SİLEFÎ (Ahmed bin Muhammed)

Hadîs, târih; edebiyat ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Tâhir olup ismi, Ahmed bin Muhammed bin İbrâhim bin Silefî’dir. 470 (m. 1077) yılından sonra İsfehan’ın Harvân mahallesinde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Harvânî ve İsfehânî, dedelerinden Silefe’ye nisbetle de Silefî denildi. Silefî nisbetiyle meşhûr oldu. Dımeşk (Şam) ve İskenderiyye’de ikâmet etti. 576 (m. 1180) yılında İskenderiyye’de vefât etti.

Küçük yaşta, yüksek din ve âlet ilimlerine temel olan bilgileri öğrenen Ebû Tâhir Silefî, İsfehan’da; Kâsım bin Fadl Sekafî, Abdurrahmân bin Muhammed Simsâr, Sa’îd bin Muhammed Cevherî, Muhammed bin Muhammed Medînî, Fadl bin Ali Hanefî, Mekkî bin Mensûr Kerecî, Ma’mer bin Ahmed Lünbânî’den ilim öğrenip, hadîs-i şerîf dinledi. Onyedi yaşında hadîs-i şerîf dersleri vermeye başladı. 493 (m. 1099) yılında Bağdad’a gitti, İbn-i Bâtır, Ebû Bekr-i Turaysîsî, Ebû Abdullah bin Busrî, Sabit bin Bündâr’dan hadîs-i şerîf işitti. Sonra hacca gitti. Kûfe’de Ebü’l-Bekâ’ Muammer bin Muhammed Cebbâl’den, Mekke’de Hüseyn bin Ali Taberî’den, Medine’de Ebü’l-Ferec Kazvînî’den hadîs-i şerîf işitti. Bağdad’a geri döndü. Ebü’l-Hasen Taberî, Fahr-ül-İslâm Şâşî ve Yûsuf bin Ali Zencânî’den fıkıh ilmi öğrendi. Ebû Zekeriyyâ Tebrîzî’den Arabî ilimler ve edebiyat öğrendi. Kırâat ilmi tahsil etti. 500 (m. 1106) yılında Basra’ya geldi. Basra’da Muhammed bin Ca’fer Askerî’den, Hemedan’da Ebû Gâlib Ahmed bin Muhammed Müzekkî’den ilim tahsil etti. Zencân, Cibâl, Rey, Dînever, Kazvîn, Save, Nihâvend, Azerbaycan’a gitti. Dönüşünde, bugünkü Mardin yakınlarındaki Cizre, Hılât, Nusaybin, Rahbe ve daha birçok şehirleri dolaştı. Gittiği yerlerin âlimlerinden ilim öğrendi. Beşyüzdokuz yılında Şam’a gitti. Orada iki sene kaldı. Ebû Tâhir Hınnâî, Ebü’l-Hasen bin Mevâzînî ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Sonra Sûr şehrine gitti. Oradan da ayrılıp İskenderiyye’ye gitti. Mısır Sultânı Zâfir Ubeydî’nin veziri Ali bin İshâk İbni Selâr’ın İskenderiyye’de yaptırdığı medresede ders verdi. İskenderiyye’den 517 (m. 1123) yılında Kâhire’ye gitti. Oradan tekrar dönüp, ölünceye kadar İskenderiyye’de kaldı. Onu görenler, ya kitap okurken, ya yazarken veya ilim öğretirken görürlerdi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf idi. Yüzbin hadîs-i şerîfi râvîleriyle beraber ezberleyerek, hadîs-i şerîf ilminde hafız oldu. “Ben Bağdad’da ilim tahsil ederken, hadîs ilminde, ateşin alevi gibi hırslı idim” diyen Ebû Tâhir Silefî, hocalarından duyduklarını ezberlerdi. Lüzumsuz bilgileri kafasında depo etmezdi. Vera’ ve takvâda, ezberleme ve zihinde muhafazada, çözülemeyen mes’eleleri çözmede, her ilimde söz sahibi olmada üstüne yoktu. Güzel konuşur, tatlı dili, hoş sözü ve güzel ahlâkı ile herkesi memnun ederdi. Devletin ileri gelenleri ve diğer insanlar, onu çok severdi.

Güzel nasihatlerini dinlemek ve sözlerinden istifâde etmek için meclisine koşarlardı. Onun nasihatleri, rûhlara şifâ olan mübârek sözleri bereketiyle, nice insanlar tövbe etmekle şereflendi.

Nasihatlerinde, Allahü teâlânın dînini, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya kitaplarından öğrenmek gerektiğini anlatır, Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olmayanın Cehennemde azap çekmekten kurtulamayacağını bildirirdi. Çok cömert idi. Allahü teâlânın kendine verdiklerini, insanlara dağıtmaktan çok hoşlanırdı. Bir kimseye âhırette imdâdına yetişecek birşey öğretmeyi, dağlar kadar malla dünyâsını ma’mûr etmeye tercîh ederdi. Haram ve şüpheli şeylerden şiddetle kaçar, günâha düşmek korkusundan mübahların birçoğunu terk ederdi.

Kendisinden birçok kimse ilim tahsil etti. Bağdad’da; Ebû Ali Berdânî, Hezâresb bin Avd, Ebû Âmir Abderî, Abdülmelik bin Yûsuf, Sa’d-ül-Hayr Endülüsî ve daha birçok âlim ondan hadîs ilmi tahsil etti. Hâfız Muhammed bin Tâhir, torunu Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân bin İbrâhim Serakostî, Ali bin İbrâhim Serakostî, Ebü’l-İzz Muhammed bin Ali Mülkâbâdî, Tayyib bin Muhammed Mervezî, Ebû Sa’d İbni Sem’ânî, Hibetullah bin Asâkir, Yahyâ bin Sa’dûn Kurtubî, Kâdı Iyâd Yahsubî, Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yeğeni Takiyüddîn Ömer, Hammâd Harrânî ve daha birçok âlim ilim tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Talebelerinden Fakîh Behâeddîn bin Cümeyrî, fıkıh ilminde meşhûr oldu. Ebû Tâhir Silefî’nin hocaları gibi, talebeleri de çok fazla idi. İlim tahsili için gittiği yerlerde de ondan birçok kimse ilim öğrendi. Herkes onun ilminin yüksekliğine hayran olur, hıfzının kuvvetine hayret ederdi. Talebeleri de hocaları gibi yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışır, O’nun dînini öğrenmeye ve yaymaya gayret ederlerdi. Ebû Tâhir Silefî, hadîs-i şerîf okumak veya okutmak için oturduğu zaman, edebinden saatlerce hiç şeklini bozmaz, herhangi bir tarafa yaslanmazdı. Hadîs ilmiyle uğraşırken su içtiği hiç görülmemişti. Her oturuşunda, yüz hadîs-i şerîfi okur ve açıklardı.

Talebeleri anlatır: Birgün Mısır emîri, Ebû Tâhir Silefî’nin meclisine geldi. Ebû Tâhir, hadîs-i şerîf okutuyordu. Emîr de oturup hadîs-i şerîf dinledi. Bir müddet sonra emîr, kardeşine birşeyler söyledi. Ebû Tâhir, hadîs-i şerîf okumayı bitirdikten sonra emîre, “Siz, Resûlullahın (s.a.v.) hadîs-i şerîfi okunurken konuşmaya nasıl cür’et ediyorsunuz?” dedi. Emîr mahcubiyetinden cevap vermedi.

Ebû Tâhir Silefî, yumuşak huylu ve güzel ahlâklı idi. Zengin-fakir, herkes onu severdi. İskenderiyye’ye yerleşince, zengin bir hanımla evlendi. Daha önceden çok fakir idi. Fakirlere sadaka vermek ister, evinde verecek birşey bulamazdı. O kadınla evlendikten sonra, çok malı oldu. Fakirlere de bol bol sadaka dağıttı.

Ebû Tâhir Silefî, insanlara emr-i ma’rûf ve nehy-imünker yapar, İslâmiyete uymayan bir hâl gördüğü zaman, usûlüne uygun şekilde hemen müdâhale eder, doğru olan şeklini anlatırdı. Birgün, tegannî ile Kur’ân-ı kerîm okuyan bir topluluğu huzûruna çağırıp Kur’ân-ı kerîm okuttu. Onlara emr-i ma’rûf yapıp, Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile okumaktan men etti. Zararlarını uzun uzun anlattı. Onlar da bir daha tegannî ile okumayacaklarına dâir söz verip tövbe ettiler.

Bir talebesi anlatır: İskenderiyye halkı, doğum zamanı yaklaşan hâmile kadınlar için Ebû Tâhir Silefî’ye müracaat ederler, onun yazıp verdiği kâğıdı, götürüp hastanın elbisesine dikerlerdi. Hasta hemen şifâ bulur, o eziyetten kurtulurdu. Merak edip, kâğıda ne yazdığını okudum. Kâğıtta; “Yâ Rabbî! Bu insanların bana hüsn-i zanları vardır. Beni onlara mahcûb etme ve onların hüsn-i zanlarını sû-i zanna tebdîl etme” diye yazılı idi.

Barbar Avrupa kavimlerinden müteşekkil zâlim haçlı ordularının, Anadolu’dan Kudüs’e, Selçuklu’nun kılıç artığı olarak ulaşan askerleri, deniz yolu ile gelen haçlılarla işbirliği yaparak Filistin’e girmişler ve Kudüs’ü işgal etmişlerdi. Kahramanca mücâdeleden sonra onların elinden Peygamberler şehri Kudüs’ü kurtaran ve müslüman, hıristiyan, yahudi, herkesi adâletle idâre eden Eyyûbî Emîri Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye, kendi aralarında halledemedikleri bir mesele için yahudiler müracaat ettiler. Onlar; “Ey âdil hükümdâr! Bizim bir mîrâs mes’elemiz var. Kendi dînimizde halledemedik. Sen, kendi dînine göre hallet, senin adâletini bir defa daha görelim” dediler. O da, çeşitli memleketlerdeki âlimlere haber gönderdi. Bunlardan biri de İskenderiyye’deki Şafiî fıkıh âlimi Ebû Tâhir Silefî idi. İslâm devletinin hâkimiyetini kabûl etmiş olan gayr-i müslimlere zımmî denir. Zımmîler, kendi aralarında seçtikleri hâkimlerin hükmüne uyarlar. Eğer iki taraflı anlaşarak, kadıya müracaat edip; “Biz, İslâmın âdil hükmünden istifâde etmek isteriz” derlerse, o zaman kadı, isterse onların da’vâlarını görür, isterse kendi hâkimlerine havale eder. Nitekim Allahü teâlâ, Mâide sûresinin kırkdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz sana, Ehl-i kitâb arasında, Allahü teâlânın sana indirdiği Kur’ân ile hükmetmeni emrettik” buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîmeye dayanarak, yahudilerin da’vâsı hakkında fetvâ veren Ebû Tâhir Silefî, hükmü, Sultan-ül-Gâzî Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye yazdı. Sultan çok memnun oldu. Yahudiler arasında, Ebû Tâhir Silefî’nin fetvâsına göre hükmetti. Yahudiler çok âdilâne buldukları bu fetvâyı aralarında tatbik ettiler. Sonunda, içlerinden insaf sahibleri müslüman oldu.

Ebû Tâhir Silefî vefât ettiği gün, akşama kadar talebelerine hadîs-i şerîf okuttu. Ertesi gün Cum’a idi. Fecr vaktine kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sabah namazı vakti girince, ilk vaktinde namazını kıldı. Namazdan sonra, Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti.

Silefî hazretleri, Süleymâniye Kütüphânesinin Es’ad Efendi kısmı 312 numarada kayıtlı “Kitâb-ül-Erbeîn” adlı eserinde, hocası Ebû Nasr Muhammed bin Ali bin Ubeydullah’tan şöyle nakletmektedir:

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kim ümmetimin işleri için kırk hadîs-i şerîf ezberlerse, onu kıyâmet günü şefaatime dâhil ederim.”

“Ümmetimden beni görmeyene, dîni ile ilgili kırk hadîs-i şerîf nakleden, âlimler zümresine yazılır ve şehidlerle beraber haşredilir.”

İbn-i Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

“Kulda beş haslet bulunmadıkça imânı kâmil olmaz. Bunlar: Allahü teâlâya tevekkül, Allahü teâlâya tefviz, Allahü teâlânın emrine teslim, Allahü teâlânın takdîrine rızâ, Allahü teâlânın verdiği belâya sabırdır. Böyle kimse, Allahü teâlâ için sever, Allahü teâlâ için buğz eder, Allahü teâlâ için verir, Allahü teâlâ için mâni olur ve îmânı kâmil olur.”

Âlimlerimiz, bu husûsta şöyle buyurdu:

Tevekkül; Allahü teâlânın katında olana i’timâd edip (güvenip) insanların elinde olandan ümit kesmektir. Allahü teâlâ, tevekkül sahiblerini övmekte ve onları tevekküle teşvik etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Kim ki, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir” (Talâk-3). “Eğer müminlerden (Allahü teâlânın va’dine îmân edenlerden) iseniz, yalnız O’na tevekkül edin” (Mâide-23).

“Bir kerre de azmettin mi, artık Allahü teâlâya mütevekkil ol. Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân-159). Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mi’deleri boş, aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner.”

Tefviz; dünyâ işlerinde bir ihtiyârı olmayıp, irâdesini Rabbine teslim etmesi ve teslimden sonra da, Rabbinin irâdesinin dışına çıkmamasıdır.

Teslim ise; boyun eğmek demektir. O da, kulluğunu izhâr etmek demektir. Bu sebeble “İslâm”a, “Teslim olmak” ma’nâsı verilmiştir. Âlimlerimiz buyurdu ki: “Tefviz; Allahü teâlânın takdîrinin meydana gelmesinden (kazanın) öncesi, teslim de; kazadan sonrasıdır. Allahü teâlâ, Peygamberlerini tefviz ve teslim ile övmekte ve İbrâhim aleyhisselâm hakkında meâlen şöyle buyurmaktadır:

“Rabbi ona (İbrâhim aleyhisselâma), “Kendini Hakka teslim et” dediği zaman, o, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti” (Bekâra-131).

Buyuruldu ki: Tevekkül; başlangıç olup, mü’minlerin sıfatıdır. Teslim, ortadadır, havvâsın (seçilmişlerin) sıfatıdır. Tefviz ise, sondur. Bu da, havvâs-ül-havvâsin (seçilmişlerin seçilmişlerinin) sıfatıdır.

Rızâ; Allahü teâlânın kazasına, kalbin teslim olmasıdır. Buyuruldu ki: “Rızâ; kulun, Allahü teâlânın yaratmakta ve hüküm vermekte âdil olduğuna tereddütsüz inanmasıdır.”

Sabır; belâların verdiği sıkıntıdan şikâyetçi olmamaktır. Buyuruldu ki: “Sabır; kitâb ve sünnetin hükmünden ayrılmayıp sabit olmaktır. Sabrın fazileti, sabredenlerin üstünlüğü, açıklamaya ihtiyâç göstermeyecek kadar meşhûrdur. Allahü teâlâ, şu âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

“Şüphe yok ki, Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir” (Bekâra-153).

“Ancak (vatanından hicrete, mihnete, ibâdetlerin meşakkatine) sabredenlerin ecirleri hesâbsızdır” (Zümer-10).”

Ebû Hüreyre (r.a.) buyurdu ki: “Birgün Resûlullah efendimizle (s.a.v.) beraber otururken, birden gülmeye başladı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sizi güldüren şey nedir?” diye sorulunca, şöyle buyurdu: “Ümmetimden iki kişi, Rabbimin huzûrunda dururlar. Bunlardan biri, “Yâ Rabbî! Bu kardeşimden benim hakkımı al!” der. Allahü teâlâ (diğer kimseye); “Kardeşinin hakkını ver” buyurur. Oda, “Yâ Rabbî! İyiliklerimden birşey kalmadı” der. (Hakkını isteyen kimse) “Yâ Rabbî! Benim günahlarımı yüklensin” der “Resûlullah (s.a.v.) efendimiz şöyle devam etti: “Bu öyle büyük bir gündür ki, o günde insanlar, günahlarını yüklenecek kimseleri ararlar. Allahü teâlâ hakkını isteyen kimseye buyururki: “Cennete bak!” O kimse, başını kaldırıp baktığında, çok kıymetli ni’metleri görür ve “Yâ Rabbî! Bu ni’metler kimin içindir?” der. Allahü teâlâ; “Bana semenini (ücretini) veren kimse içindir” buyurur. Kul, “Yâ Rabbî! Buna kimin gücü yetebilir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Senin!” buyurur. Kul tekrar; “Yâ Rabbî, neyim ile?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Kardeşini affetmek sûretiyle” buyurur. Kul, “Yâ Rabbî, ben onu affettim” der. O zaman Allahü teâlâ; “Kardeşinin elinden tut ve onu Cennete götür” buyurur. Resûlullah (s.a.v.) bundan sonra; “Allahü teâlâdan korkun, aranızı düzeltin” buyurdu.

İbn-i Abbâs (r.a.) haber verdi. Resûlullah (s.a.v.) ba’zı hutbelerinde buyurdu ki:

“Dünyânız, sizi âhıretinizden alıkoymasın. Nefsinizin arzu ve istekleri sizi Rabbinize ibâdetten alıkoymasın. Yemînlerinizi, günahlarınıza vesile etmeyiniz. Hesaba çekilmeden önce, nefsinizi hesaba çekiniz. Azâb olunmadan önce, hâllerinizi düzeltiniz. Sıkıntıya düşmeden önce, âhıret yolculuğu için azık hazırlayınız. Kıyâmet, adâletin yerine getirildiği, hakkın hak sahibine verildiği, dinî vazîfelerden sorulduğu yerdir.”

Peygamberimizin (s.a.v.) alemdarı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Nefslerinizi, (gelinin altın ve gümüş ile süslendiği gibi) tâat ile zînetlendiriniz. Nefslerinize Allah korkusunu peçe olarak giydiriniz. Âhıreti kazanmak için, dünyâda ibâdet ediniz ve haramlardan kaçınınız. Çalışmanızı, gayretinizi âhıret için yapınız. Biliniz ki, az bir zaman sonra bu dünyâdan ayrılacaksınız ve Rabbinize döneceksiniz. (O gün) Size, daha önce yapmış olduğunuz sâlih ameller, kazanmış olduğunuz sevâblardan başka birşey fayda vermez. Ancak, önceden gönderdiğiniz şeylere göre karşılık görürsünüz ve onu bulursunuz. Sizi, alçak olan dünyânın süsü aldatmasın. Cennetin yüksek derecelerinden alıkoymasın.”

Ebû Sa’îd-il-Hudrî’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (s.a.v.), birine şöyle nasihat buyurdular:

“Allahü teâlâdan gelene rağbet et ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanlardan birşey bekleme ki, insanlar seni, sevsin. Dünyâda zâhid olan kimsenin kalbi, dünyâda ve âhırette ferah olur. Bedenini ve kalbini, dünyâ ve âhıret için yoran bir kavim, kıyâmet günü dağlar gibi iyilikle gelir. Ancak, Cehenneme atılmaları emrolunur” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Resûlullaha; “Ey Allahın Resûlü! Onlar namaz kılmıyorlar mı idi?” diye sordular. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Evet, onlar namaz kılıyorlar, gündüzleri oruç tutuyorlar, gecenin son yarısını ibâdetle geçiriyorlardı. Ancak, onlara dünyâdan birşey isâbet etse, ona yapışıyorlardı” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfin şerhinde ise, şöyle buyuruldu; “Bu hadîs-i şerîf göstermektedir ki; bir kimse gündüzleri oruç tutsa, geceleri ibâdetle geçirse, kalbinden dünyâ sevgisini çıkarmadıkça, Cehennemden kurtulup Cennete giremez.”

Gece-gündüz durmadan çalışıp ilim tahsil eden Silefî, vaktini; ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçirirdi. Kitaplarından ba’zıları şunlardır: “Mu’cemü meşîhât-i İsfehan”, “Mu’cemü şüyûh-i Bağdâd”, “Mu’cem-üs-sefer” (Bu eserin büyük bir bölümü “Ahbâr ve terâcim-i Endülüsiyye” adıyla neşredildi, “Fedâil-ül-bâhire fî Mısr vel-Kâhire”, “Selefiyyât fil-hadîs”, “Şerh-ü kırâat-ı aleş-Şüyûh”.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 75

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-6, sh. 32

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 307

4) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1298

5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 255

6) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 218

7) Kitâb-ül-erbeîn: Süleymâniye Kütüphânesi Esad Efendi kısmı No: 312