KETTÂNÎ (Muhammed bin Ahmed bin Ahmed)

Büyük âlimlerden. Pek çok faziletleri üzerinde toplamış bir zât idi. İnsanların doğru yola gelmesi ve ebedi saadete kavuşmaları için çırpınırdı. Hasta kalblere şifâ olan sözlerini dinlemek için, uzak yerlerden sohbetine gelirlerdi. Allahü teâlâyı, Resûlullahı (s.a.v.) ve Allahü teâlânın, sevdiklerini sevmeyi anlatan, “Menâzil-ül-muhabbet” isimli eseri kıymetlidir, imânın temeli, “Allahü teâlânın dostlarına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmaktır.” buyururdu. 554 (m. 1159) senesinde vefât etti.

Muhammed Kettânî, “Menâzil-ül-muhabbet” adlı eserinde, muhabbetin yüz mertebesini sayıp izah etmiştir. Bunlardan ba’zıları şunlardır:

Muhabbetin mertebeleri:

1. Tövbe ve tezellüldür (kendini küçük görmek, alçak tutmak). Bunlar ilk makamlardır. Bir kimse dünyâyı terkedip Rabbine dönerse ve nefsî arzulardan vaz geçerse, hatâ ve günahlarını i’tirâf edip af dilerse, o zaman muhabbete müstehak olur. Çünkü Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz ki Allah, tövbe edenleri sever” buyurdu.

2. Taharet (temizlik) mertebesi: Bu da zâhir ve bâtın temizliği olmak üzere iki kısma ayrılır. Zâhir temizliği su ile yapıldığı gibi, bâtın (kalb) temizliği, yakîn elde etmek iledir. Ya’nî kalbin Allahü teâlâyı görüyor gibi inanması ve kalb hastalıklarından kurtulması iledir.

3. Resûlullahın (s.a.v.) sevgisi, ya’nî O’na olan muhabbettir.

4. Nafile olan amelleri de sevip yapmak. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde “Kulum bana (farzlardan sonra) nafileler ile yaklaştığı kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz” buyurdu.

5. Allahü teâlâdan gelen herşeye, ni’metlere de, belâlara da ayırım yapmadan boyun eğmektir. Dert ve belâlardan lezzet almak; daha var mı diyebilmektir.

6. Allahü teâlâya itaattir, isyan ederek muhabbet olmaz.

7. Allahü teâlânın kitabını, ondaki latîf hitâbları ve tatlı azarlamaları severek ona yaklaşmak. Bu da bildirilen emirleri lâyıkıyla yapmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak iledir.

8. Allahü teâlâya yaklaştıran mertebelerden biri de, O’nun dostlarını ve sevdiklerini sevmektir.

9. Cihâd mertebesi olup, iki kısma ayrılır. Biri din düşmanları ile yapılan cihâddır. İkincisi büyük cihâd olup, itaat edinceye, boyun eğinceye kadar nefs ile yapılan cihâddır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Tebük gazvesinden dönünce, Eshâb-ı Kirâma; “Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlayacağız” buyurunca Eshâb-ı Kirâm, “Büyük cihâd nedir?” diye sordu. “Büyük cihâdınız nefsiniz iledir” buyurdu.

10. İhsân sahibi olmaktır. Allahü teâlâya zannımzı güzel yapınız. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine iyi zanda bulunanı sever. Bir şiirde şöyle denilmiştir:

Hüsn-i zan sahibi, sû-i zan sahibi gibi değildir.
Kimin bâtını (kalbi) temiz olursa zâhiri de güzeldir.

11. Düşmanla cihâd ederken, karşı karşıya gelip çarpışırken sabır göstermektir. Sabır sevenlerin sığınağı, âşıkların dayanağıdır.

12. Muhabbetin mertebelerinden biri de Îsâr etmektir (kendine zarurî lâzım olan şeyi müslüman kardeşine vermek, onu kendine tercih etmektir). Mü’min, Rabbini tanıyıp ma’rifete kavuşunca, O’na hakkıyla kulluk eder. Rabbini, anasından, babasından kardeşlerinden ve yakınlarından çok sever. Rabbinin rızâsına kavuşmak için ve O’nun sevgisinden dolayı dünyâya bağlılığı bırakır. Rabbine döner.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) Allahü teâlâdan korkmak ile ilgili olarak buyurdu ki: “Ben, sizin Allahü teâlâyı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınızım. Ancak, ârifin muhabbeti doğrudur ve Allahü teâlâdan korkan kimsenin ma’rifeti sahihtir. Kalbdeki en büyük korku, sevenin, sevilen hakkındaki korkusudur. Çünkü kim Rabbini tanırsa O’nu sever. Kim O’nu severse, O’nu ister. Kim O’nu isterse, O’ndan korkar. Kim O’ndan korkarsa, O’nu murâkabe eder. Kim O’nu murâkabe ederse, O’nun gadabından korkar.” Allahü teâlâdan başkasından birşey beklememeli, O’ndan başkasından korkmamalıdır. O zaman insan, devamlı Allahü teâlâ ile beraber olur. O’nu hiç unutmaz.

Âlimler buyurdular ki: “Kişi, sevdiğinin kölesidir. Kölenin, sevdiğine karşı boynu büküktür, işte ibâdet de; korku, huşû’, hudû’ ve tezellüldür. Seven, sevdiğine boyun eğer. Seven bu boyun eğmeyi, izzet, şeref, fahr (övünme), yükseklik ve yaklaşma olarak görür. Bunun için kişi, Allahü teâlâya, “Yâ Rabbî! İzzetinden, büyüklüğünden dolayı sana boyun eğmem, benim için yükseklik ve şereftir. Senden başkasıyla meşgûliyetim ise, çirkin bir şeydir” der.

Peygamber efendimiz buyurdu ki; “Rabbim, beni iki şey arasında muhayyer bıraktı: 1. Kul ve Resûl, 2. Melik ve Nebi. Hangisini seçeceğimi bilemedim. Yanımda Cebrâil vardı. Başımı kaldırınca bana, “Rabbine tevâzu et” dedi. Ben de, “Kul ve Resûl olmayı tercih ederim” dedim.”

Kişi, sevdiğinden başkasını düşünmemeli, sabah akşam hep O’nun düşüncesi ile olmalıdır. Kalbinde O’nun ümidi ve korkusu bulunmalıdır. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma; “Kalbinde sâdece ben olayım” buyurdu. Büyüklerden biri münâcaatında, “Yâ Rabbî! Senden başka hiçbir şeyi düşünmemeye, herşeyde seni takdim etmeye azmettim. Sen, beni, yasakladığın hiçbir yerde ve işte görmiyeceksin. Çünkü sen, kalbimde en büyük ve en yücesin” dedi. Sevgili, sevenin tek düşüncesidir. Onun herşeyidir. Gizlide ve açıkta, seven, sevdiğini zikretmeye ya’nî hatırlamaya düşkün olmalıdır. Sevgilinin ismi, sevenin kalbinde ve dilindedir. Bu durum ona, sevdiğinden başka herşeyi ve her ismi unutturur. Muhammed Kesîr (r.a.), Bâyezîd-i Bistâmî’nin (r.a.) talebesi idi. Her zaman beraberdi. Yirmi senedir hizmetini görürdü. Buna rağmen ona hergün ismini sorardı. Muhammed Kesîr, hocasının hergün ismini sormasına üzülür, “Acaba bir hatâ mı işledim?” korkusu içinde birşey soramazdı. Bu durum, yirmi yıl böyle devam etti. Birgün dayanamayıp, “Efendim! Yirmi senedir, her gün ismimi soruyorsunuz. Acaba hikmetini öğrenebilir miyim?” diye suâl etti. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî, “Evlâdım! Bir ve kadîm olan Allahü teâlâ, bana kendi isminden başka bütün varlıkların ismini unutturdu. Onun için her defasında ismini sormak mecbûriyetinde kalıyorum. Kusura bakma” buyurdu. İşte, sevgilinin ismi, seven için yalnızlıkta, gurbette ve korkulu zamanlarda arkadaşı, hastalıkta ilâcıdır. Âlimlerden biri der ki: “Kalbim şikâyette bulununca, onu Rabbimin ismiyle tedâvi ederim.” Allahü teâlâ, sevenlerin kalblerini kendi muhabbeti için yarattı. O kalblere, kendi ma’rifet nûrları ile yardım etti. Allahü teâlâya isyan edip O’nun yasak ettiklerini yapanlar, muhabbetin tadını alamaz. Bir zât şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Beni muhabbetin tadı ilenzıklandır.” Ona, “Seni rızıklandırırım. Fakat muhabbetimin tadıyla rızıklandırmam. Çünkü sen, bana isyan ettin. Bana isyan eden, muhabbetin tadını alamaz” diye cevap verildi.

Sehl bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Mü’minin bu dünyâda malı ve nefsi yoktur. Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hak yolunda (muharebe ederek düşmanları öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan mü’minlerin canlarını ve mallarını, kendilerine Cenneti vermek mukabilinde satın almıştır” (Tevbe-11). Mü’min, malını Allahü teâlânın beğendiği şeylere harcar. Canını da, Allahü teâlânın sevgisi uğrunda feda eder. Gerçek ma’nâda Allahü teâlâyı seven, dünyâya kıymet vermez. Dünyânın süsüne, parlaklığına i’tibâr etmez.

Birisi, “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel bildir ki, onu yaptığım zaman, beni hem Allahü teâlâ ve Resûlü sevsin, hem de diğer insanlar sevsinler.” Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve Resûlünün seni sevmesini istiyorsan, dünyâya rağbet etme. İnsanların seni sevmesini istiyorsan, elindeki dünyâ malını onlara dağıt.”

Rivâyet edilir ki; Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma, “Seni niçin Halîl edindiğimi biliyor musun?” diye vahyetti. O da, “Hayır bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ, “Çünkü sen vermeyi seviyorsun, fakat almıyorsun” buyurdu. Onun için cömert kimseye ziyâretler yapılır, herkes ona gelir. Cömert kimse, çok iyilik yapar, muhtaçlara yardım kanadını gerer.

Allahü teâlâya kavuşmayı istemek, O’nun velî kullarına hastır. Allahü teâlâ meâlen: “Ey Resûlüm de ki: Ey yahudiler! Eğer siz, diğer insanlardan başka olarak Allahü teâlânın dostları bulunduğunuzu zannediyorsanız, haydin ölmeyi isteyin, şayet da’vânızda sâdık kimselerseniz.” (Cum’a-6) buyurmaktadır. Âlimler, bu âyet-i kerîmeyi; niçin Allahü teâlâya kavuşmayı istemiyorsunuz? Halbuki siz Allahü teâlânın evliyâsı ve sevdikleri olduğunuzu iddia ediyorsunuz. “Hiç, dost dosta kavuşmayı istemez mi?” diye tefsîr ettiler.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı ister. Kim Allahü teâlâya kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez.” Âlimler, bu hadîs-i şerîfte; ölüm zamanı kastedilmektedir, dediler. Bu sırada mü’mine, Rabbi yanındaki durumu, Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu, kendisini sevdiği bildirilir. O zaman mü’min, Rabbine kavuşmak ister. Bu durumlardan dolayı kalbinden endişe gider, rahatlar ve kalbi düzelir. Kâfire gelince, ölüm ânında ona, Allahü teâlânın kendisine gazâbı, kendisinden hoşnut olmadığı ma’lûm edilir. Bu yüzden, düşeceği azâbların korkusundan dolayı, Allahü teâlâya kavuşmak istemez. Anlatılır ki, Hazreti Bilâl-i Habeşî, ölüm yaklaşınca; “Yarın, sevgiliye, Resûlullaha ve O’nun dostlarına kavuşuyorum” dedi. İbrâhim bin Edhem de (r.a.), vefât edeceği gün; “Bugün bana, ölümün getireceği sevinç geldi” dedi ve o gün vefât etti.

Allahü teâlânın sevgisiyle dolup taşan bir kimseye, O’na kavuşmaktan başka lezzet ve şifâ verecek birşey yoktur. Allahü teâlânın ni’metleri kişi üzerine arttıkça, kişinin Allahü teâlâya olan sevgisinin artması gerekir. Haberde şöyle geldi: Resûlullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size ni’metlerini artırdığı zaman O’nu seviniz.”

Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan kimsenin, Allahü teâlâyı sevmesi, O’nun ni’metlerine bir şükür borcu olarak O’nun beğendiği şeylere koşup, yasak ettiklerinden sakınması lâzımdır. Çünkü iyilik, hür insanları bile köle yapar. Nice hür kimseler vardır ki, yapılan iyilikler, onları köle etmiştir.

Allahü teâlâ, insana ni’metler vermek sûretiyle sevgisini izhâr ediyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın böyle yapmaya ihtiyâcı yoktur, İnsan ise, Allahü teâlânın yasak ettiği günahları işlemek sûretiyle, Allahü teâlâyı sevmediğini ortaya koyuyor. Hâlbuki insan, Allahü teâlâya ne kadar da muhtaçtır.

Allahü teâlâyı seven kimse, O’nu anmayı çoğaltır. O’nun kudreti ve büyüklüğü üzerinde tefekküre devam ederse, Allahü teâlâya olan sevgisini kalb gözüyle görür.

Anlatılır ki, Harise (r.a.), Resûlullahın (s.a.v.) yanına gelmişti. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ona, “Nasıl sabahladın yâ Harise?” buyurdu. O da, “Gerçek bir mü’min olarak sabahladım yâ Resûlallah” cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz, “Her hakkın bir hakîkati vardır. Senin îmânının hakîkati nedir?” diye sorunca, “Nefsimi dünyâdan vazgeçirdim. Şimdi benim yanımda, dünyânın taşı, kerpici, gümüşü ve altını müsavîdir. Sanki Rabbimin huzûrundayım. Buna, kalb gözümle ve kalbimin yakîni ile şâhid oldum. Sanki ben Cennet ehlindenim. Ben bunu, yakîn ve kalb gözü ile gördüm” dedi.

Sırrı gizlemek lâzımdır. Resûlullah (s.a.v.); “İşlerinizi gizli tutunuz” buyurdu. Enes bin Mâlik buyurdu: “Ben çocuklarla beraber oynarken, Resûlullah (s.a.v.) geldi. Bana selâm verdi. Sonra elimi tutup, beni bir ihtiyâçları için gönderdi. Kendileri de, ben gelinceye kadar duvarın gölgesinde oturdu. Ben, istediği şeyi getirip verdim. Sonra ben, Ümm-i Süleym’in yanına gittim. “Nerede idin?” diye sordu. “Resûlullah (s.a.v.) beni bir ihtiyâç için gönderdi” dedim. “O ne idi?” diye sorunca: “Onu söylemem, o bir sırdır” dedim. Bunun üzerine o da, “Sırrını muhafaza et” dedi.

Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kimse, kanaatkar olur. Kendisine ulaşan az şeye kanâat eder, onunla sevinir. Çok olduğu zaman sevindiği gibi, az olana da sevinir. Böyle bir kimse, sevgiliden gelen ni’mete hürmet eder.

İsrailoğulları Îsâ aleyhisselâmdan bir sofra isteyince, gökten istenen sofra geldi. Îsâ aleyhisselâm bunu görünce, hem ni’mete ve hem de onun sahibi olan Allahü teâlâya şükür olarak secdeye vardı.

Kişi, son nefesinden korkmalı, Allahü teâlâdan son nefesi için selâmet istemelidir. Yûsuf aleyhisselâm şöyle duâ etmişti. “Yâ Rabbî! Beni müslüman olarak öldür. Sâlih kullarının arasına kat.” Seven, sevgilinin muhabbetinin kalbinden gitmesinden korkar.

Allahü teâlânın sevdiği bir kulu, insanlar da sever. Herkes ona sevgi ve hürmetle bakar. Halbuki o onlara, ne bir iyilik yapmış, ne de birşey vermiştir. Kalbler ona yakınlık duyar. Sanki onu daha önceden tanıyorlarmış gibidirler. Dilleri onu över. Nefsler ona meyleder. Hazreti Ömer, Sa’d’a (r.a.) buyurdu ki: “Yâ Sa’d! Allahü teâlâ bir kulu sevdiği zaman, onu mahlûkâtına da sevdirir, öyleyse, Allahü teâlâ katındaki yerinin ne olduğunu, insanlar yanındaki yerine göre anla. Sen bil ki, senin Allahü teâlâ yanındaki kıymetin, benim yanımdaki gibidir.”

Allahü teâlâ bir kulunu kendi sevgisine mazhar kılınca, onun bu dünyâdaki hüznünü, gammını, korkusunu çoğaltır. Onu dünyâda insanlardan gizler. O, ortada bulunmayınca aranmaz. Ortaya çıkınca hesaba katılmaz. Hasta olunca ziyâret edilmez. O, yeryüzünde dolaşır ve kendi hâline ağlar.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 21

2) Brockelmann Sup cild-1, sh. 721