Vâ’iz ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Sa’d olup ismi, Ma’mer bin Ali bin Ma’mer bin Ebî Ammâre’dir. 429 (m. 1038) yılında Bağdad’da doğdu. Memleketine nisbetle Bağdadî denildi. Bakkâl lakabı verildi. 506 (m. 1112) yılında Bağdad’da vefât etti. Bâb-ül-Harb kabristanında Ahmed bin Hanbel hazretlerinin kabri yanına defnedildi.
Keskin zekâsı ve üstün hafızası ile küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Zamanının ileri gelen âlimlerinden ders aldı. İbn-i Ceylân, Ebû Muhammed Hallâl, Cevherî ve Ebü’l-Kâsım Ezcî gibi âlimlerin derslerinde bulundu. Fıkıh ve diğer ilimlerde çok kitap okudu. Dört mezhebin fıkıh bilgilerini ve Hanbelî mezhebi fıkıh bilgilerinin inceliklerini öğrendi. Peygamberlerin ve Peygamber efendimizin (a.s.) hayâtını, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) ve Selef-i sâlihînin hayât ve hâllerini öğrendi. Onların Allah yolunda nasıl çalıştıklarını, nasıl cihâd ettiklerini, başlarından geçen harikulade hâlleri kitaplardan okudu. Hocalarından dinledi. Onların güzel hâllerine âşinâ ve âşık oldu. O büyüklerin halleriyle hâllendi. İlimde yüksek, ahlâkta üstün oldu. Hanbelî mezhebine göre fetvâ verdi. Herkesin hürmet ve sevgisini kazandı. Va’zlarını kaçırmamak için büyük-küçük herkes yarışırdı. Va’zlarında, halîfe, sultan, vezîr ve diğer devlet erkânı da hazır bulunur, çok istifâde ederlerdi. Bağdad’da Câmi-i Mehdî’de va’z ederdi. Belâgatte (güzel konuşmadaz, hazır cevaplılıkta, güzel ahlâkta, insanlara te’sîr etmede, zühd ve takvâda üstüne yoktu. Selef-i sâlihînden hikâyeler anlatıp, insanları irşâd ederdi. Va’zları hemen te’sîrini gösterirdi. Her va’zında birçok günahkâr tövbe ederdi. En katı kalbler, onun bir va’zında yumuşardı. Ehl-i sünnet âlimlerine muhalefet edip, Esbâba Kirâmın yolundan ayrılmış olan Mu’tezile fırkasının, zamanında en önde gelen âlimi olan Ebû Ali bin Velîd, onun bir defa va’zını dinledi. Kapıdan çıkarken bütün bozuk fikirlerinden tövbe ettiğini söylemeye başladı. Birçok sapık kimsenin de tövbe etmesine vesile oldu. Pekçok talebe yetiştirdi. Birçok risale yazdı.
Sık sık halîfe ve devlet adamlarına husûsî nasihatlerde bulunurdu. Bunlardan birinde, halîfe Müstezhir’e; “Dikkat et! Allahü teâlâ, senin bütün mülkünü bir ânda târumâr edebilir” dedi.
Bir defasında Mehdî Câmii’nde, Nizamiye medreselerini inşâ ederek Ehl-i sünnet âlimlerini koruyan, Selçuklu veziri Nizâm-ül-mülk’ün de dinleyiciler arasında bulunduğu bir va’zında, ona şöyle nasihatte bulundu:
“İhsân sahibi olan Allahü teâlâya hamd olsun, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma ve O’nun karanlıkları aydınlatan Ehl-i beytine ve O’nun Eshâb-ı kirâmına salâtü selâm ve duâlar olsun. Allahü teâlâ Sadr-ı İslama (vezîr-i a’zama) selâmet versin. Ondan devlet başkanını râzı etsin. Onu takvâ ile süslesin, hüsn-i hatime (son nefeste îmânla gitmek) nasîb eylesin. Onun için dünyâ ile âhıreti cem eylesin.
Ey Vezîr-i a’zam, ma’lûmdur ki: Eşraftan olan kimselerden her biri, ihsânda veya adâlette bulunmakta muhayyerdir. Dilerse ihsânda bulunur veya adâletle davranır. Ancak velâyet elbisesini (sultanlık, vezirlik veya insanların idâreciliği elbisesini) giyen kimse, ihsânda ve adâlette muhayyer değil, mecbûrdur. Zîrâ bu işle vazîfelidir. Zamanını satmış, parasını almıştır. Artık onun gündüz irâdesini kullanacağı bir zamanı kalmamıştır. Onun, artık gündüzleri nafile namaz kılacak vakti yoktur. Tedbir sadedi. (devlet işlerinin plân ve programını yapmak) hâriç, i’tikâfa giremez (evine kapanamaz). Artık o insanların işine bakmaktadır. Bu iş de fazilettir, farzdır, lâzımdır.
Ey Vezîr-i a’zam, sen bu devlete vezîr oldun. Bu ümmetin ecîrî (ücretle tutulan adamı, görevlisi) oldun. Seni Celâl-üd-devle Sultan Melikşah, bol şerefle vezîr eyledi. Dünyâda ve âhırette kendisine ortak kıldı. Dünyâda, müslümanların işlerini sana havale etti. O, âhırette, âlemlerin Rabbine bu makamdan dolayı hesab verecektir. Allahü teâlâ onu huzûrunda durduracak ve buyuracak ki: “Seni beldelere hâkim kıldım. Müslümanların müşkillerini sana havale ettim. Sen, adâletin yerine gelmesi, ihsânın yapılması için ne yaptın?” Sultan da, herhalde şöyle diyecek: “Yâ Rabbi, devletimden, cesur, akıllı, faziletli ve ehil bir şahsı seçtim. Ona, “Kıvâmüddîn ve Nizâm-ül-mülk” lakablarını verdim. Bütün vilâyetlerimi, kumandanlarımı, askerlerimi ve emniyet teşkilâtını onun emrine verdim. Âlimlerle onu takviye ettim. Onu her türlü mâlî imkânlarla destekledim. Yâ Rabbî! Kulların ve beldelerin hakkında ne yaptığını ona sor.”
Senin diyeceğin en güzel cevâb: “Evet, müslümanların ve beldelerin idâresini üzerime aldım, insanlara ihsânlarda, ikramlarda bulundum. Sana kavuşma vakti yaklaştığı zaman, sana kavuşmaya yaklaştım. Kapılara kapıcılar ve yardımcılar koydum ki, benden adâlet isteyenler ve bana ihtiyâç için gelenler geri dönmesin.”
Ey Vezîr! Sarayını ma’mûr ettiğin gibi, kabrini de ma’mûr et! Hayatın devam ettikçe, fırsatı ganîmet bil! Zîrâ, şu ânda ne yaparsan kabûl edilir. Yarın, özür kabûl edilmez. Sana şu kıssaları anlatayım da, onlardan hisse alasın:
Puta ibâdet eden Hind hükümdârının işitme duygusu yok olmuş, kulağı işitmez olmuştu. Halkı huzûruna gelip ona ta’ziyede bulunuyorlardı. Dedi ki: “Bu organımın duymamasına üzülmüyorum. Ancak mazlûmun sesini duyamadığıma, yardım edemediğime üzülüyorum.” Daha sonra Hükümdâr şöyle ilâve etti: “İşitme duygum gittiyse, gözüm hâlâ görmektedir. Zulme uğrayanlara söyleyin, kırmızı elbiseler giyip huzûruma gelsinler, böylece onları tanıyayım ve onların dertlerine çâre bulayım” dedi.
Düşmanının bile dertlerini dinlediğini gören Rum kralının elçisi, Nûşirvân-ı Âdil’e: “Düşmanının sana ulaşmasına niçin yardım ediyorsun?” dedi. Nûşirvân: “Ben burada, zulmü kaldırmak, hacetleri gidermek için oturuyorum” diye cevap verdi.
Ey Vezîr-i a’zam! Bu vasıflara sen daha müstehaksın ve daha lâyıksın. Zîrâ Allahü teâlâ, Meryem sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Az kalsın, bunların edebsizce söyledikleri çirkin sözlerden yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacak.” Bu makamda lâzım olan, Allahü teâlâdan korkmak, O’na boyun eğmek, kalbden O’nun sevgisinden başka herşeyi çıkarmak ve oraya Allahü teâlânın hükmünü yerleştirmek lâzımdır. O günde, sıkıntılar büyük olur. Küçüklerin saçları ağarır ve melikler, vezirler azledilir. Fecr sûresi 23. âyetinde meâlen buyuruldu ki: “O günde insan (kâfir), günâhını hatırlar ve pişman olur. Lâkin o günde pişman olmanın faydası ne olur!” Yine Âl-i İmrân sûresi 30. âyetinde meâlen buyuruldu ki: “Kıyâmet günü her nefs dünyâda hayırdan ve şerden işlediği şeyi hazır bulur ve temenni eder ki: “Keşke kendisiyle kötü amelin arasında uzak bir mesafe bulunsaydı.”
Ey Vezîr! Senin için duâyı çoğalttım, senayı artardım. Elhamdülillah! Yer yüzünde kaybedecek hiçbir arazîm veya köyüm yok. Benimle başka biri arasında husûmet yok. Babam için de fakirlikten başka üstünlük yoktur.”
Nizâm-ül-mülk, bu va’zı dinleyince, şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Ona 100 dînâr verilmesini emretti. Fakat o bunu almak istemedi ve buyurdu ki: “Ben, Emîr-ül-mü’minînin ziyâfetindeyim. Birinin, Emîr-ül-mü’minînin ziyâfetinde bulunup da, bir başkasının hediyesini alması çok çirkin bir şeydir.” Nizâm-ül-mülk ona dedi ki: “Al! Fakirlere dağıt.” Ma’mer dedi ki: “Fakirler, senin kapında benim kapımdakinden daha çoktur.” Nizâm-ül-mülk, ona hiçbirşey veremeden geri döndü.
İbn-i Cevzî buyurdu ki: “Ebü’l-Mekârim bin Rumeydâ anlatır: Ebû Sa’d bin Ebî Ammâre’yi, Abbasî halîfesi Müsterşid ile Irak Selçukluları sultânı Sultan Mahmûd’un bozuştukları sırada rü’yâda gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Ona selâm verdim ve “Nereden geliyorsun?” dedim. Buyurdu ki: “Ahmed bin Hanbel’in yanından geliyorum. “O da geriden şimdi geliyor” dedi. Baktığımda, Ahmed bin Hanbel’in talebeleri ile beraber geldiğini gördüm. Dedim ki: “Nereye gidiyorsunuz?” Buyurdu ki: “Müsterşid-billah için mescidde duâ etmeye gidiyoruz.” Ben de onlara arkadaş oldum. Nihâyet Harbiye’de İbn-i Kazvîn mescidine vardık. Ahmed bin Hanbel, “Haydi girelim” dedi. Biz de onunla beraber içeri girdik. Ahmed bin Hanbel içeri girince, “Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû” dedi. Birden mescidin ortasında bir ses “Ve aleykesselâm” dedi ve sonra, “Ey Ebû Abdullah! Halîfeye yardım edildi” dedi. Korkarak uyandım. O zâtın dediği gibi, halîfe Müsterşid kısa zamanda anlaşmazlığı bertaraf etti. Muzaffer oldu.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 107
2) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 14
3) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 175