Hanefî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Hasen bin Mensûr bin Mahmûd Abdülazîz el-Özcendî el-Fergânî’dir. “Kâdı Hân” ismi ile meşhûr oldu. “Fahrüddîn, Ebü’l-Mefâhır ve Ebü’l-Mehâsin” lakabları ile anılmaktadır. Doğum yeri olan Özcend, İsfehan’da Fergana’ya yakın bir şehirdir. Bu şehirlere nisbetle “Özcendî” ve “Fergânî” denilirdi. Hanefî fıkıh âlimidir. Ebû İshâk İbrâhim bin İsmâil bin Ebî Nasr es-Sıgârî’den ve Zâhireddîn Ebû Hasen Ali bin Abdülazîz el-Mergınânî’den ve daha başka âlimlerden ilim tahsil etmiştir. 592 (m. 1196) senesi Ramazân-ı şerîf ayının onbeşinci gecesi vefât etti.
Allâme Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhayy el-Lüknevî, “El-Fevâid-ül-behiyye” adındaki eserinde diyor ki, “Hasen bin Mensûr bin Mahmûd Fahrüddîn Kâdı Hân özcendî Fergânî, büyük İmâm, ilimde derin bir deniz, ince ma’nâlar deryasının dalgıcı, keskin görüşlü bir müctehid olup, Zahîrüddîn Hasen bin Ali Mergınânî’den, o da Burhânüddîn-il-kebîr Abdülazîz bin Ömer Mâze’den, o da Kâdı Hân’ın dedesi Mahmûd bin Abdülazîz el-Özcendî’den ilim almıştır. Bu ikisi de İmâm-ı Serahsî’den, o da Hulvânî’den, o da Ebû Ali en-Nesefî’den, o da Ebû Bekr bin Fadl’den, o da üstâd Sebzemûnî’den, o da Ebû. Abdullah’dan ve o da babası İmâm-ı Muhammed Şeybânî’den ilim öğrenmiştir.
Onun meşhûr ve elden düşmeyen fetvâları vardır. “Fetâvâ-i Kâdı Hân” diye bilinir. Bundan başka “Vâki’at”, “Emâlî”, “Mehâdır”, “Şerh-i Ziyâdât”, “Şerh-ül-câmi-is-Sagîr” ve Hassâf’ın kitabına yaptığı şerhlerden meydana gelen “Şerh-i Edeb-il-kazâ” kitapları vardır. Osmanlı Şeyhülislâmlarından Ahmed bin Kemâl Paşa onu, “Mes’elede ictihâd” tabakasına yükselen fakîhler arasında saymıştır. Fıkıh ilmini Cemâlüddîn Ebû Hâmid Mahmûd el-Husayrî, Şemsüleimme Muhammed el-Kerderî, Necmüleimme ve Necmüddîn Yûsuf-i Hâsî ve başka âlimlerden almıştır.
Kâdı Hân’ın başka kitaplara yaptığı şerhleri ve “Hâniyye” isminde bir fetvâ kitabı meşhûrdur. Fetvâ ilmi, fıkıh ilminin dallarından birisidir. Bu ilimde, cüz’î ve kısmî olaylarda, fıkıh âlimlerinden sâdır olan hükümler rivâyet olunur. Böylece kendilerinden sonra gelen insanlara, karşılaşılabilecek çeşitli mes’elelerde uyulacak esaslar bildirilmiş olur. Bu ilimde yazılan kitaplar sayılamayacak kadar çoktur. Hanefî mezhebinde mu’teber olan fetvâ kitaplarının meşhûrlarından biri de “Fetâvâ-i Kâdı Hân”dır.
Fetâvâ-i Kâdı Hân; Hanefî mezhebinde meşhûr ve makbûl olan, kendisiyle amel edilen ve büyük âlimlerin, fakîhlerin yanında elden ele dolaşan güvenilir ve kıymetli bir fetvâ kitabıdır. Hüküm ve fetvâ vermek için dâima göz önünde bulundurulan kaynak bir eserdir. Bu kitapta, sık sık vukû’ bulan ve kendisine ihtiyâç duyulan ve insanlar arasındaki vâkıalarda ortaya çıkan mes’elelerden birçoğunu zikretmiştir. Onun tertîbi, herkes arasında meşhûr olan tertîb üzeredir. Bu kitabın geniş bir fihristi vardır. Çok kıymetli olan bu fetvâ kitabı, hicrî 1310 (m. 1892) senesinde Mısır’da tab edilen “Fetâvâ-i Hindiyye”nin kenarında basılmıştır. 1393 (m. 1971)’de altı cild hâlinde ofset yolu ile yeniden basılmıştır.
Kâdı Hân, “Fetâvâ”sının “Hazar ve İbâha” kısmında diyor ki: “Kelâm ilmi, dîni akidelerin isbâtı için gerekli delîl ve huccetlerin bildirilmesi ve şüphelerin giderilmesini anlatan bir ilimdir, ihtiyâcından çok kelâm ilmini öğrenmek, kelâmda görüş ortaya atmak ve münâzara etmek yasak edilmiştir. Zira İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd’dan rivâyet edilir ki, O: Kelâm mes’eleleri hakkında konuşmaktan, babam beni men ederdi. Bunun üzerine babama: “Babacığım, ben sizi kelâmdan konuşurken gördüm. Acaba siz beni niçin bundan men ediyorsunuz?” diye sordum. Babam cevâbında: “Ey yavrum! Biz gerçi kelâmdan konuşurduk. Ama, sanki başımızın üstünde kuş vardı. (Ya’nî başına kuş konmuş bir kimsenin, onu uçurmamak için gösterdiği dikkat ve uyanıklığı gösterirdik.) Konuştuğumuz arkadaş ve muhatablarımızı hiç rencide etmez, ayıplamazdık. Ama siz, şimdi bir mes’elede ve kelâm konularında konuştuğunuz zaman, herbirinizin maksadı, karşısındakini küçük göstermek ve ayağını kaydırmaktır. Sanki muhatabının küfrüne rızâ gösterirler. Arkadaşının, konuştuğu kimsenin küfrüne rızâ gösteren, arkadaşı kâfir olmadan önce kendisi kâfir olur, îmândan çıkar” buyurdu.
Yine “Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Diş arasında yemek artığı bulunursa, gusül (boy abdesti) tamam olmaz. Bunu çıkarıp altını yıkamak lâzımdır.”
Kâdı Hân buyurdu ki: “Farzdan önce sünnet kılmak, şeytanın ümidini kırmak, onu üzmek için emrolundu. Şeytan, Allahü teâlânın emretmediği sünnetlerde bile, insanı aldatamıyorum, emrettiği farzlarda hiç aldatamam diye üzülür. Böyle olduğu “Eddürr-ül-muhtâr”da ve “Redd-ül-muhtâr”da da yazılıdır.”
Namazı cemâatle kılmak ve “Tumânînet” ile kılmak, rükû’dan sonra “Kavme” yapmak ve iki secde arasında “Celse” yapmak Resûlullah efendimiz tarafından bildirilmiştir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdı Hân, bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca, Secde-i Sehv (yanılma secdesi) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir.
“Fetâvâ-i Kâdı Hân”da diyor ki: “Birisine herşeyde vekîlimsin dese, yalnız malını korumak için vekîl yapmış olur. Herşeyde vekîlimsin, emrin caizdir dese, bey’ ve şirâ (alış-veriş), hîbe (hediye etmek) ve sadaka gibi bütün alış-verişte vekîl yapmış olur.”
“Necâset bulaşmış hasır (büyük yaygı), üç defa yıkanır. Başka şeye gerek kalmaz.”
“Nemmâm, ya’nî koğuculuk yapanın, şarkı söyleyenin, tegannî edenin, vakfelere riâyet etmiyenin imamlığı mekrûhtur.” Vakfe; Kur’ân-ı kerîm okunurken durulması lâzım gelen yerlerde durmaktır. Vakfe yerlerinde durmayıp, başka yerlerde duran kimse İmâm olursa, buna uymak mekrûhtur. Kâdı Hân’ın (r.a.) cihâd ile alâkalı olarak yazdığı Tergîb-ül-ıbâd kitabından alınan ba’zı bölümler:
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennette yüz derece vardır ki, Allahü teâlâ onları Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır, iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allahü teâlâdan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü Firdevs, Cennetin en ortası, en yükseği ve onun üstünde Rahmânın Arş’ı vardır. Cennetin nehirleri ondan fışkırır.”
“Allah yolunda cihâd eden kimsenin hâli, gündüzleri oruçlu olup gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itaat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiçbir gevşeklik hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd eden üstündür.”
Ebû Saîd-i Hudrî (r.a.) şöyle rivâyet etti: Birisi Resûlullaha (s.a.v.) gelerek, “İnsanların hangisi daha üstündür?” dedi. Resûlullah (s.a.v.): “Canıyla ve malıyla Allah yolunda cihâd eden mü’mindir” buyurdu. O kimse “Sonra kimdir?” diye sorunca: “Kavminden ayrılıp Rabbine ibâdet eden ve insanların da onun kötülüğünden emîn olduğu kimsedir.”
Ömer bin Hattâb (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullahın (s.a.v.) yanında idim. Birisi gelip: “Ey Allahın Resûlü! (s.a.v.) Allahü teâlânın katında insanların hangisi daha hayırlıdır?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Atının sırtında iken veya onun yularını tutmuş iken, Allahü teâlânın da’veti (ölüm) gelinceye kadar, Allah yolunda canıyla, malıyla cihâd edendir” buyurdu.
Yûsuf bin Ya’kûb’un (r.a.) hocalarından rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Mücâhidlere eziyet etmekten sakınınız; çünkü Allahü teâlâ, Nebileri ve Resûlleri için gazâb ettiği gibi, mücâhidleri için de gazâb eder. Nebilerine ve Resûllerine icabet ettiği gibi, mücâhidlere de icabet ve duâlarını kabûl eder. Üzerine güneş doğup batan kimseler içinde, Allahü teâlânın en çok sevdiği en kıymet verdiği kimse. Allah yolunda cihâd edendir.”
“Kim cihâddan bir iz olmaksızın Allahü teâlâya kavuşursa, kendisinde eksiklik olduğu hâlde kavuşmuş olur.”
“Kim deve üzerinde Allah yolunda muharebe ederse, Cennet ona vâcib olur.”
Ebû Mûsâ anlattı. “Resûlullah (s.a.v.): “Cennetin kapıları kılıçların gölgeleri altındadır.” buyurmuştur dediğimde; bir şahıs kalkıp, “Ey Ebû Mûsâ! Sen Resûlullahın böyle buyurduğunu duydun mu?” diye sorunca, evet dedim. Bunun üzerine soruyu soran harbe katıldı, kılıcıyla düşmana karşı yürüdü, şehîd oluncaya kadar vuruştu.”
“Allah yolunda bir adım atmak veya bir adım koşmak, güneşin üzerine doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır.”
“Sizden birinizin Allah yolunda bulunması, evinde kıldığı yetmiş senelik namazından daha üstündür. Allahü teâlânın sizi af ve mağfiret etmesini ve Cennete koymasını isterseniz. Allah yolunda gazâ ediniz! Kim, Allah yolunda deve üstünde muharebe ederse, ona Cennet vâcib olur.”
“Allah yolunda yüzü tozlanan kimsenin yüzünü, Allahü teâlâ kıyâmet gününde Cehennemin dumanından kurtarır (emin kılar). Allah yolunda ayakları tozlanan kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet gününde Cehennemden kurtarır (emin kılar).”
“Allahü teâlâ bir kimsede, Allah yolundaki toz ile Cehennem dumanını bir araya getirmez. Allah yolunda ayağı tozlanan kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet günü, acele giden bir biniciye göre bir senelik mesafe Cehennemden uzaklaştırır. Allah yolunda bir yara alan kimsenin sonu, şehidlerinki gibi olur. Onun için kıyâmet gününde bir nûr olur. Rengi za’ferân rengi gibi, kokusu misk kokusu gibidir. Öncekiler ve sonrakiler, onu o nûr ile tanırlar. Falancanın üzerinde şehidlerin mührü var, derler. Kim bir deve üstünde Allah yolunda muharebe ederse, Cennet ona vâcib olur.”
“Allahü teâlâ katında denizde şehid olanlar, karada şehid olanlardan daha üstündür.”
“Denizde cihâd edenin karadakine üstünlüğü, on gazâ yapmak kadardır.”
“Ümmetimden denizde gazâ yapan bir topluluğu gördüm. Kıyâmet günündeki en büyük korku onları mahzûn etmiyecektir.”
Abdullah İbni Ömer (r.anhüm) şöyle anlatıyor: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, her başağa yüz doneli yedi başak bitiren bir tohumun hâli gibidir” ((Bekâra-261) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olduğunda, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” buyurdu. Daha sonra “Kim Allahü teâlâya hâlis niyet ile ödünç verirse (O’nun kullarına, eza etmeden, mal verdiği için övünmeden ve başa kakmadan, ihlâs ile, helâl maldan infâk eder, sadaka verirse), Allahü teâlâ da karşılık olarak ona kat kat (yediyüz misline kadar) mükâfat (sevâb) verir” (Bekâra-245) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Yâ Rabbî! Ümmetime ziyâde eyle, arttır!” diye duâ etti. Bundan sonra “... Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (Zümer-10) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu.
“Kim Allah yolunda bir mal infâk ederse, Allahü teâlânın rızâsı için bir şey verirse, onun için yediyüz kat sevâb yazılır.”
Resûlullah (s.a.v.), “Kim Allah yolunda evinde oturduğu hâlde mal infâk ederse, onun her dirheminin karşılığında yediyüz dirhem vardır. Bizzat Allah yolunda gazâya gider ve bu yolda da infâkta bulunursa, onun her dirhemine karşılık yediyüz bin dirhem vardır” buyurdu. Bundan sonra, “Allahü teâlâ (kendi yolunda infâk edenlerden ve kendisine ibâdet edenlerden) dilediği kimselerin sevâblarını (ihlâsları) nisbetinde (bire ondan yetmişe ve yediyüze, hattâ daha ziyâde) kat kat arttırır, (öyle ki, miktarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez).” (Bekâra-261) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
“Allah yolunda cihâd edenlerin en üstünü, onlara hizmet edenidir. Sonra onlara haber getirendir. Allahü teâlânın indinde, mertebeleri en has olan, oruçlu olanlardır. Kim Allah yolunda arkadaşlarına bir kırba (su kabı) su verirse, onlardan yetmiş sene önce Cennete girer.”
“Ameller niyetlere göredir. Herkes için asıl olan, niyet ettiği şeydir.”
“Bir Arabî, Resûlullaha (s.a.v.) gelerek: “Ey Allahın Resûlü! Bir kimse ganîmet için muharebe ediyor. Birisi teşekkür için, birisi de Allah yolunda savaşıyor görünmek için” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): “Kim Allahü teâlânın dînini yaymak için muharebe ederse, o Allah yolundadır” buyurdu.
“Allah yolunda bir gece nöbet beklemek, sizden birinin evinde yetmiş sene ibâdetinden daha üstündür.”
“Kıyâmet gününde birçok topluluklar diriltilir. Sırât’ı, rüzgâr gibi geçerler. Onlara hesab ve azâb yoktur.” Eshâb-ı Kirâm, “Onlar kim yâ Resûlallah?” dediler. Resûlullah (s.a.v.), “Ölümleri nöbette iken gelen topluluklardır” buyurdu.
“Üç gözü Cehennem ateşi asla yakmaz. Bunlar; Allah korkusundan ağlayan göz, Allahü teâlânın kitabını okumak için uykusuz kalan göz ve Allah yolunda gözcü (bekçi) olan gözdür.”
“Üç göz Cehennemi görmez. Allah yolunda nöbet bekliyen göz, Allah korkusundan ağlıyan göz ve Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınan göz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 153, 278, 282, 601
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 297
3) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 64
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1227
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 126, 243, 696, 759, 1026
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 280
7) Tergîb-ül-İbâd