RİSLÂN ED-DIMEŞKÎ

Şam’da yetişen evliyânın meşhûrlarından. İsmi Rislân (Erslan) bin Ya’kûb bin Abdurrahmân bin Abdullah Dımeşkî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 560 (m. 1165) senesinde vefât etti. Tasavvufda ma’rifetler sahibi ve yüksek derecelere ulaşmış bir zât idi. Zamanında çok sevilip hürmet görmüş olan bir âlimdir. Âlimler ve velîler, sohbetinde bulunup ondan feyz almışlardır. Yüksek bir ahlâk ve üstün bir edebe sâhib idi. Pek-çok kimseyi yetiştirip üstün derecelere ulaştırmıştır. Sohbetine çok uzak yerlerden gelirlerdi. Evi dolup taşardı. Menkıbelerinden ve sözlerinden bir kısmı şöyledir:

Birgün etrâfında toplanan kalabalık bir cemâat arasında sohbet ediyordu. Hava son derece sıcak idi. Biri ona, temkin sahibi velî kimdir? diye sorunca, “Allahü teâlânın, tasarruf etmeyi ihsân ettiği kimsedir” buyurdu. Peki bunun alâmeti nedir? deyince, eline bir kamış ağacı alıp dört parçaya böldü. Birine bu yaz için, birine bu kış için, diğer bir parçaya bu sonbahar için, dördüncü parçaya da bu ilkbahar için deyip bir kenara koydu. Bu yaz için dediği parçayı alıp sallayınca, sıcaklık son derece arttı. Onu bırakıp, sonbahar için diyerek ayırdığı parçayı alıp salladı. Bu sefer hava sonbahar havası oldu. Kış için dediğini alıp sallayınca, hava görülmedik bir şekilde soğumaya başladı. Nihâyet ilkbahar için ayırdığı parçayı alıp sallayınca, ağaçlar yeşermeye ve çiçekler açmaya başladı. Sonra bir ağacın altına gelip, üzerindeki kuşa; “Haydi, seni yaratan Allahü teâlâyı zikret” deyince, kuş öylesine yanık yanık ötmeye başladı ki, işitenler kendinden geçti. Sonra diğer ağaçların altına gidip, dallarda duran kuşlara da, “Haydi sizi yaratan Allahı tesbih ediniz” dedi. Bu ağaçlarda bulunan kuşlar da yanık yanık ötmeye başladı. Fakat kuşlardan, birinin ötmediği dikkati çekti. Ona kızdı. “Yaşamayasın” deyince, kuş ölü olarak yere düştü.

Ebü’l-Hayr Hımsî şöyle anlatmıştır: “Bir defasında, onbeş kişi ona misâfir gelmişti. Beş yufka ekmeği vardı. Ekmeğin misâfirlere yetmesi, bereketli olması için duâ etti. Ekmeği misâfirlere teslim etti. Çok aç oldukları hâlde az olan ekmek bol bol yetti ve arttı. Artanları da misâfirlere, giderken yolda yemeleri için verdi. Şam’dan Bağdad’a giden misâfirler, yol boyunca o ekmekleri yediler, yolda da onlara kâfi geldi.”

Ebû Ahmed Muhammed bin el-Kürdî şöyle demiştir: “Rislân ed-Dımeşkî hazretlerini, bir defasında havada uçarken, bir defasında havada yürürken, bir defasında da suda yürürken gördüm. Bir defasında da onu Arafat’ta, (Mekke’de) hac sırasında gördüm. Şam’a dönünce halka sordum. Şam’dan hiç bir yere çıkmadı, fakat Arefe ve bayram günleri görünmedi dediler. Bir başka sefer, bir arslanın onun ayaklarına kapanıp sürtündüğünü gördüm. Yine bir defasında onu Şam’ın dışında gördüm eline çakıl alıp, havaya atıyordu. Ne yapıyorsun? diye sorunca, İslâm askerleri, kâfir ordusu ile çarpışıyor. Onlar, düşman üzerine oktur. Kâfir askerlerini öldürmek için atıyorum dedi. Sonra askerler Şam’a dönünce şöyle anlattılar: Savaş sırasında, gökten düşman askerlerinin üstüne çakıl taşları düşüyordu. Kime isâbet etse öldürüyordu. Hattâ çakıllardan biri bir süvariye isâbet etti. Atı da kendi de düşüp öldü. Böylece çok düşman askeri kırıldı.”

Şeyh Takıyüddîn Sübkî de şöyle anlatmıştır: “Bir sohbet toplantısında, yanında şiir okunmuştu. Rislân ed-Dımeşkî hazretleri, kendinden geçip havaya yükseldi. Birkaç defa böyle inip çıktı. Sonra havada epeyce durdu. Yere inince, kuru bir incir ağacına yaslandı. Kuru ağaca sırtını yaslayınca, ağaç yeşerdi. O sene meyve verdi.”

Dâvûd bin Yahyâ bin Dâvûd el-Harîrî şöyle nakletmiştir: “Rislân ed-Dımeşkî, bir mescid inşâ ettiriyordu. Ebü’l-Beyân adında bir zât, yardım olarak talebelerinden biri ile bir miktar altın ve gümüş göndermişti. Getiren kimse, içinde bir miktar altın ve gümüş bulunan keseyi kendisine uzatınca, bize mi gönderdi? diye yanındaki taşa, toprağa işâret etti. Getiren kimse, onun işâret ettiği taşın, toprağın altın ve gümüş olduğunu görünce, şaşıp kaldı. Git bunu hocana anlat dedi. Bu hâdise üzerine o kimse, Rislân ed-Dımeşkî hazretlerine talebe oldu ve ölünceye kadar ondan ayrılmadı.”

Şam’da yaşayıp, insanlara uzun müddet feyz verdi. Orada vefât etti. Cenâzesi defn edilmek üzere omuzlar üzerine alınıp götürülürken, gökte yeşil renkli bir kuş sürüsü ortaya çıkıp, tabutu hizasında kanatlarını gererek durdular. Kabri Şam’da olup, bilinmekte ve ziyâret edilmektedir.

Buyurdu ki: “Ârif olan kimse, öyle bir kimsedir ki, Allahü teâlâ onun kalbine bütün varlıkların sırlarını bir sayfa hâlinde yerleştirmiştir. Değişik şekillerine rağmen, Allahü teâlânın ihsânı ile onların hepsini idrâk eder, anlar. Yapılan her işin sırrını çözer.

Dünyâ ve melekût âleminde, ister zâhir (açık), ister bâtın (gizli) olsun, bütün hareket ve işlere Allahü teâlâ onu muttali kılar. Gözünden perdeyi kaldırır. Artık o, her işi ve her hareketi, ilim ve keşif yoluyla müşâhede eder, görür. Melekût âlemine yükselir. Orada bir güneş gibi parlar. Güneşe bakılmadığı gibi, ona da bakılamaz. Ârif olan, Rabbini tanıyan irfan sahibinin sıfatları (alâmetleri) ise şunlardır:

1. Amellerinin ilme (dîne) uygun olması.

2. Hâllerinde gizliliğe uyması, gizlemesidir.

Ârifler üç kısımdır: Hazır, gâib, garîb. Hazır olan, zâhirde görünen ve bilinenlerdir. Bunlar, ancak ilmin incelikleri ile bilinirler. Gâib olanlar ise, hakîkat ilminin şâhidleriyle, işâretleriyle bilinebilir. Garîb olanlar ise, hiç anlaşılmaz, kendisi ve kendisi dışında olan şeylerle ilgili sebebleri bırakmıştır. Her kim ki önüne yabancı olarak çıksa, yanar, biter.”

“Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır. Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle sokar ki, artık orada özür zelîldir, geçmez.”

Güzel ahlâk şunlardır:

1. Gücü yettiği hâlde affetmek.

2. Her halükârda tevâzu üzere olmak.

3. Karşılık beklemeden ve başa kakmadan vermek, bağışlamak.”

“Eğer kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan, bulduğun bu güce, kuvvete şükür olarak onu affet.”

“Kerîm olan kimse, eziyetlere dayanır, belâlardan dolayı şikâyetçi olmaz.”

“Ahlâkın en güzeli, gücü yettiği hâlde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe vermek.”

“Gadabın (öfkenin) sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücum etmesidir. Öfke, insanın bâtınından (içinden) zâhirine (dışına) doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Kalâid-ül-cevâhir sh. 97

2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 12

3) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 153