NESEFÎ (Meymûn bin Muhammed bin Muhammed)

Hanefî mezhebi fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Meymûn bin Muhammed bin Muhammed bin Mu’temid bin Mekhûl el-Mekhûlî en-Nesefî olup, künyesi Ebü’l-Mu’în’dir.

418 (m. 1027) yılında doğdu. 508 (m. 1114) yılında vefât etti. Önceleri Semerkand’da ikâmet ederdi. Kendisinden Alâüddîn bin Ebû Bekr Muhammed es-Semerkandî fıkıh öğrendi. Sonra Buhârâ’da yerleşti. Kelâm, fıkıh, usûl ve başka ilimlerde, o zamanda bulunan Hanefî mezhebi âlimlerinin en büyüklerinden idi. Et-Temhîd li-kavâ-id-it-tevhîd, Bahr-ül-kelâm, Tebşiret-ül-edille, Şerhu Câmi-ül-kebîr liş-Şeybânî, Menâhic-ül-eimme isimli eserleri meşhûr ve çok kıymetlidir.

Ebü’l-Mu’în Meymûn bin Muhammed en-Nesefî (r.a.), Ehl-i sünnet i’tikâdını anlatan, “Bahr-ül-kelâm fî akâid-i ehl-il-İslâm” isimli kıymetli kitabında buyuruyor ki:

“Biliniz ki, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın neslinden kıyâmete kadar gelecek olanların hepsini yarattı. Onlar, o zaman mü’min veya kâfir değillerdi. Sonra Allahü teâlâ onlara imânı ve küfrü arzetti. İmân eden herkes mü’min oldu. İmânı kabûl etmiyen kâfir oldu. Söz ile kabûl edip (kabûl etmiş görünüp), kalbi ile tasdik etmeyenler de münâfık oldu. A’râf sûresinin 172. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki; “Hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı ve onları nefsleri üzerine şâhid tutup, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Onlar, “Evet Rabbimizsin ve nefslerimiz üzere şâhid olduk” dediler. Bu şâhid tutma şunun içindir ki, kıyâmet günü; “Biz bu ikrârdan gâfiller idik (haberimiz yoktu) demesinler.” Bu âyet-i kerîmedeki hitâb ve soru, rûhlarla beraber cesedleredir. Allahü teâlâ, sonra onları babalarının sulblerine gönderdi. Âdem aleyhisselâmdan çocuklarını, onlardan torunlarını çıkardı ve bu hâl (çoğalma) kıyâmete kadar böyle devam eder.”

Rızk bahsinde buyuruyor ki: “Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine göre rızklar, ezelde Allahü teâlâ tarafından taksim ve ta’yin edilmiştir. Takvâ sahiblerinin takvâları sebebiyle ve günahı çok olanların taşkınlıkları sebebiyle rızklar artmaz veya eksilmez. Allahü teâlânın kefil olduğu rızk, gıda olan herşeydir. Haram yoldan elde edilen rızk, mukadder rızktır. Fakat kul, onu haram yoldan te’min ettiği için cezaya müstehak olur.

[Kesb (kazanmak), malı arttırır. Fakat, rızkı arttırmaz. Rızk, mukadderdir. İnsanlar (Müsevveş-üz-zihn) yaratıldığı için, kesb etmek emr olundu. Rızk, ma’âşa, mala, çalışmağa bağlı değildir. Böyle olmakla beraber, çalışmak lâzımdır. Çünkü, ef’âl-i ilâhiyye, sebebler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fakat, ba’zan, denenilen sebeb elde edilir de, fiil hâsıl olmıyabilir. Yahut, sebebsiz de, hâsıl olabilir].

İlâç kullanmak, deva, şifâ için sebebtir. İlâçta devayı halkeden (yaratan) Allahü teâlâdır. Devayı ilâçtan veya tabibden bilmek, öyle i’tikâd etmek küfürdür. Bunun gibi, elbise giymek, sıcağa ve soğuğa karşı korunmak için sebeb ise de, sıcaktan ve soğuktan asıl koruyan Allahü teâlâdır. Sebeblere yapışmalı, neticeyi Allahü teâlâdan beklemelidir. Sebebe yapışması, neticenin o sebebe bağlı olarak meydana geleceği için değil, Allahü teâlâ emrettiği için olmalıdır.

Çalışma ve tevekkül bahsinde buyuruyor ki: “Ehl-i sünnet i’tikâdında, kul, ihtiyâç ve sıkıntı içerisinde ise, çalışması farz olunur.

Allahü teâlâya tevekkül etmek elbette farzdır. Fakat, çalışmakla insan tevekkülü terk etmiş olmaz. Tevekkül, sebeblere yapışdıktan sonra neticeyi Allahü teâlâdan beklemek, O’na güvenmek, rızkın O’ndan olduğunu bilmektir.”

Şeytanın insana te’sîri babında buyuruyor ki: “Şeytanın insana te’sîri iki türlü olur. Birincisi, insanlara bâtını yönden zarar ve vesvese verir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Muhakkak ki şeytan, insan vücûdunda kan gibi deveran eder, dolaşır. Ben, sizin kalbinize onun birşey (kötü düşünce) atmasından korkarım.”

Şeytanın insana te’sîrinin ikinci şekli de şöyledir ki, isyan ve günah olan fiilleri insanlara güzel göstermeye çalışır. En’âm sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Hiç olmazsa azâbımız onlara geldiği zaman (kibri terkedip, tevâzu ile) yalvarsalardı! Fakat, kalbleri katılaşmış ve şeytan da, yapmış oldukları amelleri (ma’siyetleri) onlara süslü göstermişti.”

Şeytanların bizi görüp, bizim onları göremememizin hikmeti şudur ki, şeytanlar çok çirkin mahlûklardır. İnsanlar onları görebilselerdi, çok iğrenirler, yemekten ve içmekten kesilirlerdi. Allahü teâlâ, rahmet olarak şeytanları insanların gözlerinden setreyledi, gizledi.”

Hesâb ve mîzân hakkında buyuruyor ki: “Mîzân, hesâb, sırat, havz, şefaat haktır, olacaktır. Allahü teâlâ A’râf sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kıyâmet gününde amellerin vezn olunması (tartılması) hakdır. Kimin hasenatı (iyilikleri), seyyiâtından (kötülüklerinden) ağır gelirse, işte o kimse felah bulup kurtuluşa erenlerdendir.”

(Mîzân, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazide tartılması olup, orada sevâbı ağır gelen Cehennemden kurtulacak, az gelen ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmiyen bir terazi olup, ağır ve hafif gelmesi dünyâ terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir.)

Herkesin yaptığı iyilik ve kötülük, Allahü teâlâ tarafından bilindiğine göre, mîzân kurulup, iyilik ve kötülüklerin tartılmasındaki hikmet nedir? diye sorulursa, cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlâ, kullarının yaptıklarını elbette bilir, fakat kul, yaptığı fiillerin hepsini bilmez. Cennetlik veya Cehennemlik olduğunu, ona amellerinin hepsini göstermekle bildirirler.

Mîzân ve hesâb, sırat köprüsü üzerinde yapılacak, sevâbları fazla olanlar Cennete, günahları fazla olanlar ise Cehenneme gideceklerdir.

Sırat köprüsü, Cehennem üzerinde kurulacaktır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Cenâb-ı Hak, Cehennem üzerinde, kıldan ince, kılıçtan keskin, geceden karanlık, yedi geçitli bir köprü yaratmıştır. Her geçit, bini çıkış, bini iniş, bini de düz olmak üzere, yaya yürüyüşüyle üçbin yıllık yoldur. Her geçitte kul hesaba çekilir. Birinci geçitte îmândan, ikinci geçitte namazdan, üçüncü geçitte zekattan, dördüncü geçitte oruçtan, beşinci de hacdan, altıncıda abdest ve gusülden, yedincide ana-baba hakkından ve kul hakkından sorulur. Bunlara cevap verirse, şimşekten hızlı geçer ve Cennete girer. Cevap veremezse, Cehenneme düşer.”

“Ümmetimden bir kısmı, Cehenneme yağmur gibi düşer.”

Kabir azâbı ve Münker-Nekir bahsinde buyuruyor ki: “Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin suâl sorması haktır, gerçektir. Kâfirlere ve mü’minlerden günahı çok olanlara kabir azâbı vardır. Cum’a günü kabir azâbları kaldırılır. Ba’zı âlimlere göre Mü’minin azâbı artık başlamaz. Kâfire kabir azâbı, Cum’a ve Ramazan’da yapılmamak üzere, kıyâmete kadar devam eder. Cum’a günü ve gecesinde ölen mü’minler kabir azâbı hiç görmez.

Kabirdeki meyyitte his bulunduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır. Kabirde rûh ile birlikte cesed de azâb duyar.

Mü’min olanlar, kabirde iki hâlde bulunurlar. Mü’minlerden itaatkâr olanları kabir sıkar. (Bu sıkması, kabir azâbı cinsinden olmayıp, uzun zaman göremeyip, nihâyet kavuşunca annesinin evlâdına sarılması ve hasretle onu çok sıkması gibidir.)

Günahkâr olan mü’minler için, kabir azâbı ve kabrin ölüyü sıkması vardır. Öyle ki, kemikleri birbirine geçer. Kabir azâbında, rûh ile birlikte cesed de elem duyar. Hattâ cesed, çürüyüp toprak olsa, o cesedden hâsıl olan toprak acı duyar.

Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Âişe’ye buyurdu ki: “Kabrin sıkıştırması ve Münker-Nekir’in suâli ânında hâlin nasıl olacak? Yâ Hümeyrâ! Kabrin sıkıştırması mü’min için, annenin çocuğunun ayağını eliyle çekmesi gibidir. Münker ve Nekîrin sorusu da mü’min için, ağrıdığı zaman göz için göz taşı gibidir.”

Yine Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ömer’e; “Münker ve Nekir sana geldiği zaman hâlin nasıl olacak?” buyurdu. Hazreti Ömer, “Orada, şimdiki gibi aklım ve şuurum yerinde olur mu?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Evet” buyurunca, “O hâlde hiç korkmam” dedi.

Kabir azâbı, rü’yâ gören kimsenin, rü’yâsında sıkıntı veya rahat görmesine benzer. Şu kadar var ki, kabir azâbını cesed de duyar ve bu azâb âhıret azâbları cinsindendir.

Abdullah İbni Abbâs’ın (r.anhümâ) rivâyet ettiğine göre, Peygamber efendimiz (s.a.v.) iki kabrin yanından geçiyordu. “Bu iki kabirde bulunan ölüler azap görüyorlar. Onlar, (kendisinden sakınılması mümkün olmayan) büyük bir şeyden dolayı azap görmüyorlar. Birisi idrardan sakınmadığı için, diğeri de, insanlar arasında söz taşımak için dolaştığından azap görüyor” buyurdu.

Rûhlar bahsinde buyuruyor ki: “Rûhlar; Peygamberlerin rûhları, şehidlerin rûhları, itaatkâr mü’minlerin rûhları, isyankâr mü’minlerin rûhları ve kâfirlerin rûhları olmak üzere beş kısımdır.

Peygamberlerin rûhları cesedlerinden ayrılınca, çok güzel bir sûrette Cennete gider. Kendisi için hazırlanmış olan ni’metlere kavuşur.

Şehidlerin rûhları hakkında Peygamber efendimize (s.a.v.) suâl edildiğinde buyurdu ki: “Şehidlerin rûhları, yeşil kuş kursaklarında olarak Cennet ağaçlarına asılı dururlar.” Orada Cennet ni’metleri ile ni’metlenir, rızıklanırlar. Âl-i İmrân sûresinin 169 ve 170. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Allah yolunda öldürülenleri siz ölüler zannetmeyiniz. Bilakis onlar, Rableri katında diridirler ve (Cennet ni’metleriyle) rızıklanırlar. Onlar, Allahü teâlânın (lütfundan ve) fadlından kendilerine ihsân ettiği şeref ve ni’metlerden, sevinç ve ferah içindedirler. Kendilerinden sonraya kalanlara (henüz şehid olmamış kardeşlerine, kavuştukları saadette) kat’iyyen korku ve hüzün olmadığını müjdelemek (ve ta’rîf etmek) isterler.”

Abdullah İbni Mes’ûd (r.anhümâ) bildiriyor ki, “Biz, Âl-i İmrân sûresinin 169. âyet-i kerîmesinden Resûlullah efendimize suâl etmiştik. Cevâbında buyurdular ki: “Onların (şehidlerin) rûhları, bir takım yeşil kuşların kursaklarındadır. Arş’ın altında onlar için asılmış olan çok kandiller vardır. Onlar, Cennette diledikleri yerlere uçarlar. Sonra bu kandillere gelip girerler. Rableri onlara nazar eder ve “Arzu ettiğiniz birşey var mı?” diye sorar. Onlar da, “Neyi arzu ederiz ki, biz Cennette dilediğimiz yerlere gidebiliyoruz” derler. Rableri bunu (suâli) onlara üç defa tekrar eder. Bu defa onlar, bir cevap vermeleri icâbettiğini anlayıp, “Ey Rabbimiz! Bizim rûhlarımızı, cesedlerimize iade et! Senin yolunda tekrar şehîd olalım” derler. (Bu mümkün olmadığı için ve başka) bir hacetleri olmadığı görülünce terk olunurlar (Artık bu suâl kendilerine sorulmaz).” itaatkâr olan mü’minlerin rûhları Cennet bahçelerinde bulunur. Bunlar ordaki ni’metlerden yemezler ve içmezler; lâkin kendileri için hazırlanmış olan ni’metlere ve mükâfatlara bakarlar.

İsyankâr olan mü’minlerin rûhları, semâ ile dünyâ arasında muallâkta bulunur.

Kâfirlerin rûhları, yedi kat yerin altında, Siccîn denilen vadide olup, habis cesedleri ile beraber, rûhları da azâb görür.

Mü’minlerin rûhu İlliyyîn’de olup, nûru cesedine bitişiktir. Güneşin semâda, ziyasının ise yeryüzünde olması gibi.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) El-A’lâm cild-7 sh. 341

2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 66

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 487

4) Keşf-üz-zünûn sh. 225, 337, 484, 570, 1845

5) Fevâid-ül-behiyye sh. 26

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1053