Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve “Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel bir beldedir.
Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl” kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed es-Semerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’l-Yüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’l-Maîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir. Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu. Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince, rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu.
Halîl İbrâhim (a.s.) makamında bulunan hanımının kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır, İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış, babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti. Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh etti, kızını aldı” dediler.
Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm, onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi “çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı. Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan müşterek fetvâlar çıkardılar.”
Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik. Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve âdet devam edip gelmekedir.”
Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu. Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?” mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir. Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak, ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin görüşüdür” diye cevap verdi.
Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine, Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi. Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen âlimlerdendir.
Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde, orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular. Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis tamamlanmış oldu.
İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti. Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd, durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da, “Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor” deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan, mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip, Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup, Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi. O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim (a.s.) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karı-koca kabri” diye bilinmektedir.
Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki: “Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.”
Başlıca eserleri şunlardır:
1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur. Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş, “Tuhfe”ye sâdık kalmıştır.
Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu buldum” demektedir.
2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût değildir.
3- Kitâb-ül-Cehl.
Kâşânî (r.a.) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının mukaddimesinde buyuruyor ki:
“Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi” diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan, sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ, dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir. Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde, Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi. Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.”
Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim” dedi. Hazreti Ömer (r.a.) onun ilim için olan bu gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum. Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler, sayılamıyacak kadar çoktur.
Kâşânî (r.a.) aynı kitapta buyurdu ki:
“Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu.
“Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.”
“Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır zuhur) kılmak lâzımdır.”
“Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca, bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu ise mekrûhtur.”
“Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs (kâğıt para) da verilebilir.”
“Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek mekrûhtur.”
“Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın (s.a.v.) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân (r.a.) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim. Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102
2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53
3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285
4) Keşf-üz-zünûn sh. 230
5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028