MUHAMMED BİN ZAFER (İbn-i Zafer Saklî)

Tefsîr, lügat, nahiv, ferâiz ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi, edîb ve şâir. Künyeleri Ebû Ca’fer, Ebû Abdullah ve Ebû Hâşim olup ismi, Muhammed bin Muhammed bin Abdullah bin Zafer’dir. 497 (m. 1104) yılında Mekke’de doğdu. Hucceddîn lakabı verildi. İbn-i Zafer diye tanındı. Mekkî ve Saklî (Sicilyalı) nisbet edildi. 565 (m. 1170) yılında Hama’da vefât etti.

Vahyin ilk indiği yer olan Mekke-i mükerreme’de doğan İbn-i Zafer, genç yaşta aklî ve naklî ilimlere vâkıf oldu. İslâm âleminin çeşitli bölgelerinden akın akın Mekke’ye gelen ve orada Allahü teâlânın rızâsı için hac ettikten sonra, hem o mübârek beldede bir müddet kalıp ibâdet etmek, hem de arzu edenlere ilim öğretmek ve âlimlerden ilim öğrenmek arzusuyla mücavir olarak kalan âlimlerden ilim öğrendi. Mekke’nin yerli âlimlerinin ilimlerinden istifâde etti. Sonra Mısır’a gitti, İskenderiyye’de Ebû Bekr Tartûşî ile karşılaşıp, ondan ilim öğrendi. Ebû Tâhir Silefî’den ders aldı. Endülüs’e gitti. Ebû Bekr İbni Arabî, Ebû Mervân Bâcî, Ebü’l-Velîd Debbâg, İbn-i Mesre ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Afrikıyye’ye (Tunus’a) gitti. Mehdiyye şehrine yerleşti. Orada ilim öğretmekle meşgûl oldu. Avrupa’dan gelen zâlim Norman askerlerinin 543 (m. 1148) yılında Mehdiyye’yi ele geçirmeleri üzerine, o zaman müslümanların elinde bulunan Sicilya’ya gitti. Sicilya’da tâliblerine ilim öğretip, güzel eserler yazdı. Daha sonra Mısır’a gitti. Sonra Haleb’e geçti. Haleb’de İbn-i Ebî Asrûn Medresesi’nde ders verdi. “Tefsîr-i kebîr” adlı eserini yazdı. Eshâb-ı Kirâm düşmanlarının çıkardığı fitne neticesinde, sahibi bulunduğu birçok kitabı zayi oldu. Daha sonra Hama’ya gitti. Hama’da halk ve devlet adamları tarafından büyük ilgi ile karşılanıp, çok iltifât edildi. Orada birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Ölünceye kadar Hama’da kalıp, Allahü teâlânın dînini öğretmek için çalışdı. Arabî ilimlerde, Mâlikî mezhebi fıkıh bilgilerinde ve tefsîr ilminde âlim idi. Çok güzel hitâbeti vardı. Güzel şiir yazardı. Nesirde de üstâd idi. Üstün hafızası, keskin zekâsı, yüksek ilmi, güzel ahlâkı ve tatlı dili ile insanlara Allahü teâlânın dînini öğretti. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekte çok gayretliydi. Allahü teâlânın kullarına merhameti çok fazlaydı. Onların dünyâsından çok âhıretlerini düşünür, Cehennem ateşinden kurtulmaları için Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uygun yaşamalarını nasihat ederdi. Bilhassa, helâl kazanmak ve helâl yemek üzerinde çok dururdu. Ferâiz ilmi üzerinde çok çalıştı. Resûlullahın (s.a.v.), “Ferâiz ilmini öğrenmeğe çalışınız! Bu ilmi gençlere öğretiniz! Ferâiz ilmi, din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır.” buyurduğunu sık sık hatırlatırdı. İnsanların ferâiz ilmini öğrenmelerini arzu eder, böylece Resûlullahın (s.a.v.) bildirdiğine uygun şekilde mîrâs taksimi yapılmasını teşvik ederdi. Devamlı güler yüzlü ve tatlı dilli idi. Her hâl ve hareketiyle uymaya çalıştığı Resûlullahın (s.a.v.) güzel ahlâkını insanlar ondan öğrenirdi. Haram ve şüpheli şeylerden şiddetle kaçar, mübahların birçoğunu terk ederdi. Çok ibâdet ederdi. Cömertlikte zamanının en ileri gelenlerindendi.

Kara Halîl-zâde tarafından Türkçeye çevrilen “Sülvân-ül-mutâ’ fî rıdvân-il-etbâ” adlı eserinde, “Tevfîz ve Sabır”la ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

Tevfîz (Allahü teâlânın irâdesine teslim olmak): Allahü teâlâ, Nisa sûresi 17. âyetinde meâlen; “Eğer zevcelerinizin ba’zı sohbetinden hoşlanmazsanız, sabrediniz. Olabilir ki, bir şey hoşunuza gitmez de, Allahü teâlâ ondan size çok hayır ihsân eder” buyuruyor. Yine Bekâra sûresi 216. âyetinde meâlen; “Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi sevdiğiniz hâlde o, hakkınızda şer olur. Allahü teâlâ bilir, siz bilmezsiniz” buyurulmuştur.

Rabbinden râzı olan, ya’nî mutmeinne olan nefs, Rabbinin emirlerine boyun eğer. Aklı, şehevî arzularına gâlib gelir. Melek sıfatı ile bezenir. İbâdet ve tâatten başka birşey düşünmez olur. Melekler gibi gece-gündüz Rabbini tesbih eder ve hiçbir zaman kendisine gevşeklik gelmez. Nûr sûresi 19. âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen; “Sizin için hayırlı olanı Allahü teâlâ bilir” buyurdu. Bu âyet-i kerîmelerde kasdedilen şey, herkesin arzu ederek istediği şeyin meydana gelmesini düşünmeden, Allahü teâlâya teslim olmasının lüzumudur. Çünkü selâmet ve saadet, işini Allahü teâlânın irâdesine teslim etmektedir. İşlerini Allahü teâlânın irâde-i külliyesine teslim etmeyen kimse zarar görür. Basiret sahibi kimse, zarar ve faydadan emîn olmadığı gibi, kendisine gelen fayda veya zarardan dolayı üzüntü de duymaz. Çünkü o, işlerini Allahü teâlâya ısmarlamıştır. Belâya uğradığında O’nun keremini, nefsinin zararına neticelenen bir işte Rabbinin lütfunu istemelidir. Buna benzer bir vak’a, Fir’avn’ın yakınlarından bir mü’minin başından geçmiştir. Tafsilâtı şöyledir:

Fir’avn’ın akrabasından biri, Mûsâ aleyhisselâma inanmıştı. Fir’avn’a inanan avânesi ve vezirleri, o kimsenin îmânını ve Mûsâ aleyhisselâma yakınlığını farkedip, Fir’avn’ı durumdan haberdâr ettiler. Fir’avn da, yakınlığı sebebiyle onun böyle birşeye cür’et edemeyeceğini söyleyip, vezirlerine inanmadı. O mü’min kimse de îmânını sakladı. Mûsâ aleyhisselâm mu’cizeler gösterip, peygamberliğini açıkça ilân edince, Fir’avn, vezirlerini ve diğer devlet erkânını toplayıp istişâre etti. Mûsâ’ya (a.s.) karşı nasıl tedbir alınması gerektiğini görüştüler. Mûsâ’ya (a.s.) îmân eden o mü’min kimse de, Fir’avn’a yakınlığı sebebiyle o toplantılara iştirâk etti. Fir’avn’ın avânesi, Mûsâ’yı (a.s.) susturmak için etrâftan sihirbazlar toplanmasında ve ona galip gelmek için öldürülmesinin te’hirinde ittifâk ettiler. Nitekim A’râf sûresi 112. âyet-i kerîmede, bu husûsta meâlen; “Ne kadar âlim (bilgin), sihirbazlar varsa, hepsini sana getirsinler dediler” buyuruldu. Fir’avn’ın niyeti ve çekindiği nokta ise, başkaydı. Onun niyeti, Mü’min sûresi 26. âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirilmektedir: “Fir’avn dedi ki: Bırakın beni, Mûsâ’yı (a.s.) öldüreyim de, o (varsın) Rabbine duâ etsin. Çünkü ben, onun dîninizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde bir fesad çıkarmasından korkuyorum.” Ancak avânesi, Fir’avn’ın, Mûsâ’yı (a.s.) öldürmesine mâni oldular. Fir’avn’a da; “Senin için bunda korkulacak birşey yok. Bu bir sihirdir. Eğer onu öldürürsen. “Ona cevap verecek delîl bulamayıp, karşılaşmaktan âciz kaldığı için öldürttü” derler” dedilerse de, Fir’avn’dan korktukları için daha fazla birşey söylemeye cesâret edemediler. Hâlbuki Fir’avn’ın fikrinde ısrar ettiğini bilmekteydiler. Bu defa Fir’avn’ın avânesi arasında bulunup da, önceden îmân edip îmânını gizleyen mü’min kimse, onu bu düşüncesinden vaz geçirmeye çalıştı. Nitekim Mü’min sûresi 28. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruldu: “Fir’avn ailesinden olup, îmânını gizlemekte olan bir mü’min (şöyle) dedi: “Siz bir adamı, Rabbim Allahtır demesiyle öldürür müsünüz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mu’cizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer o, bir yalancı ise yalanı kendisine, eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği azâbın bir kısmı olsun (gelir) size çarpar. Şüphesiz Allahü teâlâ, haddi aşan, (iddiasında) çok yalancı olan kimseyi muvaffak etmez.” Fir’avn, mü’minin bu sözünü anlayınca çok kızdı ve mü’mini habsettirdi. Sonra avânesini ve vezirlerini toplayarak bu mü’mine ne ceza vereceği husûsunda görüştü. Vüzerâ onun işkence ve eziyet edildikten sonra öldürülmesini ve bu cezanın onun gibilere ibret olup, korku vermesi fikrinde idiler. Ancak Fir’avn, yakınlık bağları ile buna râzı olmayıp, onların fikirlerini kabûl etmedi. Vüzerâsına, o mü’mine nasihat edip, korkutmalarını ve onu Mûsâ’nın (a.s.) dîninden döndürmelerini emretti. Bunun üzerine vezirler, zindana gönderilen gence nasihat edip hak dîni terk etmesini istediklerinde, genç,îmânında ısrar etti. Hattâ onları îmâna da’vet etti. Mûsâ’dan (a.s.) sâdır olan mu’cizeleri anlatıp, onlardan sâdır olan küfrü hatırlattı. Ayrıca onları Cehennem ateşi ile korkuttu. Mü’min sûresi 30. âyetinde buyurulduğu gibi meâlen, îmân etmiş olan bu genç şöyle dedi: “Ey kavmim! Mûsâ aleyhisselâmı yalanlamanız ve ondan yüz çevirmeniz sebebiyle, geçmiş kâfir ümmetlerin günleri gibi azâba düçâr olacağınız bir günden korkuyorum. Nûh kavminin, Ad kavminin, Semûd kavminin ve daha sonrakilerin çektikleri azâb gibi... Allahü teâlâ günahsız kullarına azâb etmez” (Mü’min-31).

“Ey kavmim! Gerçekten ben, başınıza gelecek çağrışma gününden (imdâd için birbirinizi yardıma çağıracağınız kıyâmet gününden) korkuyorum” (Mü’min-32).

“O gün hesab yerinden Cehenneme döndüğünüzde, Allahü teâlânın azâbından sizi kurtaracak yoktur. Allahü teâlâ kimi sapıklığa düşürürse, artık ona bir hidâyet edecek yoktur” (Mü’min-33).

“Doğrusu Mûsâ’dan önce Yûsuf da size mu’cizelerle gelmişti. O vakit de onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihâyet (Yûsuf aleyhisselâm) vefât ettiğinde de; “Bundan sonra Allah asla peygamber göndermez” dediniz. (Böylece sonra gelecek peygamberleri de inkâr ettiniz.) İşte, Allahü teâlâ, (dîninde) haddi aşanları ve (mu’cizelerinde) şüphe edenleri böyle saptırır” (Mü’min-34). Mûsâ aleyhisselâma îmân eden genç, Fir’avn’ın avânesine böyle nasihat ettikten sonra, sözünü şöyle bitirdi: “Siz benim söylediklerimi yakında (kıyâmette) anlayacaksınız. Ben işimi Allahü teâlâya havale ettim. O beni korur. Muhakkak ki Allahü teâlâ, kulların bütün yaptıklarını görendir.”

Fir’avn’ın avânesi, gençten ümid keserek Fir’avn’ın yanına döndüler. Fir’avn’a, gencin îmânında sebatını ve kendi nasihatlerinin, gencin îmânını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadığını bildirdiler. Bunu işiten Fir’avn iyice ümitsiz oldu. Avânesi ile bu gence ne yapabiliriz diye düşünürlerken, Fir’avn’ın kızı yanlarına geldi. Durumu sordu. Fir’avn, kızına durumu anlattı. Kız, babasını teselli ederek dedi ki: “Ey babacığım! O mü’minin sözlerinin senin hilâfına ve aleyhine olduğuna üzülüp, onu cezalandırmakta acele etme. Zîrâ sana yakın olan kimseye gadr ve zulm etmiş olursun. Zîrâ hakîkatte, onun sözleri sana muhalefetten değildir. Belki Mûsâ’nın âsâsıyla galip gelmesinden, onun gücünü görmesinden, onun sürülmesinin ve katlinin mümkün olmadığını zannetmesinden kasıtlı olarak sana muhalif görünmektedir. Böylece Mûsâ’ya (a.s.) itaat eder görünüp, hîle ve aldatma yolu ile onun öldürülmesini te’min edip, sana hizmet etmek istemektedir, Vezîrlerin, onun bu niyetini bildiklerinde şüphe yok. Ancak onlar, koğucu ve hasedci oldukları için, onun sana yaptığı muâmeleyi kötülemektedirler” deyince, Fir’avn ferahladı. Allahü teâlâ, Fir’avn’ın kalbine kızının sözünü kabûl etmeyi ilham eyledi. Bundan sonra Fir’avn, mü’mini huzûruna getirtti. Ve dedi ki: “Senin maksadının bana hizmet olduğunu tetkik ettim. Şimdi Mûsâ (a.s.) hakkında ne düşünüyorsan onu yap. Benden sana bir zarar gelmez. Müsterih ol” dedi. Mü’min, işini Allahü teâlâya havale etmesi sebebi ile, Allahü teâlâ onu Fir’avn’ın kötülüğünden ve kavmin şerrinden muhafaza buyurdu. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruldu. “Allahü teâlâ onu (îmân eden mü’mini), Fir’avn’ın taraftarlarının hilesinden korudu. Fir’avn’ın kavmini ise, (dünyâda boğulma, âhırette ise Cehennem) azâbı ile kuşatıverdi” (Mü’min-45).

Sabır: Allahü teâlâ, Resûlü Muhammed aleyhisselâma Nahl sûresi 127. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu; “Ey Resûlüm! Sabret; senin, sabrın da ancak Allahın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmesinden mahzûn olma ve yaptıkları hileden de telâş edip sıkıntıya düşme.” Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi göndererek, Resûlüne (s.a.v.) sabretmesini emir buyurdu. Zîrâ Resûlullahın (s.a.v.), Allahü teâlâya ilmi ve i’timâdı herkesten daha fazla idi. Sabretmeye en lâyık ve evlâ olan da O’dur.

Müslümanlar, Resûlullahın (s.a.v.) müsaadesiyle, Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ali hâriç, Resûlullah (s.a.v.) hicret etmeden önce Mekke’yi terk ettiler. Bir kısmı Mekke yakınlarında bir yerde yurt tuttu. Mekkeli müşrikler, müslümanların kendilerine zarar vereceklerinden korktular. Muhammed aleyhisselâmın da onların arasına katılmasından çekinmekteydiler. Birgün Dârünnedve dedikleri evde toplanıp, Resûlullah (s.a.v.) hakkında görüştüler. Şeytan da, Arabistan’ın Necd kabilesine mahsûs elbiseler giymiş bir ihtiyâr kıyâfetinde Dârünnedve’nin kapısına geldi. Kâfirler, ona kim olduğunu sordular. Şeytan, “Ben Necd kabîlesindenim, hâlinizi bilirim. Size yardım etmeye, müşkülünüzü çözmeye geldim. Ben böyle hâdiseleri çok görüp geçirdim” dedi. Mekkeli müşrikler de onu, Mekke ehlinden olmadığı için aralarına almaya karar verdiler. Herbiri ona fikrini söyledi. Ebü’l-Bühterî, “Benim fikrim, Muhammed’i kendi evinde hapsedip, kapısını kilitleyelim. Yiyeceğini içeceğini verelim, ölünceye kadar orada kalsın” dedi. İhtiyâr kılığındaki şeytan i’tirâz etti. “Bu fikir uygun değildir. Zîrâ şimdi Muhammed’in Eshâbı dağılmıştır. Böyle birşey yapıldığını haber alırlarsa, toplanırlar ve Hâşimoğullarıyla beraber olup sizinle savaşırlar” dedi. Hişâm bin Ömer de, “Buradan ihraç edelim, nereye giderse gitsin. Bizden de zararı uzak olur” dedi. Şeytan bu fikri de reddedip, “Bu fikir de boştur. Zîrâ Muhammed güzel yüzlü ve tatlı sözlüdür. Bir kavmin arasına girip, gittiği yerdeki halkın sevgi ve saygısını kazanır, daha sonra da kendisine tâbi olanlarla gelip sizinle cenk edebilir” dedi. Kâfirler şeytanın sözünü tasdîk ettiler. Ebû Cehl bin Hişâm, “En doğru fikir şudur ki, her kabileden bir kuvvetli kimse seçelim. Herbiri ellerindeki kılıçlarıyla Muhammed’e saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Abd-i Menâfoğulları, Arab kabilelerinin hepsi ile başa çıkamazlar ve diyete râzı olurlar. Biz de diyetini öder kurtuluruz” dedi. İhtiyâr, bu fikri beğendi. Bu fikir ittifâkla kabûl edilip oradan ayrıldılar. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma Cebrâil aleyhisselâmı gönderip, kâfirlerin meclislerinde konuşulanları, onların tuzaklarını haber verdi. Medîne-i münevvereye de hicreti emreyledi. Peygamberimiz (s.a.v.), Ali’ye (r.a.): “Yâ Ali! Bana hicrete izin verildi. Medine’ye gideceğim. Bende olan emânetleri sana teslim edeyim. Sahiplerine verirsin. Benim yeşil örtümü örtün. Yerimde yat ve hatırını kavi tut, korkma. (Kureyş kâfirlerinden) Sana hiçbir zarar erişmez. Ondan sonra Medine’de benimle buluş” buyurup, evlerinden şerefli mağaraya doğru yola çıktı. O (s.a.v.) çıkarken, mübârek evlerinin kapısında kâfirler toplanmışlar O’nu bekliyorlardı. Yâsîn sûresinin başındaki âyet-i kerîmelerden okuyup, yerden bir avuç toprak alarak üzerlerine attı. Onların hepsi, o anda gaflete dalıp, Resûlullahın (s.a.v.) çıktığını göremediler. (Rivâyet edilir ki, bu esnada başlarına toprak değen kâfirlerin hepsi Bedr harbinde öldürüldüler.) Kâfirler uyanınca, herbiri başında bir miktar toprak buldular. İçeriye baktıklarında, Resûlullahın (s.a.v.) örtüsüne sarınıp yatan Hazreti Ali’yi gördüler, “İşte Muhammed yerindedir” dedilerse de, içeri girmeye cesâret edemediler. Sabaha kadar evin etrâfında beklediler. Sabah olup, Hazreti Ali uyanınca, huzûruna gelip Resûlullahın (s.a.v.) ne olduğunu sordular. Ali (r.a.) da, “Siz O’nun (s.a.v.) Mekke’den gitmesini istiyordunuz, O da gitti. Hangi tarafa gittiğini bilmiyorum” dedi. Kureyş kâfirleri, Resûlullahı (s.a.v.) ellerinden kaçırmış olmalarının telaşıyla Hazreti Ali’yi dışarı salmayıp hapsetmeye kalkıştılarsa da, daha sonra vazgeçip perişan oldular. Resûlullah, Kureyş kâfirlerinin yapmış oldukları bu gibi eza ve cefâdan sonra, Resûlullahın (s.a.v.) onların elinden kurtarılıp, şehirlerini istilâ ve galibiyet ni’metine gark edilmesinin hatırlanıp şükredilmesi için, Allahü teâlâ, bu husûsta Enfâl sûresi 30. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Hani kâfirler, seni hapsetmek (elini kolunu bağlamak) veya katletmek, yahut Mekke’den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar, tuzak kurarlar, Allahü teâlâ da onlara (Kendi tuzakları ile) mukâbele eder. (Nitekim gizlice senin hicretini te’min etti. Sonra yine onlara ümit verip Bedr’e çıkardı ve müslümanları kendilerine pek az gösterdi. Hücum edip hezimete uğradılar) Allahü teâlâ, tuzak kuranlara mukâbele edenlerin en hayırlısıdır.”

Sabır hakkında Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“İlim mü’minin dostu, hilm veziri, akıl delîli, amel hayra götürücüsü, yumuşaklık babası, incelik kardeşi, sabır askerlerinin komutanıdır.”

“İlim mü’minin dostudur.” Çünkü, zafer ve kurtuluş ilim ile hâsıl olurken, ilim mü’min ile dostluk eder. Mü’min, ölümü esnasında bile ilmi ister, işlerinde onun yardımını görür. Bilmediği şeyleri de nûru ile aydınlatır. “Hilm, (mü’minin) veziridir.” Çünkü vezîr, zor işleri yüklenmekle vazîfelendirilmiştir. Mü’min ilme tâbi olmada hilmden yardım görür, dünyâ sıkıntılarını hilme yükletir. “Akıl, (mü’minin) delîlidir.” Çünkü akıl, mü’minin acele ve cehâlet ile bir işe girişmesine engel olur. O işin terk edilmesini sağlayıp, doğru yolu ve akıbeti gösterir. Kötü işten koruyup, hatâdan muhafaza yolunu açar. İlim ve akıl ni’metine şükretmekte cimri olmamak için, ilmin ve aklın icâbı olan “Amel, (mü’mini her hayra) götürücüdür.” “Rıfk, (mü’minin) babasıdır.” Çünkü yumuşaklık, yardım ve muvafakatta mü’mine babası gibidir. Bir işe girişirken, rıfka müracaat ve itaat etse, işi kolaylıkla hâsıl olur. Yumuşaklık ve incelik, mü’mine bitişik veya ayrı olmayıp, mü’minin sıfatıdır. “Sabır, (mü’minin) askerinin komutanıdır.” Bütün bu hasletler asker, sabır da onların komutanı durumundadır. Herbiri yapmaları gereken işleri sabır olmadan yapamazlar. Çünkü sabra tâbi olunmadıkça, nefsin aceleciliği ve vesvesesi bütün güzel huyları bozar. Bütün bu hasletlere hükümrân olan sabır, mü’mine işlerinde yeterlidir.

Sabrın ehemmiyetinin böyle tafsilatlı anlatılmasından maksad, sabrı diğer hasletlerden daha faziletli göstermek değildir. Asıl maksad, bu hasletlere sahip olan kimsenin sebat ve devamlılığının sabır ile mümkün olabileceğini bildirmektir.

Sabır, kişinin haramdan sakınıp, nefsinin kötü isteklerini yapmamasıdır. Böylece, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirir. Sabır ikiye ayrılır. Biri, günah işlememek için sabr etmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır. İkincisi, derdlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktar. Çok kimse sabır deyince, yalnız bu sabrı anlarlar. Bu sabır da sevâbdır. Ya’nî sabrın ikisi de farzdır. Sabır ve kanâat etmiyen kimse, Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olmaz. Fakir olunca, az verdin diye i’tirâz eder. Zengin olursa, doymaz, daha ister. Kazandığını haramlara sarf eder. Zenginliği de, fakirliği de, dünyâda ve âhıretde felâketine sebep olur. Kim ki, ilim, hilm, akıl, amel, rıfk ve incelik sıfatlarına sahip olur da, onlara sabırla sebat ve devamlılık kazandırmazsa, o hasletlerin hepsi kaybolup, hiç yokmuş gibi olur. Komutan, askerini disiplin altında tuttuğu gibi, sabır da, o hasletleri emri altında muhafaza eder, vazîfeli oldukları işlerde devam üzere olmalarını te’mîn eder.

Pekçok kıymetli eserin müellifi olan İbn-i Zafer’in kitablarının mevzûları çeşitlidir. Bu eserlerinden bir kısmı basılmıştır. Onun kitaplarından ba’zılarının isimleri şöyledir:

“Kitâb-ül-iştirâk-il-lugavî”, “Kitâb-ül-istinbât-il-ma’nevî”, “Enbâu necebâ-il-ebnâ”, “Sülvân-ül-mütâ’ fî udvân-il-etbâ”, “El-Kavâid vel-beyân fin-nahv”, “Yenbû’ül-hayâ” (Oniki cildlik tefsîr), “Hayr-ül-beşer bi-hayr-il-beşer”, “Er-Reddü alel-Harirî fî dürret-il-gavvâs”, “El-Mutavvel fî Makâmât-il-Harirî”, “Müleh-ül-luga”.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 167

2) Lisân-ül-mizân cild-5, sh. 371

3) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 142

4) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 233

5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 241

6) Sülvân-ül-mutâ’fi udvân-il-etbâ tercümesi.