Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Abdullah’tır, Hasen Kadîb-ül-bân’ın hayâtı hakkında bilgi yok denecek kadar azdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 570 (m. 1174) senesinde Musul’da vefât etti. Hasen Kadîb-ül-bân, ebdâllerden idi. Allahü teâlânın bu ümmete ikram ettiği ihsânlardan birisi de; bu ümmet arasında evtâd, nücebâ ve ebdâllerin bulunmasıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri Hazreti İbrâhim’in (a.s.) kalbi gibidir. Allahü teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Bunlar bu dereceye, namaz ile, oruç ile ve zekât ile ulaşmadılar. Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler” buyurdu.
Kadîb-ül-bân hazretleri, kerâmet sahibi ve birçok menkıbeleri bulunan bir zâttır.
Ebû Abdullah el-Mâridî şöyle anlatır: Ben, Musul’da bulunan bir medresede, Kemâleddîn bin Yûnus’dan ilim tahsil ediyordum. Birgün bana, “Ey Ebû Abdullah! Sen Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin durumunu bilir misin?” diye sordu. Ben de “Hayır bilmiyorum efendim!” dedim. Sonra bana, “Bir akşam onun talebeleri bizim medresemize gelmişlerdi. Biz onlarla sohbet ederken, bir ara onlar hocalarının hâllerini anlattılar. Fakat onlar çok acâib şeyler söylediler. Kendi kendime, bunlar çok fazla ileri gittiler. Böyle şeyler bir insandan hiç zuhur eder mi? dedim. Gece olunca yatağıma yattım. Bir süre sonra rü’yâmda Hasen Kadîb-ül-bân’ı gördüm. Yanıma geldi ve bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Sen Allahü teâlânın bütün bildiklerini bilir misin?” dedi. Ben de “Hayır” deyince, bana, “Fakat senin bilmediğin birçok şeyi ben bilirim” dedi. Sonra bana “Yâ İbn-i Yûnus! Gel seninle bir yere gideceğiz” deyince, ben kalkıp onun peşinden gittim. Birlikte Musul’un surlarının yanına gittik. Surun bütün kapıları kilitli idi. Hasen Kadîb-ül-bân, eline kilidi alınca, kilit hemen açıldı. Biz de açılan kapıdan dışarı çıktık. Bizim dışarı çıkmamızı hiçbir nöbetçi fark etmedi. Bir süre sonra büyük bir nehrin kıyısına vardık. Nehir geçilecek gibi değildi. Hasen Kadîb-ül-bân bana dönerek, “Sen bu nehri geçebilir misin?” dedi. “Hayır! Ben bu nehri geçemem” cevâbını verince, “Öyle ise elbiselerini çıkar ve bu suda güzelce yıkan” dedi. Ben elbiselerimi çıkararak bir ağacın dalına astım. O nehrin içinde güzelce yıkandım. Sonra tekrar giyinerek, Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına geldim. O suyun üzerinde yürümeye başladı ve bana, “Beni ta’kib et” dedi. Ben onu ta’kib ettim ve onun gibi suya batmadan suyun üzerinde yürüdüm. Bir müddet gittikten sonra bir yere vardık, abdest alıp sabah namazını cemâatle kıldık. Namazdan sonra bana bir yer göstererek, “Yâ İbn-i Yûnus! Burada yat uyu” dedi. Ben orada yatarak uyudum. Bir süre sonra güneşin sıcaklığı ile uyandım. Etrâfıma bakınca, çok yabancı bir memlekette olduğumu gördüm. Yoldan geçen bir süvariye, “Ben bu akşam Musul’da yatmış idim. Şimdi kendimi bu yabancı memlekette gördüm. Musul hangi taraftadır?” diye sordum. Bana, “Sen hangi Musul’dan bahsediyorsun: Burası Magrib memleketlerinden biri ve Musul’la arasında aylar süren bir yol vardır” dedi. Ben bu duruma daha çok hayret ettim. O gün akşama kadar oralarda dolaştım. Akşam olunca, tekrar aynı yere gelip yattım. Bir süre sonra Hasen Kadîb-ül-bân hazretleri yanıma gelerek beni kaldırdı ve elimden tuttu. Bir ânda kendimi Musul’un surlarının önünde buldum. Kapılar kilitli olduğu için yine kapıları açtı ve içeri girdik. Ben medreseme geldiğim zaman, talebelerimin sabah namazına hazırlandıklarını gördüm. Sabah namazını cemâatle kıldık. Ben, talebelerimin ve hanımımın bu durumu fark ettiklerini zannettim. Fakat kimse birşey söylemedi. Sâdece hanımım, “Bugün sabah namazına erken gittin” dedi kimsenin durumu farketmediklerini anladım. Öğleden sonra Hasen Kadîb-ül-bân’ın yanına gittim. Beni görünce hemen tebessüm etti ve bana, “Yâ İbn-i Yûnus! Gel anlat bakalım, Magrip memleketinde neler vardı?” diye sordu. Ben “Efendim! Ben bir defa Magrib memleketine gittim. Lâkin siz çok kereler oralara gitmişsiniz, onun için siz daha iyi bilirsiniz” dedim. Sonra bana, “Şimdi söyle bakalım. Bizim talebelerimiz çok ileri gitmişler mi?” diye sordu. Ben, “Hayır efendim! Daha az bile söylediler” dedim ve onun talebelerinden oldum” dive anlattı.
İbn-i Serrâc ed-Dımeşkî, İbn-i Yûnus’un şöyle anlattığını nakleder: “Ben birgün Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına ders almaya giderken, yolda aklıma; “Benim yüzlerce talebem var. Nasıl oldu ki, ben Kadîb-ül-bân’dan ders alırım” diye geçirdim. Onun yanına vardığım zaman bana “Ey yüzlerce talebenin hocası, hoşgeldin! Senin okuttuğun ilim yâhirî ilimdir. Bizim tâlim ettiğimiz ilim ise bâtınî ilimdir. Sende su ânda yalnız zâhiri ilim vardır. Bizde ise hem zâhirî hem de bâtını ilim vardır” dedi. Ben hemen kalben tövbe ettim. Sonra Kadîb-ül-bân hazretlerinin yanına iki kişi geldi ve ondan Besmele’nin ma’nâsını suâl ettiler. O da onlara üç saatten fazla Besmele’nin ma’nâsını açıkladı. Ben bu açıklamaya çok şaşırdım. Kendim âlim olduğum hâlde, anlatılan ma’nâyı ne hayâtımda işitmiş idim ve ne de biliyordum. Daha sonra Kadîb-ül-bân hazretleri bana dönerek, “Yâ İbn-i Yûnus! Şimdi gidin, sizin talebeleriniz sizi bekliyorlar” deyince ben “Efendim! Bugün ben sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedim. Bana “Hayır, hemen gidin, zîrâ sizin de dersleriniz önemlidir” dedi. Dışarıya çıktığımda, vaktin öğle namazına yaklaştığını gördüm. Ben ise, daha erken olduğunu zannediyordum.”
Serrâc ed-Dımeşkî şöyle anlatır: “Musul’da bir zât vardı. Kadîb-ül-bân hazretlerinin kerâmetlerini inkâr ederdi. Birgün kendi kendine, “Sultâna söyliyeyim de, Kadîb-ül-bân’ı Musul’dan çıkarsın, biz de rahat edelim. Çünkü onun talebeleri çoğaldı. Nerede onun hakkında konuşsak, bize siz yanlış konuşuyorsunuz derler ve onlarla münâzaraya girdiğimiz zaman da, onlarla baş edemiyoruz. En iyisi sultâna şikâyet etmektir” diye düşündü.
Yine aynı hayâlle yolda yürürken, aniden karşısına bir kişi çıktı. Biraz yürüdükten sonra, karşısından başka biri daha çıktı. Birkaç adım daha attı, karşısına bir fakîh çıktı. Bunlar ona doğru dönerek, “Bizim üçümüzü de Kadîb-ül-bân gönderdi. Dur bakalım, o da şimdi buraya gelir. Söyle bakalım sen neden onu sultâna şikâyet edeceksin?” dediler. O zât, “Ben kimseye birşey söylemedim” dedi. Onlar, “Sen hiç kimseye söylemedin, fakat kalbinden geçenlerin hepsi budur” dediler. O zât hayretler içindeyken, Kadîb-ül-bân hazretleri oraya geldi. Üç kişiden biri o zâta, “Eğer Kadîb-ül-bân olmasa idi, şimdi bu belde çoktan yıkılmış idi” dedi ve Kadîb-ül-bân hazretlerine dönerek, “Yâ Kadîb-ül-bân, ayağını kaldır ve şöyle dolaştır” dedi. Kadîb-ül-bân hazretleri denileni yaptı. O zât, bütün Musul şehrinin Kadîb-ül-bân hazretlerinin ayağıyla beraber dolaştığını gördü. Hemen tövbe ederek, Kadîb-ül-bân hazretlerinden af diledi. Kadîb-ül-bân da onu affetti. O zât, onun talebesi oldu. Kadib-ül-bân hazretlerinden izinsiz hiç bir yere gitmedi ve hiçbir yerde konuşmadı. Konuştuğu zaman da kimse ona i’tirâz etmezdi.”
Abdullah Baytar şöyle anlatır: “Ben, Musul’un Baytar köyünde, katır ve atların nallarını çakardım. Birgün deli bir katır getirdiler. Ona nal çakarken, bana bir tekme vurdu ve bayıldım. Uzun süre baygın kaldığım için, herkes beni öldü zannederek Musul’da bulunan anneme haber vermişler. Annem hemen Hasen Kadîb-ül-bân hazretlerinin huzûruna gidip, “Efendim! Baytar köyünde benim bir oğlum vardır, onun öldüğünü söylüyorlar” der. Kadîb-ül-bân anneme, “Ey bacı!
Senin oğlun ölmemiş. Fakat deli bir katıra nal çakarken, katır onun başına bir tekme vurarak bayıltmış. Oğlun falan saatte ayılacak, onun için hiç merak etme” der. Gerçekten Kadîb-ül-bân hazretlerinin dediği saatte ayılmışım.”
Şöyle anlatılır: “Magrib memleketinde, Ebü’n-Necâ el-Magribî isimli bir kişi vardı. Yanında, güçlü kuvvetli kırk pehlivanla dolaşırdı. Gittiği beldelerdeki pehlivanlar ile bunları güreşti-rirdi. Tabiî ki, onun adamlarını yenen hiç kimse çıkmazdı. Ondan dolayı Ebü’n-Necâ çok gurûrlanır ve kibirlenirdi. Birgün yolu Musul’a düştü. Kadîb-ül-bân hazretlerinin medresesine gidip onu sordu. Talebeleri, “Falan yerde yağmur yağıyor, Kadîb-ül-bân hazretleri oraya gitti” dediler. Ebü’n-Necâ, talebelere; “Siz yalan söylüyorsunuz. Çünkü hiç bulut bile yok, nasıl olur da yağmur yağar” dedi. Onlarda, “Sen git bak” dediler. Ebü’n-Necâ denilen yere gitti. Kadîb-ül-bân hazretleri, bir gölün üzerinde yağmur yağmasına rağmen ıslanmadan duruyordu ve avucu ile gölün suyunu ölçüyordu. Ebü’n-Necâ, “Yâ Kadîb-ül-bân, sen burada ne yapıyorsun?” diye sordu. O ela, “Yâ Ebü’n-Necâ, gölün bu sene şu kadar suya ihtiyâcı vardır. Fakat bu sene, göle yeteri kadar yağmur yağmadı ve bu gölde o miktar su toplanmadı. Ben buraya yağmur yağsın diye geldim. Bu gölün ihtiyâcı olan su dolduktan sonra huradan ayrılacağım. Allahü teâlânın izniyle yağmur yağması duracak” dedi. Ebü’n-Necâ bu durumu görünce çok korktu, fakat kendisiyle berâber güreştirmek için kırk pehlivan getirdiğini ve onları hiçhir yerde yenen kimsenin çıkmadığını söylemeden duramadı. Daha sonra, “Senin talebelerin arasında bunları yenecek kimse var mı?” diye sordu. Kadîb-ül-hân hazretleri de, “Benim birbuçuk adamım vardır. Birisi falan talebemdir. Yarım olan da falan talebemdir. Adamları önce yarım olan adamımla güreştir” dedi. Bunun üzerine Ebü’n-Necâ medreseye gelerek, Kadîb-ül-bân’ın talebelerine hocalarının dediklerini anlattı. Onlar da yarım denilen talebeyi güreş meydanına çıkardılar. O, “Ben hayâtımda hiç güreş tutmadım ve bilmiyorum. Fakat hocamın emri olduğu için onlarla güreşirim” dedi ve meydana çıktı. Karşısına gelen bütün pehlivanları sırayla yendi. Bu arada oraya Kadîb-ül-bân hazretleri gelerek Ebü’n-Necâ’ya, “Sen buradan git. Bizim yarım adamımız, senin kırk adamına bedeldir. Onun için sana burada yer yoktur” dedi. Ebü’n-Necâ mahcub bir vaziyette Musul’u terk etti.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine. “Kadîb-ül-bân hakkında ne dersiniz?” diye sordular. O da, “Kadîb-ül-bân muhakkak evliyâdır. O sâdıktır ve onun Allahü teâlâya muhabbeti çok fazladır” deyince. “Bizler onun hiç namaz kıldığını görmedik. Siz onun namaz kıldığını hiç gördünüz mü?” diye tekrar suâl ettiler. O da, “Evet, ben çok kere onu, Kâ’be’nin kapısında veya Ravda-i mutahhara mescidinde namaz kılarken gördüm” dedi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu sözüne kimse i’tirâz etmedi.
Kadîb-ül-bân hazretleri buyurdu ki: “Başlangıçta talebe, nefsinin arzularını yerine getirmemekle işe başlar. Emîrleri dinlemekle Sünnet-i şerîfeyi ihyâ eder. Sonra da evliyâya ve hocasına karşı i’tirazda bulunmaz. Ecelini hatırlıyarak dünyâ işlerine pek önem vermez. Sonra kurtuluşun tek çâresi olan ihlâs kulpuna yapışır. Talebe başlangıçta işi ciddiye almazsa, yüksek derecelere kavuşamaz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 390
2) Tabakât-ül-evliyâ sh. 436
3) Nefehât-ül-üns sh. 602
4) Kalâid-ül-cevâhir sh. 118
(Bkz. Kâşânî)