ŞÂTIBÎ (Kâsım bin Fîrruh el-Endülüsî)

Endülüs’te yetişen kırâat âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Kâsım bin Fîrruh bin Ebi’l-Kâsım Halef bin Ahmed eş-Şâtıbî, er-Ruaynî, el-Endülüsî’dir. Ebû Muhammed ve Ebü’l-Kâsım diye iki künyesi vardır.

Babasının ismi olan Fîrruh, Endülüs dilinde “Demirci” demektir. 538 (m. 1143) senesinde, Endülüs’te bir kasaba olan Şâtıbe’de doğdu ve Kur’ân-ı kerîmin kırâatini orada öğrenip tamamladı. Kırâatini, “İbn-i Lâyuh” diye tanınan Ebû Abdullah Muhammed bin Ali bin Ebi’l-Abbâs (veya Ebi’l-Âs) en-Nefzî’den de ders alarak sağlamlaştırdı. Sonra Belensiye’ye gitti. Orada kırâatini ve Osman bin Sa’îd’in “Teysîr” kitabını ezberden Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed bin Hüzeyl’e arz edip icâzet aldı. Bu büyük âlimden ve Ebi’l-Hasen bin en-Ni’me, Ebû Abdullah bin Se’âde ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Ebû Tâhir es-Silefı’den de hadîs-i şerîf dinlemiştir. Gençliğinde, memleketinde hatîblik yapardı. Hac yapmak üzere memleketinden ayrıldı. Mısır’a gelip Kâdı Fadıl’ın yanında kaldı. Kendisinden birçok âlimler hadîs-i şerîf rivâyet edip, Kur’ân-ı kerîmin kırâatini dinlediler. Büyük bir evliyâ olup, çok talebe yetiştirdi. Ondan kırâat ilmini öğrenenlerin hepsinin duâsı kabûl olurdu. Kâhire’yi vatan edinip oraya yerleşmişti. 590 (m. 1194) senesi Cemâzil-âhır ayının yirmisekizinci günü, Kâhire’de vefât etti. Kabri, Kurâfe mezarlığındadır. Mezârı belli olup, meşhûrdur ve çok müslümanlar tarafından ziyâret edilmektedir.

İmâm-ı Şâtıbî, gözleri a’mâ olarak doğmuştu. Çok ilimde mahir ve mütehassıs olup, anlayışı ve zekâsı kuvvetli, zamanındaki âlimlerin bir tanesi ve ledünnî ilimlerden pay alan, şaşılacak üstün hâlleri bulunan ve birçok kerâmetleri görülen evliyânın büyüklerinden idi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmin kırâatini (okunuş şekillerini) ve tefsîrini çok iyi bilen ve Resûlullahın (s.a.v.) hadîs-i şerîflerindeki derin bilgisiyle tebarüz eden büyük bir âlimdi. Birçok hadîs kitabındaki hadîs-i şerîfleri ezberlemişti. Sahîh-i Buhârî, Müslim ve Muvatta’ kitablarında yazılı hadîs-i şerîfler kendisine okunduğu zaman, aralarındaki nüsha farklarını ezberinden düzeltir ve onlarda, ihtiyâç duyulan yerlere gerekli işâretleri yazdırırdı. Ayrıca o, arab dili ve edebiyat ilimlerinde de zamanının bir tanesiydi. Rü’yâ ta’biri ilmini de iyi bilirdi. Söylediği ve yaptığı herşeyde, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktan başka bir düşüncesi yoktu. Kendisinden çok kimseler faydalandı. Meclislerinde lüzumsuz sözlerden uzak durur, ilim okutmanın dışında, ancak kendisine birşey sorulduğunda zarûret miktârı konuşurdu. Hattâ huzûrunda olanları fuzûlî ve boş sözlerden men ettiği için, meclisinde bulunanlar buna çok dikkat ederlerdi. Kur’ân-ı kerîm okutmak için oturduğunda, tam temizlik üzere bulunurdu. Allahü teâlâdan korkup O’nun emirlerine boyun eğer ve her işinde sünnet-i seniyyeye uymaya çalışırdı. Şiddetli ağrıları bulunan bir hastalığa yakalandığı hâlde, hâlinden hiç şikâyet etmez ve inleyip sızlanmazdı. Hâlinden sorulduğu zaman, afiyette olduğunu söyler, başka şeyler ilâve etmezdi.

Büyük kırâat âlimi olan Şâtıbî, bu husûsta imamlık derecesine yükselmişti. Uzak ve yakın her şehirden ve her memleketten, Kur’ân-ı kerîmin kırâatini öğrenmek isteyenler, vatanlarını ve işlerini terk edip onun meclisine koşar, kırâat için huzûrundan ayrılmazlardı. O, Mısır’a geldiğinde Kâdı Fadıl, onun kıymetini bilip insanlara da anlattı. Kâhire’de bulunan Medresesine götürdü. Orada ağırlayıp, izzet ve ikram eyledi. Onu medresesine, Reîs-ül-müderrisîn (Üniversite rektörü) olarak tâ’yin edip, herkesten büyük ve üstün tuttu. Ona çok ta’zim etti. İmâm-ı Şâtibî, nazım olarak hazırladığı “Kasîde-i lâmiyye” ve “Kasîde-i râiyye” adındaki eserlerini orada te’lîf etmiştir. Bu iki eserinin her birinde, belagat ve fesahat ilminin şaheserlerini, derin ve ince ma’nâların en güzel örneklerini ve kırâat ilminin yüksek esaslarını kurdu ve kuvvetlendirdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Beyt-ül-makdis’i ya’nî Kudüs şehrini fethedince, 589 (m. 1193) senesinde oraya gidip, Kudüs-i şerîfi ziyâret etmişti. Sonra yine dönüp, Kâhire’deki Fâdılıyye Medresesi’nde kaldı ve vefâtına kadar, Kur’ân-ı kerîmin, kırâati üzerinde ilim okutmağa devam etti. İmâm-ı Şâtıbî, Kur’ân-ı kerîme âit ilimlerde İmâm olup, devamlı onun ile nasihat eder, insanlara rehberlik yapardı. Ayrıca o, lügat ve edebiyat ilimlerinde de, büyük âlimlerin reîsi kabûl edilmişti. Velhâsıl, her fen ve ilimde çok ve derin bilgi sahibiydi.

Kırâat ilminde yüksek derecelere varmış olan İmâm-ı Şâtıbî, vera’ ve zühdden ayrılmaz, haram ve şüpheli şeylere yaklaşmak korkusundan, yemesi ve kullanılması mübah olan şeylerin çoğundan vazgeçerdi. Evliyâlık derecesinde yükselmiş, keşf ve kerâmeti çok olan bir velî idi. Dünyâ arzularından kesilmiş, ibâdet ve tâatta nihâyete kavuşmuştu. Allah için alçak gönüllü olan, saf ve temiz bir düşünceye sahip olup, huzûr içinde bulunan bir kalb sahibiydi. Her zaman kendisinden kerâmetler görünür, mükâşefe ve evliyâlık kokuları saçılırdı. Birçok işlerde ve konularda, yanında bulunan talebelerinin ve arkadaşlarının anlıyamadığı şeyleri, kendisi keşf ve kerâmeti ile anlayıp onlara şöyle şöyledir diye izah ederdi. O, Mısır Câmii’nde, zeval vaktinde, çok defa minarede müezzin yok iken ezan sesi duymuştur. Bu hâl, sâlihlere, velîlere, seçilmiş kimselere mahsûstur.

Şafiî mezhebinde olan bu büyük âlimin arkadaşları ve meclisinde toplanan talebeleri ve sevdikleri, onun çok kerâmetlerini ve keşflerini anlatmışlardır. Eshâbının ve ahbabının herbiri, kendisini tam ma’nâsıyla ta’zim ederler, hürmet ve saygı gösterirlerdi. Hâfız Allâme Ebû Şâmme el-Makdisî’nin onun hakkında söylediği iki beyitlik şiiri şöyledir:

“Şeyh-i Mısır Şâtıb’ı görmekle şereflenen,
Fâdıllar topluluğu gördüm, kurtulmuşlardı.

Herbiri ta’zim eder, hepsi onu överlerdi.
Eshâbın, Nebî’yi sevdiği gibi severlerdi.”

Büyük kırâat âlimi İmâm-ı Cezerî şöyle anlatır: “Kendisinden ilim aldığım hocalarımdan ba’zı büyükler, hocalarından rivâyet edip bana haber verdiler ki, İmâm-ı Şâtıbî, Fâdılıyye Medresesi’nde sabah namazını erken vakitte eda edip, sonra Kur’ân-ı kerîm kırâati için gelenlere meclis kurardı. Talebe ve kâriler (okuyucular) da, geceden gelerek, erken gelme ve okuma yarışında olup, yaşlılar ve gençler, onun meclisinde bulunmak için acele ederlerdi. Keşf ve kerâmet sahibi olan Şâtıbî hazretleri gelip meclise oturunca, erken gelen okusun der ve başka söz söylemezdi. O, hep; “Önce gelen önde tutulur” kaidesini gözetir ve böylece erken gelene okuturdu. Birgün, kendisi; “Bugün, ikinci gelen okusun!” buyurdu. Birinci gelen talebe ve orada bulunan herkes, onun böyle demesine şaşırıp kalmışlardı. Bu genç ve oradakiler: “Acaba, bugün ne günah ve kabahat işleyip, üstadımıza karşı ne kusuru oldu ki, erken okumaktan mahrûm oldu” diye kendi kendilerine düşünüyorlardı. İlk gelen genç, o gece ihtilâm olup cünüp olduğunu, üstadın meclisinde nöbet ve yer tutmak için olan arzu ve isteğiyle acele ettiğinden unutmuştu. O anda, hemen hatırına geldi. Bunun üzerine, medresenin yakınında bulunan hamama gidip gusül abdesti aldı. Derse ikinci gelen kimse, daha kırâatini bitirmeden önce dönüp geldi ve yerine oturdu. Doğuştan a’mâ olan İmâm-ı Şâtıbî, kalb gözünün açıklığı sebebiyle, talebenin bu hâlini bilip vâkıf olmuş ve ikinci gelen kırâatini bitirince; “Şimdi, önce gelen okusun!” deyip, o hâle muttali olduğunu işâret buyurmuştu. Bu hâl, kırâat âlimleri taifesinin üstâdlarına vâki olan hâllerin en güzellerindendir. Böyle hâl sahibi olan büyük velîleri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) “Mesnevî”sinde şöyle övmektedir:

Allahın nûru ile bakan büyük bir velî,
Sondan ve başlangıçtan elbet olur haberi.

O kalbinin içinde eğer bulsa bir hayâl,
Ol dem keşf olur ona, açılır esrâr-ı hâl.

Evliyâ mürebbîsi Hakdır, evlâdım inan,
Huzûrda ve gaybette, gizli şey kalmaz ondan.

Allâm-ül-guyûbun en has kullarıdır onlar,
Gönül gönül gezen kalb casuslarıdır onlar.

İşte evliyâ, Hakkın kudretinin yoludur.
Hedeften şaşan oku geri alma koludur.

Nûr-i mutlak olanın aynasıdır evliyâ,
Hakkın kendine mahsûs mir’atıdır evliyâ.

Gel bir iki gün sen de, parlat kendi sineni,
Özüne defter eyle, o temiz âyineni.

İbn-i Hılligân diyor ki: “Şâtıbî, Kur’ân-ı kerîmi, kırâat-i Seb’a ile, (ya’nî Peygamber efendimizin okuyuş şekillerini bildiren yedi kırâat âliminin okuduğu şekilde büyük kırâat âlimlerinden Ebû Abdullah Muhammed bin Ali bin Muhammed bin Ebi’l-Âs en-Nefzî’ye, Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed Hüzeyl el-Endülüsî’ye okuyup arzetti. Ebû Abdullah Muhammed bin Yûsuf bin Se’âde, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdurrahîm el-Hazrecî, Ebü’l-Hasen bin Hüzeyl, Hâfız Ebü’l-Hasen bin Ni’me ve başka âlimlerden de hadîs-i şerîf dinleyip rivâyet etti. Kendisinin ilminden çok kimseler faydalandı. Mısır’da, ondan ilim alan çok kimseye yetiştim.”

İmâm-ı Zehebî, “Ma’rifet-ül-kurrâ” kitabında diyor ki: “Şâtıbî, hac için memleketinden ayrılıp gitmişti. Ebû Tâhir es-Silefî’den ve başkasından hadîs-i şerîf dinledi. Mısır’ı vatan edindi. Onun ismi, buraya geldikten sonra meşhûr oldu. Ondan ilim öğrenmek için, çeşitli uzak yerlerden geldiler. O, ilmi çok olan bir âlimdi. Zekî bir kimse olup, her fende mütehassıstı. Bilhassa kırâat ilminde reîs oldu. Hadîs-i şerîf hafızı idi. Arab dili ve edebiyatına tam vâkıftı. Geniş ilim sahibiydi.”

İmâm-ı Şâtıbî’ye gelip, kırâatini arz edenler çok oldu. Ebû Mûsâ Îsâ bin Yûsuf el-Makdisî, Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân bin Sa’îd eş-Şâfiî, Ebû Abdullah el-Fâsî, Ebû Abdullah bin Ömer bin Yûsuf el-Kurtubî, Ebû Abdullah-i Kürdî, Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed bin Abdüssamed, es-Sehâvî, Sedîd Îsâ bin Ebi’l-Harem el-Âmirî, Kemâl Ali bin Şücâ’ ed-Darîr ve daha birçok âlim, onun talebelerinin en büyüklerindendir. Büyük âlim Ebû Ömer, Osman bin Ömer bin Hâcib ve daha başkaları, bizzat ondan kasidesini dinleyip ezberlediler. Allahü teâlâ, onun eserleri ve talebeleri ile insanlara çok bereketler ve iyilikler vermiştir. Başlıca manzûm eserleri şunlardır: 1. Kasîde-i Lâmiyye: Kırâat ilmine dâir yazdığı kıymetli bir eserdir. Bu ilimde yazılan bütün tasniflerin özü ve esâsıdır, öyle bir kasidedir ki, bütün şehir ve memleketlerde dolaşmakta, elden ele gezmektedir. Asrın âlimlerinin en büyükleri, bu ilimde ona mürâcaat etmektedirler. Onun bu eseri hakkında İmâm-ı Cezerî diyor ki: “Onun kasidelerini okuyan, Allahü teâlânın ona olan ihsânının derecesini anlar. Ondan sonra gelen belagat sahipleri, özellikle onun “Kasîde-i Lâmiyye”sinin bir benzerini, meydana getirememiş, ona karşı bir i’tirâzda bulunamamışlardır. Onun derecesini, onun minvâli üzere nazım yazanın dışında anlıyan kimse bulunmaz. Yahut onun üslûbunda nazım olunan ile karşılarsa, bunda bulunan büyük üstünlük, apaçık ve aşikârdır. Gerçekten cenâb-ı Hakdan bu kitaba verilen şöhret ve kabûl, bu ilimde ve belli diğer ilimlerde olan kitaplara verilmemiştir dersem, doğru söylemiş olurum. Çünkü bu eserin, İslâm memleketlerinin hiçbirinde bulunmadığını sanmıyorum. Hattâ hiçbir ilim talebesinin evinde, bir nüshasının bulunmayacağını zan etmiyorum. Hattâ insanlar, bu kasideden tashih edilmiş bir nüsha elde etmek için gayret ve teşebbüs üzeredirler. Benim yanımda da Lâmiyye ve Râiyye kasidelerinden birer nüsha vardır. İkisi cildli olarak bir arada olup, Sehâvî’nin talebelerinden Hacîc’in hattı, ya’nî el yazısı iledir. Bana bu kitabın ağırlığınca gümüş verdiler de, kabûl edip onlara vermedim. Gerçekten de bütün insanlar, pahasını kıymetli tutup, her asırda yüksek fiyatla sattılar. Bundan başka, sözünü doğru tutmada, lafızlarını mantık ve mefhum olarak kıymetli bilmede, o derece mübalağa etmişlerdir ki, hiç yanılmayacağını dahi söyleyenler olmuştur. Ba’zıları da, bir başka yönden haddi aşmış, yalnız bu kitabın içinde olanları “Kırâat-ı Seb’a”dan saymışlar, bundan başkası şaz olup kırâatı caiz değildir, demişlerdir.”

2. Kasîde-i Râiyye: Arab edebiyatının en güzel belagat örneklerinden olan bir kasidedir.

3. Hırz-ül-emânî ve vech-üt-tehânî: Kırâat ilmine dâir bir kaside olup, 1173 beyitten ibârettir. Eşsiz bir eserdir. Asrındaki kırâat âlimleri, kırâatleri nakil husûsunda onu kaynak eser kabûl ettiler. Kırâat ilmi ile meşgûl olanlar, bu kasidenin ezberlenmesine ve bilinmesine öncelik verirlerdi. Bu kaside, kırâat ilmi ile ilgili ince ve gizli işâretleri ve insanı hayran bırakan rumuzları ihtivâ etmektedir. Bu uslûbta, daha önce bir kaside yazılmamıştır.

4. Ukaylet-ül-kasâid fî esn-elmekâsıd: Dânî’nin “Maknî”si üzerine yazılan ve onları en güzel şekilde açıklayan bir kasidedir.

5. Nâzımet-üz-zehr: Sûrelerdeki âyet-i kerîmelerin sayılarını anlatan bir kasidedir.

6. Tetimmet-ül-hırz min kurrâi eimmet-il-kenz.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 110

2) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 260

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 10

4) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 224

5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 301

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 270

7) Miftâh-ün-se’âde cild-2, sh. 49, 50, 51

8) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 39

9) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 71, 73

10) Ma’rifet-ül-kurrâ-il-kübrâ cild-2, sh. 457, 458

11) El-A’lâm cild 5, sh. 180