ona saygı duyar. Bu zât, aynı zamanda benim babamdır. Kendisine bir hastalık geldi Kırk yıldır ayağa kalkamıyor. Sizin sayenizde şifâ bulacağını ümid ediyor. Müsâade ederseniz sizin yanınıza getirilmesini istiyor” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri bir süre tefekküre daldıktan sonra, “Getirin bir göreyim” dedi. O zâtı getirdiler. O zâtı gördükten senra, keşif yoluyla onun bozuk bir inançta olduğunu anlayıp, “Allahü teâlâ sana şifâ ihsân eder de ayağa kalkarsan, bozuk inancından vazgeçip, doğru i’tikâda girer misin?” buyurdu. O zât, “Ben iyileşirsem, bütün köy halkıyla beraber sizin talebeniz olur, ne emir buyurursanız yaparız. Bozuk i’tikâdımızdan da vazgeçer, öğreteceğiniz doğru i’tikâdla, i’tikâdımızı düzeltiriz” dedi. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri iki rek’at namaz kıldı ve duâ etti. Bundan sonra da, “Allahü teâlânın izniyle ayağa kalk” buyurdu. O zât, hemen ayağa kalktı. Sanki vücûdunda hiçbir şey yoktu. Köy halkı ve o zât, tövbe ettiler. Bozuk inançlarından vazgeçtiklerini söylediler. Köyden ayrılmadan önce, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, o zâta, “Sakın, tövbeni bozma! Dalâlete düşenleri görürsen de onlara doğru yolu göster. Eğer ahdini bozacak olursan, büyük bir hastalığa düçâr olursun” dedi.

Dört yıl sonra, civar köyler onlara baskı yapıp, “Tövbenizden dönmezseniz sizi öldürürüz” diye tehdit ettiler. “O zât senin tövbeni bozduğunu nereden bilsin” deyip, uzun konuşmalardan sonra tövbe eden zâtı ikna ettiler. O zât tövbesini bozduğu anda, hemen eski hâline döndü. Derhal oğullarını Ebü’l-Vefâ hazretlerine gönderdi Ebü’l-Vefâ hazretleri de, “Ben, o zaman söylemiştim. Erenlerin attığı ok geriye dönmez” buyurdu.

Ebü’l-Vefâ hazretleri şöyle anlatır: “Kalmine’de iken, birgün sahraya çıkmış tenhâ bir yerde ibâdet ediyordum. Bir süre sonra, uzakta bir tepenin üzerinde birbirleriyle şakalaşıp konuşan iki kişi gözüme ilişti. Onlara dikkatle bakıyordum. Nihâyet bunların ortalarında bir kişi peydah olarak onlardan birini bıçakla öldürdü. Sonra bıçağı diğerinin eline verdi. Onları o hâlde bırakarak, ölen kimsenin kavmine, “Falanı, falan yerde öldürdüler” diye haber verdi. Öldürülen kimsenin kavmi toplanıp geldiler. Adamlarının öldürülmüş olduğunu ve elinde kanlı bir bıçak olan bir kişinin de orada durduğunu gördüler. Hemen onu yakaladılar. Ben, olanları başından beri görüyordum. O kişiyi öldüren kimse kalabalığın arasında bulunuyordu. O, öldürdüğü kimseyi yıkadı, kefenledi ve imamlık edip namazını kıldırdı ve kabrine koyup üzerini toprakla örttü. O kavim, ölüyü defnettikten sonra dağıldılar. Fakat öldüren kimse orada kaldı.

Ölünün kabrinden bir avuç toprak alıp, üzerine birşeyler okuyarak kavminin arkasından serpti. Kabirden bir avuç toprak daha aldı ve yine üzerine birşeyler okuyarak havaya doğru savurdu. Daha sonra ölünün mezarından bir avuç toprak daha alarak üzerine birşeyler okudu ve kabrin üzerine serpti. Bunun hakîkatini öğrenmek için, hemen o zâtın yanına gittim ve “Esselâmü aleyküm” deyip ona selâm verdim. “Ve aleyküm selâm yâ Tâc-ül-ârifîn!” deyip selâmımı aldı. Ona, “Ey kardeşim! Sana birşey soracaktım, fakat şimdi sorum iki oldu” deyince bana, “Sor yâ Ebü’l-Vefâ!” dedi. Ben ona, “Sen benim adımı nereden bildin?” diye sorunca, “Ben senin adını ve lakabını, daha sen yaratılmadan levh-i mahfûzda gördüm” dedi. Ben ona, “Ey kardeşim, sen Allahü teâlâya yakın olanlardan imişsin. Fakat bu cinâyeti niçin işledin?” diye sorunca, “Ben Azrâilim. Allahü teâlânın emriyle bu işi yaptım. Hikmet-i ilâhi böyle tecellî etti. O kimse şimdi şehîd olsa gerektir” dedi. Ben ona yine, “Kabirden alıp avuç avuç saçtığın o toprak neydi? diye sordum. Azrail (a.s.), “Yâ Tâc-ül-ârifîn! O kavmin arkasından birinci avuç toprağı, Allahü teâlânın emriyle serptim. Kavmin, katil diye yakaladıkları o kimseye merhamet ve şefkat etmeleri içindi. Çünkü o kimsenin hakîkatte hiç suçu yoktur. İkinci olarak göğe saçtığım bir avuç toprak da, Allahü teâlânın emriyleydi. Bu zâtın cenâze namazını kılmak için gelmiş olan sâlihlerin rûhlarının makamlarına geri dönmeleri için serptim. Üçüncü defa saçtığım toprak da, gene Allahü teâlânın emriyleydi. Onu kabrin üstüne, meyyitin kabir azâbı görmemesi için serptim” deyince ben, “Hakîkati şimdi öğrendim. Fakat ey Azrail aleyhisselâm! Benim bir dileğim var. Hak teâlâdan izin iste de, ikimiz kardeş olalım” dedim. O zaman Azrail (a.s.), “Yâ Tâc-ül-ârifîn! Ben seninle nasıl kardeş olurum? Çünkü annenin, babanın ve bütün yakınlarının canını ben aldım. Bir süre sonra, senin de canını ben alacağım. Bu yüzden biz nasıl kardeş olabiliriz?” deyince ben, “Ey Azrail! Ben rûhumu kabzetmenden korkmam ve incinmem. Çünkü dosta ulaşmak benim için saadettir. Fakat, ecelim yaklaştığı zaman bana bildirmeni isterim” dedim. Azrail (a.s.), “Şayet Allahü teâlâ izin verirse bildiririm” dedi ve gitti.

Şöyle anlatılır. “Seyyid Ebü’l-Vefâ, birgün bir berbere traş oluyordu. Traşın yarısına geldiğinde, berber, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin gözden kaybolduğunu gördü. Berber, hayret ve dehşet içinde kaldı. Bir saat sonra Ebü’l-Vefâ hazretleri gelip, berberin önüne tekrar oturdu. Berber, yarım kalan traşını tamamladı ve Ona, “Yâ Seyyid! Bu ne hâldir?” diye sordu. Seyyid Ebü’l-Vefâ, Irak’ın Behendak şehri yakınlarında Vâdiîn Never denilen bir yer vardır. Sen, şimdi derhal oraya git. Oraya vardığında büyük bir kâfile göreceksin. Onların arasında, yeşil yün elbise giymiş ve bir kır katıra binmiş bir zât vardır. Ona selâm ver ve “Bulunduğun adağı bana ver” de. Ondan adadığı onbin dinar parayı al ve nereye harcarsan harca” dedi. Berber, “Yâ Seyyid! Beni sizin gönderdiğinize dâir bir nişan, bir alâmet ister. O zaman ben ne diyeyim?” diye sorduğunda, “Yürü git. Hiçbir şey istemez” dedi. Berber bir nişan ve alâmet istemekte ısrar edince Seyyid hazretleri, “Git ve ona, “Denizde sizin geminizi büyük bir balık batıracağı esnada, siz feryâd etmiştiniz. Bu sırada başının yarısı traş olmuş, yarısı traş olmamış bir zât gelerek, o balığı parçalayarak öldürmemiş miydi?” diye sor. O da, “Evet, öyle olmuştu” derse, “On bin dînâr nezretmiştin. Ebü’l-Vefâ eliyle sarf olunacaktır. Beni o gönderdi ve onun vekîliyim. Ver de götüreyim” de. Sana nişan, alâmet işte budur. Şimdi git ve o parayı al” dedi.

Berber hemen yola çıktı ve kâfileyi bulunca o zât ile görüştü. Seyyid Ebü’l-Vefâ ile aralarında geçen konuşmayı tek tek anlattı. O zât, “İnandım ve kabûl ettim” dedi ve çıkarıp onbin dînârı berbere verdi. Berber o parayla, Behendak şehrine bir mescid ve kendi köyündeki kervansaraya da bir çeşme yaptırdı.

Abdülhamîd Sûfî şöyle anlatır: “Birgün, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri ile başbaşa oturmuş konuşuyorduk. Bir ara sordum: “Yâ Ebü’l-Vefâ! Siz, küçük ve büyük, ehil ve nâehil herkesle beraber yemek yiyor, herkesi sohbetinizde bulunduruyorsunuz. Bunun sebebi nedir?” Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Ey Abdülhamîd, şimdi Fâtiha sûresini oku!” Besmele çekip, okudum. Sonra “Allahü teâlâ burada “Rabbül âlemin” buyuruyor. Çünkü Allahü teâlâ, âlemlerin Rabbi ve Halikıdır. Beni de âleme, insanları Hakka da’vet etmem için gönderdi Bizim kimseyi sohbetimizden men etmemiz reva değildir. Sohbetimize gelenler fâsık iseler, inşâallah Allahü teâlâ onlara tövbe nasîb eder, sâlih iseler, salâhları ziyâdeleşir” buyurdu.

Şöyle anlatılır: “Ebü’l-Vefâ hazretleri birgün Kuşende yakınlarında talebeleri, dost ve arkadaşlarıyla hurma fidanları dikiyordu. Talebeleri ve yanındakiler çok fidan diktiler. Ebü’l-Vefâ hazretleri kendi eliyle kırk hurma fidanı dikti. Her fidanı dikerken, “Kökü toprakta gayet kuvvetli, sağlam olsun ve ihtiyâç sahibi olan kimseler yesin” derdi. Her talebesi kırk fidan dikti. Her fidan dikilişinde Seyyid hazretleri kendi dikerken söylediği sözü söyledi. Bu dikim işinin üzerinden yedi sene geçip, bütün fidanlar büyüyüp hurma verdiler. O yıl büyük bir kıtlık oldu. Uzaktan yakından gelen halk, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin hurma bahçesine geldiler. Bütün gün hurma topladılar. Ertesi gün gördüler ki, ağaçlardan hiç hurma toplanmamış gibi ağaçlar hurma dolu. Bu hâdise günlerce tekrarlandı. Kıtlık sürmeye devam edince, halk üzerinde kötü te’sîrleri görünmeye başladı. Ebü’l-Vefâ hazretleri bundan dolayı çok üzüldü. Allahü teâlâya şöyle niyazda bulundu: “Yâ ilâhî! Şayet senin yolunda eğri isem, sen doğrult. Eğer hatâ etti isem, sen affet. Gözüm ve gönlümü senden başkasına muhtaç etme. İlâhî! Kullarından ni’metini ve refahı kesme. Halka verdiğin bu belâ benim suçumdan ise, sana tövbe ettim, kusurumu i’tirâf ettim.” Onun bu niyazı üzerine, çok geçmeden şu hitâb-ı ilâhî geldi: “Yâ Ebü’l-Vefâ! Bu kıtlık senin kusur ve kabahatinden değil. Çünkü sen hurma fidanları diktiğin zaman, “Kökü toprakta gayet kuvvetli, sağlam olsun ve ihtiyâç sahibi bulunan kimseler yesin” demiştin. Duânı kabûl buyurdum ve her hurma mahalline sarfolundu.” Ebü’l-Vefâ hazretlerinin gönlüne, hurma ağaçlarını kestirmek ilhamı geldi. Talebelerine o hurma ağaçlarının hepsini kesmelerini emretti. Bütün hurma ağaçlarını kestiler. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ şu hitâb-i ilâhîyi işitti: “Şimdiden sonra, bolluk ve bereket günleridir” Ondan sonra bolluk ve bereket arttı. Halk refah içinde yaşadı.”

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin Muhammed Mısrî isimli bir talebesi vardı. Çoğu defa hocasına; “Talebe için hocanın üzerine düşen vazîfe ve hocası için talebeye vâcib olan nedir?” diye sorardı. Hocası da, “Büyük bir gayretle ciddî olarak kendini hocana teslim edersen o zaman görürsün. Görmek, işitmekten daha güzeldir” diye cevap verirdi. Muhammed Mısrî, gece-gündüz cân-ı gönülden ve ihlâs ile hocasına hizmet ederdi. Bu hâl üzere uzun bir zaman geçti. Birgün hocası Muhammed Mısrî’ye, “Ey Muhammed! Derhal Mısır’a git. Bana bin dinar nezir olunmuştur. Onu al ve getir” buyurdu. Muhammed Mısrî hemen asasını alıp yola çıktı. Muhammed Mısrî, yolu bilmiyordu ve azığı yok idi. Bin dînârı nezreden kimdir, nerededir, bilmiyordu, işte bu hâl üzerine yola koyuldu. Allahü teâlâ onu, sıdkı ve ihlâsı bereketine sağ sâlim Mısır’a ulaştırdı. Mısır’a yaklaşınca kendi kendine, “Nereye gitsem, o kimseyi nasıl bulsam?” diye düşünürken, yanına katıra binmiş, güzel elbiseler giyinmiş bir tacir geldi ve selâm verdi. Muhammed Mısrî de selâmını aldı. Genç tacir, “Nereden geliyorsun?” diye sorunca o, “Irak diyarından geliyorum” dedi. Genç tacir, “Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebelerinden hiç kimseyi tanıyor musun?” deyince, Muhammed Mısrî, “Ben onun talebelerindenim” dedi. Buna çok sevinen tacir, “Adın nedir?” diye sordu. O da, “Adım Muhammed’dir” diye cevap verdi. Tacir, “Ey Muhammed! Çok önemli bir işim vardı. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle bu işim oldu. Bunun için, Seyyid hazretlerine vermek üzere bin dînâr nezir etmiştim. Onun talebelerinden birini bulup, bu bin dînârı teslim etmek arzusuyla sahraya çıkmıştım. Elhamdülillah Allahü teâlâ beni seninle karşılaştırdı ve bugün, “Irak tarafından bir kimse gelecek!” diye kalbime ilham verdi. Allaha şükür seninle karşılaştım ve muradıma erdim. Ey Muhammed! Sen lütfedip bu bin dînârı Ebü’l-Vefâ hazretlerine teslim eder misin?” dedi. Bunun üzerine Muhammed Mısrî, Ebü’l-Vefâ ile aralarında geçen konuşmayı anlatınca, tacir buna hayret etti ve Muhammed Mısrî’yi evine götürdü. Üç gün üç gece misâfir etti. Giderken bin dînârı teslim ederek, “Varınca Seyyid hazretlerinin mübârek ayağını benim için öp” dedi. Muhammed Mısrî tacirle vedâlaştıktan sonra, Mısır’da bulunan evliyâdan ba’zılarını ziyâret edip şehirden çıkmağa niyyet etti. Bir sokaktan geçerken, gözü bir çardağın altında oturan güzel bir kadına ilişti. Nefsinin esîri olarak, uzun süre hayran hayran o kadına baktı. O kadın bir kişiyi gönderip, “Eğer burada durmaktan gayesi bana kavuşmak ise istediğimi versin, bana kavuşsun. Şayet dileğimi vermeye kudreti yoksa burada beklemesin, gitsin” dedi.

Muhammed Mısrî, “Gözüm gördü, gönlüm sevdi. Bana bir kolaylık sağlasın” dedi. O kişi bunu gidip kadına iletti. Bir saat sonra tekrar o kişi gelerek, “Ey derviş! Sen bu sevdadan vazgeç. O seni güldürmez. Çünkü onun seninle bir gece sohbet etmesi bin dinardır. Bu parayı zenginlerden başkasının vermeye gücü yetmez” deyince, Muhammed Mısrî bin dînârı o adama vererek, aklından Ebü’l-Vefâ’ya, “Mısır’a gittim. Ama o nezreden kimseyi bulamadım” demeyi geçirdi. O kişi bin dînârı götürüp kadına verdi. Sonra Muhammed Mısrî’yi kadının yanına çıkardılar. Gece olunca Muhammed Mısrî kadınla başbaşa kaldı. Hazırlanan çeşitli yemeklerden yediler. O anda, gâibden bir el peydah olarak onlara dokundu, İkisi de kendilerinden geçip yere düştüler. Kadın daha önce kendine geldi. Muhammed Mısrî’nin henüz daha kendine gelmediğini görünce, onun başını ovuşturmaya başladı. Muhammed Mısrî’nin aklı başına gelince kalkıp, kadına bakmadan kapıya doğru yürümeye başladı. Kadın arkasından gelerek parayı ona vermek istediyse de, Muhammed Mısrî parayı almadan gitti. Kadın arkasından yetişip ona, “Bu hâl nedir ki, bize vâki oldu?” diye sorunca o da, “O bize dokunan hocamın elidir” dedi. Sonra acele ile giderken kadın, “Ne olur, beni de yanına götür. Onun yanına varıp tövbe edeyim” diye ricada bulundu. Önce kadınla beraber yalnız gidemiyeceği için bu ricayı kabûl etmeyen Muhammed Mısrî, kalmine’ye bir kervanın gideceğini öğrenince kadının gelmesine râzı oldu. Kadın, malını mülkünü terk ederek, kervanla birlikte yola çaktı. Allahü teâlânın izniyle Kalmine’ye vardılar. Ebü’l-Vefâ hazretlerinin makamına varınca, Muhammed Mısrî, “Acaba kadınla beraber mi gitsem, yoksa ben önce gidip izin aldıktan sonra mı kadını götürsem?” diye tereddütte kaldı. O düşünceyle Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna yaklaşırlarken, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “İkisi beraber gelsinler” buyurdu. Muhammed Mısrî ve kadın, korku içinde Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanına geldiler. Ebü’l-Vefâ hazretleri onlara tebessümle bakarak: “Yâ Muhammed! Her zaman bana Talebenin hocası üzerinde, hocanın da talebesi üzerinde olan hakkı nedir?” diye sorardın. Şimdi bu durum zâhir oldu. Sen de bunu kendi gözünle gördün. Hocanın talebesi üzerindeki hakkı şunlardır: Hoca talebesini uzak bir yere gönderdiği zaman, talebe sebebini araştırmadan denilen yere gitmelidir. Bu yolculuğu esnasında yiyeceği yemeği ve yol arkadaşı istememelidir. O yolculuktan maksadın ne olduğunu bilmemelidir. Talebenin hocası üzerinde hakkı ise, hoca, talebesini doğru yoldan ayırmamalıdır. Talebe bir suç işlediği vakit, hocası o suçtan ve o günahtan onu kurtarmalı ve affettirmelidir. Yaptığı hizmetten gayenin ne olduğunu bilmelidir. Sen bizim ihlâslı talebemiz olduğun için sana, “Mısır’a git, bize nezrolunmuş bin dînârı al, getir” dedim. Sen hiç suâl sormadan azık ve arkadaş istemeden, Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çıktın. Biz de Allahü teâlânın yardımıyla seni doğru yoldan ayırmayıp, Mısır’a kadar sağ-sâlim ulaştırdık. Bin dinar nezreden şahısla görüştürdük. Bu kadınla aranızda hâsıl olacak günahtan seni koruduk” dedi. Kadın, Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın önünde tövbe ederek sâliha bir hâtun oldu. Ebü’l-Vefâ hazretleri, o hâtunu Muhammed Mısrî’ye nikahladı.”

Kusende beldesinde, Abdülehad isimli bir kimse yaşıyordu. O kimse birgün, “Allahü teâlâ dileğimi kabûl ederse, Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerine bin dînâr vereceğim” diye adakta bulundu. Allahü teâlâ dilediğini kabûl etti. Bu zât da bin dinarı götürüp Ebü’l-Vefâ hazretlerine verdi. Seyyid Ebü’l-Vefâ bu parayı talebelerine hemen orada dağıttı. Abdülehad, Ebü’l-Vefâ hazretlerinden bir hâtıra istedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri bu zâta bir yün iplik hediye ederek, “Bu yün ipliği yanında bulunduğu müddetçe, inşâallah belâlardan emîn olursun” buyurdu. Bu zât vedâlaşıp memleketine gitmek üzere yola çıktı. Giderken ormanda bir aslanla karşılaştı. Aslan hızla üzerine doğru geldiğinden, artık sonunun geldiğini düşündü. Kaçacak bir yer de bulamadı. Çaresiz bir durumda iken, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin verdiği yün ip hatırına geldi. Hemen ipi çıkarıp aslana doğru tuttu. Yün ipi gören azgın aslan hemen durdu. Sâkinleşti ve yavaş yavaş o zâtın yanına yaklaştı. Yün ipi saygıyla yüzüne sürdü ve sonra o zâta hiçbir şey yapmadan gitti.

Şöyle anlatılır: “Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri birgün yanında talebeleri ile birlikte Dicle kıyısına gitti. Ebü’l-Vefâ ve yanındakiler, Allahü teâlâya ibâdet etmeye başladılar. O sırada oraya doğru bir gemi geliyordu. Geminin içindekiler, zevk ve sefâ içinde eğleniyorlardı. Allahü teâlâdan korkmadan her türlü ahlâksızlığı yapıyorlardı. Bu durumu gören talebelerden ba’zıları Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanına gelerek, “Yâ Seyyid! Şu hayâsızları görüyor musunuz? Allah korkusu hiç kalmamış, bu insanlar kuldan da utanmıyorlar. Sizin burada olduğunuzu bildikleri hâlde, hayâsızca ahlâksızlıklarına devam ediyorlar. Bize izin verin onları edebe da’vet edelim veya siz duâ edin, Allahü teâlâ bunları kahhâr sıfatıyla kahretsin” dediler. Bunun üzerine Ebü’l-Vefâ, Allahü teâlâya şöyle duâ etti: “Yâ İlâhi! Bunları yeryüzüne nasıl güzel getirmişsen, nasıl dilemiş güzelce yaratmışsan, âhırette de bunları öyle yap.” Orada bulunanlar, Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın bu şekilde duâ etmesine şaşırdılar. Kimisi ibâdetlerine devam etti. Kimisi de gemidekilerin akıbetini merakla beklemeye başladılar.

Aradan bir saat bir zaman geçtikten sonra, o geminin içinde bulunan insanlar, yalın ayak, başı açık bir hâlde ağlayarak Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın huzûruna geldiler. Hepsi tövbe ve istiğfar ettiler. Onların bu durumlarını ve akıbetlerini merak edenlerden ba’zıları gelip, “Seyyid hazretlerinin önünde tövbe etmenize sebep nedir?” diye sordular. O kimseler, “Buraya geldiğimiz zaman, ne kadar içkimiz varsa su oldu. Ne kadar saz, cümbüş gibi çalgı âletlerimiz varsa hepsi bozuldu. Geminin kendisi de parça parça olup dağılmaya yüz tuttu. Bizim de kalbimize bir hâl geldi. Hepimiz hayrette kaldık. Sonra gemimizin içini bir nûr kapladı. Sebebini araştırmak için etrâfımıza bakınca, kıyıda durmakta olan Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerini gördük. Allahü teâlâya tövbe etmemiz müyessermiş; mübârek cemâlini görüp geldik, elinde tövbe ve istiğfar ettik” dediler.

Şöyle anlatılır: “Ebü’l-Vefâ hazretleri büyüğe ve küçüğe çok güzel muâmele eder, herkese güzel söyler ve hiç kimsenin kalbini incitmemeye çalışırdı. Kendisi ne yerse, talebelerine dostlarına ve yakınlarına da onu verirdi. Kendisini yeme-içme ve giyim-kuşam husûslarında onlardan farklı görmezdi ve “Ben ne isem, siz de aynen benim gibisiniz” buyururdu. Birgün mutfak işlerine bakan talebe, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin tabağına yemeğin yağından biraz fazla koydu. Bundan dolayı Ebü’l-Vefâ hazretlerinin incineceğinden korktu. Yağın üzerini yemekle örtmek ve diğer tabakları da onun tabağıyla aynı seviyede tutmak sûretiyle özrünü örtmeye çalıştı. Yemek tabağını götürüp, Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın önüne koydu. O anda yağ, yemeğin üzerine çıktı. Ebü’l-Vefâ kendi tabağındaki yağın diğer tabaklardan fazla olduğunu gördü ve o yemeği yemedi. Bütün yemekleri kazana döküp karıştırmalarını ve herkesin yemeğini eşit vermeleri için emir verdi. Yemeklerin hepsini tekrar kazana boşalttılar. Karıştırdıktan sonra, herkese eşit miktarda olarak yemek dağıtıldı. Bu sırada Ebü’l-Vefâ hazretleri aşçıyı çağırarak ona, “İstiğfar et. Bir daha böyle yapma. Herkese nasıl yemek veriyorsan, bana da aynısını ver. Hepsi bir ve beraber olsun. Çünkü Allahü teâlâya kul olma husûsunda hepimiz beraberiz. Ayırım yapmanın bir ma’nâsı yok” buyurdu.

Şöyle anlatılır: “Tâc-ül-arifîn Ebü’l-Vefâ hazretlerini, birgün ziyâret için bir tüccâr geldi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri onu görünce, sabra âit bir kaç âyet-i kerîme okudu. Çünkü tüccâr, ticâret yapmak ve para kazanmak gayesiyle sefere çıkacağı için, Ebü’l-Vefâ’dan izin isteyecekti. Tacir, Tâc-ül-ârifîn’in bu âyet-i kerîmeleri neden okuduğunu anlamıyarak, “Yâ Seyyid! Büyük bir sefere çıkmak için izin istiyorum. Bu konuda ne buyurursunuz?” dedi. Ebü’l-Vefâ, “Olacak olan herşey olur. Onun olmamasına çâre yoktur” buyurdu. Tacir, Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya veda edip niyet ettiği sefere çıktı. Yolda giderken karşısına eşkiyalar çıktı. Ve bütün mallarını aldılar. Tüccâr dönüp durumu Ebü’l-Vefâ hazretlerine anlattı. Ebü’l-Vefâ, “Allahü teâlâ böyle takdîr etmişti, böyle oldu” dedi. Tüccâr ağlıyarak, “Yâ Seyyid! Benim hâlim nice olur? Bana yardım et!” dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü’l-Vefâ, “Mal bâki kalacak bir nesne değildir. Sen onu kaybetmenin, ondan ayrı olmanın üzüntüsünü nasıl olsa çekecektin. Fakat sen şimdi çekiyorsun. Artık bundan sonra dünyâ malına değer verme ve ona muhabbet besleme. Yine eline geçse bile, tekrar kaybedersin. Allahü teâlâya ibâdet etmek hepsinden iyi, menfaatli ve güzeldir” buyurunca tüccâr, “Yâ Seyyid! O malı istememin sebebi şudur: Onunla hacca gidecek sonra da ticâreti bırakıp ibâdetle meşgûl olacaktım” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Eğer hacca gitmeye büyük bir arzun varsa benimle gel” dedi. Tüccâr, Seyyid Tâc-ül-ârifîn’in ardına düştü. Beraber sahraya çıktılar. O gün Arefe idi. Ebü’l-Vefâ tüccâra, “Ayağını benim izlerime bas” dedi. Tüccâr, Ebü’l-Vefâ’nın ardından birkaç adım yürüdükten sonra, kendilerini Mekke’de hacıların içinde buldular. Ebü’l-Vefâ hazretleri tüccâra haccın âdâb ve erkânını öğretti. Haccı beraberce tamamladıktan sonra, Ebü’l-Vefâ tüccâra: “Evliyâullahdan ba’zı kimseleri görmek ister misin?” diye sordu. Tüccâr, “Evet” cevâbını verince, Ebü’l-Vefâ, “Şu taife evliyâullah tâifesidir” diye bir topluluğu işâret etti. Tüccâr onların yanına gitmek için Seyyid Ebü’l-Vefâ’dan izin istedi. Onların yanına varınca konuşmaya başladılar. Onlar bir ara tüccâra, “Seyyid Ebü’l-Vefâ’yı terk edip bize mi geldin?” deyince tüccâr, “Seyyid hazretleri sizi çok medh etti” dedi. Onlar, “Allah hakkı için, aramızda ona tâbi olmayan bir kimse yoktur. Hepimiz ona tâbiyiz. Eğer doğru yola ve Allahü teâlâya kavuşmak istiyorsan, onun hizmetinden ayrılma. Onun gibi bir kimse yoktur” dediler. Bunun üzerine tüccâr hemen geri döndü. Fakat Ebü’l-Vefâ hazretlerini bıraktığı yerde bulamadı. Aklına karma karışık düşünceler geldi. O anda, “Bize sıdk ve ihlâs ile gelen kimsenin, hiç tereddüt etmeyip, kötü düşünceler taşımaması gerekir!” diye bir nidâ duydu. Bu nidâ üzerine tüccâr, yüzünü Kâ’be duvarına sürdü ve “Yâ Rabbî! Beni Tâc-ül-ârifîn’e yetiştir” diyerek uzun süre duâda ve niyazda bulundu. Böyle cân-ı gönülden duâ ederken bir zât gelerek onu devesine bindirdi ve Tâc-ül-ârifîn hazretlerine yetiştirdi. Tüccâr onun yanına varır varmaz, önünde tövbe etti ve hâlis talebelerinden oldu.”

Ebü’l-Kays adındaki bir talebesi, ona talebe oluşunun sebebini şöyle anlatır: “Ben, önceleri tüccâr idim. Epey malım mülküm var idi. Birgün, eşden, dosttan borç alarak bir sefere çıktım. Gayem daha çok para kazanmaktı. Gemide giderken büyük bir fırtına çıktı. Gemimiz battı. Ben bir tahta parçasına, tutunarak ve bir hayli mücâdele vererek kıyıya ulaştım. Daha sonra binbir eziyetlere katlanarak evime geri döndüm. Alacaklılar derhal gelmeye başladılar. Durumu onlara anlattım. Fakat hiçbirisi kabûl etmiyerek, verdikleri malları ve paraları istediler. Ne kadar yalvardıysam fayda vermedi. Bunun üzerine evimden kaçıp, dağlarda dolaşmaya başladım. Acıktığım zaman ot yiyordum. Açlıktan halsiz düştüğüm birgün, ilerden bir kervanın geçtiğini gördüm. Onlara doğru yürümeye çalıştım. Fakat mecalim olmadığı için orada bulunan suyun dibinde yığılıp kaldım. Kervandakiler su ihtiyâçlarını gidermek için benim bulunduğum yere geldiler, içlerinden biri beni tanıdı. Beni yakaladı. Bırakması için yalvardı isem de, beni alıp kervanın yanına getirdi. O anda cenâb-ı Hakkın izniyle, sıdk ve ihlâsla “Yâ Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ, imdat!” diye bağırdım. Daha ismini söyleyip bitirmeden, hemen karşımda bir kimse belirdi. Borçlu olduğum kimseden, beni bırakması için rica etti. Alacaklı olan kişi bu zâtın ricasını hiç nazar-ı dikkate almadı. O zaman o zât, “Sana olan borcu ne kadardı?” diye sordu.

Alacaklım, “Bin dinardı” diye cevap verdi. O zât bana dönerek, “Doğru mu söylüyor? O kadar mı borcun var?” diye sordu. Ben de, “Evet, o kadardır” dedim. O zât bana bin dinar vererek, “Bunu alacaklına ver” dedi. Ben, o bin dînârı alacaklıma verdim. Ondan kurtuldum. Fakat sonra da aklıma, “Bu zât bin dînâr verip bana bu ihsânı yaptı. Beni onların elinden kurtardı. Acaba maksadı nedir? Beni niçin kurtardı?” diye bir düşünce geldi. Ben böyle düşünürken yüzüme bakarak, “Şimdi, yetiş yâ Tâc-ül-ârifîn, diye bağıran sen değil miydin?” diye sorunca, “Evet, bendim” dedim. “Şimdi bilesin ki, her kim sıkıntıda olup da, sıdk ve ihlâs ile beni çağıracak olursa, ben onun yardımına her durumda yetişirim. Senin öteki alacaklıların olan Horasanlı kişileri de râzı ettik. Bunun için hiç üzülme. Şimdi hemen evine git, hanımın ve çocukların ile görüş” dedi. Ben de, “Ey Seyyid! Ben çok zayıf düştüm. Sonra Horasan’da malım mülküm kalmadı. Ben oraya nasıl, hangi yüzle varabilirim?” dedim. Bana “Üzülme yürü, Horasan önünde durmaktadır” buyurdu. Bu durumu görünce ve kendilerine talebe olmak istediğimde, bana bin dînâr vererek evime gönderdiler. Bin dînârı alarak evime gittim. Gördüm ki, hanımım ve çocuklarım neş’e içinde idiler. Bütün alacaklılarım beni ziyârete geldi. Bu duruma hayret ettim. Ve hanımıma, “Ben bu kişilere borçlu vaziyetteyim, fakat hepsi beni ziyârete geldiler. Hepsi de sevinçli idiler. Beni görünce daha çok memnun oldular. Hiçbirisi alacaklarından söz etmediler. Nedeni nedir?” diye sordum. Hanımım şöyle anlattı: “İki gün evveline kadar çok sıkıntı içindeydik. Ama iki gün önce akşam üstü birisi kapıyı çalınca, “Kimsin?” dedik. O da “Bir garip kimseyim. Ebü’l-Kays, alacaklılarına versinler diye benimle bin dînâr ve bir miktar mal gönderdi” dedi. Çok sevinerek kapıyı açtık, gönderdiğin malı ve parayı aldık. Alacaklılarına haber göndererek borçlarını ödedik. Parayı getiren kimseye, “Ebü’l-Kays ne zaman gelecek?” diye sorduk. O da bize, “İnşâallah iki gün sonra kendisi de burada bulunur” deyip gitti. Söylediği gibi, iki gün sonra da sen geldin. “O parayı getiren nasıl bir kimseydi?” deyince, hanımım bana o zâtın hâlini, vasfını anlattı. Ben de anladım ki, o zât Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleridir. Ben de onlara başımdan geçenleri bir bir anlattım. Bu hikâyeyi anlatırken, cân-ı gönülden Ebü’l-Vefâ’nın yanına gitmeyi arzuladım. Evimde birkaç gün daha kaldıktan sonra, hanımım ve çocuklanmla vedâlaşarak, Ebü’l-Vefâ hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktım. Sağ-sâlim Ebü’l-Vefâ hazretlerinin bulunduğu şehre vardım, önünde tövbe ettim ve onun himmet ve bereketiyle kısa zamanda yüksek derecelere ulaştım.”

Kûsende’de Ehl-i sünnet düşmanı bir kişi ortaya çıkmıştı. Avamdan ve câhil halktan birçok kimse ona tâbi oldular. Ba’zı kimseler gelip o kişiyi Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerine şikâyet ettiler. O da, “İnşâallah kısa zamanda doğru yolu bulur” dedi. Bunun üzerine aradan bir süre geçti. O kişinin hâlinde değişiklikler olmadı. Küsende müslümanlarından ba’zıları gelip, Seyyid Ebü’l-Vefâ’ya yine şikâyet ettiler. O, önceki buyurduğu gibi cevap verdi. Birgün Tâc-ül-ârifîn’in yolu o Ehl-i sünnet düşmanı kişinin bulunduğu köye uğradı. Köy halkı ve o kişi, Ebü’l-Vefâ hazretlerini karşıladılar. Köylüler Ebü’l-Vefâ’nın bir süre orada kalmasını rica ettiler. O da bu da’veti kabûl etti. Bir yere oturmadan, o Ehl-i sünnet düşmanı kişiyi tanıdı ve ona, “Su ibriğini eline al ve arkamdam gel” buyurdu. O bozuk i’tikâd sahibi kişi, su ibriğini alarak Ebü’l-Vefâ hazretlerini ta’kib elti. Seyyid Ebü’l-Vefâ sahraya çıktı ve bir yerde durdu. O kişinin getirdiği ibrikten abdest aldı. Tam abdestini bitirdiği sırada, karşıdan bir aslanla bir kaplan geldiler. O kişi onları görünce korkudan titremeye başladı. Canından ümidini kesmişti.

Kaçmak istedi. O zaman Ebü’l-Vefâ hazretleri: “Korkma birşey olmaz” dedi. Aslan yaklaşıp Ebü’l-Vefâ hazretlerinin ayağına yüzünü sürdü ve hürmetle karşısında oturdu. O kişi bu duruma çok şaşırdı. Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Ey zavallı! Bu, Allahü teâlânın bir ihsânı, bir hediyesidir. Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetine tâbi olup, bütün Eshâbına sevgi göstermenin, muhabbet etmenin semeresidir” buyurdu. O bozuk i’tikâd sahibi kişi, “Ey Seyyid! Sahabenin efdali kimdir?” diye sorunca, Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Hazreti Ebû Bekr, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali daha sonra altı Sahabedir. Bunlara Aşere-i mübeşşere denilmekte olup, hepsi on kişidirler” buyurdu. O kişi, “Peygamber efendimizin (s.a.v.) amcasının oğlu Hazreti Ali’nin üzerine başka kimseleri takdim eden, ya’nî onları üstün tutan kimse yarın âhırette ne cevap verir?” deyince Ebü’l-Vefâ, “Allahü teâlâ ve Resûlünün katında ona cevap şudur:

Bir kimseyi Allahü teâlâ ve Resûl aleyhisselâm takdim edip, bir diğerine karşı faziletli kılmışsa, biz de öyle yaparız. Çünkü Allahü teâlânın ve Resûlünün emrine muti olup, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlünün kavline boyun eğmek bize farzdır” buyurunca o kişi, “Sen, ceddînin üzerine birkaç yabancı kimsenin üstün tutulmasını ister misin?” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri, “Hakka tâbi olmak daha iyidir. Aksi takdîrde insan nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olup, insanın helak olması ihtimâli olabilir” buyurdu. Bunları dinleyen o kişiyi bir hâl aldı ve “Yâ Seyyid! Açıkça ve yakînen anladım ki, sözün haktır” dedi. Sonra tövbe ve istiğfar etti. Köye döndüklerinde ona tâbi olanların hepsi de tövbe ve istiğfar ederek doğru yola girdiler.”

Şöyle anlatılır: “Birgün Ebü’l-Vefâ hazretlerine bir tüccâr gelip, para kazanmak niyetiyle sefere çıkmak istediğini, bu sebepten izin için geldiğini söyledi. Seyyid Ebü’l-Vefâ ona izin vererek, “Ticâret maksadıyla çıkacağın bu seferde çok kâr eder ve inşâallah sağ sâlim geri dönersin” dedi. Tüccâr, Seyyid hazretlerinin yanından ayrıldıktan sonra, tanıdığı ve sözüne güvendiği başka bir zâtın yanına gitti. Yapacağı bu sefer için onun fikir ve düşüncesini almak istedi. O zât ise, “Sen bu sefere gitme. Bu seferde para kazanamıyacağın gibi, belki sermâyen ve canın elden gidebilir” dedi. Bunları işitince hayrette kaldı. Çünkü, iki zât ayrı şeyler demişlerdi. Bir türlü karar veremedi. Bir müddet düşündükten sonra Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin söylediği şekilde hareket etmeye karar verdi. Ticâret için sefere çıktı ve çok para kazandıktan sonra, memleketine dönerken şehire az bir mesafede konakladı. Geceyi orada geçirdi. Rü’yâsında, eşkiyaların gelip ona saldırdıklarını, ne kadar malı ve parası varsa hepsini aldıklarını, kendisini de yaraladıklarını gördü. Tüccâr uykudan uyanınca mallarının hepsinin yerinde durduğunu gördü. Anladı ki, gördüklerinin hepsi rü’yâ imiş. Sevinip Allahü teâlâya şükr ederek yoluna devam etti. Şehre girince Ebü’l-Vefâ hazretlerinin huzûruna çıktı. O daha birşey söylemeden Tâc-ül-ârifîn hazretleri, “Ey kişi! Senin yüzünden birçok meşakkatler çektik. Bizden sonra gidip bir başkasıyla meşveret ettin. O kimsenin söylediği hâdiseleri sana rü’yânda gösterdik. Hayli zahmetten sonra eşkiyaları kovaladık. Böylece mes’ele halledildi ve maksad yerine geldi. O zâtın sözleri de rü’yânda çıkmak sûretiyle doğrulanmış oldu” buyurdu. Daha sonra orada bulunanlara dönerek, “Ey insanlar! Herhangi bir konuda tereddüte düştüğünüz zaman, o konudaki düşüncenizi, fikir ve görüşlerini beğenip takdîr ettiğiniz, Allahü teâlânın velî bir kuluna söyleyiniz. Onunla meşveret ediniz. Onun fikrini aldıktan sonra sakın başka bir kimseye söylemeyiniz. Olur ya, belki fikir ve düşüncesine müracaat ettiğiniz ikinci kimse, önce söylenmiş olan sözün tersine bir söz söyleyebilir.. Bu durum ise, fikirlerine müracaat edilmiş olan her iki zâtın da sözlerine güvensizliği mûcib olur. Kişi tereddüte düşer, işler müşkil bir hâl alır ve neticede araya bir fitne girebilir. Görüş ve düşüncesine i’timâd ettiğiniz bir ârif “Olabilir” veya “Olamaz”, “Böyle yapma, şöyle yap” gibi söz söylerse, o söz yerine gelse gerektir. Çünkü o sözleri onun kalbine ilham eden, diline söyleme kudreti vererek ona o sözleri söyleten Allahü teâlâdır. Âriften kötü bir söz sâdır olması imkânsızdır. Zîrâ ârifin her hâl ve hareketi, İslâmiyet çerçevesi içinde Allahü teâlâ iledir” buyurdu.

Ebü’l-Vefâ hazretleri, vefâtına yakın hastalandı. Bütün talebeleri, arkadaşları, dostları başına toplandı. Başında bulunanlara dedi ki: “Bilin ve anlayın ki, her nesne yoktan var edilmiştir. Her canlı ölümü tadacaktır. Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi de biz kullar için yaratmıştır. Cennete gitmeyi arzulayan, ona giden yola gitsin! Bu yola âit amelleri işlesin! Bu yolun aksi Cehennem yoludur. Bundan başka yol yoktur.

Ey insanlar! Size, ceddim Muhammed aleyhisselâmın yolunu gösterdim. Bu yolun dışındaki herşey bid’attir. Bid’ate tâbi olmak, dalâlete, bu da helak olmaya sebeptir. Takvâyı elden bırakmayın! Bütün nesnenin nûru takvâdandır. Dâima Allahü teâlâyı hatırlayın! Gönlünüzde dâima O bulunsun! Allahü teâlâyı unutan kimselerden olmayınız! Dâima Allahü teâlâ ile olup, iki cihanda saadete kavuşunuz.” Ebü’l-Vefâ hazretlerinin vefâtına, talebelerinden biri çok üzüldü. Definden sonra onu mezarının başından bir türlü ayıramadılar. Birgün bir atlı peydah oldu. Yanına yaklaştı. Talebe başını kaldırıp atlıya baktığında gördü ki, heybetli bir kimse, kır bir ata binmişti. O tarafa bakmaya cesâret edemedi. O atlı iyice yaklaşıp, selâm verdi. Talebe selâmı aldı. Bu sesi tanımıştı, iyice baktığı zaman, bu atlının Ebü’l-Vefâ hazretleri olduğunu anladı. Hemen yanına koşup ellerini öptü ve “Efendim, sizin için öldü diyorlar siz ölmemiş miydiniz?” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Ey oğul, doğru söylerler. Fakat sen iyi bilesin ki, cesetler ölür, rûhlar ölmez. Şimdi evine git. Bu sırrı ehil olmayan kimselere söyleme. Beni ne zaman görmek istersen buraya gel!”

Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: “Az yiyip, az uyuyun. Çok tefekkür edin. Geceyi ibâdetle geçirin! Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk olan gâfil olur, gâfil olan mahzûn olur. Bu da insanı felâkete götürür.”

“Takvâ bir ağaçtır. Bu ağacın kökü Peygamber efendimizdir. Budakları Sahabe ve Tabiîndir. Meyvası ise sâlih ameldir.”

“Nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın, Allahü teâlâ sizi görür. Onun için, yasaklanan yerlerde değil, emredilen yerlerde bulunun.”

“Talebenin dikkat etmesi gereken ve kendine lâzım olan şeyler şunlardır: a) Kalbini ve niyetini kötülüklerden temizlemek, b) Farz ve sünnetleri yerine getirmeye çok hırslı olmak, c) Bid’atlerden ve fitnelerden uzak bulunmak, d) Tevâzu ehli olmak, e) Devamlı iyi düşüncelerle meşgûl olmak, f) Yimeye, içmeye ve giyime çok dikkat etmek, g) Dînin hudûdlarından bir zerre bile dışarı çıkmamak, h) Ahdine vefa etmek, asla yalan söylememek, i) Kendini beğenmişler taifesinden olmamak, k) İbâdet ve tâatinden dolayı gurûrlanmamak.”

“Vaktini boş yere harcayan kimse câhildir.”

“Dünyâya aşırı düşkün, mağrur ve fitneci kimselerle dostluk kurup onların bulunduğu yerlerde bulunmayın. Bunlarla birlikte olanın gideceği yer Cehennemdir.”

“Her kim mevlâsına kavuşmak isterse, yolunun üstünde kendisini bekleyen zahmet ve meşakkatlere sabredip, göğüs germelidir. Meselâ keten bitkisi, zahmet ve meşakkatlere sabredip göğüs gerer, sonunda da kâğıt olur, üzerine Allahü teâlânın ismi yazılır. Muazzez ve mükerrem olur. Allahü teâlânın isminin azîzliğini ve bereketini görmez misin ki; keten önce toprağın altına habsolunur. Sonra yeryüzüne çıkıp büyüdükten sonra koparılır, vatanından olur. Ayrıca gurbet acısı çeker. Sıcağa bırakılır, güneşin hararetinde kalır. Sonra dövülür ve posası ayrılır. Daha sonra daha temiz hâle gelmesi için tarağın dişlerinden geçirilir. Eğrilir, bükülür, en sonunda ibrişim olup, insan eliyle kumaş yapılır. Bütün bunlar oluncaya kadar, haddi ve hesabı olmayan eziyet çeker, meşakkatlere katlanır. Burada da kibirli olduğu sürede, o kibir gidinceye kadar sıkılır. Bu elemden parça parça olup, lüzumsuz oluncaya kadar kurtuluş yoktur. Lüzumsuz olunca da çöplüğe atılır. Ayaklar altında sürünür. Kâğıt İmâl edicisi onu o hâlde yerlerde sürünürken görür ve kâğıt yapmak için alır. Temizce yıkadıktan sonra, yepyeni, bembeyaz, pırıl pırıl kâğıt yapar. (O zamanlar kâğıt, eski kumaş parçalarından yapılıyordu.) Kâğıdın üzerine Allahü teâlânın ismi, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve meârif-i ledünnî yazılır, işte keten, öyle hadsiz ve hesapsız eziyet ve meşakkatler çeker ki, anlatmakla bitirilemez. İşte bu böyle olduğu gibi, talebenin hocasına nisbeti de böyledir. Keten o kadar zahmet ve meşakkat yüzü gördükten sonra kâğıt olup, üzerine yazı yazılarak nasıl değeri artıp ellerde dolaşıyorsa, talebe de zahmet ve meşakkatler çekerek, o yollardan geçtikten sonra azîz olup, derecesi yükselir.”

“Eğer azığınız takvâ olursa, kıyâmet gününde selâmette olursunuz.”

“Dünyâ, zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalırsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmıyan, Cennet ni’metlerine kavuşur, iki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serâbdır. Ni’metleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalıyandan kaçar. Kaçanı kovalar. Ni’metleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Selâmeti ve doğru yolu, ancak dünyâyı terk eden kimseler bulabilir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 134

2) Mir’ât-ül-Harameyn cild-3, sh. 134

3) Tâc-ül-arifîn Menâkıb-ı Ebi’l-Vefâ sh. 1-409