Irak’ta yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mâcid el-Kürdî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. Zamanında Irak’ta bulunan evliyânın öncüsü, muhakkik olan âlimlerin İmâmı idi. O zamanda orada bulunan evliyâ, ona bağlanmakta, ona hürmet ve ta’zimde hep beraber idiler. Evliyânın baştâcı olan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bu zâtı överdi. Mâcid-ül-Kürdî (r.a.), Irak’ta Cebel-i hamrîn denilen yerde yerleşip orayı vatan edindi. Vefâtına kadar orada kaldı. 561 (m. 1166) senesinde orada vefât etti. Kabri orada bilinmekte ve ziyâret edilmektedir.
Mâcid-ül-Kürdî (r.a.), hârikalar ve kerâmetler sahibi, çok yüksek bir zât idi. Birgün vedalaşmak üzere kendisine bir kimse gelip, “Yaya olarak, yalnız başıma hacca gitmeye azmettim (niyet ettim) dedi. Tek başına gidecekti. Yiyecek bir şeyi de yoktu. Mâcid-ül-Kürdî hazretleri, rakûtesini (deriden yapılmış bir çeşit su kabını) kırbasınız çıkarıp o kimseye vererek, “Bunu al! Abdest alacağın zaman bunda su bulursun. Susadığın zaman, bunda su ve süt bulursun. Acıktığın zaman, bunda çorba bulursun” dedi. O kimse, Irak’ta bulunan Cebel-i hamrîn’den Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Oraya vardı. Hac vazîfesini îfâ etti. Orada bir müddet ikâmet etti. Sonra Irak’a döndü. Bu çok uzun yolculuğu müddetince, o rakûte (su kabı, kendisine yetti. Abdest almak istediği zaman o kapdan güzel su çıkar, onunla abdest alırdı. Su içmek istediği zaman ondan tatlı su çıkar, onu içerdi. Gıda olarak birşey içmek istese, süt, bal şerbeti ve çorba içerdi. Bunların da lezzeti o kadar ki, şekerden daha tatlı idi.
Mâcid-ül-Kürdî hazretlerinin oğlu Süleymân (veya Selmân) şöyle anlatıyor: “Bir ara babamın husûsî odasında, yanında bulunuyordum. Orada yiyecek ve içecek asla birşey bulunmazdı. Birgün kendisine 20 tane fakir geldi. Babam bana, “Şu odaya gir, bize yemek getir” dedi. Ben, içeride yiyecek ve içecek hiçbir şey bulunmadığını bildiğim hâlde i’tirâz edemedim, iki hizmetçi ile beraber odaya girdik. Bir de ne görelim! Oda, çeşit çeşit lezzetli yemeklerle dolu idi. O yemekleri çıkardık. Gelen kimseler yediler, doydular. Yemekler de tamamen bitti. Biraz sonra 30 fakir daha geldi. Babam, yine önceki gibi emredip içeriden yemek getirmemizi emretti. Peki deyip içeri girdiğimizde, öncekilerden daha değişik ve daha çok yemeklerin dolu olduğunu gördük. O yemekleri de getirip ikram ettik. Sonra babam, bu iki hizmetçiye birden nazar etti. İkisi de orada bayılarak düştüler. Evlerine kaldırıldılar ve her ikisi de uzun müddet baygın hâlde kaldı. Nihâyet ayılıp istiğfar ederek ve ağlıyarak, babamın yanına geldiler. Çok özür dileyip, affedilmelerini istediler. Babam da, özürlerini kabûl edip onları affetti. O iki hizmetçi bu hâle düşmelerine sebeb olan hatâlarını izah edip, “İçeride hiç yemek bulunmadığını bildiğimiz bir odada, iki defada da, çeşit çeşit ve bol yiyecekleri görünce, “Bu sihirdir” düşüncesi aklımıza geldi. Bu yanlış düşüncemiz sebebiyle bu duruma düştük” dediler.
Yine oğlu anlatıyor: “Birgün babam bana dedi ki; “Süleymân! Şu dağa doğru git. Orada ricâl-i gayb’dan üç kişi bulursun. Onlara de ki, “Babam size selâm ediyor, iştahınız neyi çekiyorsa söyleyin!” Ben onların bulundukları yere geldim ve babamın sözlerini kendilerine bildirdim. Onlardan birisi nar, diğeri elma, üçüncüsü de üzüm istedi. Babamın yanına dönüp istediklerini arzettim. Bana, “Filân yerdeki ağaca git. İstedikleri meyveleri o ağaçtan topla!” buyurdu. Ben peki deyip gittim. Hâlbuki o ağaç kuru bir ağaçtı. Babamın emri üzerine ağacın yanına gittiğimde, dediği meyvaların (Nar, elma ve üzümün) o ağaçta bulunduğunu gördüm. Meyveleri alıp, babamın yanına geldim. Bana “Bunları o kimselere götür!” buyurdu. Onların bulunduğu yere vardım, istediklerini kendilerine verdim. Üzümü ve narı istiyenler meyvalarını yediler ve kuş misâli uçup gittiler. Elma sahibi ise yemedi ve “Ben seni kendime tercih ediyorum. Benim yerime sen ye!” dedi ve diğerleri gibi uçup gitmek istedi. Fakat uçmaya muvaffak olamadı. Bu hâlini babama haber verdim. Babam onun yanına gelip onun için istiğfar etti ve elmadan yemesini emretti. Elmayı yedirdi ve kendisine iltifât edip, eliyle onun omuzuna vurdu ve ona duâ etti. O da diğerleri gibi uçup gitti ve öbürlerine yetişti.”
Mâcid-ül-Kürdî hazretleri buyurdu ki:
“Zâhid, sabır ilâcını, müştak, şükür ilâcını ve Allahü teâlâya kavuşmakla şereflenmiş olan vâsıl da, velâyet (dostluk) ilâcını kullanır.”
“Allahü teâlâya âşık olanların kalbleri, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın nûru ile nûrlanmış, aydınlanmıştır. O kalbte iştiyâk hâli hareket edince, onun nûru yer ile gök arasını aydınlatır. Allahü teâlâ, meleklere onları över ve “Şâhid olunuz ki, ben onlara daha müştakım” buyurur.
“Allahü teâlânın muhabbeti ile kalbi dolup taşan bir kimseyi, Allahü teâlâ çok yükseltir. Öyle yükselir ki, Allahü teâlâya yakın olur ve bu yakınlıkla gözü aydın olur.”
“Şevk, Allahü teâlâya âşık olanların kalblerinde yanan bir ateştir ki, o ateşi ancak, Allahü teâlâya kavuşmak ve O’nun cemâline nazar etmek (bakmak) teskin eder, dindirir.”
“Susmak, yorulmadan, güçlük çekmeden yapılan bir ibâdettir. Zâhirî bir süs ile süslenmeden kazanılan bir zînettir. İnsanı özür dilemek zilletine düşmekten koruyan bir zenginliktir, kirâmen kâtibîn meleklerine rahatlıktır.”
“Kişiye, ilim olarak Allahü teâlâdan korkması yetişir. Kişiye, cehâlet olarak da kendi nefsini beğenmesi, ucb sahibi olması kâfidir. Ucb artınca, ahmaklık hâlini alır. Kişinin kendi ayıblarını görmesine mâni olur.”
“Allahü teâlâ, yarattığı şeylerin herbirisinin bir sûretini insanoğluna kattı, nakşetti. Sırlardan açıklamadığı, beyân etmediği her sırra âit ilmin bir anahtarını ona yerleştirdi. Hülâsa, insan, âlemin (âlemde olan şeylerin) muhtasar bir sûreti, nümûnesidir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 239
2) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 148
3) Kalâid-ül-cevâhir sh. 107