MEVDÛD ÇEŞTÎ BİN EBÎ YÛSUF ÇEŞTÎ

Evliyânın büyüklerinden. Çeşt’de dünyâya geldi. Zamanının en büyük evliyâsından olup, lakabları Kutbüddîn, Şems-i Sûfîyân, Çenâg-ı Çeştîyân, Yegâne-i Rüzgâr, Mahbûb-i Perverdigâr, Sâhib-ül-esrâr ve Mahzen-ül-envâr’dır. 527 (m. 1133) senesinde doksanyedi (97) yaşında iken vefât etti. Mevdûd Çeştî, daha yedi yaşında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Onaltı yaşında iken zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Yirmidört yaşında iken babasını kaybetti. Babasının vefâtından sonra onun yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Mevdûd Çeştî hazretleri, babası Ebû Yûsuf, Ahmed-i Nâmıkî ve Necmüddîn Ömer’den ilim öğrendi. Ayncâ ilim tahsil etmek için; Kudüs, Buhârâ, Belh ve daha birçok yere gitti. İlm-i zâhir ve ilm-i bâtında yetişmiş bir âlim ve büyük bir evliyâ idi. Binlerce talebe yetiştiren Mevdûd Çeştî’nin meşhûr talebeleri şunlardır: Oğlu Hâce Ebû Ahmed, Hacı Şerîf Zendenî, Şeyh Şencan, Ebû Nasır, Şekîban Zâhid Hüseyn Tibetî, Ahmed Bedrin, Serpuş Azerbeycânî, Osman Rûmî, Ebü’l-Hasen Bânî.

Talebelerinden birisi, nerede olursa olsun bir güçlükle karşılaşıp Mevdûd Çeştî hazretlerinden yardım isteyince, Mevdûd Çeştî’nin ma’nevî yardımları ile müşkilleri çözülürdü. Vefâtından sonra kabrine gidip inanarak duâ edenin ne dileği varsa ekseriya yerine gelirdi.

Şöyle anlatılır: “Mevdûd Çeştî, babasının sağlığında mektebe gidiyordu. Henüz daha çocuk yaşta idi. Bir bahar günü halk, şiddetle gürleyip akan bir seli uzaktan seyrediyorlardı. Gürleyerek akan bu şiddetli sel, taşları kaldırıp sürüklüyordu. Herkes bu duruma hayretle bakıyor, baktıkça hayretleri arttırıyordu. Selin şiddetinden hiç kimse karşıya geçemiyor, kendinde karşıya geçecek gücü bulamıyordu. Mevdûd Çeştî ortaya çıkıp, “Ben bu selden geçerim” dedi. Orada bulunanlar şaşırdılar. Mevdûd Çeştî şiddetle kükreyip akan suya birden daldı. Bir ânda şimşek gibi karşıya geçti. Sonra tekrar sel üzerinde yürüyerek geri döndü. Bu hâlini ve kerâmetini görenler, onun mübârek ve büyük bir insan olduğunu anladılar.”

Şöyle anlatılır: “Mevdûd Çeştî hazretleri daha mekteb çağlarında idi. O sırada bulunduğu belde de bir kıtlık oldu. Birçok kimseler toplanarak, gelip Mevdûd Çeştî’den yardım istediler. Mevdûd Çeştî elini yere koydu. O ânda, elini koyduğu yerden meyveler, çeşit çeşit şekerler ve bitkiler çıkıyordu. Orada bulunanlar toplamakla bitiremiyorlardı. Hâce Mevdûd, elini fitne korkusuyla yerden çekti. Bu haber muhterem babalarına ulaşınca, onu huzûruna çağırdı. Böyle hâllerden şiddetle onu men ettiler. Ve “Bizim hocalarımız kerâmetlerini göstermekten çok utanırlardı. Sana ne oluyor ki, kerâmet izhâr ediyorsun. Onlara muhalif olmaktan korkmuyor musun? Onlar yardım etmezse, kıyâmette huzûr-i ilâhide ne cevap vereceksin?” buyurdu. Çocuk yaşta olmasına rağmen Hâce Mevdûd’un bu kerâmeti her tarafa yayıldı ve Kutb-ül-Aktâb olarak anıldı.”

Şöyle nakledilir: “Hâce Mevdûd, birgün arkadaşları ile beraber şehir dışına çıkmıştı. Arkadaşları avlanmaya gittiler. O da, Hâce Ebû Ahmed denilen zâttan kalma dergâha gitti. Orada Allahü teâlâya ibâdet etmeye başladı. Hâce Ebû Ahmed’in daha önce talebelerinden olan binlerce cin oraya gelerek ona hizmete ve onunla birlikte ibâdete başladı. O kadar kalabalıktı ki, adım atacak yer yoktu. Bu sırada arkadaşları avlanma işini bitirmiş, onu arıyorlardı. Dergâha geldiler. Mevdûd Çeştî’ye, tanımadıkları birçok kimsenin hizmet ettiğini gördüler. Hâce Mevdûd, arkadaşlarının yakalamış olduğu süt veren hayvanların sütlerinin sağılmasını istedi. Onlar da süt sağmaya başladılar. O kadar çok süt sağdılar ki, orada koyacak kap kalmadı. Oradakilere sütü içmelerini buyurdu. Onlar da sütü içtiler. Hiç böyle lezzetli bir süt içtiklerini hatırlamıyorlardı. Bu kerâmeti görenlerin hepsi, Mevdûd Çeştî’ye talebe oldular.”

Mevdûd Çeştî, herkese tevâzu ve hürmet gösterirdi. Büyük ve küçük herkes istifâde etmek için onu ziyâret ederlerdi. O da gelenlerle, büyük, küçük, hizmetçi demeden ilgilenir, dertlerini dinlerdi. Huzûruna gelenlere önce selâm verir, ayağa kalkardı. Kendisine: “Yâ Hâce! Büyük ve küçükten ilk defa selâm verecek kimdir?” diye suâl edildi. Buyurdu ki: “Büyük, küçüğe selâm verir. Allahü teâlâ da, Peygamber efendimize (s.a.v.) mi’râcda önce selâm verdi ve “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü” buyurdu. Peygamber efendimiz de (s.a.v.), karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Peygamber efendimiz böyle yaparken, biz, nasıl olurda O’na muhalefet ederiz. Sonra Resûlullaha uymak, bize farz-ı ayndır.”

Şöyle nakledilir: “Hâce Mevdûd Çeştî’nin dergâhında, kaside okuma, dinleme meclisleri olurdu. Hâce Mevdûd bu meclislerden çok zevk alırdı. Bu meclislere ulemâ, meşâyıh, büyük-küçük herkes gelirdi. Her çeşit nefis yemekler hazırlanır ve orada bulunanlara ikram edilirdi. Meclise Kur’ân-ı kerîm okuyarak başlanır, Kur’ân-ı kerîm okuyarak bitirilirdi. Okunan kasidelerde, Resûl-i ekremin (s.a.v.) Eshâbının çektiği acılar ve âhıretle ilgili husûslar geçince, Hâce Mevdûd Çeştî ağlardı. Kaside okunurken Hâce Mevdûd bir ara gözden kaybolurdu. Kendisine, “Bunun sırrı nedir?” diye sorulunca, “Ey Azîz! Bu fakir, mahbûbunun nûruna bürünmüştür. O’nunla olup, O’nun muhabbetinin cezbesine kapılmış, başkasından alâkayı kesmiştir. Eğer size o ânda kavuşulan şeylerin hepsini anlatsam, Ayn-ül-kudât gibi beni yakarlardı. Bunun için hocalarımız, o ânda kavuşulan şeyleri, hafsalası almıyacak olan kimselere anlatmamışlardır” buyurdu.”

Şöyle anlatılır: “Hâce Mevdûd Çeştî, pederi vefât ettiğinde yirmidört yaşında idi. Pederinin yerine geçerek, talebe yetiştirmeye başladı. Babasının talebeleri, onu hoca kabûl ettiler. Hâce Mevdûd’un babasının vefât heberi, Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî’ye ulaşınca, Ahmed-i Nâmıkî: “Hâce Mevdûd, büyüklerin yetiştiği bir ailedendir ve daha çok gençtir. Bunun için, onun yanına gidip onun yetişmesini, terbiyesini tamamlıyayım. Onun vilâyetinde bir payım bulunsun. Eğer böyle yapmazsam, onun mübârek ailesine karşı vazîfemi yapmamış ve onlara ihânet etmiş olurum” buyurdu. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, yanında talebelerinden kalabalık bir grup ile Cam’dan Çeşt’e doğru yola çıktı. Herat’a vardığında ba’zı münâfıklar, Hâce Mevdûd’a gittiler ve “Şeyh-ül-İslâm Ahmed-i Nâmıkî Câmî babanızın vefâtını işitmiş. Sizin için ise, o daha çok gençtir, gidip onun vilâyetine müdâhale edeyim demektedir” dediler. Münâfıkların bu sözleri üzerine, Hâce Mevdûd bir müddet murâkabe etti. Sonra başını kaldırarak onlara: “Sizin söylediklerinizin hepsi yanlıştır ve işitilmemiş şeylerdir. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, muhabbet ve ihlâsla bizi kuvvetlendirmeye geliyor” buyurdu. Bu sırada Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin yakına geldiğini haber verdiler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd Çeştî onu karşılamaya çıktı. Orada bulunan ard niyetli münâfıklar, şayet Şeyh onu ister istemez karşılayacak ise, çok kalabalık bir grup ile karşılamamalıdır” dediler. Hâce Mevdûd, bunların sözlerine hiç i’tibâr etmedi. Dörtbin talebesi ile yola çıktı. Yolda Herat’a kadar kiminle karşılaştı ise, hepsi ona talebe oldu. O kadar çok kalabalık idi ki, o kadar kalabalık görülmemiş idi. Her iki büyük âlim Tunük nehrinin kenarında durdular. Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir arslan üzerinde duruyordu. Hâce Mevdûd Çeştî ise, nehir kenarındaki duvarın üstünde idi. Hâce Mevdûd, “Siz uzak yerden geldiniz. Bizim, sizin yanınıza gelmemiz uygundur” dedi. Besmele çekerek havada uçtu ve Ahmed-i Nâmıkî Câmî’nin yanına geldi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî dostlarına, “Hâce Mevdûd hakkında korktuğumuza uğramadık. Hâce Mevdûd, veliy-yi kâmillerdendir. Onu görmekle şereflendik” dedi. Sonra Hâce Mevdûd ile beraber oturdular ve uzun uzun konuştular. Hâce Mevdûd ona, “Garîbhânemizi şereflendirirseniz bizi memnun edersiniz” dedi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, “Bizim maksadımız sizinle görüşmek idi. Bu da elhamdülillah en güzel şekilde hâsıl oldu” dedi. Hâce Mevdûd ile Ahmed-i Nâmıkî Câmî bir müddet daha sohbet ettikten sonra, Hâce Mevdûd’un talebelerinden Ali Hakîm isimli bir zâtın evine gittiler. Orada üç gün sohbet ve Allahü teâlâyı zikr ettiler. Birgün bu iki zât, Allahü teâlâyı zikr ederek kendilerinden geçmiş bir hâlde iken, ellerinde hançer olan iki münâfık içeri girdi. Maksadları her ikisini de hançer ile öldürmek idi. O sırada Hâce Mevdûd’un nazarları onlara isâbet etti. Onlar derhal düşüp bayıldılar. Bir müddet sonra onlar ayrılınca, Ahmed-i Nâmıkî Câmî: “Yâ Hâce Mevdûd! Bu ne hâldir? Bunlar kimlerdir?” diye sorunca, Hâce Mevdûd olanları ona anlattı. Bunun üzerine Ahmed-i Nâmıkî Câmî, “Ben onları affettim. Fakat kurtulmaları için senin de affetmen lâzımdır” buyurdu. Bunun üzerine Hâce Mevdûd, “Ben de onları affettim” dedi. Onun bu sözünden sonra adamların titremeleri geçti ve tövbe edip sâlih talebelerden oldular.

Bundan sonra Hâce Mevdûd Çeşt’e, Ahmed-i Nâmıkî Câmî de, Câm’a dönme hazırlığına başladılar. Ahmed-i Nâmıkî Câmî, Hâce Mevdûd’a ilim tahsilini kuvvetle tavsiye ettikten sonra: “İlimsiz evliyâlık bir hiçtir. Her ne kadar ma’rifet ilimlerini kemâl derecesinde biliyorsan da, zâhir ve batının bir olması için, ilm-i zâhirde de kemâl derecesinde olman lâzımdır” dedi. Hâce Mevdûd bundan sonra onun nasîhatına göre hareket etti. Daha sonra Mevdûd Çeştî oradan ayrılıp evine dönerken, yolun kenarından bir şahsın, “Yâ Mevdûd! Yâ Mevdûd!” diye bağırdığını duydu. O şahsın yanına giderek hâlini ve neden böyle seslendiğini sordu. O kişi de uzun zamandan beri gözlerim görmüyor, iyileşmem için Allahü teâlâya duâ ediyorum. Hafiften bir ses duydum. “Mevdûd Çeştî bizim sevgili kulumuzdur. Onu vesîle ederek duâ etmen gerekir. Onun buraya gelmesiyle gözlerin açılacaktır” diye bir nidâ geldi” dedi. Onun bu sözlerinden sonra Mevdûd-i Çeştî, elini o kişinin gözlerine sürdü. O kişinin gözleri derhal açıldı.

Aynı sene zâhirî ilimlere devam etmek için Belh’e gitti. Hâce Mevdûd, Belh şehrine geldiğinde, herkes onu karşılamağa çıktılar. Ona hürmette ve ta’zimde çok ileri gittiler. Onun sohbetleri ile bereketlendiler. İşleri güçleri hased etmek olan ba’zı kimseler, onu kıskandılar. Onu imtihan etmek, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derecesini anlamak istediler. Aralarından dörtyüz kişi topladılar. Bir Cum’a günü Belh Câmii’nde namazdan sonra, Mevdûd Çeştî’ye bu dörtyüz kişiden herbiri, zâhir ilimlerin en zor mes’elelerinden çeşitli sorular sordular. Hâce Mevdûd herbirine öyle cevaplar verdi ki, hiçbirinin konuşacak hâli kalmadı. Bunun üzerine onlar, “Siz bu kadar ilim sahibi olduğunuz hâlde kasîde dinliyorsunuz?” diye sordular. O da, “Bizim hocalarımız, zâhirî ve bâtınî ilimlerin hepsini kendilerinde toplamışlardı. Onlar dîne muhalif hiçbir şey yapmadılar ve yapmazlar, Kasideyi onlar da dinlediler. Sonra Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem de kasîde dinler ve böyle yapanlara da mâni olmazdı, İbrâhim bin Edhem, müctehid, mürşid-i kâmil idi. Aynı zamanda sizin İmâmınızdir. Size ne oluyor ki, kasîde dinlemeye; karşı çıkıyorsunuz?” buyurdu. Bunun üzerine oradaki âlimler, “İbrâhim bin Edhem, aynı zamanda havada uçardı. Eğer siz de havada uçarsanız, ona ittibâ ettiğinize inanacağız” dediler. Daha sözlerini bitirmeden, Hâce Mevdûd duvarın üzerine sıçrıyarak uçmaya başladı, sonra gözden kayboldu. Bir müddet sonra geri geldi. Orada bulunanlar, “Bu yaptığını Cûkî denilen Hind Brehmenleri de yapıyor. Senin bu yaptığının Rahmânî mi, şeytanî mi olduğunu nasıl anlarız?” diye sordular. Sonra, “Eğer şu mescidin kenarındaki taş senin isteğinle gelir, sana şâhidlik ederse kabûl ederiz” dediler. Bunun üzerine Hâce Mevdûd, Allahü teâlâya duâ ederek taşa işâret etti. Taş yuvarlana yuvarlana yaklaştı ve taştan şöyle bir ses işitildi: “Ey müslümanlar’ Hâce Mevdûd, vilâyet ve kerâmet sahibidir. Onun fiilleri dîne uygundur. Onun hâllerinin hepsi Rahmânî’dir.” Bu taş, üç defa aynı sözleri tekrar etti. Orada bulunanların hepsi Hâce Mevdûd Çeştî’nin büyüklüğünü anladılar ve tövbe ettiler.”

Şöyle anlatılır: “Hâce Mevdûd, Belh’den talebeleriyle Buhârâ’ya doğru yola çıktı. Bir nehir kenarına geldiler. Bu nehirde bir kayık çalışıyor, yolcuları ücretle karşıya geçiriyordu. Hâce Mevdûd ve talebelerinin yanında hiç para yoktu. Kayık sahibi onlara, “Para almadan sizi karşıya geçirmem” dedi. Bunun üzerine kayık ile geçilmeyeceğini anlayan Hâce Mevdûd, Besmele çekerek nehre yürüdü ve talebelerinin de kendisini ta’kib etmelerini istedi. Onlar da Hâce Mevdûd’un peşini ta’kib ettiler. Göz açıp kapayıncaya kadar selâmetle karşı kıyıya geçtiler. Daha sonra onları karşı kıyıda gören kayık sahibi pişman olup, özür diledi ve talebelerinden oldu. Buhârâ’ya varan Hâce Mevdûd, orada ilim tahsili ile meşgûl olmaya devam etti. Daha çok Necmeddîn Ömer’in derslerine devam etti. Ondan fıkıh ilmini öğrendi. Necmeddîn Ömer de ona şefkat ve merhamet gösterdi. Bu dersleri dinlemeye binlerce cin de gelirdi. Bu esnada cinlerle aralarında dostluk peyda oldu. Cinler, Hâce Mevdûd soyundan gelenlere bu dostlukdan dolayı kötülük yapmamaktadır.”

Şöyle anlatılır: “Hâce Mevdûd, bir Aşure günü Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî ile sohbet ederken, zâhid kılıklı, ya’nî arkasında hırka, omuzunda seccade olan bir adam kapıdan girip meclise oturdu. O zât Hâce Abdülhâlık’a, “Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar” buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye sordu. Hâce Abdülhâlık da ona, “Sırrı; zünnârını kesip müslüman olmandır” buyurdu. O zât, “Allah korusun! Bende zünnâr mı var?” diye sorunca, Hâce Abdülhâlık hizmetçilerden birine, bu kişinin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Hırkayı çıkardıklarında, orada bulunanlar onun belindeki zünnârı gördüler. O zât hemen tövbe edip İslâm dînini kabûl etti.

Şöyle anlatılır: “Mevdûd Çeştî, ölüm döşeğinde hastalığı iyice artınca, sık sık yatağından başını kaldırıp kapıya doğru bakıyordu. O esnada nûrânî yüzlü, temiz elbiseli bir zât içeriye girdi. Selâm vererek, üzerinde birkaç satır yeşil yazı bulunan bir ipek parçasını Mevdûd Çeştî’ye verdi. O da yazıya biraz baktıktan sonra, onu gözlerinin üzerine koyarak vefât etti. Cenâzesi yıkanıp, kefenlenip, musalla taşına kondu. Tam cenâze namazı kılınacağı zaman, müthiş bir ses duyuldu. O sesi duyanların büyük bir kısmı oradan kaçtı. Bunun üzerine, birçok evliyânın rûhları ve binlerce cinnî onun namazını kıldılar. Bunlar her ne kadar görülmüyor idiler ise de, duâ ve sesleri orada bulunanlar tarafından duyuldu. Daha sonra talebeleri ve halk, cenâze namazını kıldılar. Namazdan sonra tabut, Allahü teâlânın izni ile kendi kendine hareket ederek kabre kadar gitti. Bu kerâmeti gören binlerce gayrî müslimden birçoğu müslüman olmakla şereflendiler.”

Mevdûd Çeştî, “Minhâc-ül-ârifîn” ve “Hülâsa-i şeriat” isimli iki eser yazmıştır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Hadîkat-ül-evliyâ kısım-2, sh. 146

2) Nefehat-ül-üns sh. 364

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 33

4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 477

5) Siyer-ül-aktâb sh. 77