Hadîs âlimi. Künyesi Ebü’l-Fütûh olup ismi, Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Muhammed’dir. Tâî kabilesine mensûptur. 475 (m. 1082) yılında Hemedan’da doğdu. Çeşitli memleketlerde ilim tahsil eden Ebü’l-Fütûh, 555 (m. 1160) yılında Hemedan’da vefât etmiştir.
Mısır, Irak ve Horasan’da ilim tahsili yapan Muhammed bin Muhammed, Ferd bin Abdurrahmân eş-Şa’rânî, Abdurrahmân bin Hamd ed-Dûnî, Tarif bin Muhammed, Abdülgaffâr en-Nahrirî, er-Rûyânî, Tâc-ül-İslâm Ebû Bekr bin es-Sem’ânî, Sirviyye ed-Deylemî, İbn-i Tâhir el-Makdisî, Ebü’l-Kâsım bin Beyân er-Rezzâz’dan ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf işitmiştir.
Muhammed bin Muhammed’in kendisinden ise; Muhammed bin Abdullah bin el-Bennâ es-Sûfî, Husayn bin ez-Zeydî ve pekçok âlim ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf dinlemiştir.
İbn-i Sem’ânî, onun hakkında; “Muhammed bin Muhammed, Mısır’a gidip, fıkıh, hadîs ve ahlâk ilmini öğrendi. Babamdan da fıkıh okuyan Muhammed bin Muhammed’den istifâde ettim ve ondan, Hemedan’a dönüşünde kıymetli bilgiler kaydettim” demektedir.
“Kitâb-ül-erbeîn fî irşâd-is-sâirîn ilâ menâzil-ıl-müttekîn” adlı eser, Muhammed bin Muhammed hazretlerinin yazmış olduğu bir eserdir. Bundan başka eserleri de vardır.
Ebü’l-Fütûh Muhammed’in yazmış olduğu Kitâb-ül-erbeîn fî irşâd-is-sâirîn ilâ menâzil-il-müttekîn’den ba’zı bölümler:
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Kim ümmetimin din işlerinde fayda verecek kırk hadîs-i şerîf ezberlerse, kıyâmet günü ona şefaatçi olurum.” Diğer bir rivâyette ise, “Kim delîl olarak kullanacağı kırk hadîs-i şerîfi ezberlerse, onu Allahü teâlâ fakîh ve âlim olarak yazar” buyuruldu. Hâl böyle olunca, Allahü teâlâdan, beni böyle kimselerden kılmasını, onlarla beraber haşretmesini ümîd ederek, duymuş olduğum hadîslerden kırk adedini, kırk ayrı hadîs âliminden ve herbir hadîs-i şerîfi de ayrı Sahâbîden olmak üzere yazdım. Herbir Sahâbînin künyesine, nesebine. İsmine, ömrüne, vefât târihine, ba’zı faziletlerine ve her hadîs-i şerîfin akabinde de ba’zı fâideli bilgilere işâret ettim. Hadîs-i şerîflerde geçen Arabca yönünden ba’zı müşkil yerleri açıkladım. Hadîs-i şerîfe uygun hikâyeler ve burada zikredilmesi uygun âyet-i kerîmeler zikrettim. Böylece okuyanlara bir nasihat, kalblere bir ferahlık olarak yazdım. Kitabın ismini Kitâb-ül-erbeîn koydum. Kitabıma, “Ameller, niyete göredir.” hadîs-i şerîfi ile başlamak, böylece geçmiş ulemâya ittibâ etmek istedim. Fakat, kitab ve sünnete uyarak, Hazreti Ebû Bekr’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfle başlamak arzusu buna mâni oldu. Allahü teâlâ yardımcımızdır. O her şeye kâdirdir.
Hazreti Âişe buyuruyor ki: “İlmin hazînelerini, Resûlullahın (s.a.v.) (mübârek) sözlerinin altında arayınız.”
Birinci hadîs-i şerîf: Müslim, Hazreti Ebû Bekr’den rivâyet etmiştir. Hazreti Ebû Bekr birgün Resûl-i ekreme (s.a.v.): “Yâ Resûlallah! Bana bir duâ öğretin de, (evimde) o duâyı namazdan sonra okuyayım” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “(Ey Ebû Bekr!) De ki: Ey Rabbim, nefsime çok zulm ettim. Günahları ancak sen mağfiret edersin. Katından olan mağfiretinle beni mağfiret et. Bana merhamet et. Sen Gafûr’sun. Rahîm’sin.” Bu hadîs-i şerîf sahîh olup, hadîs imamlarının doğruluğunda ittifâk ettikleri hadîs-i şerîflerdendir. Çeşitli rivâyetleri bildirilmiştir.
Sahabenin en üstünü, hilâfete en lâyık olanı ve en önde geleni Allahü teâlânın seçtiği vekar menbaı, Muhammed aleyhisselâmın mağaradaki arkadaşı, Muhacirinin ve Ensârın efendisi, Sıddîk lakablı Hazreti Ebû Bekr’dir. Cehenneme hiç girmeyeceği bildirildiği için Atîk lakabı ile de tanınır. Fil vak’asından iki sene dört ay sonra doğdu. Erkeklerin ilk müslüman olanı, hakkı en önce kabûl edenidir. Canını bu uğurda vakfetmiş, malını bu yolda harcamış, izzet ve makamı terketmiştir. Zîrâ İslâmdan önce Mekke’de, mevki, makam ve mal sahibi, hesap ve neseb ilimlerinde âlim, rü’yâ ta’bîr eden, sözü makbûl bir zât idi. Müslüman olunca, bütün bu mevki ve makamları terk etti. Anne ve babası, kendisinden sonra müslüman olarak Eshâb-ı Kirâmdan oldular. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr hakkında buyurdu ki: “Hiç kimsenin malı, Ebû Bekr’in malı gibi bana fayda vermedi.”
Hazreti Ebû Bekr, hicretin onbirinci senesinin Rebî’ül-evvel ayında halîfe oldu. Resûl-i ekremin (s.a.v.) vefâtından iki sene dört ay sonra, altmışüç yaşında vefât etti. Cenâze namazını Hazreti Ömer kıldırdı. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yanına defn edildi. Yüzünün güzelliğinden veya Resûlullahın (s.a.v.); “Sen, Allahü teâlânın Cehennemden atîkisin (azâdlısısın)” hadîs-i şerîfinden dolayı, Atîk ismi verildi.
Hazreti Ebû Bekr’in bildirdiği bu birinci hadîs-i şerîf, duânın faziletine delâlet etmekte ve duânın çok yapılmasına işâret etmekte, sâdece namazda değil, hâriçte de duâ edilmesini bildirmektedir. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ edin. Muhakkak ki Allah, bağırıp çağırarak haddi aşanları sevmez” (A’râf-55). Peygamber efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerde buyurdular ki: “Duâ ibâdettir.” “Allahü teâlâya duâdan daha sevgili birşey yoktur.” Duâ, Ma’bûd’un zikrini, O’na senayı (övmeyi), kulun O’na yöneldiğinde günahını (ve aczini) i’tirâfını ihtivâ etmelidir. Böylece, taleb edilen ve va’d edilen elde edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîmde, Gâfir sûresi altmışıncı âyet-i kerîmede meâlen; “Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir” buyuruluyor. Zikirde kalbin itminanı, duâda da Rabbe teslimiyet vardır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, kendisine ellerini kaldırarak duâ eden kulunun ellerini boş çevirmekten haya eder” buyurdu.
Duânın şartlarından ba’zıları şunlardır: Kalbin huzûr ve sükûn içinde olması, ellerin kaldırılması, avuç içlerinin semâya döndürülmesi, din ve dünyâ salâhı için duâ edilmesi, günah ve sıla-i rahmi terk ettirici şeylerle duâ edilmemesi... gibi. Bir hadîs-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyuruyor ki: Sabır senden (kulumdan), sevâb vermek benden, duâ senden, duâyı kabûl etmek bendendir.”
İkinci hadîs-i şerîf: Buhârî’nin Hazreti Ömer’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Ameller(in kıymeti), ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan ancak odur. Artık, nail olacağı bir dünyâ veya nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa, hicreti (Allahın ve Resûlünün rızâsı için değil) hicret etmiş olduğu şey içindir” buyurdu. İmâm-ı Şafiî hazretleri buyurdu ki: “Bu hadîs-i şerîf, ilmin üçte biridir.” Ebû Dâvûd Sicistânî ise: “İlim, şu dört hadîs-i şerîf üzerinedir:
“Helâl bellidir. Haram bellidir.”
“Ameller niyete göredir.”
“Sizi neden nehy etmişsem, ondan sakınınız. Neyi emr etmişsem, onu gücünüzün yettiği kadar yapınız.”
“İslâmda zarar vermek ve zarara zarar ile mukâbelede bulunmak yoktur.”
Bu hadîs-i şerîfin râvîsi, Eshâb-ı Kirâmın en üstünlerinden ve hak ile bâtılı ayırıcı (Fârûk) olan Hazreti Ömer’in annesi, Hantebe binti Hişâm bin Mugîre’dir. Hazreti Ömer’in babası, Hattâb bin Tufeyl bin Abdüluzzâ’dır. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hazreti Ömer’i Cennetle müjdelemiş ve buyurmuştur ki: “Allahü teâlâ doğruyu, Ömer’in dili ve kalbi üzerine koymuştur.” Onun rızâsı izzet, kızması adâlet idi. Şeytan ondan kaçardı. Allahü teâlâ, onunla İslâmiyeti kuvvetlendirdi. Semâdaki melekler, onun müslüman olduğunu birbirlerine müjdelediler. Hadîs-i şerîfte: “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu” buyuruldu. Hazreti Ömer, Cemâzil-âhır ayının yirmiyedisinde, hicretten onüç sene.sonra halîfe oldu. Mugîre bin Şu’be’nin kölesi Ebü’l-Lü’lü tarafından, Zilhicce’nin yirmiikisinde Çarşamba günü, hicretin yirmiüçüncü senesinde şehîd edildi. Namazını Süheyb-i Rûmî (r.a.) kıldırdı. Resûlullah (s.a.v.) ile Hazreti Ebû Bekr’in yanına defn edildi. Hilâfeti, on sene yedi ay beş gündür. Hazreti Ali buyurdu ki: “Ayıbı az, tek olan Ömer vefât etti. Ömer, muhkem bir kale idi. O, müslüman olmasından i’tibâren bizleri kuvvetlendirdi.”
Bu hadîs-i şerîf, şer’î amellerin; farz olan, nafile olan amellerin hepsinin niyetle sahîh olduğunu göstermektedir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurdu. Çünkü amele riya karışır. Niyete ise riya girmez. Böylece ameli düzeltir ve âmelleri daha hayırlı olur. Niyet, lügatta mutlak kasd’den ibârettir. Ba’zı âlimler ise “Niyetin aslı taleb’dir” buyurdular.
Dünyâ kelimesi ise, ilk hayat için kullanılan bir kelimedir. Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî ismi tafdîldir. Masdan, dünüv veya denâettir. Birinci masdara gelince çok yakın demektir. “Biz en yakın olan gökü, çırağlarla süsledik” (Mülk-5) meâlindeki âyet-i kerîmede dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerlerde de ikinci ma’nâ ile kullanılmıştır. Meselâ, “Denî, alçak şeyler mel’ûndur” hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ mel’ûndur) demektir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâisidir. Ya’nî haram ile mekrûhlardır. Şu hâlde Kur’ân-ı kerîmde zem edilen, kötü denilen dünyâ, haramlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, varlığın ve insanlığın üstünlükte ikincisi olan İbrâhîm Halîl-ür-Rahmân’ın malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları ova ve vadileri dolduruyordu.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri buyurdu ki: “Mihnete şükr etmeyen, ni’mete şükr etmez.”
Üçüncü hadîs-i şerîf: Buhârî’nin, Talhâ bin Ubeydullah’dan rivâyeti şöyledir: “Necd ehlinden, saçı darmadağın olmuş fakir birisi, Resûlullahın huzûruna geldi. Uzaktan sesini işitiyor, fakat ne söylediğini anlamıyorduk. Nihâyet yaklaştı. Meğer İslâmın ne olduğunu soruyormuş. (Bu sorusuna karşılık) Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “(Îmân ettikten sonra) bir gün bir gece içinde beş vakit namazdır” buyurdu. O kişi, “Üzerimde bu namazlardan başkası da olacak mı?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Hayır! Ancak tatavvu’ edersin (nafile namaz kılarsın)” buyurdu. Bundan sonra Resûlullah (s.a.v.); “Bir de Ramazan orucudur” buyurdu. O kişi yine, “Üzerime bundan başkası da olacak mı?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.); “Hayır! Ancak nafile oruç tutarsın” buyurdu. Talhâ (r.a.) der ki, Resûlullah (s.a.v.) ona zekâtı da söyledi. O kişi yine, “Üzerimde bundan başkası da olacak mı?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (s.a.v.), “Hayır! Ancak nafile olarak sadaka verirsin” buyurdu. Bunun üzerine o kişi, “Vallahi bundan ne fazla, ne de eksik birşey yapacak değilim” diyerek ve arkasını dönerek gitti. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Eğer doğru söylüyorsa, felah buldu” buyurdu.
Hazreti Talhâ, Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hazreti Osman’ı halîfe seçen şûradaki altı kişiden biri idi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ona, “Talhât-ül-hayr (Hayırlı Talhâ), Talhât-ül-cüd (Cömerd Talhâ), Talhât-ül-feyyâz (Feyizli Talhâ)” isimlerini vermişti. O muhacirlerin ilklerinden idi. Uhud savaşında, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Resûlullaha gelen darbeyi eliyle karşıladı. Eli yaralandı. Uhud savaşının sonunda, üzerinde doksandan fazla kılıç yarası vardı. Resûlullah (s.a.v.) onu Sa’d bin Ebî Vakkâs ile kardeş yapmış idi. Hicrî otuz senesine rastlayan Cemel vak’asında, boğazına bir ok geldi. Bismillah diyerek vefât etti. Vefât ettiğinde altmışdört yaşında idi. Elli dört yaşında vefât etti de denilmiştir. Basra’ya defn edildi.
Bu hadîs-i, şerîf, İslâm isminin amellere de şâmil olduğunu; zîrâ soranın İslâmı sorduğunu, Resûlullahın da amellerle cevap verdiğini göstermektedir. Ameller îmândandır, ya’nî îmânı kuvvetlendirir. Îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrâr, a’zâlarla da amel etmektir. Eğer, Resûlullah burada niçin haccı zikretmedi? denilirse, mümkündür ki, bu soru henüz hac farz olmadan önce sorulmuştur. Burada Peygamber efendimiz (s.a.v.), o zâta i’tikâd edileceğini bilmediği dînî hükümleri açıklamaktadır. Hac ise, Arablar tarafından bilinmekte ve İbrâhim aleyhisselâmdan beri devamlı yapılmakta idi. Yine bu hadîs-i şerîfte anlaşılmaktadır ki, farz olan şeyleri Allahü teâlâ bildirir. Kul, kendi kendine bir şeyi farz kılamaz. Yine bu hadîs-i şerîften anlaşılmaktadır ki, bir kimse farzları şartlarına uygun olarak yaparsa ve bunun üzerine başka (nafile) bir ibâdet yapmazsa, kurtulacağı umulur. Nafileler; muhabbetin, derecelerin artmasına ve farzlarda meydana gelen noksanlıkların tamamlanmasına sebep olur.
Dokuzuncu hadîs-i şerîf: Abdurrahmân bin Avf şöyle rivâyet ediyor: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Mescidden çıktılar. Ben de arkasından O’na tâbi oldum. O yürüyor, ben de yürüyordum. Sonra bir hurmalığa girdiler. Kıbleye yöneldiler ve secdeye kapandılar. Secdeleri o kadar uzadı ki, Resûlullahın mübârek rûhunun kabz edildiğinden korktum. Bakmak için yaklaştım ve oturdum. Mübârek başlarını secdeden kaldırdılar ve “Kim o ?” diye sordular. Ben de, “Abdurrahmân bin Avf dedim. “Ne oldu?” diye sorduklarında “Yâ Resûlallah! Secdeniz o kadar çok uzadı ki, Allahü teâlânın rûhunuzu kabz ettiğini zannettim” dedim. O zaman Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Cebrâil geldi ve beni müjdeledi ve Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu bildirdi: “Kim, sana salât getirirse, ben de ona rahmet ederim. Kim sana selâm getirirse, ben de ona eman veririm.” Bunun için şükür secdesi yaptım” buyurdu.
Bu hadîs-i şerîfi rivâyet eden Abdurrahmân bin Avf, Fil vak’asından on sene sonra doğdu. Hicretin otuzikinci senesinde, Hazreti Osman’ın hilâfeti zamanında, yetmişbeş yaşında iken vefât etti. Hazreti Osman onu, Bakî’ kabristanına defn etti. Abdurrahmân bin Avf, sağlığında bir günde otuz köle birden azâd ederdi. Aşere-i mübeşşereden ve Hazreti Osman’ı halîfe seçen altı kişiden biri idi.
Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, Resûlullah efendimize (s.a.v.) salât ve selâm getirmek, en efdal amellerden ve en üstün zikirlerdendir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim bana bir defa salât ve selâm getirirse, Allahü teâlâ ona on rahmet eder.” Diğer bir rivâyette ise, “Duâ, semâ ile yer arasında mevkuf kalır. Ancak bana salât ve selâm getirilirse tekrar yükselir” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Dört şey kötülüktür (Cefâdır). Ayakta bevl etmek, namazdan ayrılmadan alnını silmek, müezzinle beraber ezan okumamak, yanında ismim zikredildiğinde, bana salât ve selâm getirmemek.” Salât; Allahtan rahmet, meleklerden istiğfar, insanlardan duâdır.
Mâlik bin Enes (r.a.) buyurdu ki: “İslâmiyet ağacı, Muhammed aleyhisselâm ile Mekke’de yetişti. Eshâb-ı Kirâm ile Medine’de dallarını verdi. Tabiîn ile Irak’ta yapraklarını, Horasan’da Horasan zâhidleri ile meyvelerini verdi.”
Onikinci hadîs-i şerîf: Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) rivâyet etti: Birgün Resûlullah efendimize (s.a.v.); “Yâ Resûlallah! Allaha en sevgili gelen amel hangisidir?” diye sordum. O da buyurdu ki: “Vaktinde kılınan namaz.” “Sonra hangisi?” diye sordum. “Ana-babaya iyilik” buyurdu. “Sonra hangisi?” dedim. “Allah yolunda cihâddır” buyurdu.
Bu hadîs-i şerîfi rivâyet eden Abdullah bin Mes’ûd, Eshâb-ı Kirâmın ileri gelenlerinden idi. Bedr gazâsında ve Bî’at-ı Rıdvan’da bulundu. Resûl-i ekremin (s.a.v.) mübârek eşyâlarını taşırdı. Çok zayıf idi. Hazreti Ömer’in halifeliği devrinde Kûfe kadılığı yaptı. Hazreti Osman devrinde Medine’ye geldi. Hicretin otuzikinci yılında vefât etti. Vefât ettiğinde altmışiki yaşında idi. Cenâze namazını Zübeyr bin Avvâm kıldırdı. Cenâzesi Bakî’ kabristanına defn edildi.
Bu hadîs-i şerîf, beş vakit namazı ilk vaktinde kılmanın faziletine delâlet etmektedir. Hazreti Ebû Bekr şöyle buyurdu: “Namazın ilk vakti Allahü teâlânın rızâsı, son vakti ise Allahü teâlânın affıdır.”
İmâm-ı Şafiî buyurdu ki: “Rızâya kavuşan ile affedilen bir değildir. Zîrâ affedilen bir kusurdan affedilmiştir. Rızâya kavuşan ise, bir faziletten rızâya kavuşmuştur.” İbrâhim bin Edhem şöyle anlatır: “Âbidlerden biri hastalanmıştı. Ba’zı dostlarla onu ziyârete gittik. Âbid üzüntülü ve kederli idi. “Allahü teâlâ sana merhamet etsin, niye üzülüyorsun” diye sorduğumda, “Bu dünyâdan ayrılıp, kaybettiğim fırsatlardan dolayı âhırette gam, keder, üzüntü çekeceğime üzülüyorum. Üzüntüm, bu dünyâda gafletle uyuduğum gecelerime, oruç tutmadığım günlerime ve Allahü teâlânın zikrinden gâfil olduğum saatleredir” dedi.”
Onbeşinci hadîs-i şerîf: Tirmizî’nin Irbâz bin Sâriye’den (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Irbâz bin Sâriye diyor ki: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) birgün namazdan sonra bize va’z da bulundu (hutbe okudu). Öyle beliğ bir va’zda bulundular ki, gözler yaşlarla doldu, kalbler inceldi (ürperdi). (Bu bir veda va’zı idi.) Bir kişi, “Bize ne tavsiye edersin yâ Resûlallah?” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahtan korkmayı, başınızdaki bir köle bile olsa onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zîrâ benden sonra yaşayacaklar çok ihtilâflar görecekler. Benden sonra ortaya çıkan bid’atlerden sakınınız. Zira bid’atlerin hepsi dalâlettir. Sizden her kim buna (bu ihtilâflara) yetişirse, sünnetime ve benden sonra râşid halîfe olan halîfelerimin sünnetine sımsıkı sarılsın.” Bu hadîs-i şerîfi, Ebû Dâvûd ve Ahmed bin Hanbel de rivâyet etmişlerdir.
Bu hadîsin râvîsi Irbâz bin Sâriye, Benî Süleym kabîlesindendir. İbn-i Zübeyr vak’ası esnasında, hicretin yetmişbeşinci senesinde vefât etti. Eshâb-ı Sûffa’dan sayılırdı. Haklarında âyet-i kerîme inen ve çok ağlayanlardan idi. “Bir de, kendilerini bindirip sevk etmen için ne zaman sana geldiklerinde: “Sizi bindirecek birşey bulamıyorum” dediğin vakit, cihâd uğruna harcedecek bir şey bulamadıkları için, kederlerinden göz yaşı döke döke dönenlere de hiçbir günah yoktur” meâlindeki Ahzâb sûresi doksanikinci âyet-i kerîmesi, Irbâz bin Sâriye (r.a.) ve onun gibiler için inmiştir. Irbâz bin Sâriye, Allahü teâlâya kavuşmaya müştak, rûhunun kabz edilmesine her ân hazır idi. Yaşlandığında, “Ey Allahım! Yaşım ilerledi. Kemiklerim inceldi. Beni sana kavuştur” diye duâ ederdi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.), bu hadîs-i şerîfte takvâyı emretmektedir. Takvâ da ancak ilimle olur. Başımıza geçen kimse Habeşli siyahı bir köle bile olsa, ona itaati emretmektedir. Yine bu hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (s.a.v.), ileride insanlar arasında birçok ihtilâf olacağını, böyle bir ihtilâf ile karşılaşan kimselere sünnetine ve Eshâbının sünnetine uymalarını (ya’nî Ehl-i sünnet ve cemâate uymalarını) emretmekte ve sünnete sımsıkı sarılmayı, ondan ayrılmamayı tavsiye etmektedir. Yine bu hadîs-i şerîfin ma’nâsında, Allah yolunda gelen sıkıntılara, yaranın acısına sabredildiği gibi sabredilmelidir ma’nâsı vardır. Yine bu hadîs-i şerîfte, bıd’atlerden kaçınılmasını, zîrâ bid’atlerin hepsinin sapıklık olduğu açıklanmaktadır. Allahü teâlânın kitabına, Resûlullahın ve Eshâbının sünnetine uymayan her amel, her iş bid’attir, sapıklıktır menedilmiştir.
Irbâz bin Sâriye (r.a.), “Resûlullah (s.a.v.) bize va’z ettiğinde gözlerimizden yaşlar aktı, kalblerimiz inceldi, ürperdi” diyor. Burada da bir ölçü bildirilmektedir. Zamanımızda va’z dinleyen câhillerin yaptığı gibi, saçlarımızı yolduk, göğüslerimize vurduk, bağırıp feryâd ettik dememiştir. Böyle yapmak, şeytandandır. Bunun delîli şudur ki: Resûlullah efendimiz (s.a.v.), insanların en doğru konuşanı, ümmetine en çok nasihat edeni, kalbi en rikkatli olanı idi. Eğer böyle bağırmak, saç yolmak caiz olsa idi, Resûlullahın sohbetinde bulunan Eshâb-ı Kirâm böyle yapardı. Hâlbuki böyle yapmak kötüdür ve bâtıldır.
Yine bu hadîs-i şerîf, Resûlullah efendimizin (s.a.v.), kendisinden sonra ümmetinden ihtilâflar çıkacağını bildirmesi yönüyle bir mu’cizesidir. Ayrıca dört halîfenin üstünlüğüne delâlet etmektedir. Zîrâ bu hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.), onların rüşd ve hidâyet yolunda olduklarını bildirmiştir.
Onyedinci hadîs-i şerîf: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bir kimse Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevâbını Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günahları affolur” buyuruyor.
Bu hadîs-i şerîfi, Resûlullah efendimizden (s.a.v.), Eshâbın en çok hadîs-i şerîf rivâyet edeni ve bu husûsta en çok gayret göstereni olan Ebû Hüreyre Abdurrahmân bin Sahr ed-Devsî rivâyet etti. Eshâb-ı Sûffa’dan olup gece ve gündüz devamlı Peygamber efendimizle (s.a.v.) beraber bulunurdu. Onu bu işten, ne mal, ne de şiddetli fakirlik alıkoyuyordu. Birgün Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamberimize (s.a.v.) şöyle demiştir: “Yâ Resûlallah! Senden işittiklerimi hafızamda fazla tutamıyorum”. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.); “Örtünü uzat” buyurdu. O da ridâsını uzattı. Resûlullah (s.a.v.) ona duâ etti. İki mübârek eliyle üç defa ona doğru nûr saçtı ve “Örtünü göğsüne sür” buyurdu. O da sürdü. Böylece, Allahü teâlâ ona öyle bir hafıza ihsân etti ki, işittiği hiçbir şeyi unutmadı. Ömrü de uzun oldu. Böylece çok hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Ahmed bin Hanbel, bir gece Resûlullah efendimizi (s.a.v.) rü’yâsında gördü. “Yâ Resûlallah! Ebû Hüreyre’nin sizden rivâyet ettikleri doğru mudur?” diye sordu. Resûlullah da (s.a.v.) “Evet doğrudur” buyurdu.
Ebû Büreyde el-Medînî şöyle anlatıyor: “Birgün Ebû Hüreyre, Mescid-i Nebevî’de minbere çıktı ve “Ebû Hüreyre’ye doğru yolu gösteren, ona Kur’ân-ı kerîmi öğreten ve ona Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunma ni’metini ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun...” buyurdu.
Bu hadîs-i şerîfte, Ramazan ayının faziletine ve bu ayda oruç tutanların geçmiş günahlarının bağışlandığına delîl olmaktadır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, Ramazan’ın son gecesinde kullarını bağışlar.”
“Allahü teâlâ, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) meleklere, ümmet-i Muhammed’e istiğfarda bulunmalarını emreder.” Hadîs-i kudsîde de; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Oruç benim içindir. Onun karşılığını ben veririm.” Bu hadîs-i kudsî de delîldir ki, oruç sevâbı, Allahü teâlânın ilmine âittir. Bunun nasıl olduğu insan aklına sığmaz.
Yine bu hadîs-i şerîf, îmânın tasdik olduğuna delîldir. Zîrâ inanmak, sevâba kavuşmanın birinci şartıdır. Ramazan’da orucu hâlis bir niyetle tutmalı, Allahü teâlânın emirlerine uymalı ve yasaklarından sakınmalı, O’nun va’dine teslim olmalı, açlıktan, susuzluktan gelen eziyetlere sabretmelidir. Orucu lezzet bilmeli, bir ân önce iftar edeyim dememelidir. Böyle yapmazsa, şu hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi olur: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruç, aç ve susuz kalmaktan başka birşey değildir.
Nice gece kâim olanlar vardır ki, onun gece kâim olması (kalkması), uykusuzluktan başka birşey değildir.”
Muâze el-Adevî gece olunca, “Bu gece benim öleceğim gece” der. Sabaha kadar uyumaz, gündüz ise “Bugün öleceğim gündür” deyip, akşama kadar ibâdet ederdi. Tekrar gece olunca, böyle devam ederdi.
İbn-i Şübrime buyurdu ki: “Hastalık korkusuyla yemekten perhiz edip de, Cehennem korkusuyla günahtan perhiz etmeyen kimseye çok şaşarım.”
Yirmidördüncü hadîs-i şerîf: “Bir kimse müslüman kardeşine arkasından duâ ederse, melekler âmin derler ve aynısı sana da diye ilâve ederler.”
Bu hadîs-i şerîfi, Sahabenin âlimi, faziletler ve hikmetler sahibi Ebüdderdâ (r.a.) rivâyet etmiştir. Ebüdderdâ (r.a.), Şam’da ikâmet etti ve hicretin otuzikinci yılında Hazreti Osman’in hilâfeti zamanında vefât etti. İslâmdan önce ticâret yapardı. Ebüdderdâ (r.a.) buyurdu ki: “Bir saatlik tefekkür, bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır.” Ebüdderdâ (r.a.) çok tefekkürde bulunurdu. Yine buyurdu ki: “İyi kimseleri sevdiğiniz müddetçe hayırda bulunursunuz.”
Bu hadîs-i şerîf, müslümanın, müslüman kardeşinin arkasından ancak hayırla yâd edeceğine delîl olmaktadır. Aynı zamanda, gıybetin yasak olduğunu bildirmektedir. Zîrâ birşeyin yapılmasını emr, aksinin de yapılmasını nehydir. Burada duâ edilmesini emr, aksi olan gıybet edilmesini yasaklamaktadır. Bu hadîs-i şerîfte dillerin doğru ve güzel konuşması, kadın-erkek her müslümana duâ etmesi, böylece onların isteklerine kavuşmalarında vesile olunması emredilmektedir.
Yirmiyedinci hadîs-i şerîf: “Yâ Ebâ Zer! Yemek pişirdiğinde suyunu çoğalt. Böylece komşularına da dağıt.”
Bu hadîs-i şerîfi, Resûlullahın (s.a.v.) dostu, dünyâdan yüz çevirmiş, âhırete yönelmiş, Ebû Zer Cündeb bin Cünâde rivâyet etmiştir. Kınâne oğullarının Gıfar kabilesinden idi. Mekke’de müslüman oldu. Bedr, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunmamıştır. Çünkü, müslüman olunca Resûlullahın (s.a.v.) emri ile kabilesine dönmüş, bu savaşlardan sonra Medine’ye gelmiştir. Hazreti Osman zamanında Rebeze’ye gitti. Orada, 32 (m. 652) senesinde vefât etti.
Bu hadîs-i şerîf, dostlara iyiliğin, ihsânının güzel olduğuna delîldir. Aynı zamanda, komşu hakkının ehemmiyetini göstermektedir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Cebrâil bana komşudan o kadar çok bahsetti ki, komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim.”
Yine bu hadîs-i şerîf, yemek yedirmenin faziletine delîl olmaktadır. Bu konu hakkında Kur’ân-ı kerîmde âyet-i kerîmeler ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadîs-i şerîfleri vardır. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “(Cennetlik olan iyi insanlar, o kimselerdir ki, dünyâda) adakları yerine getirirler ve azâbı salgın olan bir günden korkarlar. Yoksula, yetime, esîre seve seve yemek yedirirler. (Sonra onlara şöyle derler): Size ancak Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden ne bir hediye isteriz ne de bir teşekkür” (İnsan-7, 8, 9). Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Yanı başındaki komşusu aç iken doyan kimse (kâmil) mü’min değildir.” Yemek yedirmek Peygamberlerin sünnetlerindendir. Bunun için ziyâfet vermek, misâfirlere, komşulara, ikramda bulunmak müstehabdır. Ba’zı âlimler buyurmuşlardır ki: “Müslümanların en güzel siyeri (cihâdı) üçtür: Misâfire ikram, yazın oruç tutmak ve Allah yolunda harb etmek.”
Yirmisekizinci hadîs-i şerîf: “Allahü teâlâ, ilmi âlimlerden çekip almaz. Ancak âlimi, ilmiyle beraber çekip alır. Yeryüzünde âlim kalmayınca insanlar câhilleri önder edinirler. Onlara sorarlar onlar da ilimsiz olarak fetvâ verirler. Dalâlete düşerler ve başkalarını da saptırırlar.”
Bu hadîs-i şerîfi, çok oruç tutan, geceleri ibâdetle geçiren, fakirlere yemek yediren, tevâzu sahibi Ebû Muhammed Abdullah bin Amr bin As (r.a.) rivâyet etmiştir. Abdullah (r.a.), babası Amr bin Âs’dan (r.a.) önce müslüman olmuştur. Babası ile beraber Sıffin Vak’asında bulunmuş, iki kılıçla savaşmıştır. Mekke’de oturdu. Sonra Şam’a giderek, Yezîd bin Mu’âviye vefât edene kadar orada kaldı. Sonra tekrar Mekke’ye döndü ve burada, 65 (m. 684) senesinde yetmişiki yaşında iken vefât etti. Abdullah bin Amr (r.a.), bir gece rü’yâsında, bir parmağını balda, bir parmağını da yağda görür. Ertesi gün Resûlullah efendimize (s.a.v.) bu rü’yâsını sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.), “Bal, Kur’ân-ı kerîm, yağ ise Tevrat’tır. Sen her ikisini de okuyacaksın” buyurdu.
Bu hadîs-i şerîf, onu ilim talebine teşvik etmiştir. Hazreti Ömer (r.a.) buyurdu ki: “Her kim kavmini ilme, fıkha yöneltirse, onlara hayat kazandırır. Kim onları fıkhın dışına götürürse, onların helâkına sebep olur.”
Ziyâd bin Cübeyr’e “İslâmı yıkan birşey biliyor musun?” dendiğinde, “Hayır” dedi. Soran şahıs dedi ki: “Âlimin zellesi (yanılması) münâfıkların Kur’ân-ı kerîmin hükümlerine karşı gelmesi, sapık din adamlarının hüküm vermesidir.”
Otuzdokuzuncu hadîs-i şerîf: “Allahü teâlâ size annelere isyanı, kız çocuklarını diri diri gömmeyi, verilecek borcun verilmemesini, verilmeyen birşeyin alınmasını haram kıldı. Yine Allah sizin için çok suâl sormayı, çok konuşmayı, malı sebebsiz ve lüzumsuz yere harcamayı kerih gördü.”
Bu hadîs-i şerîfi, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) Mugîre bin Şu’be, Bî’at-ı Rıdvan’da, Yemâme gazâsında, Şam’ın fethinde, Yermük’te, Kadsiye’de hazır bulundu. Hazreti Ömer zamanında Basra vâliliği yaptı. 50 (m. 670) yılında Kûfe’de vefât etti.
Bu hadîs-i şerîfte anne-baba hakkına riâyetten bahsedilmekte ve onların hakkına riâyet etmemenin büyük günahlardan olduğu bildirilmektedir. Hadîs-i şerîfte sâdece annelerin hakkı zikredilmesi, anne hakkı daha büyük olduğu içindir. Anneler zikr edilerek, babalar da kasdedilmiştir.
Yine câhiliye devrinde, erkek çocuğu olan onu kabûl ediyor, kız çocuğu olan ise, onu diri diri toprağa gömüyordu. Kız çocuğunu bir ayıp olarak görüyorlardı, İslâmiyet, bu kötü âdeti ortadan kaldırdı. Yine bu hadîs-i şerîfte, kendine lâzım olmayan şeyleri sormayı, onlarla meşgûl olmayı yasaklamaktadır. Yine bu hadîs-i şerîf, malı günah olan yerlere sarf etmeyi de yasaklamaktadır. Denildi ki, “Bu hadîs-i şerîf, fayda gelmeyecek yerlere harc etmeyi yasaklamaktadır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-6, sh. 188
2) El-İber cild-1, sh. 159
3) Nücûm-üz-zâhire cild-5, sh. 333
4) Mirat-ül-cinân cild-3, sh. 310
5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 175
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 251
7) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 56