Mısır’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. Tanınmış âlimlerin önde gelenlerinden olup, Mâlikî mezhebinde müftî idi. Künyesi Ebû Amr olup, babası Merzûk bin Hamîd Mısrî el-Kureşî’dir. Kerâmetleri o kadar çoktu ki, gizlemesi mümkün olmadı. Alıp-verdiği her nefesin hesabını verecek şekilde, sadâkat ve doğruluk üzere Allahü teâlâyı bir ân olsun unutmazdı. Eser yazan âlimlerden olup, üzerinde bütün faziletleri toplayan müftîlerin en önde gelenlerinden idi. Talebelerine ders okutur, kitap yazar, insanlara emr-i ma’rûf, nehy-i münker yapar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirir, hiç boşa zaman geçirmezdi. Mısır’da yetişen velîlerin, velî olduklarını Osman bin Merzûk hazretleri haber verirdi. Başkalarının yetiştirdiği kimselere Osman bin Merzûk (r.a.), bir defa teveccüh edip duâ ederse, o kimseler ma’nevî ilimlerle dolar, başkasına ihtiyâç kalmazdı. Mısır’da, 564 (m. 1069) senesinde yetmiş yaşlarında vefât etti. Kurâfe kabristanında İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabrinin doğusunda bir yere defnedildi. Kabri ziyâret edilmektedir.
Ebû Amr Osman bin Merzûk (r.a.), fıkıh ilmi ile tasavvuf ilmini birleştirenlerden biridir. Zamanında yaşayan evliyâ ve âlimler kendisine çok hürmet eder, onun büyüklüğünü kabûl ederlerdi, içinden çıkamadıkları bir mes’eleyi ona sorarlardı. Verdiği cevaplara hiç bir evliyâ veya âlim i’tirâz etmezdi. Osman bin Merzûk, âriflerin süsü olup, çok heybetli idi. Görüldüğünde korku hâsıl eden bir muhabbet meydana gelirdi. Allahü teâlâdan çok korkar, gelen dert ve belâlardan lezzet alırdı. Buyururdu ki: “Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak lâzım gelir. Bir kimse Allahü teâlâdan râzı, Allahü teâlâ da ondan râzı ise, en büyük makama kavuşmuştur.”
Keşfi, kerâmeti kesintisiz devam ederdi. Birgün Nil nehri taştı. Her tarafı su bastı. Şehir deniz gibi oldu. Tarlalardaki mahsûller telef olmak üzereydi. Halk, Ebû Amr Osman hazretlerine koştu. Duâ istediler. Kalktı, Nil nehrinin kenarına gitti. Oradan abdest aldı. Nil nehrinin suları Allahü teâlânın izniyle hemen çekildi. Arazideki sular nehrin yatağına doldu. Halk da bu sıkıntıdan kurtuldu ve zirâatlarını, rahatça yapmaya başladılar.
Bir sene, yağmurlar yeterince yağmamıştı. Topraklar susuzluktan çatlamış, zirâat yapılamaz hâle gelmişti. Nil nehrinin suları da azalmış, istifâde edilmez bir durumda akmaya başlamıştı. Ekilen ekinler kurumak üzere idi. Herkes kıtlık korkusundan mahzûn olmuşlardı. Ebû Amr Osman bin Merzûk hazretlerine başvurdular. Durumu anlattılar. Hemen bir ibrik su alıp, Nil nehrinin kenarına gitti. Getirdiği su ile abdest aldı. Abdestden sonra, Nil nehrinin suları birden kabarmaya başladı. Öyle ki, etrâfına taştı. Tarlalar suyla doldu. Sonra tekrar eski hâline geldi. O sene Allahü teâlâ bereketler ihsân etti. Halk, ekinlerden bol miktarda mahsûle kavuştular.
Ebû Amr Osman (r.a.), birgün yatsı namazını evinde kıldıktan sonra, hizmetini gören Ebü’l-Abbâs Mekarrî ile yürüye yürüye Mekke’ye gitti. Kâ’be-i muazzamada altın oluğun altında uzun süre namaz kıldılar. Ondan sonra Medîne-i münevvereye, Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzûr u şerîflerine gelip ziyâretlerini yaptılar. Oradan Kudüs’e gelip, Mescid-i Aksa’da bir müddet namaz kıldıktan sonra fecr doğmadan Mısır’a geldiler. Bunların hepsi de bir gece içinde oldu. Ebü’l-Abbâs, “O gece hiç yorgunluk hissetmedim” dedi.
Bir Arab, yabancı lisân ile konuşmak istese, veya Arab olmayan bir kimse Arabî olarak konuşmak istese, ağzını açtırır, duâ ederdi. Sonra o kimse hemen arzu ettiği lisânı, ana dili gibi konuşmaya başlardı.
Osman bin Merzûk hazretleri buyurdu ki:
“Nefsini bilene, insanların övmesi zarar vermez. Kendini bilmeyip de insanların medh etmesine kapılanların vay hâline!..”
Mevlâsı ile sohbete devam edemiyene, Allahü teâlâ kullarla sohbet etme belâsını verir. Bu, yüksek bir yerden düşmek gibidir. Ayak nerede yere değer ve insan kaç parça olur bilinmez.”
“Tasavvuf, halk içinde Hak ile olmaktır, insan, sahibini bir ân unutmamalıdır. Allahü teâlâyı bir ân kalbden çıkarmak (unutmak), büyük bir felâkettir. Yüksek bir yerden düşmektir.”
“Hakîkî kul, mevlâsı hâriç, herşeyden ümidini kesendir.”
“İşi karışık olan kimselerle düşüp kalkanın, hâli de karışık olur.” Talebelerine buyururdu ki:
“Bu yola girenin, her şeyden önce bu yolun edebini öğrenmesi lâzımdır. Hiçbir bî-edeb vâsılı ilallah olamamıştır. Ya’nî hiçbir edebsiz, Allahü teâlâya kavuşamamıştır.”
“Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında ma’rifet sahibi olmak isteyenin, basiret sahibi olması lâzımdır. Zerreden Arş’a kadar bütün mahlûkât, Allahü teâlânın ezelî varlığının bir delîlidir. İbret nazarıyla bakanlar, O’nun varlığını, birliğini, kudretini ve azametini ancak basireti kadar görebilirler.”
“Hiç kimsenin elinde birşey yoktur. Allahü teâlâ dilerse olur, insanın güç yetirip yetirmemesi önemli değildir. Bize düşen, çalışıp neticeyi beklemektir, ölmeden önce ölmek lâzımdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kalâid-ül-cevâhir sh. 113
2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 150
3) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 142
4) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 306