ŞİHRİSTÂNÎ (Muhammed bin Abdülkerîm)

Kelâm ve fıkıh âlimi. Künyesi Ebü’l-Feth olup ismi, Muhammed bin Abdülkerîm bin Ahmed eş-Şihrîstânî’dir. Âlimlerin tanıyıp, ilmini takdîr ettiği çok büyük bir zâttır. Şihristânî hazretleri, 479 (m. 1086)’da Horasan’ın kuzeyinde kalan Şihristan’da doğdu ve 548 (m. 115)’de Bağdad’da vefât etti.

Şihristânî hazretleri, doğduğu yerde ilim tahsiline başladı ve zamanındaki büyük âlimlerden ilim öğrendi. Ahmed el-Havâfî, Ebü’l-Kâsım el-Ensârî, Ebü’l-Hasen el-Medâinî, Ebû Nasr bin Kâzım el-Kuşeyrî bunlardandır.

Şihristânî hazretlerinin ilim öğrenme husûsundaki arzu ve isteği, çok küçük yaşlarda başladı. Akranları arasında anlayış bakımından çok üstün idi. Ayrıca boş ve lüzumsuz şeylerle meşgûl olmaz, vaktini müzâkere ve mütâlâa ile geçirirdi. Dâima i’tidâl üzere hareket ederdi. O da, zamanındaki âlimler gibi ilim öğrenmek için ilmî seyahatlerde bulundu. Çok yerleri dolaştı. Oralardaki âlimlerle, sâlihlerle sohbet etti. Onların talebeleriyle de görüştü ve ilmî müzâkerelerde bulundular. Horasan ve Harezm civarını karış karış gezdi. İlim ehli ile olan bu görüşmelerden sonra, otuz yaşında olduğu hâlde, 510 (m. 1116) târihinde hac farizasını eda için Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazîfesini eda ettikten sonra, oradan ayrılıp Bağdad’a geldi. Burada üç sene kalıp, meşhûr Nizamiye Medresesi’nde ders verip, ilim ve edeb öğretti. Zamanının seçilmiş büyük âlimleri, dersini dinleyip çok istifâde ettiler.

Şihristânî hazretleri, i’tikâdda Eş’arî mezhebinde idi. Yetmiş fırkayı geniş olarak anlatan (Milel-Nihal) kitabını yazdı. Bu eser, zamanındaki diğer yazılmış kitaplardan mevzû bakımından çok farklı olup tek idi. Dinler, mezhepler ve ortaya çıkmış fırkalar hakkında bilgi verip, ilmî olarak hakîkatleri ortaya koydu. Ayrıca felsefecilere cevaplar verdi. Bu eser, doğuda olsun, batıda olsun, insanların takdîrini kazandı.

Şihristânî hazretleri, çok kitap yazdı. Bunlardan ba’zıları:

1. El-Musâraa, 2. Nihâyet-ül-ikdâm fî ilm-il-kelâm, 3. El-Cüz’üllezî lâyete-cezzâ, 4. El-İrşâdü ilâ akâid-il-ibâd, 5. Şübühâtü Aristoteles ve İbn-i Sina ve Nakdıha, 6. Nihâyet-ül-evhâm, 7. Milel-Nihal. Bu kitabında, çeşitli fırkalar ve i’tikâdları anlatıldı. Bütün âlimler, bu kitabı kaynak kabûl ettiler. (Milel-Nihal) kitabı, 1070 (m. 1660) senesinde vefât eden Nûh bin Mustafâ tarafından Mısır’da Türkçeye tercüme edildiği gibi, çeşitli Avrupa dillerine de çevrildi. Ayrıca Fârisî olarak da yazıldı. Avrupa dillerinde birçok baskısı yapıldı. Mısır’da da yapılan baskıları ile tahrîci, tahkîki ve ta’lîki yapıldı.

(Milel ve Nihal) kitabından ba’zı bölümler:

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benî-İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Nasârâ da yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı Kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduklarında, Resûlullah (s.a.v.); “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın yolunda olan Ehl-i sünnet ve cemâ’attir” buyurdu.

“Helak olan fırkalar; Resûlullahın ve Eshâb-ı Kirâmın i’tikâdı üzere olmayanlardır. Bunlardan i’tikâdı küfre varanlar, Cehennemde diğer kâfirler gibi devamlı kalıcıdırlar. Bu sapık fırkalardan i’tikâdı küfre varmayanlar, diğer günahkârlar gibi Cehennemde yanarlar, fakat devamlı kalıcı değildirler.”

“Halk arasında olan ilk şüphe, şeytanın ortaya koyduğu şüphedir. Bu şüphe, insanlardan ba’zılarına sirayet etti. Bu şüpheler, Ehl-i bid’at ve dalâlet için yol oldu.”

“Rivâyet olundu ki: Şeytan, Âdem aleyhisselâma secde ile emr olunup, o bundan imtina ettikten sonra, melekler ile onun arasında bir konuşma oldu. O zaman Allahü teâlâ vahy edip buyurdu ki: “Ona (şeytana) deyiniz ki, ben bütün yaratılmışların Rabbiyim. Sen, Rabbine teslim olmuş değilsin. Eğer sâdık olsaydın, Rabbine karşı gelmez, niçin, neden demezdin. Benden başka ilâh yoktur. Yaptıklarımdan suâl olunmam. Fakat yaratılmışlar (mahlûkât) suâl olunurlar.”

“İnsanoğlu arasındaki her şüphe, şeytân-i racîmin vesvesesindendir.

Bütün şüpheler ondan çıktı. Ehl-i bid’at ve dalâlet onun yolunda yürüdüler.

Bu ümmetin bütün şüpheleri de, Resûlullahın zamanındaki münâfıkların şüphelerinden meydana geldi. Zîrâ Resûlullahın emir ve nehyinde hükmüne râzı olmazlardı. Suâl sorulmaması istenen husûslardan sorarlar, fitne çıkarırlardı. Münâfıkların hâlleri, Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve siyer kitaplarında uzun ve açık zikredilmiştir.”

“Din; tâat ve inkiyâd (bağlılık) ma’nâsınadır. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak, Allah indinde makbûl din İslâmdır” buyurdu. Din, ceza ma’nâsına gelir. Din, hesâb ma’nâsına gelir. Mütedeyyin; itaat eden müslüman kişi olup, hesaba ve cezaya boyun eğendir.

İnsan, geçimini sağlamada mutlaka hemcinsine muhtaç bir varlıktır, insanlar arasındaki bu beraberlik, bir şekil ve esas üzerine kuruludur ve bir hak ve hukuk vardır. İşte bu yardımlaşma ve beraberlik, milleti meydana getirir. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 4. âyetinde meâlen; “Sizin için din olarak İslâm dînini seçtim” buyurdu.

İslâm, imân, ihsân: Cibril hadîs-i şerîfi adıyla meşhûr olan hadîs-i şerîfle ilgili olarak Hazreti Ömer şöyle rivâyet etti: “Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı Kirâmdan bir kaçımız, Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanıyamıyorduk. Ya’nî görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. Bu gelen Cebrâil ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil’in (a.s.) böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim bir şeyi bildirmektedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstada gurûr, kibir yakışmıyacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrâil (a.s.) Eshâb-ı Kirâma anlatmaktadır. Çünkü din öğrenmekte, utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak olmaz. O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat?” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki; “İslâmın şartlarından birincisi, Kelime-i şehâdet getirmektir. Kelime-i şehâdet getirmek demek, “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh” söylemektir. Ya’nî âkil ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin, yerde ve gökde, Ondan başka ibadet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiç bir kimse yoktur. Hakikî ma’bûd, ancak Allahü teâlâdır. Abdullah’ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âli, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür. Ya’nî Peygamberidir. İkincisi: Şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (vakti gelince) namaz kılmaktır. Üçüncüsü: Malın zekâtını vermektir. Dördüncüsü: Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutmaktır. Beşincisi: Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir.” O zât, Resûlullahtan bu cevapları işitince, “Doğru söyledin yâ Resûlallah!” dedi ve yine sorarak; “Yâ Resûlallah! îmânın ne olduğunu da bana bildir?” dedi. Resûlullah da (s.a.v.) îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi: “Önce, Allahü teâlâya inanmaktır. Îmânın altı temelinden ikincisi; onun meleklerine inanmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Dördüncüsü; Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır. Beşincisi; Âhıret gününe inanmaktır. Altıncısı; kadere, hayr ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.” Sonra o zât tekrar sordu: “İhsân nedir?” Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir? Şayet sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.” O zât, “Doğru söyledin” dedi ve “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Resûlullah da (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben, onu sorandan daha çok bilici değilim.” Daha sonra, o zât-ı şerîf ayrıldı ve gitti. O zaman Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki; “Bu gelen kimdir bilir misiniz? Bu Cebrâil’dir. Size dîninizi öğretmek için geldi.”

Tefsîr ilminde, îmân ve İslâm kelimeleri arasında umûmî ve husûsî ma’nâda ba’zı izah farkları vardır.

Hadîs-i şerîfte; “Ümmetim, dalâlet olan birşeyde icmâ’ yapmaz” buyuruldu.

Ehl-i sünnet i’tikâdı: Cennetle müjdelenen Ehl-i sünnet i’tikâdında olan bir insanın şunlara inanması lâzımdır:

Allahü teâlâ birdir, öncesi yoktur. A’raz, cisim veya cevher değildir. Şekilli, sınırlı ve sayılı değildir. Bir mekânda değildir. Hiç bir şey O’na benzemez. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezelî sıfatları vardır. Bu sıfatları şunlardır: Hayât (diri olmak), ilm (bilmek), sem’ (işitmek), basar (görmek) kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvin (yaratmak)tır. Allahü teâlânın âhırette görülmesi aklen mümkün, naklen vâcibdir. Âlem, Allahü teâlâ tarafından yoktan var edilmiştir. Kulların; küfr, îmân, ibâdet, isyan ve bütün fiillerini yaratan Allahü teâlâdır. Allahtan başka yaratıcı yoktur. Kulların fiillerinin kullardan meydana çıkması, Hak teâlânın dilemesi, istemesi, hükmetmesi, kazası ve takdîri iledir. Allahü teâlânın kulun yaptığı ibâdetlere sevâb vermesi, O’nun fadlından ve ihsânındandır. Günahlara ceza vermesi ise, O’nun adâletindendir. Hak teâlâ, hidâyet ve sapıklığın yaratıcısıdır. Dilediğini doğru yola iletir, dilediğini sapıklığa düşürür. Kul için faydalı olanı yaratmak, Allahü teâlânın üzerine vâcib değildir.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bir gecede, uyanıkken ve bedeniyle Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gitmesi, oradan semâya ve Allahü teâlânın dilediği yerlere yükselmesi haktır, gerçektir. Yeryüzündeki canlıların rûhlarını almakla vazîfeli melek vardır ve gerçektir. Kulların günah ve sevâblarını yazan Kirâmen kâtibîn melekleri vardır. Kabirde kâfirlere ve ba’zı günahkâr müslümanlara azâb olunması haktır. Sâlih mü’minlerin de kabirde ni’metlere kavuşması gerçektir.

Kabirde Münker ve Nekir’in suâl sorması, öldükten sonra dirilmek, kıyâmet günü amellerin tartılması, Sırat köprüsü, Peygamberlerin ve seçilmiş sâlih kulların günahkâr mü’minlere şefaat etmeleri, Cennet ve Cehennem, hak ve gerçektir. Cennet ve Cehennem, şu anda vardır ve bakîdir.

Büyük günah işlemek, insanı îmândan çıkarmaz. Hak teâlâ, kendine şirk koşanı bağışlamaz. Şirkten başka, büyük ve küçük günahlardan dilediğini bağışlayabilir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsanıyla duâları kabûl eder, kulların ihtiyâçlarını giderir.

Îmân ve İslâm birdir. Îmân, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Allahü teâlâdan haber verdiği şeylerin hepsini, kalbiyle tasdik ve dili ile ikrâr etmektir. Ameller, îmânın hakîkatine dâhil değildir. Yapılan amellerle, îmân ne fazlalaşır, ne de azalır. Amellerin çoğalmasıyla, îmânın meyvesi olan nûru artar.

Allahü teâlâ, insanlara, insanlardan Peygamberler gönderdi. Onlar, îmân ve ibâdet edenlere sevâb ve Cenneti müjdelediler. Kâfirleri ve günahkârları, azâb ve Cehennem ile korkuttular, insanlara, dünyâ ve âhıret işlerinde muhtaç olduktan bilgileri öğrettiler. Allahü teâlâ, Peygamberlerine mu’cizeler vererek Peygamberliklerini kuvvetlendirdi. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâmdır. Sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.

Nebilerin ve resûllerin en üstünü Muhammed aleyhisselâmdır.

Melekler, Hak teâlânın kullarıdır. Emr olunan işleri yaparlar. Günah işlemezler. Dişi ve erkek değillerdir. Yemeleri, içmeleri yoktur.

Evliyânın kerâmeti haktır. Evliyânın kerâmeti, bağlı olduğu peygamberin mu’cizesidir. Hiçbir velî peygamber derecesine ulaşamaz. Velîlerin en üstünü Ebû Bekr es-Siddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk, ondan sonra Osman-ı Zinnûreyn, ondan sonra da Aliyy-ül-Murtezâ’dır (r.anhüm). Bu zâtların hilâfetleri de bu sıraya göredir.

Eshâb-ı Kirâmı ancak hayırla anarız. Onlara kötü söz etmeyiz. Hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız, lekelemeğe uğraşmayınız! O’nun kudreti ile yaşamakta olduğum Allaha yemîn ederim ki, sizlerden biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr.) arpa sadakasının sevâbını bulamaz” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşman oldukları için ederler” buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlâdan korkunuz da, Eshâbımı (r.anhüm) incitmeyiniz! Benden sonra, onlara garez olmayınız, düşmanlık etmeyiniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden de, bana düşman olduğu için eder. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ da, kendisini incitene azâb eder” buyurdu.

Eshâb-ı Kirâmın, daha dünyâda iken Cennet ile müjdelenenlerine şehâdet ederiz. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.) haber verdi. Bunlar; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talhâ, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh’dır (r.anhüm) Hazreti Fâtıma, Hasen ve Hüseyn’in de Cennetlik olduklarına şehâdet ederiz. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Kızım Fâtıma, Cennetteki kadınların seyyidesidir (en üstünüdür) Hasen ve Hüseyn, Cennetteki gençlerin efendileridir” buyurdu.

Vâsıl bin Atâ ve onun izinde ya’nî Mu’tezilî bozuk fırkasında bulunanlar; “İnsan, istekli hareketlerini kendi yaratır, insan, iyi kötü bütün işlerini kendi yaratıyor. Allahü teâlâ, şerleri, günahları, küfrü yaratır demek doğru değildir. Bu sözler, O’nu kötülemektir. Çünkü, zulmü yaratan zâlimdir. Allahü teâlâ zâlim olamaz” diyorlar. Bunların sözleri yanlıştır, İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır, İnsan mahlûk olduğu gibi, küfrü, îmânı ibâdeti ve isyanı da mahlûktur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Saffât sûresi doksanaltıncı âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ sizi yarattı ve yaptığınız işleri de yaratmaktadır” buyurdu. Beydâvî hazretleri bu âyetin tefsîrini yaparken; “İşler, insanın fiili, hareketi ile olduğu için, insanın işi olur. Fakat, hareket kuvvetini veren, iş için lâzım olan şeyleri yaratan Allahü teâlâdır” demektedir. Mu’tezile, herkes kendi işinin halikıdır dediği için, bu ümmetin mecûsîleri olmuştur. Ehl-i sünnet. Halik birdir diyor.”

Eshâb-ı Kirâma dil uzatanlar yirmi fırkaya ayrılmışlardır. Bunlardan biri İsmâiliyye fırkasıdır. Bunların da yedi ismi vardır. İlki Bâtıniyye olup, Kur’ân-ı kerîmin açık ma’nâlarına inanmayıp, kendilerine göre başka ma’nâlar çıkarırlar. Kur’ânın zâhir ve bâtın ma’nâları vardır, derler. Bâtın (iç, öz) ma’nası lazımdır, cevizin kabuğu değil, içi, özü işe yarar derler. Hâlbuki, Kur’âri-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki kelimelere, açık ma’nâları verilir. Başka bir âyet, daha açık anlaşılıyorsa, o zaman, birinci âyete de, buna uyacak şekilde değişik ma’nâ verilebilir. Böyle bir mecbûriyet olmadan, açık ma’nâyı bırakıp, başka ma’nâ vermek, küfr ve ilhâd olur. Çünkü, bu sûretle, dîni değiştirmek, bozmak olur.

İkinci isimleri “Karâmita” olup, bu fırkayı meydana çıkaran. Hamdân Karmat denilen bir kimsedir. Üçüncü isimleri “Hurumiyye” olup, birçok haramlara helâl diyorlar. Dördüncü isimleri “Seb’iyye” olup, şerî’at sahibi olan peygamberler yedidir derler. Bunların altısı; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed’dir (aleyhimüsselâm) ve Mehdî de yedincisi olacaktır derler. Nâtık adını verdikleri bu peygamberlerden her ikisi arasında yedi İmâm gelmiştir ve her asırda yedi İmâm bulunur derler.

Bunların en yaygın isimleri İsmâiliyye’dir. Zîrâ İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil, müslümanların İmâmı oldu, derler. Bunların meydana çıkması şöyledir: Hindistan’daki ateşe tapan kâfirler, İslâm dîninin üç kıt’ada hızla yayıldığını görünce, “Müslümanları, kılınçla yenmeğe, yayılmalarını önlemeğe imkân yoktur. Onları içten yıkmaktan başka çâre kalmamıştır. Onların kitaplarına, kendi inancımıza göre ma’nâlar verip, gençleri ve câhilleri yoldan çıkaralım” diyerek, şu temel prensipleri koydular: İlki; din bilgisi olan kişilerle konuşmayacak, din âlimi bulunan yerde kendilerini gizleyecekler. İkincisi; karşıdakinin arzusuna, keyfine göre konuşulacak. Meselâ, zahidin yanında zâhidler övülecek. Fâsıka, devamlı işlediği günahların yasak olmadığı söylenecek. Üçüncüsü; müslümanlar, dînin emir ve yasaklarında şüpheye ve kararsızlığa düşürülecek. Dördüncüsü; sırları başkalarına söylememesi için, kendilerine bağlananlardan söz alınacak. Beşincisi; din ve dünyâ büyükleri bizi beğeniyor, bizi öğüyor diyecekler. Altıncısı; aldatmak için, önce herkesin inandığı şeyleri müdâfaa edecekler. Yedincisi; ibâdetlere lüzum yoktur. İş, kalbin temiz olmasıdır, diyecekler. Sekizincisi; aldattıkları gençlerin taze ve körpe zihinlerine Ehl-i sünnet i’tikâdını kötüleyerek, Ehl-i sünnet düşmanı yapacaklar. Sonra haram işlemeye alıştıracaklar. Bu haramları yaptırmak için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar verecekler ve bunlar bâtınî ma’nâsıdır. Her âlim bunları anlıyamaz diyecekler.

İlk önceleri, kendi gayelerine uyan bilgileri, eski Yunan filozoflarının eserlerinden aldılar. Meselâ, yaratıcı ne vardır, ne de yoktur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne kadirdir, ne âcizdir. Bütün sıfatları da böyledir, derler. Çünkü, bunlar var denirse, mahlûklara benzetilmiş olur. Yoktur denirse, yokluk kondurulmuş olur. Yaratan, kadîm de değildir, hadîs de değildir derler.

Bunlardan Hasen Sabbâh, gençlere, din bilgilerini öğrenmeyi ve âlimlerin eski kitaplarını okumayı men etti.

İsmâiliyye fırkasına dâhil olanlar, İslâm dîni ile alay edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını inkâr ederek, hayvanlar gibi, dinsiz, kanunsuz olarak yaşamaktadırlar.”

“Amel, ya’nî iş üçe ayrılır: Ma’siyyet; ya’nî günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emir ettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak ma’siyettir. Tâat; ya’nî Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Bunlara hasene de denir. Allahü teâlâ, tâat yapan müslümana ecr ya’nî sevâb”, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncüsü mübah; ya’nî günah veya tâat olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyetine göre, tâat veya günah olurlar.” “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şafiî, “Ehl-i kıble olana kâfir denilmez” buyurdular. Bu sözün ma’nası; Ehl-i kıble olan, günah, işlemekle kâfir olmaz demektir. Yetmişiki fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması caiz olan şüpheli delîllerin te’villerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fakat, zarurî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü bunlara inanmıyan, Resûlullaha (s.a.v.) inanmamış olur. Resûlullahın (s.a.v.) söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, ya’nî inanmasına “Îmân” denir, Böylece inanan insanlara, “Mü’min” denir. O’nun sözlerinden birine bile inanmamağa veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeğe “Küfr” denir.

İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veya yanılarak olursa, küfr olmaz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 187

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-6, sh. 128

3) Tezkiret-ül-huffâz cild-3, sh. 1313

4) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 273

5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 264

6) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 149

7) El-A’lâm cild-6, sh. 215

8) Lisân-ül-mizân cild-5, sh. 263

9) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 2890

10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 19, 61, 363, 370, 428, 440, 667, 1074

11) Fâideli Bilgiler sh. 61

12) Eshâb-ı Kirâm sh. 89

13) İslâm Ahlâkı sh. 72, 153