KÂDI IYÂD

Mâlikî mezhebi fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Iyâd bin Mûsâ es-Sebtî olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Kâdı Iyâd diye meşhûr olmuştur. Evliyânın büyüklerindendir. 476 (m. 1083) senesi Şa’bân ayının 15. günü Endülüs’te Sebte şehrinde doğdu. 544 (m. 1150)’de Cemâzil-âhır ayının 7. günü Cum’a gecesi Merrâkûş’te vefât etti. Ramazân-ı şerîfte vefât ettiği de rivâyet edilmiştir. Şehrin içinde bulunan ve Bâb-ı ilân denilen yerde defn olundu. İlim öğrenmek için Endülüs’e gitti.

Kurtuba’da ve diğer ilim merkezlerinde birçok âlimlerle görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Ebû Ali el-Gassânî’den icâzet (diploma) aldı. Fıkıh ilmini; Ebû Abdullah Muhammed bin Îsâ et-Temîmî’den öğrendi. İlim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet ettiği âlimlerin sayısı yüzden fazladır. Kendisinden de; Abdullah bin Muhammed el-Eşîrî, Ebû Ca’fer el-Gımatî, Ebû Muhammed el-Hucrî ve başka birçok zâtlar ilim öğrendiler.

Kâdı Iyâd hazretleri, tefsîr, hadîs ve filandan başka; târih, neseb, nahiv, lügat ve diğer ilimlerde de derin âlim olup, aynı zamanda şâir idi. Çok kıymetli şiirleri vardır. Zamanında bulunan âlimlerin İmâmı, önderi idi. Aklı, zekâsı, fehmi (anlayışı), dikkati fevkalâde idi. Hadîs-i şerîfleri toplamakta ve onları kaydetmekte gayret ve ihtimâmı çok fazla idi. Her haliyle, âlimlerin makbûlü olan Kâdı Iyâd (r.a.), güvenilir bir zât idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınır, hattâ şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terkederdi. Dünyâya hiç ehemmiyet ve kıymet vermez, devamlı ibâdete meşgûl olurdu. Doğduğu şehir olan Septe’de ve Gırnata’da uzun zaman kadılık yaptı. Bunun için Kâdı denmekle meşhûr olmuştur. Dînî ve dünyevî bütün işlerinde çok sağlam, i’tikâdı kuvvetli, her türlü bid’atten uzak, ilmiyle amel eden, ilim öğreten, sevilen, sayılan bir âlimdi.

Kâdı Iyâd hazretleri birçok eserler yazmıştır. En meşhûr eseri, “Şifâ-i şerîfdir. Bu eserin çeşitli şerh ve haşiyeleri, açıklamaları yapılmıştır.

Şifâ, dört kısım hâlinde tertîb olunmuştur. Her kısım da kendi arasında bölümlere ayrılmıştır.

Birinci Kısım: Peygamberimizin (s.a.v.) medhi, övülmesi hakkında olup, Allahü teâlânın Peygamberimizi medhetmesini, Peygamberimizin her bakımdan bütün varlıklardan her zamanda üstün olduğunu, peygamberlik alâmetlerini ve mu’cizelerini anlatan bölümlere ayrılır.

İkinci Kısım: Peygamberimize (s.a.v.) îmân, sünnetine uymak, O’na saygı, sevgi göstermek ve salât-ü selâm getirmenin fazileti gibi bölümlere ayrılır.

Üçüncü Kısım: Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında caiz olmayan ve caiz olan şeyler, din ve dünyâ işlerine âit hâller anlatılmaktadır.

Dördüncü Kısım: Peygamberimize (s.a.v.) dil uzatan kimseler hakkında cezaî hükümler yer almaktadır. Kitap, genel olarak Peygamberimizi (s.a.v.) tanımayı ve O’na tâbi olmayı anlatır.

Bundan başka, yazdığı çok kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır: Meşârik-ül-envâr, Tertîb-ül-medârik ve takrîb-ül-mesâlik fî ma’rifeti a’lâm-i mezheb-il-İmâm-ı Mâlik, Şerh-i Sahîh-i Müslim (Kitâb-ül-ikmâl), et-Târîh, İzhâr-ur-riyâd fî ahbâr-il-Kâdı Iyâd, el-Gunyetü.

Kâdı Iyâd hazretlerinin “Şifâ-i şerîf” isimli eserinde, Peygamber efendimizin (s.a.v.) Habîbullah olarak yaratıldığını, bütün güzelliklerin O’nda toplandığını, insanlara nümûne olan güzel ahlâkını, mu’cizelerini, O’nu sevenlerin Cennetteki derecelerini anlatmaktadır. Kâdı Iyâd bu eserde buyuruyor ki:

“Rabbimiz, Peygamber efendimize (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Allah, seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide-67). “Hani bir zaman o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya öldürmeleri, yahut (yurdundan) zorla çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak kuranlara mukâbele edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl-30). “Eğer siz O’na (Resûlüme) yardım etmezseniz, Allahü teâlâ vaktiyle O’na yardım ettiği gibi yine eder. Kâfirler O’nu (Mekke’den) çıkardıkları zaman, bizzat Allahü teâlâ O’na yardım etmişti” (Tövbe-40) Bu âyet-i kerîmelerde, Rabbimizin Peygamber efendimize yardımları anlatılmaktadır. O’na karşı bir araya gelip, O’nu öldürmek ve yurdundan çıkarmak istedikleri zaman, O’nu nasıl kurtardığını, mağarada gizlediğini, müşriklerin O’nu nasıl göremediklerini, bununla ilgili mu’cizelerini, hadîs ehlinin bize anlattığı mağaradaki durumunu ve Allahü teâlânın verdiği sükûneti, âyet-i kerîmelerde Hak teâlâ bildirmektedir.

Allahü teâlâ, Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki: “Şüphe yok ki, biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Sana buğz eden kişi, Ebter’in tâ kendisidir.” Bu sûrede, Peygamber efendimize verilen ni’metler anlatılmakta ve Allahü teâlâ, O’nun düşmanına, habîbinin nâmına cevap vermiş, asıl ebter (zürriyetsiz) olan kişinin, düşmanı olduğunu bildirmiştir. Senin düşmanın, sana hakaret eden, buğz eden kimse, ebterin zelîl ve hakîrin birisidir. Onda hayır yoktur ve ismi dahî unutulacaktır. Fakat senin şanın ve nâmın ilelebed devam edecektir. Habîbim, bunun için üzülme demek istemiştir.

Peygamber efendimizin kadrini, kıymetini şânını ve büyüklüğünü bildiren âyet-i kerîmelerde Rabbimiz meâlen buyuruyor ki:

“Ey Resûlüm, sana da Kur’ânı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasın; olur ki, iyice düşünürler” (Nahl-44). “(Habîbim) de ki: Ey insanlar, şüphesiz ben göklerin ve yerin mülküne (tasarrufuna) mâlik olan, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, öldüren ve dirilten Allahın size, hepinize gönderdiği Peygamberim.” (A’râf-158). “Peygamber, mü’minlere (her husûsta) nefslerinden evladır” (Ahzâb-6).

“Allahü teâlâ, sevgili Peygamberimizi (s.a.v.) her bakımdan en güzel yaratmıştır. Herşeyi O’nun hürmetine yarattığını bildirmiştir. Allahü teâlâ, kalblerimizi nurlandırsın, habîbinin sevgisi ile doldursun. Allahü teâlâ, bütün güzel vasıfları Peygamber efendimizde cem etmiştir. Şimdi O’nun (s.a.v.) mübârek hilye-i se’âdetlerini (görünüşlerini) anlatmakla şereflenelim:

Fahr-i kâinatın (s.a.v.) mübârek yüzü ve bütün a’zâ-i şerîfesi ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a’zâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği mübârek alnından belli olurdu. Resûlullah (s.a.v.) gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle görürdü, önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî görürdü. Bunu isbât eden yüzlerce hâdise kitaplarda yazılıdır. Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ, diğer uzuvda dahî halk etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya bakmasından ziyâde idi. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı. Mübârek gözlerinin karası gayet siyah idi. Fahr-i âlemin (s.a.v.) alnı açık idi. Mübârek kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır idi. Mübârek burnu gayet güzel olup orta yeri bir miktar yüksek idi. Mübârek başı büyük idi. Mübârek ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz idi. Mübârek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zamanda, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında O’ndan daha fasîh, tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak isterse, kelimeleri sayılmak mümkün idi. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kerre tekrar ederdi.

Cennette Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacaktır. Mübârek sesi, kimsenin yetişemediği yere yetişirdi.

Fahr-i âlem (s.a.v.) güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü zaman nûru duvarlar üzerine ziya verirdi. Ağlaması da gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zan da namaz kılarken ağlardı.

Fahr-i âlemin (s.a.v.) mübârek parmakları iri idi. Mübârek kolları etli idi. Mübârek avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik (r.a.) diyor ki, “Resûlullaha on sene hizmet ettim. Mübârek elleri ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek ayaklarının parmakları iri idi. Mübârek ayaklarının altı çok yüksek olmayıp yumuşak idi. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mübârek göğsü geniş idi. Resûlullahın (s.a.v.) kalb-i şerîfi nazargâh-ı ilâhî idi.

Resûlullah (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman, mübârek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.

Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu, önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayınr oldu. Mübârek saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve sekli, mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri var idi. Resûlullah (s.a.v.) misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar ederdi. Geceleri mübârek gözlerine sürme çekerdi. Fahr-i kâinat (s.a.v.) önüne bakarak, sür’atle yürürdü. Bir yerden geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Resûlullah (s.a.v.), kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel, nurlu ve sevimli idi.

Güzel huyların hepsi Resûlullahda (s.a.v.) toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çatışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir müslümanın ismini söyliyerek, hiçbir zaman la’net etmemiş ve asla mübârek eliyle kimseyi döğmemiştir. Kendi için, hiçbir kimseden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına ve Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzu ederek, iyi muâmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mübârek rûhu, melekler aleminde idi.

Resûlullahı (s.a.v.) ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hâllerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeğe takat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayasından, mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem (s.a.v.) insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de yok dediği görülmemiştir, istenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum imperatörleri, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat yaşıyordu ki, yemek ve içmek habnna bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirilirse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi. Ba’zan aylarca az yer, açlığı severdi. Ba’zan da çok yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, kat kat fazlasını verirdi.

Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefirleri gelince süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Taşı akikten gümüş yüzük takardı. Yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde “Muhammedün Resûlullah” yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu yatak üzerine, ba’zan yere serili deri üzerine, ba’zan da hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. Mübârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi şeyleri yemez ve şiir söylemezdi.

Âdem aleyhisselâm rûh ile ceset arasında iken, O peygamber idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey O’nun şerefine yaratılmıştır. Arş ve gökler ve Cennetler üzerine, İslâm harfleri ile mübârek ismi yazılmıştır. O’na “Muhammed” adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. O’nun adının yer yüzüne yayılacağını, herkesin O’nu medh ve sena edeceğini rü’yâda görmüştü. Muhammed, çok medh olunan demektir. Doğduğu zaman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etti. Melekler beşiğini sallardı.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Asla esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Server-i âlem (s.a.v.) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi asla çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevât-i şerîfeleri kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına “Ravda-i mutahhere” denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzelliğini, büyüklerimiz şöyle anlattılar:

Ebû Hüreyre (r.a.): “Resûlullahtan (s.a.v.) daha güzel hiçbir kimse görmedim, sanki güneş bütün parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı” buyurdu.

İbn-i Ebî Hâle (r.a.): “Peygamber efendimizin mübârek yüzü, ayın ondördü gibi parıldardı” buyurdu.

Hazreti Ali: “O’nu aniden gören, O’nun heybetinden doğan bir korkuya kapılırdı. O’nunla sohbet edip tanıyan, O’nu hemen severdi” buyurdu.

Câbir bin Semûre (r.a.): “Resûlullah (s.a.v.), mübârek elini yüzüme sürdü. Elinde, sanki attârın (koku satan kimsenin) çantasından yeni çıkarılmış gibi güzel bir koku, serinlik buldum. Resûlullah (s.a.v.), elini bir kimsenin eline müsâfeha için değdirmiş olsa, bütün gün o kimsenin elinden, o güzel koku çıkmazdı” buyurdu.

Hazreti Âişe vâlidemiz: “Resûlullah (s.a.v.) bir çocuğun başını okşadığı zaman, diğer çocuklar arasında o çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu” buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) birgün evlerinde uyumuşlardı. Enes bin Mâlik’in (r.a.) annesi Ümm-i Süleym geldi. Peygamber efendimizin mübârek terini toplamaya başladı. Peygamberimiz uyanıp sebebini sorunca, Peygamber efendimizin süt teyzesi olan Ümm-i Süleym, “Onu kokularımıza katıyoruz. Teriniz, kokuların en güzeli en hoş kokanıdır” dedi.

Ebû Hüreyre (r.a.): “Yürüyüşünde Resûlullahtan (s.a.v.) daha sür’atli kimseyi, görmedim. Sanki yer kendisine dürülüyordu. O’nunla yürürken, biz bütün gücümüzü sarf edip kendimizi zorluyorduk. O (s.a.v.) hiç aldırmıyordu” buyurdu.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) fevkalâde güzel konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede bitirileceğini en mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından berrak, son derece fasîh ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde, ma’nânın doğruluğu her zaman kendini gösterirdi. İfâde etme gücü fevkalâde yüksek olduğundan, konuşurken hiç yorulmaz ve külfet çekmezdi. Mübârek sözlerinden ba’zıları:

“Kişi sevdiği kimse ile beraberdir.”

“Senin ona verdiğin önemi, sana vermiyen kimse ile arkadaşlık yapmakta hayır yoktur.”

“Hayrı söyleyip kazanan, ya da sükût edip selâmet bulan bir kula Allahü teâlâ merhamet eylesin.”

“Müslüman ol ki, selâmet bulasın.”

“Kıyâmet günü bana en yakın oturacak ve bana en mahbûb kılınacak kişiler, ahlâken en güzel olan kişilerdir ki, onlar mütevâzi olurlar. Hem severler, hem de sevilirler, saygı görürler.”

“Nerede olursan ol, Allahtan kork. Kötülüğün ardından, onu silecek hemen (bir) iyilik yap. İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.), kendi nesebi ve asâletiyle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûde getirdi. Sonra bu kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan vücûde getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim, mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati, bildirmek vazîfemdir” buyurdular.

Yemek ile ilgili olarak da; “Âdemoğlu, karnından (mi’desinden) daha kötü bir kap taşımamaktadır. Âdemoğluna, belini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Eğer (bundan) kurtuluş yoksa; üçte birini yemesi, üçte birini içmesi, üçte birini de rûhu için (tahsis) etsin. Çünkü çok uyku, fazla yemek ve içmekten gelir” buyurdu. Dünyâ malının muhabbetini kalbe koymakla, ya’nî dünyâyı çok sevmekle ilgili olarak da; “Uhud dağı kadar altına sahip olsam, ondan bir dinarın yanımda gecelemesinden bile hoşlanmam. Yalnız borcumu kapatacak kadar tek dînâr müstesna” buyurdu. Kendisine eziyet eden müşriklere karşı dahî çok merhametliydi. Uhud gazâsında mübârek dişi şehid edilip, mübârek yüzünden yaralandığı zaman, Eshâb-ı Kirâm çok üzüldüler ve dediler ki: “Yâ Resûlallah!

Onlara bedduâ etmiyecek misiniz?” Peygamber efendimiz de (s.a.v.): “Ben, la’netleyici olarak gönderilmedim. Ben, ancak (Hakka) çağırıcı ve rahmet olarak gönderildim” buyurdular ve “Allahım, kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurarak duâda bulundular. Hattâ bir defasında harpte, Eshâb-ı Kirâmdan ayrılmış, bir ağacın altında istirahat buyuruyorlardı. Gavres İbn-il-Hâris adında bir müşrik, aniden O’nu öldürmek için gelip kılıcını çekti. Peygamber efendimizin (s.a.v.) başucunda durup, “Söyle bakalım, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Resûlullah efendimiz de, “Allahü teâlâ!” buyurdular. O ânda adamın elinden kılıcı düşüverdi. Peygamber efendimiz de kılıcı alarak ona, “Ya seni şimdi elimden kim kurtaracak?” buyurdular. O kimse çok korktu, titredi ve yalvarmaya başladı. “Ne olur beni öldürme! intikamını alsan da, intikam alanların en hayırlısı sen ol!” dedi. Bunun yalvarmasına dayanamıyan Peygamber efendimiz (s.a.v.) onu bağışlayıp salıverdi. Adam koşarak kavmine geldi, dedi ki: “Şu ânda, insanların en hayırlısı olan kimsenin yanından size geldim” dedi. Merhametlerinin çokluğuna delîl olan misâllerden birisi de; kendisini zehirleyen yahudi kadını, i’tirâf ettikten sonra affetmesidir. Bilindiği gibi kadın, Peygamberimizi ve Eshâbını da’vet etmiş, kızartılmış zehirli koyunu önlerine koymuş idi. Önce Peygamber efendimiz yemeğe başlamış, et ağzında iken lisâna gelip: “Ben zehirliyim yeme!” diye ikazda bulunmuştu. Peygamber efendimiz de Eshâbına bu durumu anlatmış idi. (Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtına bu zehirin de sebeb olduğu bildirilmiştir.)

Peygamber efendimizin (s.a.v.) cömertliği de dillere destan idi. Bu güzel huyda da Peygamberimize kimse yetişemez. Eshâbından Câbir bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Hayâtında, kendisinden istenen birşey için hayır veremem dememiştir.” İbn-i Abbâs (r.a.); “Resûlullah efendimiz (s.a.v.), iyilik yapmak bakımından insanların en cömerdi idi. Ramazân-ı şerîfde ve Cebrâil aleyhisselâm ile buluştukları zaman, sabah rüzgârından daha cömert olurdu” demiştir.

Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: “Bir kimse Peygamber efendimizden mal istedi. Ona, iki dağ arasını dolduracak kadar koyun verdi. Adam memleketine gittiğinde: “Gidiniz siz de müslüman olunuz. Çünkü Muhammed aleyhisselâm, fakirlikten hiç endişe duymuyor. Elinde olanı herkese bol bol dağıtıyor” dedi.” İbn-i Ömer (r.a.) bildirdi: “Bir kimse geldi. Peygamberimizden bir dilekte bulununca, Resûlullah efendimiz; “Sana şu ânda verecek bir şeyim yok. Lâkin benim nâmıma satın al. Bize birşey gelince hemen onu öderiz” buyurdular.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) şecaat ve necdet (kişinin kendisini ölümün kucağına atacağı zaman, kendine güvenmesi, korkmaması) sahibi idi. Çok güç durumlarda, silâhça, sayıca üstün düşman karşısında kat’iyyen yerinden kıpırdamamış, bir santim bile yerinden geri gitmemiştir. Hazreti Ali, “Biz harp kızıştığı zaman, gözler öfkeden kıpkırmızı olduğu bir ânda, Resûlullah efendimizle (s.a.v.) korunurduk. Çünkü düşmana O’ndan daha yakın kimse olmazdı. Bedr gazâsında, hepimizden çok O düşmanla çarpışıyordu. Hepimizden daha cesur ve hızlı hücum ediyordu. İmrân bin Hüseyn (r.a.); “Büyük düşmanla karşılaştığımız zaman, ilk hücum eden Allahın Resûlü olurdu” buyurdu.

Müşriklerden Ubey bin Halef, Bedr gazâsında fidye ile kurtulduktan sonra Peygamberimize, “Yanımda bir atım var, onu hergün arpa ile besliyorum. Ona binerek birgün seni öldüreceğim!” dedi. Peygamber efendimiz de (s.a.v.) “İnşâallah ben seni öldürürüm” buyurdular. Uhud gazâsında Ubey, “Nerede Muhammed! O’nu öldüreceğim diyordu. Peygamberimizi (s.a.v.), görünce atını O’na doğru sürdü. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hemen araya girdiler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, “Aradan çekiliniz. Onu benimle başbaşa bırakınız” buyurdular. Peygamber efendimiz, Ubey’e doğru yaklaşıp ona öyle bir darbe indirdi ki, adam atından vere düştü, kaburgaları kırıldı.

Zamanının en güçlü pehlivanlarından olan Rukâne, Peygamber efendimize güreş teklif etmiş, yenilirse müslüman olacağına söz vermişti. Arka arkaya üç defa güreştiler. Üçünde de Resûlullah efendimiz (s.a.v.) galip gelmişti.

Peygamber efendimiz (s.a.v.), haya sahibi olmak yönüyle de bütün yaratılmışlardan üstün idi. Uygun olmayan şeylere karşı gözleri adetâ kapalı idi. Hiç kimseye hoşlanmadığı şeyle hitâb etmezdi. Hazreti Âişe vâlidemiz anlattılar ki: “Resûlullah efendimize, bir kimsenin, hoşlanılmayan bir şeyi yaptığı haber verildiğinde, “Falan kimse neden böyle yapıyor?” demez. Umûmî ma’nâda şöyle buyururlardı: “Niçin böyle yapıyorlar?” Bu şekilde o kimseyi, yaptığı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi. Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: Birgün Peygamber efendimizin huzûruna, yüzüne sarı renkte bir şey bulaşmış bir kimse girdi. Ona hiçbirşey demedi. Kişiye üzülecek birşey söylemedi. O dışarı çıkınca buyurdu ki: “Söyleseydiniz de, yüzündekini yıkasaydı ya!”

Resûlullah (s.a.v.) kavimleri birleştiriciydi. Onları birbirlerine nefret ettirmezdi. Her kavmin büyüğüne ikramlarda bulunur ve onu baş köşeye oturturdu. Kimseyi kendi mübârek cemâlinden mahrûm etmezdi. Eshâb-ı kirâmını arar, gelmiyenleri sorardı. Yanına oturanlara nasihat eder, onların nasîbini verirdi. Öyle ki, birini diğerinden çok seviyor düşüncesi, kimsenin kalbine gelmezdi. Yanına bir şikâyet için gelene karşı tahammül gösterir. Onu dinlerdi. O gelen şahıs yanından ayrılmadıkça, onu yüzüstü terkedip gitmezdi. Bütün insanlara güzel huy ve ahlâkını en iyi şekilde sunardı, öyle güzel tebessüm ederdi ki, sanki onlara adetâ bir baba oluverirdi. Nezdinde hak ve adâlet bakımından herkes bir idi. Kimsenin kimseden bir üstünlüğü, ayrılığı yoktu. Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) efendimiz kadar güzel ahlâka sahip hiç kimse görmedim. Ne zaman Eshâbından veya Ehl-i beytinden biri O’nu çağırmışsa, mutlaka “Buyur” diye karşılık vermişlerdir.” Enes bin Mâlik (r.a.); “Bir kimse Resûlullahın (s.a.v.) kulağına eğilip birşey söylerse, onu dinlerdi. O başını çekmedikçe, mübârek başını çekmezlerdi. Elini tutan kimse, elini salıvermeden kendileri kat’iyen salmazlar idi” buyurdu. Önünde oturan kimseye karşı ayaklarını uzatmazlardı. Ziyâretine gelenlere çok defa elbiselerini sererler veya kendi altındaki minderi ona verirlerdi. Eshâbını en güzel isimlerle çağırırlar, kimsenin sözünü yarıda kesmezlerdi. Konuştuğu kimse, sözünü bırakmadan veya gitmek için ayağa kalkmadan sözünü kesmezlerdi. O’nun bu hüsra-i muâmelesi, şefkati, merhameti hakkında Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, 128. âyetinde meâlen; “Zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü’minlere çok merhametlidir, onlara çok hayır diler” buyurdu. Ve Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde meâlen; “(Ey Habîbim!) seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetine karşı ba’zı şeyleri zor gelir endişesiyle kolaylaştırırdı; “Ümmetime zorluk vermemiş olsaydım, her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim” buyurdu.

Sözünde durmak yönüyle de insanlar arasında Peygamber efendimizden daha üstün bir kimse gelmedi. Abdullah bin Ebi’l-Hamsa; “Peygamberimiz (s.a.v.) ile, henüz kendilerine Peygamberliği bildirilmeden önce alış-veriş yapmıştım. Kendi hesabına bir bâkiye kalmıştı. Ona, falan zamanda filân yerde buluşmak üzere söz verdim ve unuttum. Üç gün sonra verdiğim sözü hatırlayınca hemen o yere koştum. O’nun üç gündür orada beklemekte olduğunu görünce hayretimden dona kaldım. Bana, “Delikanlı beni yordun! Ben seni burada tam üç gündür bekliyorum” buyurdular.”

Peygamber efendimizin (s.a.v.) tevâzu hasleti, hiçbir kimsede, hattâ hiçbir Peygamberde (aleyhimüsselâm) bulunmayacak kadar büyük ve emsalsizdi. Kibir duygusu, O’nda asla meydana gelmemiştir. Peygamberimize melik bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında bırakıldığında, O, kul bir peygamber olmayı tercih etti. Bunun üzerine İsrâfil aleyhisselâm, Peygamber efendimize; “Şüphesiz, Allahü teâlâ tevâzu gösterdiğin o hasleti de sana vermiştir. Çünkü kıyâmette sen, Âdemoğullarının en büyüğüsün. Yeryüzünün, kendisine ilk yarılacağı kişisin. İlk şefaat edecek olan da sensin” dedi. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Peygamber efendimiz (s.a.v.) için, “Evinde, ehlinin işine yardım ederdi. Elbisesini (ehlini rahatsız etmemek için) bizzat kendisi yıkardı. Koyununu kendi sağar, elbisesini kendi yamardı. Kendine, kendi hizmet ederdi. Evini kendi süpürür, devesini kendi bağlardı. Süt sağılan devesini kendi otlatırdı. Hizmetçi ile yemek yer, onunla hamur yoğururdu. Pazardan yiyeceğini kendi alırdı” demişlerdir.

Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, dünyâya ve menfaatlerine hiç kıymet vermezler, azı ile yetinirlerdi. Âhırete irtihâl edinceye kadar pekçok imkânlara sahip oldu, birçok ülkeler feth etti. Buna rağmen yine de, vefât ettikleri zaman silâhı, ehlinin nafakası için aldığı bir mal karşılığında, bir yahudinin yanında rehin idi. Hazreti Âişe vâlidemiz; “Resûlullah (s.a.v.), dünyâya mübârek gözlerini yumuncaya kadar, üç gün ardı ardına ekmekten doymamıştır” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hazreti Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Bana Mekke’nin taşı, toprağı altın olması sunuldu. Hayır yâ Rabbî, dedim. Bir gün aç kalayım, bir gün tok. Aç kaldığım gün sana yalvarıp duâ ederim. Tok kaldığım gün, sana hamd-ü senada bulunurum.” Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; “Allahü teâlânın sana selâmı var. İsterse şu dağları O’na altın yapayım. Nereye giderse gitsin, o altın dağları O’nunla beraber olur” buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Ey Cebrâil! Dünyâ, evi olmayanın evidir. Ve yine (o) malı olmayan kimsenin malıdır. Bunları aklı olmayan kimse toplar.” Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, “Yâ Muhammed! Allah seni kavl-i sabit ile dimdik kılmıştır” dedi. Hazreti Âişe vâlidemiz; “Zaman olurdu tam bir ay beklerdik, evimizde (yemek yapmak için) ateş yakmazdık: Sâdece hurma ile su bulunurdu” buyurmuştur. İbn-i Abbâs (r.a.); “Resûlullah (s.a.v.) ve Ehl-i beyti, birçok geceler akşam yemeği yemeden yatarlardı. Akşam yiyecek birşey bulamazlardı” buyurdu. Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdu ki: Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek karnı, hiçbir zaman yemekten doymamıştır. Bu husûsta, bir kimseye de yakınmamıştır. İhtiyaç, O’nun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile, O’nun bu durumu, gündüz orucundan alıkoymazdı. İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazînelerini, yiyeceklerini ve refah hayâtını isterdi. Yemîn ederim ki, O’nun bu hâlini gördüğüm zaman, acırdım ve ağlardım. Elimle mübârek karnını sıvazlardım ve derdim ki, “Canım sana feda olsun! Sana güç verecek şu dünyâdan, ba’zı menfaatlar te’min etsen olmaz mı?” Buyururlardı ki: “Ey Âişe! Ben dünyâyı ne yapayım? Ülül-azmden olan Peygamber kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler. Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir biçimde yaptı, sevâblarını arttırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan haya ediyorum. Çünkü böyle bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır.” Hazreti Âişe vâlidemiz buyurdular ki: “Resûlullah (s.a.v.), bu sözlerinden bir ay kadar sonra vefât ettiler.”

Peygamber efendimizin (s.a.v.) Allahü teâlâdan korkması, O’na itaat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O’nun bu hâline hiç kimse takat getiremezdi. Mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. “Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar kendinize zahmet veriyorsunuz?” denildiğinde, “Ben Allahın en çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap buyurdular. Abdullah bin eş-Şıhhîr (r.a.); “Resûlullah efendimize (s.a.v.) geldim, namaz kılıyordu. Göğsünde tencerenin kaynamasını andıran bir uğultu vardı” dedi. İbn-i Ebî Hâle (r.a.); “Allahın Resûlü (s.a.v.) devamlı hüzünlü ve düşünceli idi. O’nun hiç rahatı yoktu” buyurdu.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.), kendisinden önce gelmiş olan yüzyirmidörtbin civarındaki Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsinden de üstün idi, şânı pek büyüktü. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir. 1. Bir aylık yolda (düşmanın kalbine) korku verilerek zafere kavuşturuldum. 2. Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) pek temizleyici olarak kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimseye namaz (vakti) gelip çatarsa namazını kılsın. 3. Ganîmetler bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmamıştı. 4. Bütün insanlığa (peygamber olarak; gönderildim. 5) Bana şefaat etme (yetkisi) verildi.” Utbe bin Âmir’in (r.a.) naklettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz (s.a.v.); “Şüphesiz ben, size son derece merhametliyim ve üzerinizde de şahidim. Şüphesiz ben, Allahü teâlâya yemîn olsun ki, şu ânda havzıma bakıyorum. Gerçekten bana, yeryüzündeki hazînelerin anahtarları verilmiştir. Allaha yemîn olsun ki, benden sonra şirk koşacağınızı aklımdan bile geçirmiyorum. Benim sizin nâmınıza korktuğum, (şu aşağılık dünyâ için) birbirinizle yarış hâlinde olmanızdır” buyurdular.

İbn-i Vehb’in (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Allahü teâlâ bana: “İste Ey Muhammed!” buyurdu. Ben de: “Yâ Rabbî, ne isteyeyim? Sen İbrâhim’i (a.s.) dost edindin! Mûsâ (a.s.) ile konuştun. Nûh’u (a.s.) peygamber olarak, seçtin. Süleymân’a (a.s.) ondan sonra hiç kimseye vermediğin bir mülk (hükümdârlık) verdin” dedim. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Sana bunlardan daha iyisini verdim. Sana Kevser’i verdim... Göğün ortasında ismin. İsmimle anılıyor. Yeryüzünü hem senin için, hem de ümmetin için tahûr, temizleyici kıldım. Gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladım. İnsanlar arasında bağışlanmış bir hâlde geziyorsun. Oysa ben, bunu senden önce hiç kimseye yapmadım. Ümmetinin kalblerini Mushaf ezberleyicisi yaptım. Şefaat payesini senin için sakladım. Senden başka hiçbir peygambere saklamadım.” Huzeyfe’nin (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Bana müjde verildi. Ümmetimden benimle ilk yetmiş, bin kişi Cennete girecek. Her bin kişiyi yetmiş bin kişi daha ta’kib edecek. Hiçbiri hesap görmeyecek... Yine bana ümmetimin asla (kuraklık ve kıtlık sebebiyle) açlık çekmiyeceği, (İslâmiyetin emirlerini yerine getirdiği müddetçe) hiç yenilmeyeceği (müjde olarak) verildi. (Rabbim) yardıma yetişti. Bana izzet, ümmetime de bir aylık yoldaki düşmanın kalbine korku vererek zafer ihsân etti. Gerek bana ve gerekse ümmetime ganîmetleri helâl kıldı. Bizden öncekilere yasak kıldığı birçok şeyi bize helâl kıldı, bize güçlük kılmadı.”

Hâlid bin Ma’dan (r.a.) anlattı: Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) ba’zıları Peygamber efendimize, “Yâ Resûlallah! Bize kendinizi anlatır mısınız?” diye suâl ettiler. Peygamber efendimiz de buyurdular ki: “Evet ben babam (ceddim) İbrâhim’in (a.s.) (Ey Rabbimiz! Soyumuzdan gelen müslüman ümmet içinden bir Peygamber gönder duâsında kasdedilen Peygamberim. Îsâ (a.s.),beni tebşir etmiştir (müjdelemiştir). Annem bana hâmile iken, kendinden bütün Şam topraklarındaki Basra köşklerini aydınlatan bir nûr yükselmiştir. Sonra ben, Benî Sa’d bin Bekr (kabilesine) emzirilmem için gönderildiğim zaman, süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında hayvanları otlatırken, üzerinde beyaz elbise bulunan iki kimse bana yaklaştı.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “İçi kar dolu altın leğenle bana üç kimse geldi. Beni tuttular, karnımı yardılar” Bir hadîs-i şerîfte, “Boğazımdan karnımın başına kadar yardılar. Sonra oradan kalbimi çıkardılar, ikiye yardılar ve ondan simsiyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra hem kalbimi, hem karnımı o kar ile tertemiz edene kadar yıkadılar.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra biri bir şey aldı. Bir de baktım ki elinde, gören herkesi hayrete düşüren nûrdan bir mühür vardı. Onunla kalbimi mühürledi. Kalbim îmân ve hikmetle doldu. Sonra mühürü yerine iade etti. Diğeri de elini göğsümün, ayırım noktasına sürdü ve iyileşti. Onlardan biri diğerine, “Haydi O’nu, ümmetinden on kişi ile tart” dedi. Tarttığında hepsinden ağır geldim. “Ümmetinden yüz kişi ile tart!” Tarttı, yine ağır geldim. “Ümmetinden bin kişi ile tart!” Tarttı, onları da geçtim. “İyisi mi tartmaktan vazgeç, zîrâ bütün ümmetiyle onu tartacak olsan yine de hepsini geçer” dedi.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “Sonra beni göğüslerine basıp, hem başımı, hem de gözlerimin arasını öptüler, şöyle dediler: “Ey Sevgili! Korkma, sana murâd edilen iyiliği bir bilsen, sevinçten gözlerin ışıl ışıl olur. Allah katında ne büyük değerin var. Çünkü Allah ve melekleri seninledir.”

Peygamber efendimizin (s.a.v.), Allahü teâlânın indinde kıymetini gösteren en açık delîllerden birisi de mi’râc hadîsesidir. O gece Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, büyük derecelere ulaşmış, yüksek mertebe ve mevkiler elde etmiştir. Nitekim bu büyük hâdise için cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi ilk âyetinde meâlen buyurdu ki: “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allahdır ki, kulunu (Hazreti Muhammed aleyhisselâmı gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den alıp) o etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü. O’na âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acâibliklerden gösterelim diye yaptık. Şüphesiz O, (Allahü teâlâ) Semi’dir (herşeyi işitir). Basîr’dir (herşeyi görür).” Peygamber efendimiz de bu hâdise için şöyle buyurdular: “Evimin tavanı açıldı. Cebrâil aleyhisselâm indi, göğsümü yardı. Sonra onu Zemzem’le yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu olan altın bir leğenle geldi ve göğsüme boşalttı. Sonra kapayıp, elimden tuttuğu gibi doğru beni semâya çıkardı.” Enes bin Mâlik’den (r.a.) rivâyetle, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Bana Burak getirildi. O katırdan küçük, merkepten büyük, uzun ve beyaz bir hayvandır. Ayağını gözünün görebildiği yere kadar (rahatça) bırakıyordu. Ona bindim, Beyt-i Makdis’e geldim ve orada iki rek’at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrâil aleyhisselâm bana bir kap Cennet şarabı, bir kap da süt getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâm) bana, Fıtratı seçtin” dedi. Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrâil aleyhisselâm kapıyı çaldı, “Sen kimsin?” dediler. “Ben Cebrâil’im”, “Peki yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet, O’na peygamberlik gönderildi.” Bunun üzerine kapı açıldı ve kendimi Âdem aleyhisselâmın karşısında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve duâ etti. Sonra ikinci kat göğe çıktık. Cebrâil aleyhisselâm yine kapıyı çaldı. Denildi ki, “Sen kimsin?” “Ben Cebrâil’im”, “Peki yanındaki kim?” “O da Muhammed aleyhisselâmdır.” “O’na Peygamberlik gönderildi mi?” “Evet geldi.” Bunun üzerine kapı açıldı. Kendimi teyze çocukları Îsâ aleyhisselâm ile Yahyâ bin Zekeriyyâ aleyhisselâmın yanında buldum. Bana “Merhaba” dediler. Ve duâda bulundular. Sonra üçüncü kat göğe çıktık. Aynı suâl ve cevâptan sonra kapı açıldı ve kendimi Yûsuf’un (aleyhisselâm) yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin yarısı verilmiş. Bana “Merhaba” dedi ve duâ etti. Dördüncü kat göğe çıktık, aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs’in (aleyhisselâm) yanında buldum. Bana “Merhaba” dedi ve duâda bulundu. Allahü teâlâ, Meryem sûresinde onun hakkında “Onu biz yüksek bir yere ref’ ettik” buyurmuştur. Sonra beşinci kat göğe çıktık, orada Hârûn’la (aleyhisselâm) karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu. Sonra altıncı kat göğe çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile karşılaştık. Bana “Merhaba” dedi ve hayır duâda bulundu. Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra İbrâhim’i (aleyhisselâm) Beyt-i Ma’mûr’a arkasını dayamış olarak buldum. O Beyt-i Ma’mûr ki, her gün oraya yetmişbin melek giriyor (da bir daha sıraları gelmiyor). Sonra beni Sidret-ül-Müntehâ’ya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi idi. Meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında öylesine değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış olduğu mahlûkâtından hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. Sonra Allahü teâlâ bana vahyettiğini vahyetti.

Hergün elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı. Mûsâ aleyhisselâma indim. “Rabbin ümmetine ne farz kıldı?” diye sordu. “Elli vakit namaz” dedim. “Rabbine dön, biraz hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin onun altından kalkamaz. Ben İsrâiloğullarını denedim ve yokladım” dedi. Bunun üzerine Rabbime döndüm ve dedim ki, “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu emri) biraz hafif eyle.” Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş vakit indirdi. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) döndüm ve (Beş vakit indirdi) dedim. Dedi ki, “Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun allından kalkamaz. Böylece Mûsâ aleyhisselâm ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihâyet Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı beş vakte indirdim. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli namaz olur. Zîrâ her kim bir sevâbı kasdedip de yapamazsa, onun için bir sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire mukabil tam on sevâb yazılır. Fakat bir günah kasdedip yapmazsa hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günah olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ’ya (aleyhisselâm) inip durumu anlattım. Yine “Dön, biraz daha hafifletmesini dile” dedi. Bunun üzerine ona, “Rabbime çok münâcaatta bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.” İbn-i Abbâs’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Öyle bir yere kadar yükseldim ki, kalemlerin (çıtırtı) seslerini duydum.” Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cebrâil aleyhisselâm beni Sidret-ül-Müntehâ’ya kadar götürdü. Sidret-ül-Müntehâ’yı öyle bir renkler kapladı ki, bunların ne olduklarını bilmiyorum. Sonra Beni Cennete koydular.” Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Bana dediler ki, İşte bu Sidret-ül-Müntehâ’dır. Ümmetinden senin yolunda olanların her biri burada nihâyet bulacaklardır. O; altından, su, süt, Cennet şarabı, süzülmüş bal, bal ırmakları akan bir menba’dır. O öyle bir ağaçtır ki, gölgesinde bir süvari yetmiş sene yürür. Onun bir yaprağı, mahlûkâtı gölgelendirebilir. Onu nûr ve melekler bürümüştür... Allahü teâlâ buyurdu ki: “Haydi iste!” (Ben de) “Şüphe yok ki, sen, İbrâhim’i dost edindin, ona büyük bir mülk ihsân ettin. Mûsâ ile konuştun. Davud’a büyük bir mülk (Hâkimiyet) lütfettin, ona demiri erittin, dağları emrine verdin. Süleymân’a da büyük bir mülk ihsân edip, insanları, cinleri ve rüzgârları emrine verdin. Ondan sonra kimseye vermediğin bir mülk ihsân ettin, Îsâ’ya Tevrat ve İncîl’i öğrettin. Körleri iyileştirme gücünü (kendi izninle) ona verdin. Onu ve annesini Şeytân-ı racîmden korudun. Şeytan her ikisine de birşey yapamadı” (dedim.) (Allahü teâlâ) “Seni de dost ve sevgili edindim. Tevrat’ta (Muhammed Habîburrahmândır) diye yazılmıştır. Seni bütün insanlığa (Peygamber olarak) gönderdim. Ümmetini, hem evvelkilerden, hem sonunculardan kıldım. Ümmetin, benim kulum ve Resûlüm olduğuna şehâdet edinceye kadar (inanıyoruz da deseler) sözleri muteber değildir. Yaratılış bakımından seni Peygamberlerin ilki, gönderiliş cihetinden ise sonuncusu yaptım. Sana Seb-i Mesâni’yi (Fâtiha sûresini) verdim. Senden önce onu hiçbir Peygambere vermedim. Sana Arş’ımın altında bulunan hazîneden Bekâra sûresinin sonlarını ihsân ettim ki, bunu senden önce hiçbir Peygambere vermiş değilim. Seni hem fâtih, hem de hatim (peygamberlerin sonuncusu) yaptım” buyurdu.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) mahşerde de insanların en üstünüdür. Bunu, kendileri şöyle beyân buyurdular: (Kabirden) kalkılacağı zaman, ilk çıkacak insan benim. Rableri huzûruna geldiklerinde hatîbleri benim. Ümitlerini kestikleri zaman da müjdecileri benim! Livâ-ül-hamd benim elimdedir. Rabbimin katında Âdemoğlunun en kıymetlisiyim. Övünmüyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati bildirmek benim vazîfemdir.” Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cennet elbiselerinden bir elbise giydirileceğim. Sonra Arş’ın sağ yanında duracağım.. Mahlûkâttan o makamda benden başka kimse bulunmayacak” buyuruldu. İbn-i Abbâs’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki:

“Cennet kapısının halkasını ilk kımıldatacak olan da benim. Bana (Cennet) açılacak ve oraya benimle birlikte mü’minlerin fakirleri girecek...” Enes bin Mâlik’den (r.a.) bildirilen hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü Cennetin kapısına gelirim ve açmalarını isterim. Hâzin der ki, “Sen kimsin?” Ben Muhammedim derim. “Ben (Cenneti) sana açmakla emrolundum. Senden önce hiç kimseye açmam” diye karşılık verecek” buyuruldu. Abdullah bin Amr’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki: “Havzının büyüklüğü bir aylık yürüyüştür. Uzunluğu ve genişliği birdir. Suyu gümüşten daha beyazdır. (Bir rivâyete göre de, sütten daha beyazdır.) Kokusu miskten daha güzeldir. Bardakları gökteki yıldızlar gibidir (çok ve parlaktır). Kim ondan içerse bir daha susamaz.”

Kıyâmet gününde Peygamber efendimize (s.a.v.) şefaat etme yetkisi verilecektir. O’na Makâm-ı Mahmûd verilerek de diğer Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) üstün kılınmıştır. Bu mevzûda cenâb-ı Hak, İsrâ sûresi 79. âyetinde meâlen; “Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf sana mahsûs olmak üzere onunla (Kur’ân-ı kerîmle) teheccüd kıl. Tâ ki Rabbin seni kıyâmette Makâm-ı Mahmûd’a (âhıretteki şefaat makamına) göndere...” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) efendimize, Makâm-ı Mahmûd’dan suâl ettiler. “O şefaattir” buyurdu. Ka’b bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; “Kıyâmet günü insanlar haşrolunduklarında ben ve ümmetim bir yerde olacağız. Rabbim bana yeşil bir elbise giydirecek. Sonra bana izin verilecek. Allah tarafından ne söylemem isteniyorsa söyleyeceğim, işte Makâm-ı Mahmûd budur” buyurdu. İbn-i Mes’ûd (r.a.) “Makâm-ı Mahmûd, Resûlullahın (s.a.v.) Arş’ın sağında durmasıdır. Kimse orada durmayacaktır. Bu sebeple evvelkiler de, sonrakiler de O’na gıbta edecekler” dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki; “Ümmetimin yarısının Cennete girmesiyle şefaat arasında muhayyer kılındım. Ben şefaati tercih ettim. Çünkü o daha şümûllüdür. Onu yalnız takvâya erenler için sanmayın, o aynı zamanda hatâya düşen günahkârlar içindir de.”

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz; “Şefaatim, kalbi dilini tasdik eder tarzda bir ihlâs içinde “La ilahe illallah” diyerek şehâdet kelimesi getiren kimseyedir.” buyurdu. Huzeyfe (r.a.) dedi ki, “Allahü teâlâ insanları kıyâmet gününde, yalın ayak, başı açık, dümdüz bir yerde toplayacaktır. Öyle ki, çağırılan kişi onlara sesini rahatça duyurabilecek ve onları zahmet çekmeden görebilecektir, ilk yaratıldıkları zaman konuşmaktan âciz oldukları gibi, o günde O’nun izni olmadan kimse konuşamıyacaktır. Tam bu esnada Resûlullah (s.a.v.) efendimiz çağırılacak, O da buyuracak ki; “Buyur, bütün hayır senin yed-i kudretindedir. Şerri de ancak sen önlersin. Senin hidâyete erdirdiğin kimse ancak hidâyete ermiş olabilir, işte (âciz) kulun şimdi huzûrundadır. Sana (yönelmiş) durmaktadır. Yegâne sığınak sensin. Senin azâbından ancak yine senin lütfunla merhametinle kurtulabiliriz. En yüce sensin, en büyük sensin. Ey Beytin Rabbi! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.”

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyetle, Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Allah, evvelkileri ve sonrakileri (bütün insanları) kıyâmet gününde bir araya getirecektir. Onlara “Ah bir, bizim için Rabbimize şefaat dileyen olsa” diye ilham edilecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Güneş çok yaklaşacak, insanlar gam ve kederden bitkin bir hâle düşecekler. Aralarında, “Size şefaat edecek birine baksanız iyi olur” diyecekler. Bunun üzerine Âdem’e (aleyhisselâm) gelip şöyle diyecekler, “Sen Allahın yed-i kudretiyle yarattığı, rûhundan üfürdüğü, Cennetine yerleştirdiği, melekleri sana secde ettirdiği, herşeyin adını sana öğrettiği insanların babası olan Âdem’sin (aleyhisselâm). Hâlimizi görüyorsun. Ne olur, Rabbine yalvar da bizi rahata kavuştursun!” Âdem (aleyhisselâm) “Rabbim bugün öyle gadab etmiştir ki, ne bundan önce ve ne de bundan sonra hiç böyle gadaba gelmemiştir. Beni ma’hut ağaçtan nehyetti. Biliyorsunuz ki ben, o ağaçtan yedim. Şimdi başımın çâresine bakmakla meşgûlüm, haydi benden başkasına gidin, Nûh’a (aleyhisselâm) gidin” diyecek. Bunun üzerine Nûh’a (aleyhisselâm) gelip şöyle diyecekler, “Yer ehline elçi olarak gönderilen Peygamberlerin evvelisin. Allahü teâlâ sana Abden Şekûrâ (şükredici kul) diye isim vermiş. Vaziyetimizi görüyorsun, ne olur Rabbine yalvar da bizi bu dunundan kurtarsa.” Nûh (aleyhisselâm), “Şüphesiz, Rabbim bugün öylesine gadaba gelmiştir ki, bundan önce ve sonra hiç böyle bir gadabda bulunmayacaktır. Nefsi, Nefsi!” diyecek.” (Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre: Allahü teâlâya karşı olan zellesini zikredecektir.) [Zelle: Birşeyi en güzel şekilde yapmamak.] Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle bildirilen hadîs-i şerîfte, “En iyisi siz, İbrâhim’e (aleyhisselâm) gidin şüphesiz o Halîlullahtır” diyecek. Bunun üzerine İbrâhim’e (aleyhisselâm) gelecekler ve diyecekler ki, “Sen Allahü teâlânın hem nebisi, hem de halilisin (dostusun). Vaziyetimizi görüyorsun. O’na yalvar da bizi bu durumdan kurtarsın” diyecekler. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm), “Rabbim bugün çok gadaba gelmiştir. Kendi canımla meşgûlüm. Şefaat ehli değilim. Kelîmullah olan Mûsâ’ya (aleyhisselâm), gitmelisiniz” diyecek.” Başka bir hadîs-i şerîfte, “O, Allahü teâlânın kendisine Tevrat verdiği bir kuldur. Ona konuşmuştur ve onu kurtarmakla kendine yakın eylemiştir” diyecek. Bunun üzerine Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelirler. Durumlarını anlatırlar. O da, o adam öldürme olayını anlattıktan sonra, “Ben kendi canımla meşgûlüm, Îsâ’ya (aleyhisselâm) giderseniz iyi yaparsınız. Çünkü o, Rûhullah ve kelimetullahdır.” diyecek. Nihâyet Îsâ’ya (aleyhisselâm) gelip, durumu anlatacaklar. O da, “Ben buna ehil değilim, Muhammed aleyhisselâma gitmelisiniz” diyecek. Ondan sonra bana gelecekler. Ben kendilerine, “Evet, ben ona ehilim! (Bu paye bana verilmiştir.) diyeceğim. Gidip Rabbimden izin alacağım. Bana izin verilecek ve ben O’nu gördüğüm zaman secdeye kapanacağım.” Bir rivâyete göre “Arş’ın altına gelir secdeye kapanırım.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Huzûrunda durur, bana ilham edeceği öyle bir hamdde bulunurum ki, bu dünyâda böyle bir hamde asla takat getiremem.” Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Yâ Muhammed! Kaldır başını! İste ne istersen sana verilecek! Şefaat et, bu paye sana verilmiştir. Kaldır başını!” denilecek. Buna karşılık ben, “Yâ Rabbî! Ümmetim! Yâ Rabbî! Ümmetim!” diyeceğim. “Ümmetinden hesaba çekilmiyecekleri Cennet kapılarının sağ tarafında olan kapısından içeri al. Geride kalanlar diğer kapıdan girmek husûsunda müşterektirler” denilecek.” Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte ise, “Haydi git, kimin kalbinde bir buğday veya arpa tanesi kadar imân varsa, onu çıkar. Bunun üzerine gidip, emrini yerine getireceğim. Sonra Rabbime dönüp bundan dolayı hamd-ü senada bulunacağım.” Huzeyfe’nin (r.a.) bildirdiğine göre, “Muhammed aleyhisselâma gelecekler. Şefaat edecek ve onlara Sırat köprüsü kurulacak. Üzerinden ilk geçenler, şimşek gibi, sonra geçenler rüzgâr gibi, daha sonra geçenler kuş gibi, daha sonra geçenler atlılar gibi geçecekler. Peygamber efendimiz de (s.a.v.), köprünün ortasında durup, devamlı olarak, insanların (Müslümanların) hepsi geçinceye kadar “Allahım selâmete erdir! Allahım selâmete erdir!” diyecek, İbn-i Abbâs’ın (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, “Peygamberlere minberler kurulacak, üzerine oturacaklar. Benim minberim kalacak. Ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyuracak ki, “Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?” “Yâ Rabbî! Hesaplarını hemen görüver” diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek. Kimi O’nun rahmetiyle Cennete girecek, kimi de benim şefaatimle. Şefaat etmede öylesine devam edeceğim ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini şöyle diyecek, “Ey Muhammed! (s.a.v.) Ümmetin hakkında Rabbimin gazâbı için hiçbir şey bırakmadın.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben Cennette yürürken, önüme bir nehir çıktı. Her iki yanı inciden bir kubbe idi. Cebrâil’e (aleyhisselâm) sordum. “Bu nedir?” “Bu Allahın sana verdiği Kevser’dir” diye cevap verdi. Sonra onun çamuruna bir el attı, hemen bir misk çıkardı.”

Hazreti Âişe vâlidemizin bildirdiği hadîs-i şerîfte, “O nehrin mecrası inci ve yakut üzerindeydi. Suyu ise baldan tatlı, kardan beyazdır.” Başka bir rivâyette ise, “Orada hanım ve hizmetçilerden, kendisine lâzım olan bütün şeyler mevcûttur” buyuruldu.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) bir çok isimleri vardır. Kur’ân-ı kerîmde geçen en meşhûr isimleri, “Muhammed, Ahmed, Abdullah, Tâhâ, Yâsîn, el-Müddessir, el-Müzzemmil” diye bildirildi.

Peygamber efendimizin (s.a.v.), insan kudretinin dışında kalan pekçok mu’cizeleri vardır. Mu’cize, düşmanları susturmak, onlara adetâ meydan okumak için, Allahü teâlânın yarattığı işlerdir. Bunların sayesinde düşmanların yalanlamalarını hükümsüz ve benzerini getirmekten âciz bıraktı. Peygamber efendimizin bütün Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) daha çok mu’cizesi vardır. Bunların en büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîmin mu’cizeleri, ne bin, ne iki bin ve daha fazla sayıyla bitmez. Peygamber efendimiz (s.a.v.), bütün düşmanlara, bir suresiyle meydan okudu. Bütün edebiyatçılar, şâirler benzerini meydana getirmekten âciz kaldılar. Âlimler dediler ki, “Kur’ân-ı kerîmde en kısa sûre “Kevser” suresidir. Onun her âyeti de bir mu’cizedir.” Kur’ân-ı kerîmin geldiği zamanlarda Arablar, edebiyatta ve söz söyleme san’atmda çok yüksek bir dereceye varmışlardı. Onlara hiçbir insana ve nesle verilmeyen ifâde gücü verilmişti. Birbirlerine hitâb etmekte, en ileri zekâları bile rahatça mağlûb ederlerdi. Allahü teâlâ onları, bu yönüyle çok kâbiliyetli olarak yaratmıştı. Arablar, her sahada yorulmadan şaşırtıcı sözler söylerlerdi. Çok mühim işlerde, hattâ harbin en şiddetli ânında kılıç sallarken bile, rahatça edebî olarak konuşabilirlerdi. Birbirlerinin sorularına şiirle cevap verirlerdi. Köylerde oturanlar bile ma’nâlı sözler, ifâde gücü olan kelâmlarla, büyük ve susturucu beyanlarda bulunurlardı, işte böyle yüksek vasıflı kimselerin karşısına, Peygamber efendimiz (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîm, ile çıkmış, onlara meydan okumuştu. Konuştukları dilin edebiyat bakımından zirvesinde olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki belagat ve fesahati görünce, birçoğu teslim olmuş, îmân ile şereflenmişlerdir. Ba’zıları da inanmamış, Peygamberimiz için, uydurdu demişlerdi. Nitekim Allahü teâlâ böyle söyleyenler için; “Yoksa, Kur’ân-ı kendisi uydurdu mu diyor müşrikler? O hâlde şöyle de: “Haydin, Onun gibi uydurma on sûre getirin ve bunun için, Allahtan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız bunu yaparsınız.” (Hûd-13) “Eğer kulumuza (Muhammed aleyhisselâma) indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve belagatta ona eş) bir sûre getirin ve Allahtan başka şahitlerinizi (putlarınızı, şâir ve âlimlerinizi)’de yardıma çağırın. Şayet (bu insan kelâmıdır) sözünde sâdık (doğru söyleyen) kimseler iseniz.” Bunu yapamazsanız (bir sûreye eş gevremezseniz ki, hiçbir zaman yapamayacaksınız) artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu, (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bekâra sûresinin 23 ve 24. âyetlerinin meâli.) “Ey Resûlüm, de ki, yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ânın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler” buyurdu (İsrâ-88). Bu âyet-i kerîmelerde kâfirlere, Kur’ân-ı kerîmin benzerini meydana getirmeleri için meydan okunmuştur. Kâfirlerden bu âyetlere benzeyecek bir söz söylemeleri istenmiştir. Çünkü bir şeyi uydurmak, bâtıl olan boş lafları söylemek kolaydır. Kolaydır, fakat düzgün ifâde ve ma’nâ taşıyan bir söz söylemek güçtür. O edîb olan Arablar, Kur’ân-ı kerîmdeki bir âyet gibi söyleyemediler. Takat getiremediler. Acz içinde kıvranıp durdular. Müseylemet-ül-Kezzâb gibi ba’zı âdi kimseler, buna cür’et ettilerse de büsbütün rezîl oldular. Etrâfta hayret değil, nefret uyandırdılar.

İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, müşriklerden Velid bin Mugîre, Peygamberimizden (s.a.v.) meâlen “Şüphesiz ki Allah adâleti, iyiliği, akrabaya vermeği emreder. Taşkın kötülüklerden, münkerden, zulüm ve tecebbürden (haksızlıktan) nehy eder. Size (böyle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız” (Nahl-90) âyetini dinlediği zaman, şöyle söylemekten kendini alamadı: “Vallahi, bunda bambaşka bir halâvet ve göz kamaştırıcı güzellik vardır. Anlamı pek fazla, ifâdece çok güçlüdür. Bu, insan sözü olamaz.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm anlattı ki: Bir köylü, bir kimsenin Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesini okuduğunu duyunca hemen secdeye kapandı. Dedi ki, “Sırf onun fesahatinden dolayı secdeye kapandım.” Bir başkası, Yûsuf sûresi 80. âyet-i kerîmesini işitince, “Şehâdet ederim ki, hiçbir mahlûk bunun gibisini söyleyemez” demiştir. Hazreti Ömer, birgün mescidde uyuyordu. Bir ara başucunda bir kimsenin şehâdet getirdiğini duyunca uyandı, söyleyene; “Sen kimsin?” diye sordu, o da, “Ben Rum patriklerindenim. Çok iyi Arabca bilirim. Başka lisanları da konuşurum. Müslüman esîrlerinden birinin, kitabınız Kur’ân-ı kerîmden bir âyet okuduğunu duydum. Dünyâ ve âhıret hâllerini anlatan en iyi bir kitap olduğunu anladım. Bu kitap, Îsâ aleyhisselâma inen kitabın muhtevâsını da içine alıyor. Dinlediğim âyet-i kerîmenin meâli şudur: “Kim Allaha ve Resûlüne itaat ederse, yaptığı günahlardan ötürü Allahtan korkar ve geri kalan ömründe de ondan sakınırsa, işte bunlar ebedî saadete kavuşanlardır” (Nûr-52).

Müşriklerden Velîd bin Mugîre’nin Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kendisine okuduğu Kur’ân-ı kerîmden kalbi yumuşadı. Kardeşinin oğlu olan Ebû Cehil, bunu duyunca yanına gelip Velîd’e kızdı. Bunun üzerine Velîd bin Mugîre, “Yemîn ederim ki, içinizde hiç biriniz benim kadar şiir bilmez. Onun okuduğu, hiçbir şiir türüne benzemiyor. Şimdi her taraftan gelen insanlar burada (Mekke’de, toplanacaklar. O’nun hakkında öyle bir fikir ortaya atın ki, kimse kimseyi yalanlamasın. Kararlaştıracağımız fikrin etrâfında birleşelim” dedi. Müşriklerin yaptıkları bu toplantıda; Peygamber efendimiz için neler söyleyebileceklerini konuştular. Ba’zıları, “O’na kâhin diyelim” dediler. Başkası, “Olmaz. O kâhin değildir. Çünkü O’nun okuduğu Kur’ân hiç bir kâhinin sözüne benzemiyor” dedi. “Mecnûn diyelim” dediler. Ona da, “Olmaz. Çünkü O deli değildir. O’nda delîlik hâlleri yok” dediler. Ba’zıları, “Şâir mi desek?” dediler. Onlara da “Hayır. O bir şâir değildir. Çünkü biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu kelâm çok ayrı birşey! Hiç birine benzemiyor. Eğer ona şâir dersek, bütün Arab kabileleri bize gülerler” dediler. “Sihirbazdır diyelim” diyenlere de, “Bu da olmaz. Çünkü O, büyücü değildir. Çünkü sihirbazın yaptığı hareketler onda yok” dediler. “Peki, ya ne diyelim?...” Velîd’in tavsiyesi ile sonunda şu karara vardılar, “Olsa olsa, O bir sihirbazdır. Çünkü O, kardeşi kardeşten, babayı oğuldan, kocasını hanımından ayırıyor, birbirlerinden uzaklaştırıyor.” Bu sözü hepsi beğendiler. Her biri bir tarafa gittiler. Arab kabilelerinin geleceği yolların üstüne oturup, gelenlere Peygamberimizi (s.a.v.) kötülemeye çalıştılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ Velîd’in hakkında Müddessir sûresi onbirinci âyetinde meâlen; (Mal ve evlâtsız olarak) tek başına yarattığım o kâfiri (Velîd bin Mugîre’yi) bana bırak.”

Kâfirler, Kur’ân-ı kerîmin yükselişini önlemeye, nûrunu söndürmeye bütün güçleri ile çalıştılar. Fakat ona gölge yapacak en küçük bir söz söylemediler. Bu kadar zaman geçmesine rağmen, bir kusur bulamadılar. Toplantılar yaptılar, bir araya gelip el ele verdiler, yardımlaştılar, fakat başaramadılar. Peygamber efendimizin (s.a.v.) en büyük mu’cizesi olan Kur’ân-ı kerîm dünyâ durdukça duracaktır. O, bütün ilim dallarını içine almıştır. Nitekim Allahü teâlâ buyurdu ki, meâlen; “Biz o kitabta hiç bir şey eksik bırakmadık” (En’âm-38). Peygamber efendimiz de (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi emredici, nehyedici, uyulan başlı başına nurlu bir yol, dillerden düşmeyen bir örnek olarak göndermiştir, içinde sizin, sizden öncekilerin ve sizden sonra geleceklerin de haberi vardır. O, aralarınızda meydana gelecek olayların da hâkimidir. Çok okumak onu eskitmez. Garaibi bitmez. O hakîkatdır, şaka değildir. Onunla söyleyen doğru söyler. Onunla hükmeden adâletle hükmetmiş olur. Onunla savunan dâima muzaffer olur. Onun ışığında taksim eden herkese hakkını tam vermiş olur. Onunla amel eden me’cur olur (sevâb kazanır). Ona sarılan dosdoğru bir yola kavuşmuş olur. Ondan başkasından hidâyeti isteyeni Allahü teâlâ saptırır. Ondan başkasıyla hükmedenin de Allahü teâlâ belini kırar. O, hüküm ve hikmetleri içine alan bir zikirdir. Apaçık nûrdur. Dosdoğru bir yoldur. Allahü teâlânın sapasağlam bir ipidir. Her derde fayda veren bir şifâdır. Kendisine sarılanı korur. Kendisine tâbi olanı kurtarır. Eğri büğrü olmaz ki, düzeltilmeye muhtaç olsun. (Doğrudan) meyl etmez ki kınansın...”

Peygamber efendimizin, Kur’ân-ı kerîmden başka pekçok mu’cizeleri vardır. Bunlardan birisi de, Ay’ın ikiye ayrılmasıdır. Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: “Mekkeli müşrikler, Resûlullahtan (s.a.v.) kendilerine mu’cize göstermesini istediler. Bunun üzerine Ay’ın iki kısma bölünüşünü (mu’cize olarak) onlara gösterdi. Nihâyet Hira (dağını), bölünen o iki kısım arasında gördüler. Müşrikler, “Muhammed sizi büyüledi!...” dediler. Müşriklerden bir tanesi, “Şayet Muhammed Ay’ı büyüledi ise, yaptığı büyü bütün yeryüzünü saramaz ki, öyle ise diğer memleketlerden gelenlere soralım bakalım, onlar da bunu görmüşler mi?” dediler. Sonra diğer ülkelerden gelenlere sordular. Onlar da, “Evet, biz de Ay’ın ikiye bölündüğünü gördük” deyince, Mekkeli müşrikler, “Anlaşılan bu müstemir, arkası kesilmeyen devamlı bir büyüdür” dediler. Allahü teâlâ, Kamer sûresi 1 ve 2. âyetlerinde meâlen; Saat yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı. Onlar, bir mu’cize görseler yüz çevirirler ve “Müstemir bir büyüdür” derler” buyurdu.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) mu’cizelerinden birisi de, güneş batmışken, tekrar geriye çevrilmesi hadîsesidir. Esma binti Umeys (r.anhâ) anlattı: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek başı Hazreti Ali’nin kucağında yken, kendisine vahiy geldi. Ali (r.a.) ikindiyi, güneş batıncaya kadar kılamamıştı. Resûlullah efendimizden (s.a.v.) vahiy hâli geçtikten sonra buyurdu ki: “Yâ Ali, ikindiyi kıldın mı?” Hazreti Ali, “Hayır kılamadım yâ Resûlallah!” dedi. Bunun üzerine Pegamber efendimiz (s.a.v.) şöyle duâ buyurdular: “Yâ Rabbî! O, şüphesiz senin ve Resûlünün tâatindeydi. Güneşi ona geri çevir!” Esma (r.anhâ) dedi ki: “Onu gördüm, battıktan sonra tekrar doğdu. Dağların ve yerin üzerinde durdu. Bu, Hayber’in es-Sahbâ semtinde idi.”

İbn-i Mes’ûd (r.a.) rivâyet etti ki: “Biz Resûlullah efendimizle (s.a.v.) beraberdik. Suyumuz yoktu. Resûlullah (s.a.v.), “Yanında fazla suyu olandan isteyin” buyurdular. Bunun üzerine Peygamber efendimize (s.a.v.) su getirildi. Onu bir kaba döktü. Sonra mübârek avucunu onun içine koydu. Baktık ki, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek parmakları arasından su fışkırmaya başladı.” Câbir (r.a.) anlattı: “Hudeybiye günü Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) susamıştı. Resûlullah efendimizin önünde deriden bir su kırbası vardı.

Ondan abdest aldı. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) O’na doğru geldiler, “Yâ Resûlallah! Yanımızda bulunan şu önünüzdeki kırbadan başka hiçbir suyumuz yoktur” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz elini su kırbasına koydu. O ânda mübârek parmakları arasından su, pınarlar gibi ekmaya başladı. Binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahi olsaydık, o su hepimize yeterdi.” İmrân bin Hüseyn (r.a.) anlattı: “Peygamber efendimizle (s.a.v.) bir seferde idik. Eshâb-ı Kirâm susamışlardı. Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) iki kimseye, “Falan yere gidiniz. Orada bir kadın bulacaksınız! Onda, sırtında iki damacana su yüklü bir deve vardır” buyurdular. Onlar gittiler, kadını buldular. O kadını Resûlullahın (s.a.v.) huzûr-i şerîflerine getirdiler. O iki damacanadan bir kaba su kondu. O kabı alıp düâ buyurdular. O kaptaki suyu damacanaya tekrar döktürüp ağzını kapattılar. Biraz sonra damacanaların ağzı açıldı. Eshâb-ı Kirâma, yanlarında hiçbir kab boş kalmayacak şekilde doldurulmasını emir buyurdular. Kaplar dolduğunda, damacanalarda hiç su eksilmediği gibi, eskisinden daha dolu olduğunu gördüm. Sonra kadına, torbası doluncaya kadar yiyecek topladı. Kadına buyurdular ki: “Haydi git, senin suyundan hiçbir şey almadık. Lâkin Allahü teâlâ bizi ondan suladı.”

Amr bin Şuayb (r.a.) anlattı: “Zil-Mecaz’da Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile Ebû Tâlib, bir deveye binmiş gidiyorlardı. Bir ara Ebû Tâlib, “Çok susadım” dedi. Resûlullah (s.a.v.) hemen deveden indi. Mübârek ayağı ile yere vurdu ve yerden su çıktı. Ebû Tâlib’e dönerek “Haydi içiniz” buyurdular.” Câbir (r.a.) anlattı: “Hendek günü, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) yemeğe da’vet ettik. Az bir hamur ve bir oğlak pişirmiştik. Allahü teâlânın Resûlü (s.a.v.) bereketli olması için hamura ve tencereye okuyup duâ ettiler. Onun duâsı bereketiyle, bir ölçek arpa ve bir oğlakla tam bin kişi doydu. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Eshâb-ı Kirâmın hepsi yediler, gittiler. Bizim tenceremiz hâlâ olduğu gibi kaynıyordu. Hamurumuz olduğu gibi ekmek yapılmak için hazır duruyordu. Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) anlattı: Resûlullah efendimize (s.a.v.) ve Ebû Bekr’e (r.a.) yetecek kadar yemek yaptık. Da’vette Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Haydi, Ensâr eşrafından otuz kişi çağırınız.” Çağırdım; geldiler, yediler ve doydular. Peygamber efendimiz tekrar “Haydi, altmış kişi çağır” buyurdular. Altmış kişiyi de çağırdım. “Yetmiş kişi daha çağır” buyurdular. Onları da çağırdım. Geldiler, yediler, içtiler. O yemeği hâlâ bitiremediler. Çağırdıklarımdan hiç biri, müslüman olup bî’at etmeden çıkmadılar. O gün yemeğimden tam yüzseksen kişi yedi.” Abdurrahmân bin Ebû Bekr (r.a.) anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) ile beraber yüzotuz kişiydik. Bir ölçek undan hamur yoğuruldu, bir koyun kesildi, içindeki ciğer ve benzeri kısımları kızartıldı, kavruldu. Allaha yemîn ederim ki, yüz otuz kişinin hepsine ondan bir parça verildi ve yediler. Sonra o koyundan iki büyük tabak yemek yapıldı. Hepimiz doyasıya yedik. Sonra o iki tabakta hâlâ yemek kalmıştı. Onu da deveme yükledim.” Hazreti Ömer anlattı: “Resûlullahın (s.a.v.) seferlerinden birinde, Eshâb-ı Kirâm çok acıkmıştı. Durumu Peygamber efendimize anlattık. Peygamberimiz; “Herkes yanındaki azık artıklarından getirsin” buyurdular. Eshâbdan birisi, bir avuç dolusu buğday getirdi. Ba’zıları bundan biraz daha çok getirdiler ki, en fazla getireninki bir ölçek hurma idi. Onların hepsini deriden bir yaygı üzerine topladı. Seleme-tübnü-Ekvâ dedi ki: “Hepsi, bir dişi keçinin cüssesi kadar idi. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, herkese kaplarını getirmesini emir buyurdular. Hepsi geldi ve orduda kabını doldurmadık tek bir insan kalmadı. Buna rağmen yine de bitmemişti.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib anlattı: “Resûlullah efendimiz, Abdülmuttaliboğullarını da’vet etti. Kırk kişi geldiler. Onların içinde bir küçük deveyi yiyebilecek ve büyük bir kap suyu içebilecek kabiliyette kimseler vardı. Peygamber efendimiz, onlara iki avuç kadar bir yemek yaptı. Yediler ve doydular. Yemekten hiç eksiimemişti. Sonra büyük bir maşraba su getirttiler. Onu da herkes kana kana içtiler. O dahi sanki içilmemiş gibi duruyordu.”

Hazreti Enes bin Mâlik anlattı: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile Zeyneb (r.arihâ; vâlidemiz evlendiklerinde, bana; “Falan, falan kimseleri ve yolda kimi görürsen çağır gelsinler” buyurdular. Ben hemen çıktım, yolda kimi gördüysem hepsim çağırdım. Geldiler. Evin bütün odaları dolmuştu. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), içinde iki avuç kadar hurma bulunan bir tabağı kendi önüne koyup, içine mübârek üç parmağını batırdı. Sonra o tabağı oradakilere ikram etti. Herkes yemeğe başladı. Doyan kalkıyordu. Da’vetliler yetmişbir veya yetmişiki kişi idiler. Herkes doyduktan sonra, tabaktaki hurmaların olduğu gibi durduğunu gördüm.” Ebû Hüreyre (r.a.) anlattı: “İnsanlar açlık içinde kıvranıyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdular ki: “Birşey var mı?” Ben de, “Azık torbamda biraz hurma var!” dedim. Buyurdular ki; “Onu getiriniz.” Getirdim, içinden bir avuç hurma çıkarıp yaydı ve bereketli olması için duâ buyurdular. Sonra “On kişi çağırınız!” buyurdular. Çağırdım. Gelenler doyuncaya kadar yediler. Sonra bir on daha, bir on daha, derken bütün asker yedi ve doydu. Sonra bana; “Getirdiğini al, elini içine sok, ondan bir avuç çıkar, kımıldatma” buyurdular. Getirdiğimden fazlasını aldım ve ondan yedim. Hattâ Hazreti Osman şehîd edilinceye kadar (Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’in hayâtı boyunca azık torbamdan yedirdim, hiç bitmedi. Sonra o kayboldu.” Ebû Hüreyre (r.a.) anlattı: “Çok acıkmıştım. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bana, kendilerini ta’kib etmemi buyurdular. Daha önce kendilerine hediye olarak bir bardak süt getirdiler. Bana da, Eshâb-ı Sûffe’yi (r.anhüm) çağırmamı buyurdular. Ben de, “Yâ Resûlallah! Bu süt onlara ne yapar, biraz içip onunla güçlenmiye hepsinden çok ben lâyıkım” dedim. Fakat Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı Sûffe’nin gelmesini ısrarla istediler. Çağırdım, geldiler.

Sıra ile içip, iyice doydular, içmedik bir tek kimse kalmadı. Ondan sonra Resûlullah (s.a.v.) bardağı aldı ve “Sen ile ben kaldık. Otur ve iç” buyurdular, içtim. “Yine iç” buyurdular, içtim. Devamlı olarak “İç” buyuruyorlardı. Ben de içiyordum. Nihâyet dedim ki, “Yâ Resûlallah! Sizi gönderene yemîn ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.” Bunun üzerine bardağı aldılar. Allahü teâlâya hamd ederek Besmele çektiler ve kalan sütü içtiler.”

Büreyde (r.a.) anlattı: “Bir köylü Resûlullahtan (s.a.v.) mu’cize istedi. Peygamber efendimiz de, “Şu ağaca, Allahın Resûlü seni çağırıyor de!” buyurdular. (Köylü ağaca öyle söyleyince) ağaç sağına-soluna, önüne-arkasına meyl etti. Kökünü bağlayan damarlar kesildi. Sonra yeri yararak, kökünü sürükleye sürükleye Resûlullahın (s.a.v.) yanına tozlu bir hâlde geldi. Huzûrunda durup fasîh, bir lisan ile, “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedi. Bunu gören köylü hayretle, “Emretseniz geri gider mi?” dedi. Peygamber efendimiz, emrettiler. Ağaç yerine döndü, damarları yerlerini buldu. Dimdik durup eski hâlini aldı. Buna iyice şaşıran köylü Peygamber efendimize, “İzin ver de sana secde edeyim!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ben bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, mutlaka kadının kocasına secde etmesini emrederdim” buyurdular. Köylü, “Madem ki öyle, müsâade buyurunuz da, mübârek ellerinizi ve ayaklarınızı öpeyim” dedi. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz de ellerini öptürdüler.” Üsâme bin Zeyd (r.a.) anlattı: Resûlullah (s.a.v.) efendimiz seferlerinden birinde bana buyurdular ki: “Allahın Resûlüne hacetini kaza etmesi için bir yer bulamaz mısın?” Ben de araştırdım ve “Yâ Resûlallah! Sizi insanlardan gizleyecek bir yer bulamadım” dedim. “Bir hurma ağacı veya taş da mı yok?” buyurdular. Ben de, “İleride birbirlerine yakın hurma ağaçları görüyorum” deyince, buyurdular ki: “Haydi gidin, Allahın Resûlü, kendisini örtmeniz için huzûruna gelmenizi emr ediyor de! Taşlara da aynısını söyle!” Ben hemen gittim. Resûlullahin emri şerîflerini kendilerine tebliğ ettim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hurma ağaçlarının birbirlerine yaklaşıp bir araya geldiklerini, taşların da bir araya geldiklerini ve ağaçların arkasında kümeler hâlinde toplandıklarını gördüm. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, hacetini kaza ettikten sonra benim yanıma geldiler ve “Haydi git, söyle de eski yerlerine dönsünler!” buyurdu. Rabbime yemîn ederim ki, onların ve taşların ayrılıp yerlerine gittiklerini gördüm.”

Pekçok Sahâbe-i Kirâmla birlikte Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyetine göre: “Mescid-i Nebî, hurma kütükleri üzerine kurulmuştu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) hutbe irâd edecekleri zaman, o kütüklerden birinin üzerine çıkar idi. Daha sonra minber yapıldı. Peygamberimiz ona çıkmaya başladı. Bunun üzerine o hurma kütüğü, deve sesine benzeyen bir sesle, Peygamberimizin hasretinden inlemeye başladı. Hazreti Enes, “Mescid bile onun sesinden sarsıldı” dedi. İbn-i Ebî Vada’a (r.a.), “Hurma kütüğü, çatlayıp yerinden oynadı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) gelip mübârek elini üzerine koydu da ondan sonra sustu” demiştir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer onu okşamasaydım, Resûlullaha karşı hasret ve hüznünden dolayı kıyâmete kadar böyle ağlayacaktı.” Büreyde (r.a.) rivâyet etti: “Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona; “İstersen seni bulunduğun bahçeye vereyim, tekrar dal budak sal ve eski hâline gel. İstersen seni Cennete dikeyim de Allah dostları meyvenden yesin” buyurduktan sonra, Resûlullah efendimiz ona kulak verdiler ve şöyle dediğini duydular. “Beni Cennete dik ve benden Allah dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim bir yerde olayım.” Ağacın bu konuşmasını, Peygamber efendimizin yanında bulunan da duydu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ona şu mukâbelede bulundular: “İstediğini yapacağım.” Sonra “Dâr-ı bekâyı, dâr-ı fenâya (bu dünyâya) tercih etti” buyurdular.

Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: “Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir avuç taş aldı. Taşlar, Resûlullahın elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra onları Hazreti Ebû Bekr’in eline döktüler. Taşlar yine tesbih ettiler. Sonra bizim elimize verildi, fakat tesbih etmediler.” Bir rivâyete göre, Kureyşli müşrikler, Peygamber efendimizin hicreti esnasında aramaya, iz ta’kibine başlamışlardı. Sebir dağının üzerindelerken, Sebir dağı dile gelerek, “Yâ Resûlallah! Benim üzerimde iken sizi öldüreceklerinden ve bu yüzden de Allahü teâlânın beni azâblandırmasından korkuyorum” dedi. Bunu işiten Hira dağı dile gelip, “Yâ Resûlallah! Bana gelir misin?” diye da’vette bulundu.

Hazreti Ömer anlattı: Birgün Peygamber efendimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâmıyle (r.anhüm) oturuyordu. Bir köylü yakaladığı bir kertenkeleyi elinde tutarak, Resûlullahın huzûr-i şerîflerine geldi. Orada oturanlara, Peygamberimizi göstererek, “Bu zât kimdir?” diye sordu. Oradakiler “Allahın Resûlüdür” dediler. Köylü Peygamber efendimize yönelerek, “Lat ve Uzza (putlar) hakkı için, bu kertenkele seni doğrulamadıkça sana îmân etmem” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, kertenkeleye, “Ey kertenkele!” diye hitâb ettiler. Kertenkele herkesin duyacağı bir ses ile, “Buyurunuz, buyurunuz ey gelenlerin süsü!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Söyle bakalım, sen kime kulluk edersin?” buyurdular. “Ben, semâda Arş’ı, yerde saltanatı, denizde yolu, Cennette rahmeti, Cehennemde azâbı bulunan Allahü teâlâya ibâdet ederim” dedi. Peygamber efendimizin “Ben kimim?” sorusuna da, “Siz, âlemlerin Rabbinin Resûlü, Peygamberlerin hâtemisiniz (sonuncususunuz). Seni doğrulayan felaha kavuşmuştur. Seni yalanlayan da perişan olmuştur” dedi. Bunlara şahit olan köylü şaşkına döndü ve müslüman olmakla şereflendi.

Ebû Hüreyre (r.a.) anlattı: Bir çoban kırda koyunlarını otlatıyordu. Bir kurt gelip koyunlardan birini kapıverdi. Çoban koşarak kurda yetişti ve koyunu tutup kurtardı. Bunun üzerine kurt, lisâna gelip çobana; “Rızkıma niçin mâni oluyorsun? Allahü teâlâdan korkmuyor musun?” dedi. Buna şaşıran çoban, “Hayret! Bir kurt, tıpkı insan gibi konuşabiliyor” dedi. Kurt, çobana; “Asıl hayret edilecek kişi sensin! Çünkü koyunlarının başında duruyorsun da Allahü teâlânın gönderdiği peygamberden haberin yok. Hem O öyle bir peygamberdir ki, Allah O’ndan daha büyük ve şerefli bir peygamber göndermemiştir. Nezdinde makamı pek büyüktür. Cennet kapıları O’na açılmıştır. Cennet ehli, Eshâbına bakıp seyrediyor. Nasıl (Allah rızâsı için) savaştıklarına ibretle bakıyor. Seninle O’nun arasında sâdece bir vâdi var. Haydi git. Sen de Allahın askerleri arasına katıl!” (Çoban) “Peki benim koyunlarımı kim bekleyecek?” (diye sorunca kurt) “Ben beklerim. Sen dönünceye kadar onları gözetlerim!”

Bunun üzerine çoban koyunlarını ona teslim edip (orduya katılmak üzere) yürüdü. Çoban hemen Peygamber efendimizin yanına geldi. Durumu anlattı. Peygamber efendimiz, Çobana, “Haydi kalk anlat” buyurdular. Çoban kalktı, orada bulunanlara hâdiseyi anlattı. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Doğru söylemiştir” buyurdular. Çobana dönerek, “Haydi git. Koyunlarını olduğu gibi göreceksin” buyurdular. Çoban gidince koyunlarını eksiksiz buldu. Buna sevindi ve kurda bir koyun kesip verdi. (Bu hâdiseyi anlatanın ve çoban olanın Uhban bin Evs (r.a.) olduğu rivâyet edildi.)

Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) rivâyet etti: Kimse kimsenin bostanına giremezdi. Çünkü bostanlarda yabancı kimselere saldıracak bir deve bulundurulurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) birgün, bostanlardan birine girince, deveyi çağırdı. Deve, Resûlullahın huzûruna geldi, burnunu yere koyup önünde diz çöktü. Peygamberimiz devenin yularını tekrar başına koyarak buyurdu ki, “Gök ile yer arasında hiçbir şey yoktur ki, benim Allahü teâlânın elçisi olduğumu bilmesin! Yalnız cinlerden ve insanlardan âsî olanlar müstesna.” Peygamber efendimiz, orada bulunanlara, “Bu deve çok çalıştırıldığından, kendisine az alaf (ot) verildiğinden yakınıyor” buyurdular. (Başka bir rivâyete göre ise) “Bu deve, küçüklüğünden beri, güç işlerde çalıştırıldıktan sonra, şimdi kendisini kesmek istediğinizden bana yakınıyor” buyurdular. Orada olanlar da, “Evet, doğrudur” dediler.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir seferinde namaza durmadan önce atına: “Biz namazdan fariğ oluncaya (bitirinceye) kadar yerinde dur, sakın ayrılma!” buyurup namaza durdular. Peygamber efendimiz namazlarını bitirinceye kadar at, bir a’zâsını dahi kımıldatmadı.

Enes bin Mâlik (r.a.) rivâyet etti: Ensârdan (Medîneli) bir genç vefât etti. Geride, iki gözü de a’mâ olan bir anası kalmıştı. Onu ta’ziye için evine gittik, ihtiyâr a’mâ kadın, “Gördüğünüz gibi oğlum vefât etti” dedi. Biz de “Evet” deyince, kadın ellerini açarak Allahü teâlâya şöyle niyaz etti: “Ey Allahım! Biliyorsun ki, ben sana ve Resûlüne, tehlike anlarında bana yardımcı olasın diye yöneldim. Beni bu musibete düçâr etme!” Cenâzesi orada bulunan genç, birden dirildi. Bizimle yemek yedi. Ondan sonra bir müddet daha yaşadı.

Osman bin Huneyf (r.a.) rivâyet etti: “Bir a’mâ dedi ki: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya duâ et de, gözümü açsın!” Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Haydi git. Abdest al, iki rek’at namaz kıl ve sonra şöyle duâ et: Allahım, ben senden, rahmet peygamberi olan Muhammed’in hatırı için diliyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Seninle Rabbine gözümü açması için varıyorum (yalvarıyorum)! Allahım, O’nu bana şefaatçi kıl!” buyurdular. Adam gözleri açılmış bir hâlde döndü.”

Peygamber efendimizin (s.a.v.) yaptığı duâları cenâb-ı Hak kabûl ederdi. Huzeyfe (r.a.) rivâyet etti: “Resûlullah (s.a.v.) bir adama duâ buyurduğu zaman, o duâdan sâdece o değil, çocuğu ve torunu bile faydalanırdı.” Enes bin Mâlik (r.a.) anlattı: “Annem beni, Resûlullahın huzûr-i şerîflerine götürüp, “Yâ Resûlallah! Enes’i senin hizmetine verdim. Allahü teâlâya onun için duâ buyurur musunuz?” dedi. Peygamber efendimiz de; “Allahım, onun malını ve evlâdını çoğalt, her verdiğin şeyde ona bereket ihsân et!” diye duâ buyurdular. Sonra, Enes bin Mâlik hazretleri şöyle anlattılar. Vallahi, malım pek çoktur. Çocuğum ve torunum yüz civarında sayılmaktadır.” Başka bir zaman da, “Benim kadar, kimsenin rahat yaşadığını bilmiyorum. Yemîn ederim ki, şu elimle yüz çocuğumu gömdüm. Düşük çocuklarımı ve torunlarımı demiyorum” dediler. Abdurrahmân bin Avf hazretlerine de Peygamber efendimiz (s.a.v.) duâda bulundular. Abdurrahmân bin Avf (r.a.), “Resûlullah (s.a.v.) efendimizin duâsı bereketiyle yerden bir taş kaldırsam, mutlaka altında altın bulacağımı ümid ederdim. Allahü teâlâ bana bereket kapısını açtı” dedi. Abdurrahmân bin Avf (r.a.) vefât ettiğinde, kalan mirasından dört hanımından her birine seksen bin altın düştü. Büyük iyilikleri olan zât idi. Bir günde otuz köle azâd etti. Yediyüz devesini, üzerindeki yükleri ile beraber Allah yolunda sadaka vermiştir. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hazreti Ali’ye soğuktan ve sıcaktan etkilenmemesi için duâ buyurdu. Hazreti Ali ondan sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan hiç etkilenmedi. Yazın kışlık elbisesini, kışın da yazlık elbisesini giyerdi. Tufeyl bin Âmir (r.a.), Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Bana duâ buyur da kavmime karşı bir alâmetim olsun” diye arzusunu bildirdi. Peygamber efendimiz de “Ey Allahım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye duâ buyurdular. Tufeyl bin Âmir’in (r.a.) iki gözünün arasında bir nûr parlayıverdi. Tufeyl bin Âmir (r.a.) “Yâ Rabbî! Bak, iki gözü arasına işkence yapılmış, demelerinden korkuyorum” dedi. Ondan sonra bu nûr alnından değneğinin ucuna geçti. Karanlık gecelerde onu ve etrâfını aydınlatırdı. Kendisine “Nûr sahibi” dediler. Birgün Peygamber efendimiz (s.a.v.) oturuyorlardı. Bir ara Hakem bin Ebi’l-Âs gelip arkasına oturdu ve yüzü, dili ve gözü ile işâretler yaparak alay etmeye, eylenmeye başladı. Peygamber efendimiz arkalarına dönüp de onu o hâlde görünce, “Öyle ol!” buyurdular. Çok geçmeden ağzı burnu yamuldu. Ölünceye kadar öyle kaldı.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) birşeye mübârek ellerini sürseler, onda pekçok bereketler, harikulade hâller meydana gelirdi. Birgün Câbir’in (r.a.) yorgun devesine, mübârek elleriyle dokundular. Deve öylesine canlandı ve hızlandı ki, neredeyse Hazreti Câbir yularını elinden kaçıracaktı. Sa’d bin Ubâde’nin (r.a.) tenbel eşeğine bindi. Tenbel olan merkeb, son derece hızlı yürüyen bir hayvan oluverdi. Hâlid bin Velîd (r.a.), Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîflerinden bir tanesini sarığının içine koydu. Onun bereketiyle, hangi harbe katıldıysa mutlaka muzaffer oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) birgün yatsı namazından çıktıktan sonra, Katâde bin Nu’mân’a (r.a.) bir hurma dalı verip, “Haydi bununla git. Önünden ve arkandan tam onar arşın seni aydınlatacaktır. Evine girdiğinde siyah birşey göreceksin, çıkıncaya kadar ona vur. Çünkü o şeytandır” buyurdular. Katâde (r.a.) gitti. Elindeki hurma dalı ışık verdi. Evine girdiğinde tarif buyurulan siyah şeyi gördü. O çıkıncaya kadar, ona vurdu. Selmân-ı Fârisî (r.a.), müşriklerin elinde köle idi. Müşrik olan efendisi kendisine, “Meyve veren üçyüz hurma ile kırk ûkiyye (1282 gr.) altın vermek şartıyla seni serbest bırakırım” dedi. Hazreti Selmân, durumu Peygamber efendimize anlattı. Resûlullah (s.a.v.) mübârek elleriyle üçyüz hurma fidanı diktiler. Dikilen hurma fidanı hemen ağaç oldu. O sene meyve verdi. Küçük bir altını da mübârek dillerine değdirdiler ve efendisine götürmesini buyurdular. Selmân-ı Fârisî (r.a.), o altın parçasından kırk ûkiyye tartıp efendisine verdi ve hürriyete kavuştu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Katâde bin Melhan’ın (r.a.) yüzüne mübârek elini sürdüler. Yüzünde öyle bir parlaklık meydana geldi ki, herkes ona aynaya bakar gibi bakıyordu. Hanzala bin Huzeym’in (r.a.) başına mübârek ellerini sürdüler. Herhangi bir hasta, Hanzala bin Huzeym’in (r.a.) yanına getirilip, yüzünü Peygamberimizin mübârek elini sürdüğü yere sürse derhal iyileşirdi.

Huzeyfe (r.a.) anlattı: “Arkadaşlarım unuttular mı, yoksa unuttular gibi mi gözüktüler, bilmiyorum. Vallahi, Allahın Resûlü (s.a.v.) dünyânın sonu gelinceye kadar fitneye önderlik edecek üçyüz kadar insanın adını söylemeden geçmemiştir. Hemen hepsinin ismini, babasının ve kabilesinin ismini söylemiştir.” Ebû Zer Gıfâri (r.a.), “Gökten kanadını kımıldatan kuş hakkında bile bilgi vermeden, Resûlullah bizden ayrılmamıştır” dedi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) Eshâbına haber verdiği hâdiseler ve va’d ettiklerinin hepsi meydana gelmiştir. Düşmanlara galip gelmeleri, Mekke, Mescid-i Aksa, Yemen, Şam, Irak’ın alınması, güvenliğin sağlanması. Öyle ki, bir kadının Allahü teâlâdan başka hiç kimseden korkmadan, Hîre’den Mekke’ye kadar yolculuk yapması mümkün olmuştur. Hayber gazâsında, “Yarın Allahın sevdiği kullardan birinin elinde Hayber fethedilecektir inşâallah” buyurdular. Hayber Hazreti Ali’nin elinde feth olunmuştur. Kisrâ ve Kayser’in memleketlerinin fethini önceden ümmetine müjdelemiştir. Müjdeye kavuşulmuş, Kisrâ ve Kayser’in memleketleri fethedilmiş, mülkleri müslümanların eline geçmiştir. Ümmetinin 73 fırkaya ayınlacağını, içlerinde sâdece Ehl-i sünnet fırkasının kurtulacağını haber verdi. Müşriklerden Ubey bin Halefin öldürüleceğini, Utbe bin Ebî Leheb’in bir arslan tarafından parçalanacağını, müşriklerden Bedr gazâsında kimlerin öleceğini önceden bildirmiş ve hep buyurdukları meydana çıkmıştır. Bir aylık mesafede bulunan Mûte gazâsında şehîd olanları ve gazânın seyrini bildirmişlerdir. Kisrâ’dan gelen elçi Firûz’a, Kisrâ’nın öldüğünü bildirmiş ve hangi gün olduğunu da söylemişdir. Firûz daha sonra memleketine dönüp haberin doğruluğunu görünce, hemen gelip müslüman olmakla şereflenmiştir. Birgün Sürâka’ya (r.a.); “Şu Kisrâ’nın bileziklerini giydiğin zaman hâlin nice olur?” buyurmuşlardır. Hazreti Ömer, Kisrâ’nın ülkesi fethedilip, getirilen ganîmetler arasındaki bilezikleri Hazreti Sürâka’ya giydirmiş ve “Bunları Kisrâ’dan alıp da Sürâka’ya giydiren Rabbime hamd-ü sena ederim” buyurmuştur. Peygamber efendimizin (s.a.v.) bu ve buna benzer önceden haber verdiği hâdiseler hep meydana çıkmış ve çıkmaktadır. Hattâ yanlarında oturanların kalblerinden geçirdikleri şeyleri onlara söylerlerdi. Onlar da, doğru söylediniz yâ Resûlallah derlerdi. Münâfıkların bütün gizli hâllerini ve haklarında çevirecekleri entrikaları ve yaptıkları konuşmaları, aldıkları kararları bilirdi. Münâfıklar dahî Peygamberimizin (s.a.v.), bu konuşmalarını bildiğini bilirler, onun için birbirlerine, “Sus, konuşma! Kendisine aleyhinde söylediğimizi kimse söylemese bile, Bethâ’nın bütün taşları da O’na haber verir” derlerdi.

Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi (s.a.v.), düşmanların şerlerinden korumuştur. Rabbimizin himâyesinde olup, O’na kimse dokunamamıştır. Nitekim Allahü teâlâ, “Allah, seni insanlardan (şerrinden) korur” buyurmuştur (Mâide-67). Dusûr bin el-Haris adında biri, kavminin en cesur kimsesiydi. Gatafan gazâsında, Peygamber efendimiz bir ağacın altında istirahata çekildiğinde, öldürmek için saldırdı, fakat başaramadı. Bu sebeple de müslüman oldu. Kavminin yanına döndüğünde dediler ki: “Hani fırsat eline geçmişken, niçin öldürmedin?” Onlara, “Uzun boylu, beyaz tenli bir kimseyle karşılaştım. Bana dokununca düştüm. Sırtüstü düştüğümde kılıcım da elimden fırlamıştı. O zaman anladım ki, o bir melek idi. Sırf bu yüzden müslüman oldum” dedi. Bu hâdiseden sonra âyet-i kerîme geldi. Meâlen buyuruluyor ki: “Ey îmân edenler! Allahın üzerinizdeki ni’metini hatırlayın. Hani bir kavim (Kureyş) size ellerini uzatmayı (sizi öldürmeyi) kurmuştu da, Allahü teâlâ, bunların ellerini sizden men etmişti” (Mâide-11). Abd bin Humeyd anlattı: “Peygamber efendimize (s.a.v.) çok düşmanlığı olan Ebû Leheb ve hanımı, Resûlullahın kapısı önüne dikenli odunlar ve geçeceği yollara ateş koyuyordu. Peygamber efendimiz sanki bir kum yığınına basıyormuş gibi basardı ve birşey olmazdı. İbn-i İshâk (r.a.) anlattı: “Kendisi ve kocası için, Tebbet sûresi geldiğini Ebû Leheb’in hanımına anlattılar. Bunu hazmedemiyen Ebû Leheb’in hanımı hiddet ile bir taş alıp, Hazreti Ebû Bekr ile oturmakta olan Resûlullah (s.a.v.) efendimize doğru hücum ediyor. Fakat yanlarına geldiğinde Hazreti Ebû Bekr’i görüyor, Resûlullahı göremiyordu. Merak edip Hazreti Ebû Bekr’den sordu. “Hani arkadaşın nerede! Beni kınadığını duydum. Bulursam bu taşı O’na vuracağım” dedi ve orada bulunan Peygamber efendimizi göremedi.” Hakem bin Ebi’l-Âsî anlattı: “Bir grup arkadaş kendi aramızda ittifâk edip, Peygamberi gördüğümüz yerde öldürecektik. Bu karar üzerine harekete geçtik. O’nu bir yerde namaz kılarken gördük. Bu ânda arkamızda öyle kuvvetli bir ses işittik ki, Mekke’de bu sesin te’sîrinden herkesin öldüğünü sandık. Biz de olduğumuz yere yığılıp kalmıştık. Ayıldığımızda O’nun oradan çoktan ayrılıp gittiğini gördük. Aradan zaman geçti yine sû-i kasd için hazırlandık. Birbirimize kuvvetli söz vererek harekete geçtik. Kendisine yaklaştığımız bir ân, Safa ile Merve tepeleri aramıza giriverdi. O’nu görmemizi engelledi.”

Hazreti Ömer anlattı: “Müslüman olmadan önce bir gece Ebû Cehm İbni Huzeyfe ile anlaşıp Resûlullahı (s.a.v.) öldürmeğe gittik. Evine geldik, içeride “Hakka” sûresinin şu meâldeki 8 ve 9. “Şimdi onlardan görüyor musun bir geri kalan? Fir’avn da, ondan öncekiler de, Lût kavminin kasabalar halkı da hep o hatâyı (şirk ve isyanı) işlediler.” âyetlerine gelince, bizde bir korku hâsıl oldu. Ebû Cehm adaleme vurarak, “Yâ Ömer! Haydi bundan kurtul!” dedi, hızla oradan kaçıp uzaklaştık.” Bu hâdise, Hazreti Ömer’in İslâma gelmesini hazırlayan hâdiselerden birisiydi. Müşriklerin, hicret akşamı Peygamber efendimizi öldürmek için evini sardıklarında, Resûlullah (s.a.v.) onların gözleri önünde evden çıktı. Bir avuç toprak alıp üzerlerine serpince, Allahü teâlâ onların gözlerine bir perde çekti. Peygamber efendimizin oradan çıkıp uzaklaştığını göremediler. Yine mağaranın kapısına örümcek ağ yaptığı için göremediler. Örümcek öylesine bir ağ örmüştü ki, Umeyye bin Halef bile ağı görünce, iz sürücüsüne kızmış, “Görmüyor musunuz şu ağı? Bu ağ, O doğmadan buraya örülmüş!” demekten kendini alamamıştı. Kureyşli müşrikler, Resûlullahı (s.a.v.) yakalayana mükâfatlar koymuşlardı. Bunu kazanmak isteyenlerden hiri de Sürâka bin Mâlik idi. Atına binmiş, iz süre süre ta’kibe başlamıştı. Peygamber efendimiz, (s.a.v.) ile Hazreti Ebû Bekr’i görünce, hızla onlara yaklaşmaya başladı. Peygamber efendimiz onun geldiğini öğrenince, onun için duâ etti. Onun atının ayakları yere battı, kendisi attan düştü. Bunun üzerine âdetlerine uyarak fala baktı. Bâtıl inancına göre hakkında hayırlı olmadığını anladı. Fala aldırış etmeyip, atına bindi, tekrar peşlerine düştü. Biraz sonra iyice yaklaşmıştı. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz ona hiç bakmıyor, devamlı okuyordu. Hazreti Ebû Bekr, Sürâka’nın çok yaklaştığını görünce, Resûlullaha bir zarar verecek diye çok korktu. Peygamber efendimiz, “Korkma, Allah bizimledir” buyurdu. Sürâka, vurmaya hazırlandığı bir ânda atının ayakları dizlerine kadar yere battı, kendisi de hızla yere düştü. Atının ayaklarından bir duman yükselmeye başladı. Sürâka çok korktu ve “İmdât” diye bağırmaya, yalvarmağa başladı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona eman verdiler. Sürâka, Kureyşlilerin onlar hakkında mükâfatlar koyduğunu anlattı. O zaman Resûlullah efendimiz, Sürâka’ya “Arkamızdan gelenleri bırakma, bir şeyler söyle de geri dönsünler” buyurdu. Sürâka yanlarından ayrıldı, arkadan gelenlere, “Buralarda kimseleri göremedim, haydi dönün buradan” dedi. İbn-i İshâk (r.a.) anlattı: “Ebû Cehl, büyük bir kaya parçası alarak, Peygamber efendimiz (s.a.v.) namaz kılarken mübârek başına atmak istedi. Müşrikler de geriden onu seyrediyorlardı. Bir an evvel atsın da görelim, diye sabırsızlanıyorlardı. Fakat kaya Ebû Cehlin eline yapışmıştı. Gördüklerinin korkusundan belinden üst tarafı da hareket edemez hâle gelivermişti. Ebû Cehl şaşkına döndü, fikrinden vazgeçip Peygamber efendimizden özür diledi. Durumunun düzelmesi ve eski hâline gelmesi için duâ istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) de merhamet edip duâ buyurunca iyileşti. Ebû Cehl, sür’atle oradan uzaklaşıp, müşriklerin yanına geldi. Müşriklerin suâllerine, “Önümde öyle büyük bir deve gördüm ki, beni neredeyse parçalıyacaktı. Hayâtımda onun kadar büyük bir deve görmedim” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İşte onun gördüğü Cebrâil’di. Eğer yaklaşsaydı hemen onu kapıverecekti.”

Hazreti Hamza, Şeybe bin Osman’ın babasını ve amcasını öldürmüştü. Huneyn gazâsında Şeybe bin Osman, Peygamber efendimizi (s.a.v.) öldürüp, intikamını almak için hücuma geçti, kılıcını kaldırdı, fakat birden vazgeçti. Sebebini sorduklarında, “Ona vurmak için yaklaşınca, şimşekten daha sür’atli bir ateş kıvılcımını karşımda gördüm. Kurtuluşu kaçmakta buldum. Kaçarken Resûlullah beni yanına çağırdı. Gittim. Mübârek elini, göğsüme koydu. O âna kadar en nefret ettiğim kişi olduğu hâlde, elini göğsümden kaldırdığında en çok sevdiğim insan olacak şekilde muhabbeti kalbime yerleşti. Bana buyurdu ki: “Haydi yaklaş, safımızda düşmana karşı savaş.” Kılıcımı çektim, O’nu korumak için düşmana karşı amansız bir mücâdeleye başladım. O ânda eğer, önüme babam bile geçseydi, onu dahî gözümü kırpmadan öldürürdüm” dedi.

Allahü teâlâ, Peygamber efendimize (s.a.v.) çok ilim vermiştir. Din ve dünyâ husûsunda ne kadar ilim varsa, hepsini O’na öğretmiştir. Dînin esaslarını ve ümmetinin ihtiyâçlarını O’na bildirmiştir, önce gelen kavimlerin hâllerini, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kıssalarını, zâlimlerin hayat hikâyelerini, kısacası Âdem aleyhisselâmdan kendi zamanına kadar gelen bütün dinler ve kitaplar hakkında O’na (s.a.v.) bilgi vermiştir. Ehl-i kitabın birbirleri ile olan münâzara ve münâkaşalarını, kitaplarından neleri gizlediklerini, insanlara neleri açıklamadıklarını, Arabî dilin bütün lehçelerini, fesahat ve belagatlarını, Arabların târihlerini, darb-ı mesellerini, hikmetli sözlerini, şiirlerinin ma’nâlarını, son derece cazibeli sözleri ve bunun gibi bütün özellikleri O’na öğretmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberimize öyle bir kitap göndermiştir ki, onda asla tenakuza rastlananmaz. En iyi ahlâk sistemleri onun içinde vardır. Haramları ve helâl olanları anlatması; insanların mallarını, ırzlarını korumak için dünyâda cezalar koyması, âhırette ise ateşle korkutması, Kur’ân-ı kerîmin mu’cizelerindendir. Tıb, hesab, neseb ve ferâiz gibi ilimleri anlatması ve bununla ilgili ihtisas yapmak isteyenlere en güzel nümûne olması da, Peygamber efendimize (s.a.v.) ayrı bir husûsiyet kazandırmıştır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) insanların sağlığıyla, ya’nî tıb ilmiyle ilgili olarak buyurdular ki:

“Bütün hastalığın başı fazla yemektir.”

“Bedenin havzı mi’dedir, damarlar ona doğru uzanmıştır.”

“En iyi kan aldırma zamanı, (her Arabî ayın) onyedisi, ondokuzu ve yirmibirinde yapılanıdır.”

“Hind baharat otunda yedi şifâ vardır. Birisi de Zât-ül-Cenbte görülen şifâsıdır.”

“Âdemoğlu için, dolu karından daha kötü bir kap yoktur. Mutlaka yemesi gerekiyorsa, (mi’denin) üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de rahatça nefes, almaya ayırmalıdır.”

Peygamber efendimize (s.a.v.) îmân edip getirdiklerini tasdik etmek, O’nu sevip itaat etmek, nasihatlerini kabûl etmek, kendisine hürmet ve ta’zim etmek farzdır. Bu husûsta Allahü teâlâ meâlen; “O hâlde Allaha ve O’nun ümmî Nebisi olan Resûlüne îmân edin, O’na tâbi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’râf-158) “Kim Allaha ve Peygamberine îmân etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih-13) Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahtan başka ilâh olmadığına şehâdet edip, bana ve benim getirdiklerime îmân edinceye kadar insanlarla (kâfirlerle) savaşmam bana emrolundu. Onlar bunları yapınca, müslümanlık hakkının muktezası (cefâları) müstesna, mallarını ve canlarını benden kurtarırlar, (içlerindeki gizli husûsların) hesaplarını ise, Allah görür.”

Birgün Resûlullah (s.a.v.) efendimize Cebrâil aleyhisselâm gelmişti. Eshâb-ı Kirâma, îmânı ve İslâmı daha iyi öğretmek için “İslâm nedir?” diye suâl etti. Peygamber efendimiz de; “İslâm; Allahtan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allahın elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılınan, farz olan zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gidip ziyâret etmeye gücün yettiğinde Beyt-i şerîfi ziyâret etmendir” buyurdular, “Îmân nedir?” suâline de; “Allaha, Allahın meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, öldükten sonra tekrar dirilmeğe, âhıret gününe, hayrın ve şerrin Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına îmân etmektir” buyurdular. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), bu hadîs-i şerîfte, kalb ile de tasdik etmek lâzım olduğunu ve îmân edilen husûslara boyun eğip riâyet etmek için dil ile de ikrâr etmenin lâzım olduğunu beyan buyurdular. Bu durum, tam ma’nâsıyla istenilen bir hâldir. Yermek lâzım olan hâl ise, şehâdeti dil ile söylediği hâlde, kalb ile tasdik etmemesidir ki, buna münâfıklık denir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm) münâfıklar sana geldiği zaman şöyle dediler: “Şehâdet ederiz (kalbimizdeki inancı beyân ederiz) ki, doğrusu sen, muhakkak Allahın peygamberisin.” Allah da biliyor ki, gerçekten sen, O’nun şübhe götürmez peygamberisin. Bununla beraber Allah şehâdet ediyor ki, münâfıklar tamamen yalancıdırlar (sözleri inaçlarına uymamaktadır, yalan yere yemîn ediyorlar.) (Münâfikûn-1) Ya’nî, onlar bu sözlerinde yalancılardır. Çünkü onlar, söylediklerini ne tasdik ediyorlar, ne de ona inanıyorlar. Onlar inanmadıkları hâlde böyle söylüyorlar. Onlar şehâdetlerinde kalbleriyle tasdik etmedikleri için, kalblerinde bulunmayanı, dilleriyle söylemeleri kendilerine hiç bir fayda sağlamaz. Bunun için onlar müslüman sayılmazlar. Âhırette dahî onlara müslüman muâmelesi yapılmaz. Kendilerinde, İslâmdan hiçbir şey yoktur. Onun için onlar kâfirlere katılarak. Cehennemin en aşağı tabakasına atılırlar. Bir kimse, kalbindeki tasdik ile, dili ile olan ikrân birleşmedikçe mü’min olamaz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Bana kim itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allaha isyan etmiş olur. Benim emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de bana isyan etmiş olur” buyurdular. Yine buyurdular ki: “Bana itaat eden ve benim getirdiklerime uyan kimsenin hâli ile, bana isyan eden ve benim getirdiklerimi yalanlayan kimsenin hâli, şu adamın hâline benzer ki, (o adam) bir ev yaptırmış, (insanlara mükemmel bir ziyâfet vermek için) güzel, çeşitli yemekler hazırlamış, insanları yemeğe da’vet etmek için birini vazîfelendirmiştir. Da’vete icabet eden kimse, eve giren ve hazırlanan yemeklerden istediği kadar yer. Fakat da’vete icabet etmiyen ise, eve giremez ve hazırlanan yemeklerden yiyemez. Ev (Resûlullahın da’vetine icabet eden müttekiler için hazırlanan) Cennettir. (Allaha ve O’nun ni’metleri ile dolu olan Cennete) da’vet eden ise, Muhammed aleyhisselâmdır. Kim ki Muhammed aleyhisselâma itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur. Kim ki Muhammed aleyhisselâma isyan ederse, Allaha isyan etmiş olur. Muhammed aleyhisselâm, kendisini tasdik eden mü’minler ve kendisini yalanlıyan kâfirler olmak üzere insanların arasını ayırd edicidir.”

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Benim sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine yapışınız. Ona olanca gücünüzle ve titizlikle sarılınız. (Dinde) sonradan ihdas edilen (Kur’ân-ı kerîmde. Sünnette, İcmâ-i ümmette ve Kıyâs-ı fukahâda bulunmayan) şeylerden kaçınınız. Çünkü (dinde) her sonradan ihdas edilen bid’attir. Her bid’at ise sapıklıktır.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim benim sünnetimi ihyâ ederse (onunla amel ederek yayarsa), beni ihyâ etmiştir (şânımı yüceltmiş, emrimi izhâr etmiştir.) Beni ihyâ eden de, Cennette benimle beraberdir.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) Bilâl bin Hâris’e (r.a.) buyurdular ki: “Bir kimse, İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları kendisine verilir.”

Ömer bin Abdülazîz (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) güzel bir yol açtı. Ondan sonra da halîfeleri yollar açtılar. Resûlullahın (s.a.v.) sünnetiyle ve kendisinden sonraki halîfelerinin sünnetleriyle amel etmek, Allahın kitabına uygun olarak hareket etmektir. Allahü teâlâya ve Peygamber efendimize itaat etmek, Allahü teâlânın dînini kuvvetlendirmektir. İslâmiyeti, hiç kimsenin bozmağa ve değiştirmeye hakkı yoktur. Sünnete muhalefet eden kimselerin sözleriyle de amel etmek caiz değildir. Peygamber efendimizin (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) sünnetlerine uyanlar, hidâyete kavuşmuşlardır. Bunlardan her kim yardım isterse, yardım görmüştür. Her kim sünnet-i şerîflere muhalefet eder ve onlarla amel etmezse, müslümanların gittiği yoldan başka bir yol tutmuştur. Allahü teâlâ o kimseyi kötü işler yaptırarak Cehenneme atar. Gidilecek yer olarak Cehennem en kötü yerdir.”

Ahmed bin Hanbel (r.a.) buyurdu ki: “Birgün bir grup kimseyle bulunuyordum. Onlar iyice soyundular ve suya girdiler. Ben ise Peygamber efendimizin (s.a.v.) şu hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadım: “Kim Allaha ve âhıret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) girmesin.” O gece rüyamda bir kimse bana; “Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni İmâm kildi, insanlar sana tâbi olurlar” dedi” “Siz kimsiniz?” dedim. O da, “Cebrâil’im” diye cevap verdi.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiğine göre; Resûlullah (s.a.v.) efendimiz birgün Medine’deki mezarlığa gittiler. Orada Ümmetinin sıfatları hakkında buyurdular ki: “Yemîn ederim ki, birçok insanlar, başı boş olan hayvanın sudan uzaklaştığı gibi (âhırette) benim Havz-ı Kevser’imden uzaklaşırlar. Onları (Eshâbımdan sanarak) çağırırım ve şöyle derim: “Uyanın (buraya) gelin! Uyanın gelin! Uyanın gelin!” (Melekler) derler ki: “Onlar senden sonra dinlerini değiştirdiler.” Bunun üzerine derim ki: “Kahrolsun Cehennemlikler! Kahrolsun Cehennemlikler! Kahrolsun Cehennemlikler!”

Peygamber efendimizi (s.a.v.) her mü’minin canından daha çok sevmesi lâzımdır. Bu husûsta cenâb-ı Hak, Tevbe sûresi 24. âyetinde meâlen buyuruyor ki: “Ey Habîbim, o hicreti terk edenlere de ki; “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O’nun yolunda cihâddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” Allahü teâlânın bu kadar tehdid etmesi, Resûlullahı (s.a.v.) sevmenin lâzım olduğunu, farz olmasında kesinliği, kıymetinin büyüklüğünü gösterir. Enes bin Mâlik’den (r.a.) rivâyetle, hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Hiçbiriniz, ben ona, evlâdından da, pederinden de ve bütün halktan daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz.”

Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyetle bildirilen hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse îmânın tadını bulur. Birincisi; bir kimseye Allah ve Resûlü, başkalarından daha sevgili olmak, ikincisi; bir kimse, sevdiğini Allah için sevmek. Üçüncüsü; bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmek.”

Birgün Hazreti Ömer, Peygamber efendimize (s.a.v.) “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, canım hâriç, bana herşeyden sevgilisin” dedi. Resûlullah efendimiz ise, “Ben, kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden biriniz asla îmân etmiş olmaz” buyurdular. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Yâ Resûlallah! Sana Kur’ân-ı kerîmi gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana canımdan daha sevgilisin.” Resûlullah (s.a.v.) de, “Ey Ömer, şimdi (tamam) oldu” buyurdular.

Bir kimse Resûlullah (s.a.v.) efendimize gelip dedi ki, “Ey Allahın Resûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?” Peygamber efendimiz “Kıyâmet için ne hazırladın?” buyurdular. O kimse, “Evet, çok namaz kılarak, oruç tutarak, sadaka vererek kıyâmet için hazırlanmadım. Lâkin ben, Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Sen, sevdiğin kimse ile berabersin.”

Bir kimse Resûlullah (s.a.v.) efendimize gelip, “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sen bana eilemden ve malımdan daha sevgilisin. Ben sizi hatırladığım zaman, huzûr-i şerîflerinize gelip size bakmadan sabredip duramam. Yâ Resûlallah, siz Cennete girdiğiniz vakit Peygamberlerle beraber olursunuz. İnşâallah ben de Cennete girersem, seni nasıl görürüm?” diye sordu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 69. âyetini gönderdi. Meâlen şöyle buyuruldu: “Allaha ve Peygambere itaat edenler, işte bunlar, Allahın kendilerine ni’met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş.” Resûlullah efendimiz (s.a.v.), o kimseye bu âyet-i kerîmeyi okudular.

Abde binti Hâlid bin Ma’dan (r.anhâ) anlattı: “Babam Hâlid, yatağına girmeden önce, Resûlullahın (s.a.v.), Ensâr ve Muhacirinden olan Eshâbının sevgi ve hasretini anlatır, onların isimlerini söylerdi. Derdi ki, “Onlar benim aslım ve neslimdir. Onlara muhabbetim ve onlara kavuşma iştiyâkım çoğaldı. Yâ Rabbî, ben onlara kavuşmak istiyorum.” Bu sözleri uyuyuncaya kadar tekrar ederdi.”

“İbn-i İshâk’dan (r.a.) rivâyet edildi ki: Ensârdan bir kadına, Uhud gazâsında; babası, kardeşi ve kocasının, Peygamber efendimizle (s.a.v.) birlikte şehid düştükleri haberi geldi. Münâfıkların bu haberi yaymaları üzerine, o hanım sür’atle Uhud’a gitti. “Resûlullaha ne oldu, O nasıldır?” diye rastladıklarına sordu. Orada bulunanlar da, “Allahü teâlâya hamdolsun, Resûlullah (s.a.v.) hayattadır, iyidir, sıhhat ve afiyettedir” diye cevap verince, o mübârek hâtun, “Onu bana gösterin, tâ ki O’nu görmekle şereflenmeden rahat edemem” dedi. Peygamber efendimizi görünce, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana feda olsun. Sen sağ ve selâmette olunca; baba, kardeş, koca ve başkalarının ölümü gibi her musibet hafiftir” dedi.

Zeyd bin Eslem (r.a.) anlattı: Hazreti Ömer, bir gece etrâfı kontrol için dışarı çıkmıştı. Bir evde ışık yandığını görünce, eve doğru gitti. Pencereden yaşlı bir kadının şöyle söylediğini işitti:

“Muhammed’in üzerine olsun iyilerin selâmı.
Temiz ve seçilmiş kimseler O’na eyledi selâmı.

Sen, seher vaktinde çok ağlar, çok ibâdet ederdin.
Ölüm beni Cennette sana kavuşturur mu bilseydim.”

diyerek, Resûlullaha (s.a.v.) olan muhabbetini tazeliyordu. Hazreti Ömer de, Peygamber efendimizi hatırlamış, O’na olan sevgisi ve O’na kavuşma iştiyâkıyla ağlamaya başlamıştı.

Mekkeli müşrikler, Zeyd bin Desinne’yi (r.a.) öldürmek için Mekke’den dışarı çıkardılar. Müşriklerin reîsi ona, “Ey Zeyd! Söyle bakalım, boynunun vurulması için senin yerinde Muhammed’in bulunmasını, kendinin de evinde olmanı istermiydin?” dedi. Bunun üzerine Hazreti Zeyd, “Yemîn ederim ki, Resûlullah efendimizin mübârek ayağına, bir dikenin bile batmasını istemem. O sıhhat ve afiyet üzere bulunduğu yerde olsun, ben ölüme çoktan râzıyım. O’na canım feda olsun!” dedi.

“Şüphesiz ki fiilen yapılmadıkça, yahut söylemedikçe, Allahü teâlâ, ümmetimin gönüllerinden geçen şeyleri onlara bağışlamıştır” meâlindeki hadîs-i şerîfi şerhederken. Kâdı İyâd hazretleri buyuruyor ki: “Kalbden geçen şey, orada yer edip karar kılmadan gelip geçerse, buna “Hemm” denir. Şayet devam eder de kalbe yerleşirse, “azîm” olur. Azîm sebebi ile ise, insan yâ muaheze olunur (azarlanır), yahut sevâb kazanır.”

Resûlullah (s.a.v.): “Size Allahü teâlânın, günahları ne ile imha ettiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini göstereyim mi?” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm (r.a.) “Evet, yâ Resûlallah” dediler. “Güçlüklererağmen abdesti yerli yerince almak, mescidlere doğru adımı çok atmak ve namazdan sonra (diğer) namazı beklemektir. İşte sizin ribatınız (cihâdını) budur” buyurdular. Kâdı Iyâd hazretleri bu hadîs-i şerîfi şerhederken buyuruyor ki: “Günahları imha etmek, onları af ve mağfiret buyurmaktan kinâyedir. Bununla beraber, onları hafaza meleklerinin defterinden silmek de kasdedilmiş olabilir. Bu da günahların affına, Cennetteki derecelerin yükseltilmesine delîldir. Güçlükler, soğuğun şiddetinden, vücûdun hastalık sebebiyle elem ve kederinden ve buna benzer şeylerden doğar. Mescidlere doğru adımı çok atmak, evin onlara uzaklığı ve onlara çok gidip gelme sebebiyle olur.”

Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.), birgün Resûlullahın (s.a.v.) huzûruna girdi. Daha sonra buyurdu ki: “O’nu bir hasır üzerinde namaz kılarken gördüm...” Kâdı Iyâd (r.a.) bunu şerhederken buyuruyor ki: “Yerden yetişen nebatattan yapma seccade üzerinde namaz kılmakta hiçbir kerahet yoktur. Nebatî olmayan yaygı, keçe v.s. üzerinde kılmak da sahihtir. Lâkin, sıcak ve soğuk gibi ihtiyâçlar müstesna; yer hepsinden efdaldir. Çünkü namazın sırrı, Allahü teâlâya tevâzu ve hudû’dur.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 138

2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 183

3) Miftâh-üs-Se’âde cild-2, sh. 19

4) El-A’lam cild-5, sh. 99

5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 1304

6) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 168

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 409, 1027

8) Kıyâmet ve Ahıret sh. 268, 269

9) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 34