Fıkıh âlimi ve Eyyûbîler devletinin kurucusu. İsmi, Yûsuf Selâhaddîn bin Eyyûb bin Şadî’dir. Künyesi, Melik Nasır Ebû Muzaffer’dir. 532 (m. 1137)’de Suriye’nin kuzey taraflarındaki Tikrit’te doğdu. Babası Necmeddîn Eyyûb, Azerbaycan’da Erivan’ın Devin kasabasındaki Hazbânî kabilesine mensûp idi. O sırada Büyük Selçuklu Sultânı Mes’ûd Şah’ın, Haleb ve Musul bölgesi Atâbeki Nûreddîn bin Zengî idi. Necmeddîn Eyyûb, kardeşi Şirkûh ile Haleb ve Musul Sultânı Nûreddîn’in hizmetine girip, Tikrit muhafızlığına getirildi. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin çocukluğu, Tikrit, Ba’lebek ve Şam şehirlerinde geçti, iyi bir tahsil ve terbiye gördü. Hâfız Ebû Tâhir es-Silefî, Ebû Tâhir bin Avf, Kutbüddîn Nişâbûrî, Abdullah bin Berî en-Nahvî gibi pekçok âlimden fıkıh ve hadîs-i şerîf öğrendi. Kendisinden; Yûnus bin Muhammed el-Fârûkî, İmâd el-Kâtib gibi âlimler rivâyette bulundu.
Kur’ân-ı kerîmi, fıkıhtan “Tenbîh” kitabını, şiirden “Hamâse” kitabını ezberledi. Fıkıh âlimi oldu. Kuvvetli bir zekâya sahip idi. Ânî ve isâbetli kararları meşhûrdur. Bütün işlerine istişâre ederek karar verir, neticeye varıncaya kadar bu kararından dönmezdi. Âlimlerle sohbeti herşeye tercih ederdi. Kitaplarla uğraşmak, ilim öğrenmek, incelemeler yapmak, en çok sevdiği, lezzet aldığı şeylerdi. Hocaları olan büyük âlimlerden ve kitaplarından ayrılmak, sanki ona idama götürülmek gibi gelirdi. Öyle ki, ileride kendini sultanlığa ulaştıracak, asırlarca ismini dillerde dolaştıracak olan askerlik hizmetini bile babasının pekçok yalvarması ile kabûl etti. “Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir” hadîs-i şerîfine uymaya çalışırdı. Buna rağmen, “Arzusu âhıret olup, âhıret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar” hadîs-i şerîfi kendisinde tecellî etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî (r.a.), dünyâdan kaçtıkça, dünyâ onu kovaladı. Neticede Mısır, Suriye, Diyâr-ı Bekr ve Yemen’e sultan oldu. Hayâtı dîn-i İslama hizmetle geçti. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan devletleri yıktı ve oralara, doğru olan i’tikâdı, îmânı yerleştirdi. Kudüs-i şerîfi hıristiyanların elinden aldı. Bunu hazmedemiyen bütün Avrupa devletlerinin topladığı 600.000’den ziyâde haçlı ordusunu perişan etti. İslama hizmet için çalışan Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin, sarayında oturup rahat ettiği görülmedi. Hayâtının her ânı cihâd ile, hizmet ile, ibâdet ile geçti. 589 (m. 1193) senesinde Şam’da vefât etti.
558 (m. 1162) yıllarında Mısır’da bulunan Fâtımîler, içlerinde bulunan karışıklıkları düzeltmek üzere, Sultan Nûreddîn’den yardım istediler. Bu yardıma, kumandan olarak Şirkûh vazîfelendirildi. Zamanını hep ilim öğrenmeğe hasreden Selâhaddîn’i, amcası Şirkûh yanında götürmek istedi. Binbir güçlükle kitaplarından ayırıp, yanına yardımcı olarak aldı. Selâhaddîn-i Eyyûbî ve amcası Şirkûh, Fâtımîlere yardım için geldikleri hâlde, düşman muâmelesi gördüler. Eshâb-ı Kirâm düşmanı olan Fâtımîler, Şirkûh gelmeden iç karışıklıklarını düzelttiler ve bu gelen Ehl-i sünnet ordusundan çekindiklerinden, dinlerini menfaatlerine feda ederek, Kudüs’deki hıristiyanlardan yardım istediler. Şirkûh ve genç yeğeni Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin küçük askerî birliği Mısır’a gelirken, Fâtımîlerin ve haçlıların ordusu ile karşılaştılar. Bu iki ordunun, çevrelerini sarıp saldırıya geçtiklerini görünce, hayret edip, önce şaşırdılar, sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kısa ve etkili konuşmasıyla, küçük birlik heyecana geldi. Ehl-i sünnet düşmanlarına karşı hücuma geçtiler. Birliğin komutasını üzerine alan Selâhaddîn-i Eyyûbî, ilk defa askere ve çarpışmaya katıldığı hâlde, nice tecrübeli komutanları kendisine gıbta ettirecek şekilde hücumlar ediyor, ordusunu galeyana getirip, sağa sola emirler veriyordu. Nerede sıkışıklık varsa, bir ânda oraya yalın kılıç yetişip, düşmana amansız darbeler indiriyordu. Bu şekilde müstahkem bir mevkiyi zaptetip, Sultan Nûreddîn’e haberci gönderip yardım istedi. Yardım gelene kadar, fevkalâde bir mehâretle Belbis kalesini zaptedip müdâfaaya başladı. Sultan Nûreddîn ise, başka bir yol ta’kib ederek, haçlı ordusunu Fâtımîlerden ayırmanın yolunu aradı ve Hıristiyanların topraklarına saldırdı. Memleketlerinin saldırıya uğradığını duyan haçlılar, Fâtımîleri bırakıp, vatanlarını müdâfaa için geri çekildiler. Bunu gören Mısırlılar, Sultan Nûreddîn’den korkup, Selâhaddîn-i Eyyûbî ile anlaşmak mecbûriyetinde kaldılar. Anlaşmayı bizzat hazırlayan Selâhaddîn-i Eyyûbî, bütün şartlarını kabûl ettirip, sâlimen ordusuyla Şam’a döndü. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yaptığı bu ilk savaş, onun zekâsını, soğukkanlılığını ve cesâretini, anî ve yerinde kararını, harp san’atındaki fevkalâde mehâretini ortaya çıkardı. Şam’a gelir gelmez, canından çok sevdiği âlimlerin ilim meclislerine katıldı. İlim öğrenmeye devam etmek isteyen Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kahramanlığını ve mehâretlerini Sultan Nûreddîn’e anlattılar. Sultan Nûreddîn de, Eshâb-ı Kirâma dil uzatan bu Fatımî sapıklarına bir ders vermek maksadıyla Mısır’a harb ilân etti. Kumandanlığına Şirkûh ve binbir rica ile Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi getirdi. Fâtımîler, yine İslâmiyetle alay edercesine Kudüs’deki haçlılardan yardım istediler. Kudüs hükümetinin kralı, ordusunu toplayıp Mısırlılara iltihak etti. Selâhaddîn-i Eyûbî’yi Tih Çölü’nün kuzeyinde bekleyip yolunu kesmek istediler. Bu plânı öğrenen Selâhaddîn-i Eyyûbî, Allahü teâlânın rızâsı için yola çıkıp, büyük bir azîmle ve eşine ender rastlanan bir cesâretle, herkesin geçilmez dediği Tih Çölü’nü geçmeye karar verdi. Rüzgâr öyle şiddetli idi ki, alev alev yakıyor, kum çölünün altını üstüne getiriyor ve yeri göğü dehşetle titretiyordu. Büyük bir güçlükle, Allahü teâlânın yardımıyla çölü geçip Nil nehrine ulaştılar. Fâtımîlerin ve haçlıların müşterek ordusunun ters istikâmetten karşılarına çıktılar. İkibin kişiden ibâret olan Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ordusu, otuzbin kişilik müttefik orduyla karşılaşınca, düşmanın çokluğundan bir an kararsızlığa düşüp geri dönmek istediler. Fakat Selâhaddîn-i Eyyûbî, ordusuna hitaben, “Asker evlâtlarım! ölmek, Allaha kavuşmak demektir. Dînimizi müdâfaa ederken şehîd olanların doğru Cennete gireceğini biliyorsunuz. Eğer bizler rahatımızı düşünseydik, burada değil, hanımlarımızın, çocuklarımızın yanında olurduk. Düşmanın az veya çok olması bizi yolumuzdan alıkoymaz. Kaçmak zilletine katlanmaktansa, şehîd olmayı hanginiz arzu etmezsiniz. Allahın yardımı bizimledir. Cenâb-ı Hak dînine hizmet edenlere zafer va’dediyor” diyerek şahlanan atını ileri sürdü. Bu sözleri heyecanla dinleyen asker, yerlerinden ok gibi fırlayıp düşmana saldırdılar. Kendilerinden onbeş misli fazla olan düşmana, kalblerinde coşan îmân, dillerinde Allah Allah sesleri ile fırtına gibi daldılar. Haçlı kralı, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ve ordusunun sür’ati ve mehâreti karşısında şaşırdı. Askerinin kırılmakta olduğunu gören kral, Sultan Nûreddîn yine memleketimize saldırır bahânesiyle, selâmeti kaçmakta buldu. Selâhaddîn-i Eyyûbî ise, bunların şaşkınlığından istifâde edip askeriyle Nil nehrini yüzerek geçti ve Mısırlıların elinde bulunan İskenderiye şehrini zaptetti. Fâtımîler, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bu akıl almıyan Tih Çölü’nü ve Nil nehrini geçmesini, ikibin kişi ile otuzbin kişiyi mağlûb etmesini ve İskenderiye’yi zaptetmesini görünce şaşkına döndüler. Haçlılara tekrar tekrar yardım için yalvardılar. Müslüman olduklarını söyleyen Fâtımîler, İslâm düşmanı olan haçlılarla vergi ödemek şartıyla tekrar ittifâk kurdular ve ordularını toplayarak İskenderiye’ye hücum ettiler. Düşman çok kalabalıktı. Bu saldırıda Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin askerinin çoğu şehîd oldu. İskenderiyeliler Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin adâletine ve kahramanlığına hayran kaldılar. Onlar da şehri savunmaya başladılar. Selâhaddîn-i Eyyûbî düşmanın öldürülmekle bitmeyeceğini anlayınca, amcası Şirkûh’u, Sultan Nûreddîn’den yardım almak için, bir miktar asker ile münâsip bir vakitte kaleden çıkardı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, üç-dört yüz mücâhidle, binlerce düşmanı İskenderiye’ye sokmamak için geceli gündüzlü çarpıştı. Düşman, kaleye girmek için hücum üstüne hücum ediyordu. Fakat hepsi neticesiz kaldı. Bu şekilde üç ay saldırıya devam ettiler. Bu sırada haçlılar, bir donanma ile denizden de saldırıya geçtiler. Kalede erzak bitmek üzere idi. Askerin sayısı da, yüz kadar ancak vardı. Buna rağmen Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri, Allahü teâlânın yardımıyla düşmana göz açtırmıyor, kaleye kimseyi sokmuyordu. Şirkûh’dan yardım gelmiyeceğini anlayan Selâhaddîn-i Eyyûbî ümidini asla kaybetmedi ve düşmanla anlaşma yapmak istediğini bildirdi. Harbte de, sulhda da aynı derece olan ileri görüşlülüğünün bir alâmeti olmak üzere, asker ve silâhlarıyla Suriye’ye sâlimen dönmek şartıyla kaleyi teslim edeceğini bildirdi. Düşman bu teklife çok sevindi. Anlaşma yapıldı. Kral, kaleden bir ordu çıkacak beklerken, yüz kadar çeşitli yerlerinden yara almış kahramanı görünce, Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye hayran oldu. Kendisini yakından görmeyi arzu ederek çadırına da’vet etti. Üç-dört gün hıristiyanların arasında kalan Selâhaddîn-i Eyyûbî, haçlıların askeri plânlarını, kumandanların birbirleriyle rekabetlerini anladı; ileride başarılı olmasının sebeblerinden biri de, burada gördükleri ve öğrendikleri oldu.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, yüz kadar askeriyle Suriye’ye varıp Sultan Nûreddîn’e durumu anlattı. Tekrar, medresede ilim öğrenmeye başladı. Âlimlerin sohbetlerini kaçırmaz, kalblere şifâ olan sözlerini büyük bir arzu ile dinlerdi. Günler böyle devam ederken, “Zâlime yardım eden, onun zulmüne uğrar” hadîs-i şerîfine uygun olarak, Kudüs hükümetinin kralı, birkaç defa Mısır’a gidip geldiklerinde, Fâtımîlerin kendilerini müdâfaa edemiyecek kadar zayıfladıklarını görünce, harb ilân etmiye lüzum görmeden Mısır’a saldırdı. Haçlıların bu saldırısı karşısında Fâtımîlerin sultânı, yemînler ederek Sultan Nûreddîn’den yardım dileyip, “Bizi, bu haçlıların zulmünden kurtar” diye yalvardı. Sultan Nûreddîn, Mısırlılara yardıma karar verip, Selâhaddîn-i Eyyûbî ile amcası Şirkûh’u bu vazîfe ile kumandanlığa getirdi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, iki defa kendilerini aldatıp öldürmek için aylarca savaşan, bunun için de haçlıları yardıma çağıran bu Fâtımîler’e, şimdi yardıma gidiyordu. Haçlılara karşı, müslüman olduklarını söyleyen Fâtımîleri koruyacaktı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, âdeti veçhile büyük bir sür’atle önüne çıkan askeri birlikleri perişan ederek, orduyu Kâhire’ye ulaştırdı. Vezîr Şavur’un anlaşma va’di ile oyaladığı Haçlı ordusu, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ordusuyla yardıma geldiği haberini duyar duymaz, savaş meydanından Kudüs’e kaçtı. Vezîr Şavur, gelen Selâhaddîn-i Eyyûbî ve ordusunu önce iyi karşıladı, sonra akrep misâli tuzak kurup öldürmeyi plânladı. Selâhaddîn-i Eyyûbî ve amcası Şirkûh’u ziyâfete da’vet etmek istedi. Plânı öğrenen Selâhaddîn-i Eyyûbî, onlardan önce da’vet isteğinde bulundu. Da’veti kabûl eden Şavur ziyâfete gelirken, onları karşılamak için Selâhaddîn-i Eyyûbî yanlarına gelip, muhafızlarına aldırış etmeden Şavur’u atından aşağı attı. Bunu gören muhafızlar dağılıp sultâna haberi ulaştırdılar. Sultan, veziri Şavur’un açık verdiğini öğrenince, Şavur’u îdam ettirdi. Suriye Sultânı Nûreddîn’den korktuğu için, ona bağlılığını göstermek maksadıyla Şirkûh’u kendisine vezîr ta’yin etti. Bir iki ay sonra Şirkûh vefât etti. Mısır Sultânı, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin vezîr olmasını rica etti. Siyâseti hiç sevmiyen Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri, Mısırlılarda yerleşmiş olan bozuk i’tikâdı düzeltip, yerine Ehl-i sünnet i’tikâdını yerleştirmek için vezîr olmayı kabûl etti. Durum, Sultan Nûreddîn’e bildirildi. O da Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Mısır’a vezîr olmasını uygun gördü.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, sür’atle îmâr çalışmalarına başladı. Medreseler açtırdı. Hastahâneler yaptırdı. Kalelerin onarımını halletti. Halka yapılan zulüm ve adâletsizliğe son verdi. Dînî hükümlerin harfiyyen yerine getirilmesine çalıştı. Âlimlere, Ehl-i sünnet i’tikâdının anlatılması için emirler verdi. Hapishâneleri medreseye çevirerek, ülkeleri fethetmenin zulüm ve düşmanlık ile değil, ilim ve irfanla olacağını gösterdi. Kısacası Mısır’ın hem ma’nevî hem de maddî yönden imârına çalıştı. Vezirinin Ehl-i sünnet i’tikâdını yerleştirmeye çalıştığını farkeden Fatımî sultânı, Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi kötülemeğe başladı ve ona sû-i kasd tertîb etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî, sû-i kasdı zamanında öğrenip, sû-i kasdcılara hadlerini bildirdi. Halk ise, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin adâletine ve yaptığı iyiliklere hayran olup, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını benimsemeğe, ibâdetlerini de Şafiî mezhebine göre yapmağa başladılar. Bu sırada Sultan Nûreddîn, Mısır’da yapılacak bir teşebbüste kuvvetli olmak için bir miktar asker gönderdi. O günlerde Mısır sultânı hastalandı ve öldü. Selâhaddîn-i Eyyûbî, bunu; Allahü teâlânın bir lütfu olarak değerlendirip, sarayı işgal ederek Mısır’a sultân oldu. Yüzotuz senedir halkın elinden zorla alınan altınları, halka dağıttı. Bu hareket, halkın Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye iyice bağlanmasına sebeb oldu.
Sultan Selâhaddîn, İslâmiyetin ve Ehl-i sünnet i’tikâdının yerleşmesi için, Nuybe, Yemen ve Trablusgarb’ı istilâ etti. Kazandığı bu parlak galibiyetler, şöhretini bir kat daha arttırdı. Böylece, çıkmasından korkulan fitne ihtimâllerinin hafızalardan silinmesine çalıştı. Fakat, Fatımî taraftan olan, Eshâb-ı Kirâm düşmanı Abd-us-Samed el-Kâtib ile İmâret-ül-Yemânî gizli bir cemiyet kurdular. Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi ortadan kaldırmayı plânladılar. Bu haber öğrenilince, elebaşılar yakalanıp, cezalandırıldı. İleride çıkabilecek bir fitne ateşi de böylece söndürülmüş oldu.
Bu sırada, Sultan Nûreddîn vefât etti. Onun vefâtı ile, Suriye’de çeşitli iç karışıklıklar meydana çıktı. Bundan istifâde etmek istiyen Kudüs’deki Haçlı kralı, mükemmel bir ordu kurarak Humus’u muhasara etti. Sultan Selâhaddîn, Humus’a yardıma koştu ise de, ancak Humus’un teslim olduğu gün yetişebildi. Bir elçi göndererek, Haçlı ordusunun başkomutanıyla görüşmek istedi. Komutan, Selâhaddîn-i Eyyûbî ile İskenderiye önlerinde görüşerek, hareketlerine hayran olanlardandı. Teklifi kabûl etti. Müzâkerelerin neticesinde, Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından uygun bir bedel ödemek şartıyla, Humus’un iadesine karar verildi. Selâhaddîn-i Eyyûbî (r.a.), güzel ahlâkının düşmanlarına dahî verdiği hürmet ve muhabbet sebebiyle, kaleyi kurtarmaya muvaffak oldu.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bu başarılarını gören Abbasî halîfesi, saltanatını tasdik etti. 567 (m. 1171) senesinde, Selâhaddîn-i Eyyûbî kendi nâmına hutbe okuttu.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, çevrede bulunan bozuk i’tikâdlı firkaları tesbit edip, üzerlerine gitmeye başladı ve onların Ehl-i sünnet i’tikâdı ile şereflenmeleri için çalıştı. Kur’ân-ı kerîme yanlış ma’nâ vererek Ehl-i sünnetten ayrılan ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) arkadaşlarına düşman olan Bâtınîlerin üzerine yürüdü. Bâtınîler, Ehl-i sünnet i’tikâdından ilk ayrıldıkları günden i’tibâren bütün İslâm devletinin ileri gelenlerine sû-i kasdden geri durmamış, Nizâm-ül-mülk ve daha nice âlimleri ve kahramanları yok etmişlerdi. Zamanlarında bulunan pâdişahları bile huzûrsuz etmişler ve hiç mağlup olmamışlardı. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin üzerlerine geldiğini haber alınca, Bâtınî fedaileri yola çıktı. Asker kılığına girip Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin istirahat ettiği bir saatta çadıra girdiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî uyuyordu. Birisi başına bıçakla vurdu. Bu darbenin te’sîriyle uyanıp, derhal yattığı yerden fırlayarak adamın elinden silâhı aldı onu zararsız hâle soktu. Bu anda bir diğeri hücum etti. Onunla uğraşırken üçüncü adam da saldırıya geçti. Çadırdaki gürültülere bir ma’nâ veremeyen nöbetçiler içeri girdiler, hâdiseyi görünce, sultâna yardım edip ikisini öldürdüler. Birini sağ olarak yakaladılar. Araştırma neticesinde, bunların Bâtınî sapıklarından oldukları anlaşıldı. Dağda bulunan reîslerinden aldıkları emir üzerine, kendisini öldürmeye geldikleri öğrenildi. Selâhaddîn-i Eyyûbî, reîslerinin yerini öğrenip, kan dökücü olan bu sapıkların inlerine yürüdü. Her yerden ot biter gibi ortaya çıkıyorlar, orduya zayiat veriyorlardı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, her adımda birçok eşkiyayı öldürerek, düşmanın asıl merkezine bir haftada gelebildi. Reîsleriyle birlikte hepsini yakaladı. Eşkiyalığa tövbe ettirdi. Onların kalblerine öyle bir korku saldı ki, kendisi hayatta olduğu müddetçe, hiçbir kimseye bir daha sû-i kasd yapmaya cesâret edemediler.
Sultan Selâhaddîn’in hiç kimseye nasîb olmıyan böyle büyük bir zafere kavuşması, dost ve düşmanının gözünde, şan ve şerefini şöhretin zirvesine çıkardı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, bundan sonra tekrar Mısır’a döndü. Şehrin etrâfına surlar yaptırdı. Yeni yeni medreseler açtırarak, talebelerin Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere yetişmesine büyük gayret gösterdi. Halkın refahı için çeşitli hayırlı işlerle uğraşırken, Suriye’de bulunan atabekler birbirlerine düştüler. Birbirlerinin topraklarına saldırdılar. Bunu fırsat bilen Kudüs’deki Haçlı kralı, etrâfa saldırmaya, müslüman topraklarını zaptetmeye başladı. Bu haberi Mısır’da işiten Selâhaddîn-i Eyyûbî, ordusuyla sür’atle Suriye’ye koştu. Kral, arkadan meydan okuduğu hasımlarına, harp sahasında karşı koyamayacağını anlayınca, Askalan kalesinde müdâfaaya çekildi. Meydandan düşmanın kaçtığını gören sultan ise, ordusunu, o civarda bulunan yerleri zaptetmeye gönderdi. Kendisi de, sâdece maiyetiyle beraber Remle ve Askalan arasında bir mevkide kaldı. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ordusu, üç gün etrâftaki düşman topraklarını fethede fethede, merkezden onbeş saatlik bir mesafeye ulaştılar. Kalede ise düşman, ordunun etrâfa dağıldığını, ufak bir birliğin iki kale arasında kaldığını ta’kib etmekte idi. Bunu fırsat bilen kral, Askalan’dan çıkıp görünmeden Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ikâmetgâhına bir ok atımı kadar yaklaştı. Sultan, düşmanın böyle ansızın ortaya çıktığını görünce, düştüğü tehlikeli durumun önemini anladı. Bir taraftan etrâfa fetih için açılan orduya haber gönderirken, bir taraftan da müdâfaaya çekilip, düşmanı yararak aralarından sıyrılmanın yollarını aramaya başladı. Büyük bir haçlı sürüsüne karşı, bir avuç İslâm askeri müthiş bir mücâdeleye girişti. Başta Selâhaddîn-i Eyyûbî olmak üzere, canla başla çarpışıyorlar, hıristiyan ordusunun çemberini yarmaya gayret ediyorlardı. İslâm askerinin çoğu şehîd oldu. Sultan Selâhaddîn’in bir kaç defa esîr düşmesine ramak kaldı. Askerlerin, sultanlarını korumak için canlarını feda etmesiyle, Allahü teâlânın bir ihsânı olarak düşman çemberini yardı. Açlık ve susuzluk içerisinde, son derece meşakkatli bir yolculuk yaparak, sekiz günde Tih Çölü’nün kenarından Belbis’e vardı. Uğradığı tehlikeli durum, o derece dehşetliydi ki, çok büyük işleri oyuncak gibi kabûl eden Selâhaddîn-i Eyyûbî, böyle bir belâdan sağ ve sâlim nasıl kurtulduğuna hayret ettiğini, kardeşine yazdığı bir mektûpta; “Hıristiyanlarla yaptığımız bu savaşta, neredeyse helak olacaktık. Allahü teâlânın bir lütuf olarak bizi kurtarması, elbette ileride tahakkukunu istediği bir iş içindir” diye belirtti.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, derhal toplayabildiği az bir kuvvetle, Suriye’ye yıldırım gibi hareket etti. Haçlı topraklarından o kadar sür’atle geçti ki, düşman değil mâni olmak, gelişini bile haber almaya fırsat bulamadı.
Filistin’den böyle sür’atle geçtiği hâlde, İslâm topraklarında da hızını azaltmadı. Ansızın Lübnan’daki Sayda’ya vardı. Orada bulunan Haçlı kralı ve ordusunu bir darbede perişan etti. Hattâ neredeyse kral dahî esîr edilecekti. Sultan Selâhaddîn, buradan Trablusşam Kontu’nun kumandasındaki Haçlı ordusunu da dağıttıktan sonra, Ürdün’deki hıristiyan kalesini bir anda zaptedip tahrîb etti. Haçlılar, Askalan’da mahvettik dedikleri Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bir anda ortaya çıkmasını, ordularını perişan ettiğini, kalelerini yıktığını görünce, ne yapacaklarını şaşırdılar. Anlaşma yapmaya mecbûr kaldılar.
Kudüs-i şerîfin fethi ve Akka zaferi: Haçlılar, yaptıkları andlaşmayı bir yıl sonra bozdular. Müslümanların kervanlarını soydular, topraklarına saldırdılar. Hattâ daha da ileri giderek, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek kabr-i şerîflerine sû-i kasd için Medine’ye gitmeye karar verdiler. Bunları işiten Selâhaddîn-i Eyyûbî, ordusuyla, âdeti veçhile sür’atle Haçlı topraklarına girip düşmana hücum etti. Öyle çarpışmalar oldu ki, ölüleri görenler, kimse esîr olmamış, bütün hıristiyanlar ölmüş, esîr olan hıristiyanları görenler, hiç kimse ölmemiş, herkes esîr alınmış sanırlardı. Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek kabr-i şerîfine sû-i kasda karar veren Renaud de Chatillon’u yakalayıp idâm etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî, fetihlerine devam edip, önce Kudüs’ün etrâfındaki onbeş kadar sağlamlığıyla meşhûr olan kaleleri teslim aldı. Bunlar içinde; Akka, Beyrut ve Sayda kaleleri de vardı.
Bundan sonra, düşmanı can evinden vurmak için, bütün askerini toplayıp Kudüs-i şerîf üzerine yürüdü. Mukaddes yerlerin harâb olmaması için yaptığı “Teslim ol!” ihtârına aldırış edilmeyince, muhasara başladı. Kudüslüler, Balion’un kumandasında, altmışbin askerle müdâfaaya geçtiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî, kalenin doğu ve kuzey tarafından hücum edip, kale surlarının altına lağım kazdırmaya başladı. Bunu anlıyan haçlılar, lağım kazdırmamak için kaleden dışarıya çıkıp birkaç defa hücum ettilerse de, hepsinden perişan olarak geri çekilip, kale kapılarını kapadılar. Kalelerinin yıkılıp, öldürüleceklerini anlayan haçlılar, çâreyi aman dilemekte buldular. Selâhaddîn-i Eyyûbî, aman tekliflerini reddedip, “Siz, Kudüs’ü zaptettiğiniz zaman müslümanları nasıl kılıçtan geçirip Kudüs’ü kan gölü hâline getirdiysenîz, ben de size şimdi aynısını yapacağım!” diyerek, elçileri geri gönderdi. Fakat Haçlı komutanı Balion, Sultan Selâhaddîn’in şefkat ve merhametini, aman dileyene kılıç kaldırmıyacağını bildiği için, bizzat kendisi kaleden çıkıp aman diledi. Kalede bulunan her erkek için on, kadın için beş, çocuk için de iki altın bedel ödemek şartı ile, sağ olarak istedikleri yere gitmelerine, bedeli ödeyemeyenlerin esîr alınması şartıyla, kalenin anahtarlarını teslim edilmesi şeklinde anlaşma kabûl edildi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî (r.a.), Kudüs’ü teslim alır-almaz, Akdeniz’in doğusunda bulunan bütün kaleleri fethetti. Sâdece Sur kalesi, son derece sağlam olduğu, aynı zamanda fethedilen yerlerdeki haçlıların toplandığı yer olduğundan mukavemet gösterebildi. Bunlarla, Antakya tekfurunun elinde bulunan müslüman esîrlerin bırakılması şartıyla, sekiz aylık bir müddet için mütâreke yapıldı. Böylece gelebilecek bir haçlı saldırısına karşı hazırlık için zaman kazanılmış oldu.
Kudüs’ün istilâ haberi Avrupa’ya ulaşınca, hıristiyanlar beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Avrupa adetâ yerinden kopmuşcasına heyecana ve galeyana geldi. Papa III. Üryan üzüntüsünden öldü. Yerine geçen VIII. Greguar ve III. Cleman ismindeki papazlar, Alman İmparatoru Frederic, Fransız kralı Philippe ve İngiltere hükümdârı Arslan Yürekli Richard ile birçok asilzâdelerle din adamları, ne kadar eli silâh tutan varsa hepsini topladılar, Kudüs’ü almak üzere silâh kuşandılar.
Bu sırada, daha önce Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye esîr düşüp aman dileyerek kurtulan Kudüs Kralı, bir daha İslama karşı silâh kullanmıyacağına yemîn ettiği hâlde, hıristiyanların âdeti olan sözünde durmama ve va’dinden dönme gibi hasletleri (!) sebebiyle yemînini bozdu. Toplayabildiği hıristiyanlarla Akka kalesine saldırdı. Fetihlerini daha yeni tamamlayan sultan Selâhaddîn, haberi işitir işitmez, yanında bulunan askeriyle kalenin imdâdına koştu. Kaleye girmeye engel olmak isteyen haçlı alayları arasından ok gibi geçerek kaleye girdi. Kalenin burçlarından, düşmanın mevki ve tertîbatını inceledi. Kaleyi savunması için bir miktar asker bırakıp, diğer askerlerle dışarı çıktı ve düşmana hücum etti. Birkaç hamlede düşmanı perişan edip, ordugâhlarına sığınmaya mecbûr etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bu şimşek gibi hareketi haçlıları şaşırttı. Muhasarayı bırakmaya karar verecekleri an, haçlı donanması sahile yanaştı. Bunun üzerine muhasarayı bırakmadılar. Selâhaddîn-i Eyyûbî, gelen imdat kuvvetlerinin çokluğunu görünce, ileride olabilecek büyük felâketi anladı. Bu belâ gölünü, gelişinin gürültüsü uzaktan işitilen güçlü selin karışmasıyla bir belâ denizi hâline gelmeden kurutmak istedi. Bunun için muharebeyi hiç ara vermeden geceli gündüzlü devam ettirdi. Fakat, Sur’da bulunan hıristiyanlar da kralın imdâdına koştular. Gün geçtikçe haçlıların sayısı dev gibi büyümeye başladı. Muhasaranın kırkıncı gününde, haçlı ordusu ikiyüz bine ulaştı. Çektikleri duvarlarla, kalenin etrâfında ikinci bir kale daha meydana geldi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, civarındaki İslâm devletlerinden yardım istedi. Fakat hiç kimseden en ufak bir yardım göremedi. Haçlılar, tâ Avrupa’dan Kudüs’ü kurtarmak için koştukları hâlde, maalesef Sultan Selâhaddîn’e kimseden yardım gelmedi. Her zaman olduğu gibi, şimdi de işlerini yalnız başına halletmeye mecbûr kaldı. Sâdece, Selçuklu Sultânı Kılıç Aslan, Anadolu, üzerinden gelen haçlılara karşı koymak sûretiyle yardımcı oldu.
Haçlılar zırhlarına ve sayılarının çokluğuna güvenerek, Akka kalesi önünde umûmî bir taarruza geçtiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî, askerini hilâl şeklinde tertipliyerek düşmanın karşısına çıktı. Haçlılar, İslâm ordusunun sağ cenahına yüklendi. Sağ cenahı geriye püskürttükten sonra merkeze hücum ederek. Sultânın çadırına kadar geldiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî soğukkanlılığını kaybetmiyerek hadiseyi ta’kib ediyor, düşmana en kısa zamanda nereden hücum etmesi icâbettiğini hesaplıyordu. Birden, merkezdeki kuvvetleriyle, düşman ordusunun arka saflarında duran kralın bulunduğu yere hücum etti. Geçtiği yerleri tamamen dağıtarak ilerliyordu. Bu sırada bozulan sağ cenahın kumandanı. Sultânın yeğeni Takıyeddîn, askerini toparlayarak Sultâna yardıma yetişti. İki güç birleşince, düşman siperlerine kadar vardılar. Fakat, düşmanın sultanın çadırı etrâfında yerleştiği haberi gelince, mecbûren geriye döndüler. Orada buldukları ne kadar haçlı varsa, hepsini kılıçtan geçirdiler. Ölenler ve yaralananlar o kadar çoktu ki, koca çöl baştan başa kana boyanmış, büyük bir mezarlığa dönmüştü. Selâhaddîn-i Eyyûbî, bu meydan muharebesinde galip gelmesine rağmen, kalenin haçlıların muhasarasından kurtarılması mümkün olmadı. Gün geçtikçe düşmana imdat kuvvetleri geliyor, çoğaldıkça yeniden saldırıya geçiyorlardı. Zırhlı düşman askerlerinin bütün hücumları, Selâhaddîn-i Eyyûbînin îmân dolu göğsünde parçalanıyordu. Her defasında, çölü düşman leşleri dolduruyor, fakat öldürmekle bitmiyordu. Bu şekilde kış mevsimi gelmiş, sultan da hastalanmıştı. O sırada Mısır’dan gelen Hüsâmeddîn Lü’lü komutasındaki donanma Sultâna imdâda yetişince, kumandayı ona devrederek, kendisi Harrube dağına istirahate çekildi. Hüsâmeddîn, bahara kadar Akka’yı müdâfaa ederek, düşmanı içeri sokmadı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Melik Âdil, kışın Mısır’dan topladığı askerleri, kumandanları ile baharda Akka’ya getirdi. Sultânın da sıhhati düzelmişti. Harrube dağından inen Sultan Selâhaddîn, kumandayı tekrar alarak, muharebeye başladı. O kış, haçlılar bulundukları yerin etrâfına hendekler kazıp duvarlar çevirmiş, ordugâhlarını büyük bir şehir hâline getirmişlerdi. Böylece haçlılar kaleyi, Selâhaddîn-i Eyyûbî de haçlıların ordugâhını muhasara etti. Düşman kaleye hücum ettikçe, Sultan da düşmana hücum ediyor, hergün binlerce haçlı öldürülüyordu. Bir yıldan fazla süren bu muhasarada, savaşsız bir saat bile geçmiyordu. Öyle ki, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin günlerce, haftalarca hiç uyumadığı ve yemek yemediği oluyordu. Ufak bir hareket olmazdı ki, Sultânın bakışlarından uzak bulunsun.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, insan gücünü aşan bir derecede gayret ve çalışmasıyla, düşmana karşı sayısız galibiyetler kazandı. Düşmanın, kale burçları yüksekliğinde yaptığı seyyar kulelerin hepsini ateşe verip, kullanılmaz hâle getirdi. Buna rağmen, kaleyi muhasaradan kurtaramadığına üzülüyordu. Bu sırada, Alman İmparatoru’nun yüzbinden ziyâde zırhlı asker ile Akka’ya doğru gelmekte olduğu haberi gelince, Sultan çok üzülüp, çâreler aramaya başladı. Bunun için çevrede bulunan atabeklerden, İslâm devletlerinden ve Selçuklu Sultânı Kılıç Arslan’dan yardım istedi. Gönderdiği mektûplarda şunlar yazılıydı: “Haçlı orduları, deniz dalgalarından daha çok olup, karada biri öldürülürse, denizden binlercesi gelmektedir. Tohumu hasadından ziyâde olup, ağaç budandıkça, bıçakla kesilemiyecek kadar dallar sürmektedir. Ordularını, içine girilmesi mümkün olmayan bir kale hâline koydular. Buna rağmen, onların pek fazlasını telef ettik. Öyle ki, kılıçlarımız kâfir kanından aşındı. Bizim askerlerimiz de, bu bitmek bilmeyen savaştan usanmaya başladı. Keşke Allahü teâlâ lütfetse de, bu âciz kulları bulundukları ızdıraptan kurtarsam. İçinde bulunduğumuz durumu mektûpla anlatmak mümkün değildir. Eğer buradaki durumu bir görseniz, gözyaşlarınızı tutamazsınız.” Daha buna benzer yaralı kalblerin feryâdlarını ifâde eden sözlerle, İslâm askerinin düştüğü vahim durumu beyân etti. Buna rağmen, Kılıç Arslan’dan başka hiç kimseden ses çıkmadı. Selçuklu Sultânı Kılıç Arslan, İslâmın heybetini ve üstünlüğünü göstererek, sahip olduğu az bir kuvvetle, düşmanın geçeceği yollara çok sağlam bir sed çekti. Yaptığı çete harpleriyle, baskınlarla ve kanlı meydan muhârebeleriyle, Suriye hududuna gelinceye kadar yüzde seksenini telef etti. Silifke civarında Alman İmparatorunun nehre düşerek ölmesiyle, Haçlı ordularının ma’neviyâtı iyice bozuldu. Akka’ya gelinceye kadar, ancak beşbin kişi kaldılar. Anadolu’daki bu hâdiselerden haberi olmayan Akka’daki haçlılar, Alman İmparatoru’nun gelmesi yaklaştıkça, müdâfaayı bırakıp saldırıya geçtiler. Birgün cesâretleri artarak, yaptıkları meydan muharebesinde, İslâm ordusunun sağ cenahına yüklendiler. Sultânın kardeşi Melik Âdil, sahte bir geri çekilme ile düşmanı istediği mevkie kadar çekti. Sonra birden yön değiştirip düşmanın arkasına geçti. Arada sıkışıp kalan haçlıları kılıçtan geçirmeye başladı. Bunu gören diğer hıristiyanlar onlara yardım için koştuklarında, Selâhaddîn-i Eyyûbî de onların üzerine hücum etti ve savaş oldukça şiddetlendi. Sekiz saat süren çok kanlı bir çarpışmadan sonra, düşmanın üçte biri daha telef edilmiş oldu. Geri kalanın da çoğu, yaralı bir hâlde ordugâhlarına doğru kaçmaya başladılar. Bu sırada, Akka kalesi içinde mahsur olan İslâm askerleri de hücum edince, düşmanın ızdırabı kat kat şiddetlendi. Şimdiye kadar yapılan meydan muharebelerinden en büyüğü olan bu savaş üzerine, Alman İmparatoru’nun ölümü ve askerinin sâdece beşbin kadarının kurtulduğu haberi gelince, haçlıların ma’neviyâtı iyice kırıldı. Aman dileyip, Avrupa’ya dönmeye karar verdiler. Fakat bu sırada bir haçlı ordusunun yardıma gelmesiyle muhasara kaldırılmadı, savaş devam etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî ise, günlerce uykusuz ve aç kalması sebebiyle bitkin düşüp, eski hastalığı yeniden nüksetti. Mecbûr kalarak, sıhhate kavuşması için Harrube dağına çekildi. Bir taraftan hastalığını yenmeye uğraşırken, bir taraftan da kaleye güvercinlerle, dalgıçlarla, kaledeki İslâm askerlerine gönül alıcı haberler gönderip, talimatlar verirdi. Ayrıca kendi askerlerini, düşman askeri kıyâfetine sokarak, gemilerle Akka’ya yardıma gönderdi. Neft şişeleri imâl ederek, düşmanın seyyar kulelerini yaktı. Haçlılar, her geçen gün imdat kuvvetleri alarak, durumlarını yeniden şiddetlendirdiler. Bir ara kalenin burçlarına çıkmayı başardılar. Bunu işiten Selâhaddîn-i Eyyûbî, yıldırım gibi dağdan indi, düşmana amansızca saldırarak, geri çekilmeye mecbûr etti. Eğer Sultan gelmeseydi, Akkâ kalesi haçlılar tarafından işgal edilecekti.
Bu şekilde çekişmeli günler devam ederken, İngiltere kralı Arslan yürekli Richard ve Fransız kralı Philippe, getirdikleri büyük ordularla Suriye sahillerinde göründüler. Hıristiyanlar, bu gelen haçlılarla, İslâm askerlerinin birkaç misli çoğaldılar. Her zaman olduğu gibi, düşmanın azlığına ve çokluğuna önem vermeyen Selâhaddîn-i Eyyûbî, düşman siperlerine anî baskınlar, şiddetli hücumlar yaparak, haçlılara siperlerinden başını göstermeye bile fırsat vermedi. Bu şekilde kaleyi üç ay daha müdâfaa etti.
İki seneden beri geceli gündüzlü yapılan savaşlar sebebiyle, karadan ve denizden hiçbir yiyecek ve silâh yardımı yapılamadığından, Akka kalesindeki mücâhidlerin mukavemet edecek güçleri kalmadı, iki senedir yapılan çarpışmalarda çoğu şehîd oldu, geri kalanın da ziyâdesi yaralı idi. Çaresiz kalarak, teslim bayrağını çektiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî, bunca zamandır uykusuz ve aç kalarak sıhhatini kaybettiği, muhafazasına çok önem verdiği bu kalenin teslim olmasına çok üzüldü. Ülkesinin diğer taraflarındaki müslümanları korumak maksadıyle , Ürdün nehrinin karşı tarafına geçti.
Kaleyi teslim alan İngiliz kralı Arslan Yürekli Richard başkanlığındaki haçlılar, oradaki ikibinbeşyüz mücâhidi kılıçtan geçirerek vahşetlerini sergilediler, insanlık ve en büyük İslâm düşmanı olduklarını bir dafâ daha gösterdiler.
Sultan Selâhaddîn’in müzmin hastalığı, üzüntüden yeniden nüksederek yatağa düştü. Ordu da, adetâ canlı bir cenâze gibiydi, İngiliz kralı, haçlıları düzenli bir ordu hâline soktuktan sonra, Ersuf önünde İslâm askerleriyle karşılaştı. İlk hamlede kumandayı bizzat yapamıyan Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ordusu dağılmaya yüz tuttu. Sultânın yakınlarının gayretiyle üç defa bozulup tekrar toplandığı hâlde, ordu perişan oldu. Sultan, ölüm döşeğindeyken bile canını dişine takarak, ordusu ile etrâftaki bir kaleye sığınmayı başardı. Bu derece hasta olan Sultan, boş durmayıp, kralın Yafa’yı zaptetme niyetinin olduğunu anlıyarak, Yafa’yı tahliye ve etrâftaki kaleleri tahrib ettirdi. Kral kaleleri îmâr ile meşgûl olurken, Sultan Selâhaddîn birazcık sıhhate kavuştu. Derhal anî baskınlarla, düşmanın hareketlerini güçleştirdi. Öyle ki, İngiliz kralı, bu kadar üstünlüklere sahip olmasına rağmen, bir adım bile ilerlemekten ümidini kesip, anlaşmak istediğini bildirdi. Şartları da, “Kudüs’ün ve hıristiyanlarca mukaddes olan “haç”ın kendilerine teslimiydi. Selâhaddîn-i Eyyûbî ise, Kudüs’ün müslümanlarca da mukaddes sayılan bir yer olması sebebiyle; canımızı veririz, fakat Kudüs’ü vermeyiz diyerek, anlaşmayı reddetti.
İngiliz kralı anlaşma yapabilmek için, Selâhaddîn-i Eyyûbî ile akraba olmayı, kız kardeşini, Sultânın kardeşi Melik Âdil’e vermek istediğini teklif etti. Ayrıca, Kudüs-i şerîf hükümetinin Melik Âdil’e, Akka ile, haçlıların aldığı toprakların da geline çeyiz olarak verilmesini teklif etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî, bu teklifi derhal kabûl etti. Ancak, kız bu teklifi red ederek evlenmeye yanaşmadı. Bunun üzerine, savaş bütün şiddetiyle yeniden başladı. Haçlılar, Kudüs-i şerîfe saldırdılar. Selâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs kalesinin istihkâmlarını iyice sağlamlaştırmak için çok gayret gösterdi. Hattâ kendi atı ile taş taşıyarak kaleyi sağlamlaştırdı. Bu arada, akıncı birlikleriyle anî baskınlar yaptırarak, düşmanın gelişini güçleştirdi. Tâ Avrupa’dan Kudüs’ü almak için gelen, başta İngiliz kralı olmak üzere bütün hıristiyanlar, Kudüs’e bir tepe üzerinden görünecek kadar yaklaştıkları hâlde, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin gösterdiği kahramanlıklar ve üstün gayretlerle, değil Kudüs’ü zaptetmek, muhasara etmenin bile mümkün olmadığını bildiklerinden, çaresiz kalarak geri çekildiler.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, düşmanın muhasaradan vazgeçip geriye çekildiğini görünce, bu işe bir son vermek maksadıyla, hıristiyanların elinde bulunan Remle üzerine yürüdü, ilk hücumda şehri zaptettiyse de, iç kaleyi alamadan haçlı ordusu imdâda yetişti. İngiliz kralı, Selâhaddîn-i Eyyûbî ile baş edemeyeceğini ve sonunda, bütün ordusuyla birlikte kendisinin öldürüleceğini tahmin ettiğinden, yine anlaşma yapmak istediğini bildirdi. Selâhaddîn-i Eyyûbî hazretleri dahî artık Avrupa’dan gelecek bir haçlı ordusunun olmadığını bildiğinden, İngiliz kralının ve orada mevcûd olan haçlıların kökünü kazımak maksadıyla anlaşmaya yanaşmak istemiyordu. Kumandanlarıyla istişâre ederek, onlara; “Bu zamana kadar, Allahü teâlânın ihsanıyla bütün muharebelerden muzaffer olarak çıktık. Dîn-i İslâmı yüceltmek için uğraştık. Sulhta iken ecelimin gelip, teşebbüsümü tamamlamama mâni olmasından korkarım. Madem ki Allahü teâlânın ihsânlarına kavuşuyor ve zafere ulaşıyoruz, muharebeye devam etmemiz gerekir. Rabbimizin rızâsı budur” dedi. Kumandanlar da, “Memleketimiz harâb oldu. Kalelerde ve şehirlerde istihkâm kalmadı. Askerîmiz oldukça zayıf düştü. Haçlıların bu sulh teklifiyle kalelerimizi tamir eder, kuvvetlerimizi yenileriz. Zâten onlar ahdlerini unutup, anlaşmayı kısa zamanda bozarlar. Biz de o zaman muharebeye yeniden başlar, onları Suriye’den, Filistin’den söküp atarız” dediler. Bunun üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî istemiyerek sulha râzı oldu. Üç seneliğine yapılan bu anlaşmaya göre, Yafa ile Sur arasındaki topraklar haçlılara kalacak. Ayrıca, silâhsız olarak Kudüs-i şerîfi ziyâret edebileceklerdi.
Görüldüğü gibi, Asya’yı bir başından öbür başına kadar fethedebilecek kadar büyük bir orduya sahip olan haçlılar, iki sene içinde altıyüzbinden fazla ölü vererek, ancak birkaç kaleye zorla sahip olabildiler. Bütün orduları ve çelik zırhları, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ve askerlerinin îmân dolu olan göğüslerinde eriyip gitti.
Bu belânın kaldırılmasından sonra, Sultan, memleketin îmârı, asayişi ile müslüman halkı düşmana karşı daha iyi nasıl koruyabilirim kaygusu içinde çalıştı. Birçok tedbirler düşünüp, tatbikat safhasına koydu. Fakat müzmin olan hastalığı yine nüksederek, kendisini yatağa düşürdü. Hayâtından ümidini kesip öleceğini anlayınca, hazırlattığı kefenini bir mızrağın ucuna bağlattı. Mızrağı bir tellâlın eline vererek, sokaklarda; “İşte! Sultan Selâhaddîn, bu kadar üstün mevkilere sahip olup, şan ve şerefe kavuşmuş olduğu hâlde, dünyâdan bu kefenle gidiyor!” diye bağırttı. Böylece, makam ve rütbesinden dolayı mağrur olanlara çok güzel ve ibretli bir ders verdi. Sonra oğlu Melik Efdal’i huzûruna çağırıp, şu nasihatlerde bulundu: “Oğlum! Sana her hayrın başı ve kaynağı olan, Allahü teâlânın korkusu ile ahlâklanmanı tavsiye ederim. Cenâb-ı Hakkın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta kusur etme ki, selâmete kavuşabilesin, kanı, gözyaşı gibi gör, kan dökerek üzerine sıçratmaktan sakın. Çünkü dökülen kanın intikamı alınır. Halkın refahı ve saadeti için çalış. Dâima dikkatli olup, onların durumlarını incele. Çünkü halk, Allahü teâlânın sana bir emânetidir. Askeri, kumandanları, mevki sahibi olanları ve halkın ileri gelenlerini memnun etmeye gayret göster. Şunu aklından hiç çıkarma ki, kazandığımız şan ve şeref, hep iyi işlerimiz ve güzel davranışlarımız sebebiyledir. Hepimizin, bu âlemden hakîkî âleme göç edeceğimizi hatırından çıkarma ve kimseye karşı kin besleme. Kalb kırma ve başkalarının hukukuna riâyet et. Allahü teâlâ, merhametlilerin en merhametlisidir. Cenâb-ı Hakkın hukukuna karşı yapılan hatâlar, tövbe etmek sûretiyle affolunur. Fakat kul hakları, helâllaşmadıkca affolmaz.”
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Şam’da hasta yatağında, son dakikalarına kadar âlimlerin sohbetlerini ve okudukları Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek bu fânî âlemden hakîkî âleme göç etti. 589 (m. 1193) senesi Safer ayının yirmiyedisiydi. Yirmibeş sene vezirlik ve sultanlık hayâtı vardır ki, hep İslâmiyete hizmetle geçmiştir. Târihde pek nâdir yetişen şahsiyetlerden biri idi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, ilme çok değer verir, âlimleri himâye ederdi. Her taraftan, onun ülkesine ilim sahipleri gelir, verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam’da, medreselerde ders veren altıyüzden fazla fakîh vardı. Doktorlar, edebiyatçılar, şâirler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla-başla çalışırlardı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, Mısır’a sultan olunca; Şafiî, Mâlikî, Hanefî, Hanbelî mezheblerine göre tedrisât yapan medreseler yaptırdı. Medreselerin sayısını sür’atle çoğalttı. Kâhire, Şam, İskenderiyye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, komutanlarıyla, me’mûrlarıyla bir arkadaş gibi samîmi olarak konuşur, rıfk ile muâmele ederdi. Bunun için herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamanında yetişen âlimlerden İmâdüddîn el-Kâtib diyor “ki: “Sultân ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dînine bağlı, temiz, hatâları affeder, kusurları görmemezlikten gelir, kızmazdı. Asık suratlı durmaz, dâima tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nâzik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman, sözünü yerine getirirdi.” Abdüllatîf el-Bağdâdî de buyurdu ki: “Selâhaddîn-i Eyyûbî’yi, heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalblere te’sîr edici idi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Herbiri çeşitli ilimlerde konuşuyorlardı. Sultânın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Sultânı, müslüman olsun, kâfir olsun, herkes çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar büyük bir babayı kaybettiler. Ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.”
Selâhaddîn-i Eyyûbî, nefsî arzularının hepsini yenmiş olarak, saltanat tahtı üzerinde, fevkalâde güzel idâresi ile bir adâlet timsâli idi. Gurûr ve kibirden uzak, hiçbir tavrında, hattâ elbisesi ile bile teb’asından farklı değildi. Herkes, onun adâlet bayrağı altında rahat ve huzûr içinde yaşardı. Şefkati o kadar çoktu ki, teb’ası yanında, sultan değil de, bir aile reîsi zannedilirdi. Vazifesini yerine getirmekte çok gayretli idi. Hatâ yapanlara karşı da çok merhametli ve affedici idi. En büyük tehlikelerde ve mühim hâdiselerle meşgûl olduğu sıralarda bile, mazlûmların feryadına yetişir, onları memnun ederdi. Bir defasında Akka muhasarası için bütün gayretiyle uğraşırken, hakkını taleb eden bir kadına; “Yarın gelirsen işini hallederiz” deyince, kadının; “Madem ki başımıza sultân olarak geçtiniz, işimizi halletmeye mecbûrsunuz. Yoksa nasıl saltanat iddiasında bulunabileceksiniz?” sözlerini duydu. Bunun üzerine harb ile ilgili işlerini bırakıp, kadının işini halletti ve ondan helâllik diledi. Yine bir ermeninin, kendisini mahkemeye vererek şikâyet ettiğinde, mahkemede kadı efendinin huzûrunda ayakta durarak neticeyi bekledi. Haklı olduğu anlaşılınca, “Bu, ilâhî emirlere itaatim sebebiyle, Rabbimin bir ihsânıdır” diyerek, da’vâcıya bir çok ikramlarda bulundu.
Düşmana karşı dahî, İslâmiyetin adâlet ve ihsân kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar, esîr olan müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elinde bulunan hıristiyan esîrlere, İslâmiyetin emrettiği şekilde muâmele etti.
Bir defasında hizmetçisinden ılık su istediğinde, önce kaynar, sonra da buz gibi soğuk bir su getirince onu azarlamayıp, “Sübhânallah! istediğimiz gibi bir su dahî içemiyeceğiz” demekle yetindi. Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazînelerine sahip olduğu hâlde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, zarurî ihtiyâçlara ve askerî malzemelere para sarf etti. Öldüğünde, bir altın ile birkaç gümüş parası çıktı. Öyle cömert idi ki, Akka’ya muhasara için geldiğinde, onbinden ziyâde atı olduğu hâlde, herkese dağıttığından, kısa zamanda binecek bir ata muhtaç oldu.
Öyle cesur idi ki, baştanbaşa çelik zırhlarla kaplı olan haçlıları, göğsü açık, zayıf bir alay askerle, hücum edip perişan ederdi. Hattâ bir defasında da; “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı düşmandan dâima az idi. Bütün muharebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve müslümanları haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhafaza etmek için yaptı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ravdateyn
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 279
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 552
4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 298
5) Vefeyât-ül-a’yân cild-7 sh. 139
6) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-7, sh. 339
7) El-Kâmil fit târih cild-11, sh. 341
8) El Berk-uş-Şami’ cild-5, sh. 75